Pages

29 Kasım 2023

Müfredata Giriş: “Bireyin” Yaşamı ve Sorunları


Hangi yaşta olursan ol
Kardeşim
Kaptırıp gönlünü sevda fırtınasına
Evin yolunu şaşırmamışsan
Sende iş yok be kardeşim
Sen artık hapı yutmuşsun
Borçlusun sen ağaçlara kuşlara
Borçlusun sen trenlere otobüslere
Yağan kara esen yele borçlusun
Borçlusun sen herşeye
Gözdeki ışıltıya
Alındaki çizgiye
Eldeki şaşkınlığa
Borçlusun herşeye
Kardeşim
Yaşamın kendisine

[Hasan Hüseyin Korkmazgil]

Çok da uzak olmayan bir geçmişte Anadolu’nun bir yöresinde yaşama gözlerimizi açtık. Sokakta oyun oynadık, müstakil evlerin duvarlarına tırmanıp cimri mülk sahibi hemşehrilerimizin taşlarına maruz kalarak meyve kopardık. Kapıların zillerine, arabalara dokunup zili ve alarmı çalarak kaçtık. Sokakta top oynadık, geniş ve kalabalık ailelerin çocukları olarak. Düştük, yara bere içinde ağladık, ağladıkça büyüdük. Yaptığımız afacanlığın sorumluluğunu alıp bedelini ödemeyi böyle böyle öğrendik, çünkü ana babamız, kendi yaralarımızı kendimizin sarması gerektiğini ve her zaman yanımızda olamayabileceklerini bize “tepkisiz” kalarak öğretti. Sokaktan okula gönderildiğimizde top oynayıp afacanlık yaptığımız arkadaşlar, artık bize rakiplerimiz olarak tanıtıldı, notlarla onları geçemezsek hep kıyaslanırdık, yaşamda kalmanın ilkesi olarak rekabeti öğrenmek zorunda kalan yoksul emekçi ailelerin çocukları olarak birbirimizle rekabet etmeye “mecburduk”. “Yaşam bu” diye öğretiliyordu.

Bir kalem, defter ile okula gönderildik. Önlüklerin yakasındaki ilikler koptukça dikildi, dikildikçe aşındı. Kalemler, bıçakla tıraş edildi çünkü kalemtıraş lükstü. Okullarda yarım simit satılırdı, gazoz ve simidi aldıysanız varsıldınız. Farklı dillerden ve inançlardan ailelerin çocukları olarak bir sırada üç kişi oturtulan okullarda öğrenim gördük. İdealist bir öğretmene denk geldiysek birçoğumuz için şans sayılırdı. Sokakta oynanan top, spor salonu olmayan mahalle okulunun bahçesinde oynanınca disiplin suçuydu, top kesilirdi. Yaz geçtikçe en can sıkıcı olan, okulun açılması değil, kışın gelmesiydi.

Kış demek; karda yağmurda ıslanmak, ayakkabıların su alması, sınıfa odun taşımak, akşam salonda soba başında ısınıp gece başka bir odada abi ya da ablayla karşılıklı divanlarda yorgan altına sığınmaktı. Sabah bırakılamayan sıcak yataktan çıkıp okula gitmek. Ayakkabı su alır, iki çorap arasına analarımızın çözümüyle poşet “giyilir”. Hastalanırsanız sağlık karnesi kış boyu yazılır, sağlık karneniz yoksa eş dost akrabaya başvurulur. Sağlık karnenizdeki notlarınız kış boyu düşüktür.

Gelişim çağıdır; ayak uzar, boy uzar ve giysiniz size küçük ve dar gelir ya da eskir. Alınan ayakkabıyla top oynamamak aile kuralıdır, çünkü tüm çocuklarına ayakkabı alınacak kadar varlıklı değildir aileniz. “Gocuk” diye tabir edilen manto da lükstür. Okul kıyafeti de giysi de beden eğitimi dersi için gereken eşofman takımı da hatta spor ayakkabısı da alınabiliyorsa yine varlıklısınızdır. O yüzden yoksulsanız cinsiyetiniz her neyse küçük kardeşiniz değil, abi ya da ablanız olması büyük bir şanstır. O da gelişim çağında olduğundan giysi önceliği ona aittir. Onun eskisi size giydirilir. Soluk renkli gri okul pantolonları... Beden eğitiminde kıyafetiniz olmadığı için yoksulluğun yaşattığı mahcubiyetle sıradan kenara ayrılırsınız, yani ıskartaya ayırırlar sizi, beden bu şekilde eğitilir.

Sizde harçlık olduğu sorgulanmadan başka bir yoksul coğrafyada “doğal afet” gerçekleşirse her öğrenciye bir zarf verilerek eve yollanır. Sonra bu pratiği yoksulların gittiği camilerin çıkışına konan “sadaka ve dayanışma” kutusunda görürsünüz.

Yerli Malı Haftası’nda ve beslenme çantasına ne konup sınıfa ne getirileceği en büyük sorunlarınızdandır. Sınıfta bir kitaplık olur, herkesin bir kitap bağışlaması zorunludur, meraklıysanız diğer arkadaşlarınızın kitaplarını da okursunuz. Ders kitabının ücretli olduğu yıllar. Şansınıza denk gelir de ders kitaplarının içeriği değiştirilmemişse yine büyük kardeşlerden birinin kitabını kullanır ya da ikinci el olarak kaldırıma dökülen kitaplardan kalabalık içinde cevvalce hareket edip o kitabı alırsınız ya da bulamazsınız. Resim derslerinde boyanın her çeşidi ve gerekli malzemeler istenir. Nasıl alacak aileniz? Yetişmez para boyanın çeşitlerine. Dayanışmacı bir arkadaşınız varsa onunkinden faydalanırsınız. Okul bir de “bağış” toplarsa ve birden fazla kardeş aynı okuldaysa, birinden o para alınmaz, ama o şanslı kimdir! Bu da öğretmenler için ayrı bir uğraştırıcı süreçtir.

Sınıfta öğretmenlerin babanızın ne iş yaptığına yönelik sorusu karşısında en mahcup olan arkadaşınız kimse işte o en yoksul ve yoksun olanınızdır. Boşuna mahcup olur, zaten sınıfın yarısının babaları ya işsizdir ya düzenli bir işe sahip değildir ya da “serbest meslek” erbabıdır! Dünyanın en uygunsuz sorusu müfredat dışından gelir, sınıfın ortasında ayağa kalkıp bu soruyu yanıtlarsınız. Soru, sizin değil, babanızın “çalışmadığı yerden” gelmiştir. Gururunuz önemsenmez. Gelir bilgisi, açık uçlu soru olarak karşınıza çıkar; yazılı olarak sorulmaz, sözlü olarak sorgulanırsınız.

Bayramların gelmesinin en sevindirici yanı, harçlık verecek büyüğe denk gelmek ve size bayramlık kıyafet alınmasıdır. Kurban derisini harçlığa çevirmek sizin ticari kaygınızdır, ama vakıflar gelip “bağış” diye o deriyi ailenizden alır. Hayırseverlik bunu gerektirir. Bakır telleri, hurdaları ve çeşitli atıkları toplayıp hurdacıya satmak tüccarlık bilgisi ve deneyimi kazandırır. O yüzden “Yalnız değilsin eskici!”

Ailenizin en önemli kaygısı ayakta kalmaktır. Kış için yakıt bulmak, yazdan kışa hazırlık için gerekli erzağı temin etmek, toz şekeri çuvalla alacak parayı bulmak...Soba kurulacaksa boruların içi size temizlettirilir (Perde takmak da ayrı derttir). Öyle kalsa iyi, o borular birbirine tam yerleşmezse evi duman kaplar. En mühendislik gerektiren süreç budur. Geleneksel hendese bilgisi sayesinde bir inşaat teliyle o borular tavana sabitlenir. Sobayı yakmak ayrı dert. Soğuk havada evden çıkıp odunu, talaşı, kömürü taşımak; sobayı yakmak... Sonra o sobanın etrafındaki çembere girebilmek olimpiyat gibidir. Tüp gitmesin diye su da yemek de sobanın üzerine konulur. Banyo suyu da orada ısıtılır. Banyo sobası varsa o hamam turizminden rezervasyon yaptırmak da haftalıktır. Rengi atan pantolon bir kazana atılan toz boyayla suda kaynatılır. Yemekler yerde sofrada oturularak ortadan yenir, o tepsiye kaşık atmak için inşaat kepçesi gibi seri kollarınızın olması gerekir.

İçindeki yağı bitmiş tenekeler önce kevgire çevrilip sonra o deliklerden su geçecek şekilde içi toprakla doldurulur. Ardından sebze, süs biberi, nane ekilir. Balkonu ve damı süslemek için değil, ihtiyaç için. O birkaç parça kıyafetiniz de divanın altına yerleştirilen leğene konur.

İlk ve ortaokulu bitirdiğinizde yeni bir sorumluluk karşınıza dikilir. Yoksulsanız okumak zorundasınız ve hep okumak zorundasınızdır, yoksa hayata atılmak (çalışmak) gösterilerek tehdit edilirsiniz. Sınava hazırlık kitaplarını temin etmek için gazete kuponları toplanır, o süreçten geçmiş olanların test kitaplarındaki karalamalar için tek ihtiyacınız olan silgidir. Bir yaşam, bir silgiyle temize çekilir; başkasının öyküsünün üzerine düz, çapraz, yuvarlak çizgilerle kendi öykünüzü yazarsınız, çünkü sizden sözünüzü söylemeniz değil, 4-5 seçenekten birini işaretlemeniz istenir. Ailenize, feodal rekabetçi akrabalarınıza ve öğretmenlerinize karşı kendinizi kanıtlayacağınız yer ve zaman o öğrenim kademesinin sonunda elinizdeki kalem ve silgiyle, nüfus cüzdanı ve giriş belgesiyle katılacağınız sınav merkezine dönüştürülen okul sıralarıdır. Puanı yüksek bir okula hatta yatılı bir okula girerseniz, hem kendinizi kanıtlar, size kıt kanaat verilen emeği boşa çıkarmazsınız hem de artık ailenize yük olmazsınız. Puansız ya da düşük puanlı bir liseye girerseniz, notların iyi gelmesi son şansınızdır, çünkü okuyup okumayacağınız ya da ne zaman “tembellik hakkını” kullanacağınızın ihtimali yoksul ailenizde bir kaygıya neden olur. Her iki okul türünden de mezun olup üniversiteye yerleştiğinizde ailenize bir rahatlama gelse de sizi bekleyen, kardeşinizle uyuduğunuz odayı özlemek olur; sadece aile özlemi değil, rahatlığa olan özlem.

8 kişilik yurt odalarında kalır, yemekhane fişleri kullanır, banyo sırası beklersiniz. Okuduğunuz üniversiteye göre ırkçı ya da tarikatçı güruhun odanıza gelip sizi kendi halinde bırakması mümkün değildir. Derste elindeki “not” kürsüsüyle/tehdidiyle, ezilenleri ve sömürülenleri istediği gibi eleştiren akademisyene itirazı göze alıyorsanız, dersten kalmayı ya da bursunuzun kesilmesini de göze aldınız demektir. Zor bela mezun olunca yine sınav çıkar karşınıza. Eğer öğretmenlik mezunuysanız atanmak için hayatınızın karar noktasındasınızdır, ya geri çekilip öğrencilerinizi hiç tanımayacak ya da halkımızın deyimiyle, dirsek çürütmeye devam edeceksinizdir.

Yeni tabirle flört bu yaşamın neresindedir? Yaşamınızın her anında sevda vardır, ama yoksulun boynu bükük olur. Akıllı telefon çağı değildir. Üniversiteden önceki öğreniminizde ya arkadaşınız teklif götürür ya da sevdalanılan akranınızın çantasına, sırasına ve kitabının arasına isimsiz mektup bırakırsınız. İsim yazarsanız, açığa çıktığında sevda bir disiplin suçudur. Türküde “Sevdaya yasak koyanın dünyada yeri olmaz!” dese de bu süreç epey bir zahmetlidir. Sevmek disiplin suçudur, halkınızı da seversiniz, yine “olağan şüphelisinizdir”. Aşk kural dışıdır, şiir yazıp (akrostiş mümkün mertebe) duygularınızı ifade ettiyseniz daha tehlikelidir, çünkü şiir, Cemal Süreya’nın dediği gibi “anayasaya aykırıdır”!


Yoksulun sevdası da yaşanması düşünülen hayallerle geçer. Ataerkil bir yapıdasınızdır, eğer er kişiyseniz bu macerayı göze almak zorundasınız. Destan ve masallardan beri bu süreç böyle işler. Bu konu epey çetrefilli, tartışmaya açık ama öyle bir insana denk geldiyseniz bedel ödemeyi ve fedakârlığı da göze alırsınız.

Hayata atılırsınız, öğretmen olursunuz. Bu ülkede yoksulların çocukları öğretmen olur. İyi ki de onlar öğretmen olur. Hayatının bir noktasında Marksizmle tanışıp da mücadeleye omuz verirse kendi gerçekliğinin aslında ailesinin ve “sınıf” arkadaşlarının gerçekliği olduğunun farkına varır. Geriye kalan ideolojilerden birine onay verirse o zaman geldiği yeri unutup, devam eden nispi refahını -aslında yoksulluğunu- başarı sayıp öğrenim (eğitim değil) verdiği öğrencinin kendi çocukluğu olduğunu unutur. Sınıfta gördüğü öğrenci, onun çocukluğu ve sınıf arkadaşlarıdır. Yolunda gittiği ideoloji de ona düzenin verdiği bencillik, rekabet, mülkiyet hırsı, tepkisizlik ve acımasızlıktır. Bu değerlerle en başta kendi çocukluğunu ve gençliğini iyileştiremeden emekli olana kadar hiçbir zaman kendi olamadan yaşar.

Bugün, içinde yaşadığımız koşullarda bir öğretmenin bir işçiden ya da ücretli çalışan emekçiden hiçbir farkı yok. Kazandığı ücretle kirasını veremez, bir hafta tatil yapmak için 6 ay kredi öder, fatura kaygısından ısınamaz, en temel insan hakkı olan barınacak bir eve sahip olamaz, ama olsa da müteahhidin kazdığı üstü açık mezar depremde toprak atılarak kapatılır, kendini geliştirecek kurslara gidemez, yurdun dışı değil içini bile gezemez, ama o, sınıf atladığını düşünür, fakat ilk kez “sınıfta kalmıştır”! Yaşadığı sürecin sorumlusu olarak meslektaşlarını, içinden geldiği, ama içinde olduğunun farkındalığını bile unuttuğu halkın “cahilliğini” görür.

Öğrencilerini toplumsal şartlarına göre değerlendiremeyip o “geri” bulduğu halk gibi onları akıllı telefona sahip olmakla suçlar. Derste haylazlık yaparsa aslında “Beni gör!” çağrısını/çığlığını disiplin suçu sayar. Sorunlarını kendi çözmeyip öğrencisini böyle nedenlerle disipline veren öğretmen, öğrencilerinin gözünde baştan mağlup düşmüştür.

Çocukluğundaki yaşam biçimi onun öğrencilerinde yoktur. Akıllı telefonları vardır ama u/mutsuz, sevgisiz, bilinçsiz, yalnız, çaresizdirler. Onları kuşatan gerçeklik bambaşkadır. Rol model olacak aydın, yazar ve şairler Avrupa yollarında göçe durmuştur. Sosyal ve dijital medyası suç ve yalan üretir. Sınıfsız sömürüsüz bir düzenin ne ve nasıl bir sistem olduğundan habersizdir, çünkü sömürülmek ve ezilmek onun “kaderidir”!

İlkokul çağından itibaren uyuşturucu kullanımı okul önlerinde, mahallelerde, belki de kendi ailesindedir. Kapitalizm suç üretir, ailesi belki suça bulaşmıştır. Akıllı telefonu vardır, mektup yazmak zorunda değildir, fakat üniversiteye başladığında bir arkadaşıyla oturup bir çay içip simit yiyecek parası yoktur. Gelecek kaygısı bile yoktur, boşluğa terk edilmiştir, çünkü kaygının yerini umutsuzluk almıştır. Sevgisizdir, çünkü onu dinleyecek bir yetişkini ailesinde bile bulamaz. Ona sürekli yurtsuzlaşma aşılanır, çünkü yaşadığı ülkenin gerçeğiyle mücadele etmektense özel alanına çekilerek diziler seyredip dijital oyunlar oynaması telkin edilir. Böylece dinamizmi uysallaştırılarak tekrar beden eğitiminde ıskartaya ayrılmıştır, ama bu sefer ödül diye uyuşturularak. Birey, yüce ve biriciktir! Acıdan ve sorumluluk bilincinden kaçış hazzın tüketimiyle yeniden üretilir.

Sağ ve mezhepçi retorik onu her yandan kuşatmıştır. Aslında öğretmenini de ailesini de kuşatmıştır. Emek vermeden kolay yoldan köşeyi dönmek en akıllıca olan kariyer basamağıdır! Girişimcilik dersleri verilir. Acı ve emek olmadığı gibi bedel de yoktur. Ödediği en büyük bedel, yaşanmamış hayatıdır. Yaşam diye reklâm kuşağı sunulur.

Bugünün öğretmeni, yazının girişinde belirtilen şartlarda yetişmiştir, öğretmeninin ve ailesinin sevgisini gösterememesi içinde kanayan yaradır. Ailesinin verdiği yaşam mücadelesi, dışarıya karşı hep güçlü durma gayreti, aile sırlarının diğer insanlara anlatılmaması öğüdü aslında gösterilemeyen sevginin en önemli kanıtıdır. Değerler aşılanmıştır. Bu açıdan aile nicel açıdan en küçük sınıf hareketidir.

Bugünün çocuklarında çağın gereği olarak akıllı telefon olsa da o telefon, aslında onların gençlik oyuncağı ve kontrol edilme yöntemleridir. Erik ve meyve aşıracağı bir ağaç kalmamıştır, top oynayacağı alanlar beton yığınlarına dönüştürüldüğünden “profesyonel” spor salonlarına gönderilir, spor diye vücut geliştirme önerilir, sokakta arkadaşlarıyla kollektif oluşturamaz, çünkü kendi vücudu oyun ve spor alanı diye sunulmuştur, sevgisizlikten bozulan psikolojisi antidepresanla onarılır, değer aşılanmaz, bayramlarda ziyaret edeceği yakınlarının mezarlarından uzaklaştırılır, çünkü narsistik ruh hâliyle bedenine yöneltilip hazla oburlaştırılarak ölümsüz olacağına inandırılır. Zombi ve vampir romanları fantastik edebiyat diye okutulur, ama bilinci çarpıtılır, çünkü tüm çevresi zombileştirilmiş ve vampir burjuvazi emekçiyi sömürmektedir. Kurgu ile gerçeklik yer değiştirmiş; yaşam kurguya, kurgu yaşama verilmiştir. Aile, kötü bir geleneksel yapı olarak propaganda edilir, çünkü mutsuzluğunun nedeni sömürü düzeni değildir, bağlarla onu sınırlayan ailesidir! Aile mahremiyeti kalmadığından, uluorta ailevi sırlar en büyük problem olarak çevresine açılır. Böylece en küçük sınıf hareketi dağıtılmış olur.

Öğretmenler, aileler, öğrenciler, işçiler, emekçiler, erkekler, kadınlar olarak tüm sorunlarımızın, yaşanılan bunalım ve yabancılaşma sürecinin, yoksulluğumuzun ve yoksunluğumuzun temel nedeni aile dâhil tüm bütünlüklerimize saldıran sömürü düzenidir. Terinden ve doğallığından kaçılan Tamirci Çırağı ve Fabrika Kızı, emeğiyle dünyayı şekillendiren öznelerdir ve öfkeyle bilediği sınıf bilinci, insan olmanın onurunu kurtaracak tek güç ve umut kaynağıdır. Ancak o düzen kurulduğunda aşk da aile de dostluk da arkadaşlık da gerçek anlamını bulacak. Fedakârlık, sorumluluk bilinci, güven sağlandığında yüzünü bile görmediğimiz insanların mücadelesine omuz verdiğimizde, sınıfların ve sınırların olmadığı bir dünyada yurdun içi de dışı da özgürce gezilip kimse yaşadığı dünyaya turist kalmayacak. Başka insanlar için “değil”, en başta kendimiz için bunu yapmak zorundayız. Umutsuzluk ve yılgınlık yenilgiye, mücadele zafere götürür. Bu yüzden bizim kurtuluşumuz birbirimizin mücadelesiyle dayanışmaktan geçiyor. Gemideki kaptanın kullanacağı pusula ve harita bilgisi, bugün sınıf mücadelesinin ideolojisinde ve ilkelerinde mevcut. Beyin ve kalp durduğunda tüm vücut iflas eder. Vücut bir bütündür, işbirliği içinde kendini onarır ve iyileştirir.

Kim ki bize “insan kötüdür” diyor, kendini de insanı da tanımıyordur. Kim ki ezilenin ve sömürülenin aidiyetine bakıp tepki geliştiriyor, ezenin ve sömürenin sözcülüğünü yapıyordur. Kim ki bize "başkalarını düşünme" diyor, bilmeliyiz ki o, bize en büyük kötülüğü yapıyordur. Kim bize “hazzın peşinden koş” diyor, o bizi “yol”dan çıkarıyordur. Deyişte geçtiği gibi, “Dünyanın üzerinde kurulu direk/ Emek zay'olmadan sızlar mı yürek/ Bu düzeni kim kurmuş bizler de bilek/ Söyle canım söyle dinlesinler canlar// Adem eker yeryüzüne ekini/ Ekin saklar yeraltında kökünü/ Ayıkla gör karasını akını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar// Bir gün ağrıtırlar senin başını/ Söyle canım söyle dinlesin canlar/ Yola gelmeyene edilmez minnet/ Cümlenin muradı dünyada cennet” [Pir Sultan Abdal]

S. Adalı
28 Kasım 2023

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder