Alman
Yeşiller partisi liderlerinden Cem Özdemir, Alman ordusunun “insanî yardım”la
ilgili sorumluluklarından bahsediyor. Onun ülke dışında değerleri savunduğunu
söyleyen Özdemir, ordu için yürütülen PR çalışmasına asker olarak dâhil
oluyor.[1] Bu şov, hem NATO’yla hem de kriz sebebiyle Alman şirketlerinin
tesislerini başka ülkelere taşımasıyla alakalı.[2] O şirketlerin koruma
görevini üstlenen bir orduya her daim ihtiyaç var. Liberaller, o ordunun
talimnamelerine cümleler diziyorlar.
Özdemir
gibi Alman “solu”nun askeri olan kimi Türkiyeli sosyalist örgütlerin şefleri de
bir yerlerin askerliğini yapıyorlar. Bu askerliğin halkla, işçiyle, ezilenle
bir ilgisi yok. Bu sol, ancak Avrupa ile düşünebiliyor, oraya askerlik
edebiliyor. Avrupa’da düzenin sol partileri iş başına geldiğinde, buradaki kimi
sol örgütler de şevke geliyorlar ve boylarından büyük laflar ediyorlar. Yenilince,
içteki Avrupa ve Amerika’nın mevzi elde edeceği günü beklemek üzere, kenara
çekiliyorlar.
2003’te
Avrupa Birliği kurulları orduları sivilleştirme kararı alıyor. Bu raporu
Türkçeye Fethullahçılar ve TESEV’ci liberaller aktarıyorlar. Raporu yazanlar,
15 Temmuz sonrası hapse atılıyorlar, ama raporda önerilen maddeler, darbe
girişimi sonrası bir bir uygulamaya konuluyor.
“Sivilleşme”
kelimesi, bir anlamda yanlış ve yetersiz tercüme kurbanı. Burada aslında
ordunun şu sosyalistlerin bugünlerde kullanmayı çok sevdikleri “Yurttaş”a ait
olması isteniyor. AB kurulları, TESEV’ciler, Fethullahçılar ve kimi
sosyalistler, Halk’a düşmanlık, Yurttaş’a dostluk ediyorlar. Halkın hücum
etmediği, yurttaşın girebildiği sahillere koşuyorlar. Ordunun eski laiklik
görevini bayrak töreni ve İstiklâl Marşı ardından devralıyorlar. Özelleşen ordunun
Ortadoğu’ya yayılmasına hiç ses etmiyorlar. Bu genişlemenin ideolojik
kılıflarını örüyorlar.
Ordunun
sivilleşmesi, bu anlamda, PKK’yle mücadeleyi halka ve millete mâl etmek gibi
bir çaba üzerinden, ülkenin her yerinden gençlerin askere alındığı “Halkın
ordusu”nun terk edilmesini, özel yurttaşların özel çıkarlarına hizmet eden özel
şirket ordularının inşa edilmesini anlatıyor. “Yurttaş” kelimesi de özelleşmeyi,
evcilleşmeyi, mutenalaşmayı ifade ediyor. Soldaki yurtseverlik, bu bağlamda
vücut buluyor.
Sol,
“bizi Amerika mı sosyalizme götürecek yoksa Avrupa mı?” tartışması üzerinden
bölünüyor. Bu “biz” ise hiç sorgulanmıyor, sütten çıkmış ak kaşık gibi görülüyor.
“Biz”, mutlak bir put kabul ediliyor. “Amerika’nın ve Avrupa’nın sosyalizm gibi
bir derdi var mı?” sorusunu kimse sormuyor. Oturup putlarına el açıyorlar ve bu
iki yerde sol iş başına gelsin diye dua ediyorlar. Bu, burada hiçbir şey
yapmamakla neticeleniyor.
Devrime
cephe gerisi lazım. Bu cephe gerisini Avrupa olarak belirlemiş olan sosyalist
hareketin ihanete kılıf örmekten başka bir işi olamaz. Devrimin cephe gerisi
olarak Avrupa’yı görenler, burada CHP’yi Cephe kabul etmek zorunda. Kendi üç
kuruşluk akıllarıyla Parti pozu kesip sol siyasete yön verebileceklerini
zannediyorlar. Avrupa’da sömürgecilikle edinilmiş maddi zemine hiç bakmayan
sol, sömürgecilikle inşa edilmiş aklını halka, işçiye, ezilene dayatıyor.
Sömürgeci akıl, en fazla, emperyalistlere uşaklığı meşrulaştırabiliyor. Maddi
üretim güçlerinin gelişiminin nihai aşaması olarak emperyalizm göklere
çıkartılıyor, “sosyalizm yok, bari emperyalist birikimi sahiplenelim”
deniliyor. Lubunizm, feminizm, veganizm, bu emperyalist ve sömürgeci yönelim
dâhilinde anlam ve değer kazanıyor. Bunlar, özel yurttaş topluluğunun ideolojik
aygıtları olarak iş görüyorlar.
Bu
tür sol örgütlerden birinden gelen, sonra düzen siyasetine bağlanan Barış
Yarkadaş, bir konuşmasında “İstanbul’un nüfusu 1 milyon olmalı” diyor.
Muhtemelen bu 1 milyon, Kadıköy’de ve Beşiktaş’ta yaşayan üst orta sınıf ve
burjuva kesimleri ifade ediyor. Solun ufku da muhakemesi de tahayyülü de bu. O
nedenle, kent yoksullarının hayat pahalılığı ve konut fiyatlarındaki artış
üzerinden çektiği çileyi görmüyor, bu konuda tek adım atmıyor. Tatil
yerlerinden kısa şortları ve plaj havlularıyla yalandan eylem yapıyorlar. Bugünlerde
halkın otobüslerinde direk dansıyla eğlenceler düzenliyorlar. Bu tür taciz eylemlerine
başvuruluyor. Kentin boşaltılmak için uğraşıldığı dönemde emekçi halka
varlığının kirli, zararlı ve fazla olduğu hissettiriliyor. Bunun için her
türden yöntem kullanılıyor. O yöntemler, pandemide sınandı ve sol bu sınamaya
hiç ses etmedi ve onay verdi. Şimdi kenti boşaltacağını söyleyen AKP’yi
sessizce alkışlıyor. Laik burjuvazinin ve laik ordunun deprem, kriz ve savaş gibi sorunlar karşısında geniş halk kitlelerini ancak AKP gibi bir partiyle maniple edebileceğini görmüyor. Bu ilişki neticesinde o burjuvazinin ve ordunun kendisine verdiği laikliğin bekçisi olma görevini ifa etmekle yetiniyor. Kentten kovulan emekçinin derdiyle dertlenmiyor, öfkesiyle bileylenmiyor.
“1
milyonluk nüfus” isteği, küçük burjuvazi için dillendiriliyor. Onun rahat
kiralık ev, rahat park yeri bulup rahatça dolaşması, efendilerine rahatça
uşaklık edebilmesi isteniyor. Rahatça direk dansı yapacağı, eğleneceği mekânlar
açılsın diye uğraşılıyor. Fazla kalabalıktan çöken restoran iskelesi haberi, bu
sebeple, yeniden servis ediliyor. Düne kadar gerçekleşen onca yağmura rağmen
boşalan barajlardan dem vuruluyor. Orman yangınları, hava sıcaklığı, iklim
krizi, susuzluk, kıtlık üzerinden kitlelere korku salınıyor. Korkunun tasması,
en çok da küçük burjuvanın boynuna dolanıyor.
Kentin
boşaltılmasına dönük, AKP eliyle yürütülen tasfiye ve teşvik planına sol
sosyalist örgütler, ellerindeki tuzluklarla koşup destek sunuyorlar. Halka,
işçiye, ezilene küfretmeyi, onları hakir görmeyi, küçümsemeyi, onlara düşmanlık
etmeyi öğrenen sosyalist hareket, kapitalizmin, emperyalizmin ve devletlerin
yapıp ettiklerini ellerini ovuşturarak izliyor. O, Sovyet toplu konutlarıyla dalga geçenlerin oyuncağı haline geliyor. Çünkü sol, yoksulla, halkla, işçiyle ilgilenmeyi zul kabul ediyor.
Devlet,
ineğin çıkarttığı gazı bahane ederek büyükbaş hayvancılığı bitiriyor. Köylüye
teşvikler veriyor ki bu işten vazgeçsin. Bugün aynı devlet, “işe yaramayan,
fazla” nüfusu İstanbul’dan kovacağını söylüyor. Sol, ineğini zorla kesen köylüye
hayvan sevgisi ve veganlıkla gidiyor. Kentten kovulan emekçi halka da mikro
birey için geliştirilmiş kişisel gelişimcilik projeleri önerilecekmiş gibi
görünüyor. Bu tür gerilimli momentlerde sürtünmeyi azaltacak yağ görevini
liberter, anarşist, sol fikirler görüyor. Kütlesel, nesnel ve kolektif her
türden güç olma imkânı bu fikirlerin sahiplerince ortadan kaldırılıyor.
Süleyman
Soylu, Şubat depremi sonrası çıktığı bir yayında, “biz aslında İstanbul
depremine hazırlık yapıyorduk. Bunun için, şehri boşaltıp nüfusu başka
şehirlere aktarmayı planlıyorduk” diyor. Ne tesadüf ki bu belirlenen şehirler,
6 Şubat’ta yıkılanlar. Planlar ters yüz ediliyor. Şehir planlamacıları, yeni
planda adlarının anılmasını, saygı görmeyi istemekten başka bir şey
yapmıyorlar. Aslında herkes, bir biçimde ranttan pay istiyor. İstanbul’un fazla
nüfusu, bu yıkılan şehirlere doldurulacakmış gibi görünüyor.
Üretici
güçler veya başka bir çeviriyle, üretim güçleri gelişiyor. Kapitalizm, bu
gelişim üzerinden farklı bir biçime bürünüyor, burjuvazi ve tekeller, farklı
stratejiler geliştiriyorlar. Sol, bu değişime ve gelişime dair bilgisiyle, o
değişime ve gelişime en iyi ayak uyduranlar yarışında birinci olmak için
çırpınıyor. Kaosun, tufanın ardından, efendilerin gemisine binmek için türlü
taklalar atıyor. Oturup o gemi için teorik-ideolojik çalışma yürütüyor.
Efendilerinden pay istiyor. Üretim güçlerindeki sınıfsız-sınırsız değişimi kutsuyor, o kutsama faaliyeti üzerinden kapitalizmin dişine uygun ideolojik metinler kaleme alıyor.
Bugün
en hızlı Arap atları olarak, sol komünistler, seyrek düşürdükleri teorik
çıktılarında, Silikon Vadisi’nde, Pentagon’da, Davos’ta vs. dillendirilen
projelere destek sunacak şeyler söylüyorlar. Mutlak güç ve mutlak veri kabul
ettikleri kapitalizmin ilerlemesine ideolojik kılıflar örüyorlar. Yani burjuvazi,
işçiyi kontrol ve takip etmek için vücuda çip taksa, bu sol komünistler, illaki
“komünizmde insanlar vücutlarında doğal olarak bulunan çiplerle gelecek dünyaya”
diyecekler.
Davos
planındaki cümlenin birebir aynısına sol komünistlerin metinlerinde
rastlanıyor. Bu noktada gözü namazda olmayanın kulağı ezanda tabii ki olmuyor.
O planlar ve projelerin yol açtığı veya sebep olacağı yıkım ve katliamlar
konusunda hiçbir fikir geliştirmiyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar. Çünkü her şey,
nasıl olsa altın çağa doğru ilerliyor. Oportünizm, reformizm ve revizyonizm,
ayrık otu misali, bu teslimiyet toprağında yeşeriyor. Altın çağ ise küçük
burjuvanın rahatlığını ve özgürlüğünü ifade ediyor.
O
feyz aldıkları, ilerici gördükleri Amerikan ordusu, bir elemanına Ukrayna
askerleri için OnlyFans hesabı üzerinden striptiz yaptırıyor.[3] Bunların feminizminde
kadınların payına ancak fahişelik düşüyor. Bu striptizci orduya ve kadın
sömürüsüne dair tek bir feminist dernek bile açıklama yapmıyor. Eski Partizancılar, aynı
hat üzerinden trans dansöz oynatıp eğleniyorlar. LGBT için marş besteliyorlar. DW’ye
röportaj veren orta sınıf bir kadın, gettosunda rahat yürüdüğünü, dışarının
yoksulundan rahatsız olduğunu söylüyor. Birileri, onu bedensel varlığının yüce
ve özel olduğuna ikna ediyor, o da o birilerine yaranmak, o değeri yitirmemek
için her şeyi yapıyor. Aşağılık, çirkin, değersiz ve küçük gördüğü birinin
gözlerinin bedeninde dolaşmasını istemiyor. Bedenler bugün işgalciliğin, sömürgeciliğin göz koyduğu topraklar.
Eskiden
komünist bir şairin ifadesiyle, “itten aç, yılandan çıplak” olana örgütlenmek
esastı. Bugün küçük burjuvadır, it ve yılan. Kendisinden aç ve çıplak olana
düşmanlık etmeyle tanımlıyor solculuğu ve bu solculukla hesaplaşmak gerekiyor.
Eren Balkır
24 Temmuz 2023
Dipnotlar:
[1] Johannes Stern, “Cem Özdemir ve Tobias Lindner”, 17 Haziran 2019, İştiraki.
[2]
Matthew Karnitschnig, “Almanya’nın Pas Kuşağı”, 13 Temmuz 2023, İştiraki.
[3] Matthew Sedacca, “US Influencer Works as ‘Emotional Support Stripper’ in Ukraine”, 22 Temmuz 2023, NYP.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder