28
Mayıs seçimini takip eden iki buçuk aylık süreçte ortaya çıkan tabloda ilk
dikkat çeken noktalardan biri, işçi ve emekçi sınıflara “Bahar getireceğiz”
sözü verenlerin getirdikleri karakıştan sonra sırra kadem basmalarıdır. Burjuva
muhalefetinden medet uman reformistlerin Sendika.org’un açtığı dosyaya gönderdikleri
otuza yakın yazıda ne bir özeleştiriye yer verilmekte ne de gerçekleştirdikleri umut
tacirliğinden dolayı bir özür dilenmektedir.
1998’de Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) dağılışını/feshini duyurduğu açıklamada, verdikleri sözü tutamadıklarından bahsediyordu. Ülkemiz solu açısından böyle bir özür söz konusu değil, çünkü onların özürlük bir durumu yok!
Reformistler, işçi-emekçi sınıfları burjuva
partilerin peşine takmakla ilgili o tarihsel rollerini ifa etmekten başka bir şey yapmadılar. Seçim sonrasında bir süre ortadan kaybolduktan sonra özeleştiri
dosyası kapsamında görünmelerindeki duyarsızlık ise bugüne has bir durum
değil.
Esasında
1974 affının sonucu olan bugünün reformistleri, geçmişte ne kadar “radikal”
görünseler de özünde hep reformistti. 12 Eylül darbesi için “solun üzerinden
silindir gibi geçti” söylemi de yine reformistlere aittir. 13 Eylül itibariyle
darbeye direnmemeyi tercih eden kitlesel reformist solun söylemidir bu. Bir
günde bittiyseniz, zaten yoksunuz demektir.
Oğuzhan
Müftüoğlu’yla yapılan nehir söyleşisi incelendiğinde, darbeye nasıl ve neden
direnilmediği daha net görülecektir. Reformistler, 1974, 12 Eylül gibi her
tarihsel dönemeç yaşanana kadar umut aşılayıp kitleleri peşine taktıktan sonra o
dönemeçte sınıfı yalnız bırakır. Daha önce bu işi, kitleyi kendine yedekleyerek
yaparken, artık sınıf ve kitleler üzerinde öyle bir otoritesi kalmadığından,
kitleyi burjuvazi lehine CHP’ye yedekleyerek görevini ifa etmektedir.
Reformistlerin
önemli bölümünü oluşturduğu solun 12 Eylül’e dair yaptığı eksik ve hatalı başka
bir çözümleme de solun doldurduğu alanın boşaltılarak siyasal İslam odaklı
tarikatlara alan açıldığıdır. Kazandığınız alana sizin dışınızda zor yoluyla başka bir özne yerleştiriliyorsa, o zaman o alan sizin kazanımınız olamaz. Aynı
zamanda zor eliyle egemenler “oyuncu değişikliği” yapabiliyorlarsa, bu da sizin
burjuvazi lehine hareket ettiğinizi gösterir.
O zaman şu soru günceldir: “Fatsa’yı neden terk ve teslim ettiniz?”
Fatsa’yı
teslim edenler, 12 Eylül’ü de -daha gelmeden- kabullenmiş olanlardır. Eklenmesi
gereken bir nokta da son yedi yıldır hiçbir direniş göstermedikleri hâlde neden
egemenler tarafından alanlar, sendikalar, meslek odaları reformistlere
bırakıldı? Eğer bir parti ya da sendika içindeyseniz, bu soruyu ideologlarınıza
sormak tarihsel bir görevdir.
Reformistlere bir soru daha: Sokakları faşistlere terk ettiğiniz gerçeğinden hareketle, hangi zor gücü sizi sokaktan çekti ki tıpkı 12 Eylül’deki gibi bir özne değişikliği gerçekleşti? Yoksa o alanı ve sokağı zorun rolünden bağımsız olarak siz mi tarikatlara ve faşistlere bıraktınız? Ünlemli sorular!
Kaldı ki bu sınıf karşıtı yapılara yer
bulmak için son yedi yılda reformistlerin hareket alanına egemenler tarafından
müdahale edilmedi.
O
zaman bir not düşülebilir: 12 Eylül ve sonrasında darbeye direnişin alanlarını
terk edenlere -içeride ve dışarıda- darbeciler tarafından alan açılmıştır.
Sınıfsız sömürüsüz dünya idealinin ve hareketinin tasfiyesi 12 Eylül eliyle
gerçekleşmemiştir. 12 Eylül, reformistlere alan açmıştır. Sol, reformistler
eliyle tasfiye edilmiştir. 12 Eylül darbecileri, 1987 sonrası süreç için
tarikatlara değil, reformistlere/reformistleşenlere ihtiyaç duymuştur. Esasında
darbe, sol içinde bir Truva atı yaratılmasına dönük ihtiyacı karşılamıştır.
Tarikatlar
Geçtiğimiz haftalarda Menzil tarikatının şeyhi/liderinin cenaze töreni ve sonrasında yaşananlar basına yansıdı. 15 dakikada bir kaldırılan uçaklarla cenaze törenine önemli bir kitlesel katılım gerçekleştirildiği görüldü. Tarikat içinde çıkan taht kavgaları üzerine “o güne kadar yapılan tövbelerin iptal edildiği” yönündeki haber yayılmaya başladı. Akla gelen soru “İslam’da insan ile yaratıcı arasında ruhban/rahip sınıfının bulunup bulunmadığı” yönündedir. Tarikatların şeyhlerinin yaratıcıya yapılan tövbelerde aracılık etmesi, bir rehberlik kapsamından öte aracılık/otorite boyutuna geçmiştir ki tövbeyi iptal yetkisini de şeyh kendinde görebilmektedir.
Tövbe eden insanların önemli bölümünün madde
bağımlısı olması ise başka bir gerçeği ortaya çıkarıyor. Bu gerçeği tartışmadan
evvel, alınan tövbenin mahiyeti ve ritüeline yakından bakılabilir: Tövbe
metninin sonunda seyda kabul edilen tarikat liderini kendine şeyh kabul
etmek yer alıyor.[1]
Madde
bağımlılarını tedavi etmek kulağa hoş gelebilir. Bunun ne sakıncası olduğu
sorgulanabilir. Bu sakınca adım adım açıklanabilir. Madde bağımlılığını
kapitalist düzenin kendisi üretir. Amaç, sömürüyle mücadele edecek işçi ve
emekçi sınıfın zihinsel kontrolünü ve iradesini ele geçirip onun robotlaştırılmasıdır.
Uyuşturucunun beyinde yaptığı etki nörobilim araştırmalarında şu şekilde
açıklanır:
“Nöronlar arasındaki
sinaptik etkileşimin beynin yaptığı birçok şeye açıklama getirdiğini ileri
süren genel görüş birliğinden dolayı nörobilimciler sinapslara daha fazla
ağırlık vermektedir. Örneğin kokain, LSD, Prozac hatta Valium gibi çoğu madde
sinaptik aktiviteyi değiştirerek davranışları etkiler”.[2]
Sağlık
Bakanlığı’nın yayınladığı Alkol ve Madde Kullanım Bozuklukları Tedavi ve İzlem
Klinik Protokolü dosyasındaki “Sık Karşılaşılan Halüsinojen ve Disosiyatif
Maddelerin Klinik Özellikleri” başlıklı bölümde uyuşturucu maddelerin ortaya
çıkardığı halüsinatif durumlar, algı ve davranış değişikliği hakkında ayrıntılı
bilgilere yer verilir.[3] Bu bağlamda ele alındığında düşünme kapasitesi
düşürülerek gerçekle bağı koparılan kişi, halüsinatif bir algı içinde bulanık
bir yolculuğa çıkarılır. Düzenin dayattığı sömürüden kaçışın ve bireysel
özgürleşmenin en yoz yolu olarak devreye giren uyuşturucu, kişinin gerçekle
bağını geçici süre keser. Bu kaçış, maddenin etkisi geçtikçe yeni madde alımıyla
gerçekleşir ki bu sayede kişi yoksunluk kriziyle baş edebilsin!
Maruz
kalınan sömürü düzeninde artı değerden payını alamayan ve sürdürdüğü yaşamdan
memnun olmayan emekçi sınıflar, düzenle mücadeleye en yakın kitledir. Yaşamını
sürdürmekte zorlanacak bir ücreti kazanan emekçi sınıfın hem maddi kazancı hem
de onu insan yapan değerleri uyuşturucu aracılığıyla tüketilir. Tükenen insanı
tedavi etmek halk sağlığı kapsamından çıkarılarak tarikatların denetimine
bırakılır.
Tarikatlar,
ellerindeki ticaret ağıyla kapitalizmin yeni kalelerinden birine dönüşmüştür.
O, hakkı vermekte sorumlu olan egemen sınıfın koltuk değnekliğini yapar. Tövbe
ettirerek bıraktırdığı maddenin yerine yeni bir uyuşturucu koyar: sömürüye
boyun eğmek.
Tarikatın
asıl görevi sınıf uzlaşmacılığının sağlanması noktasında devreye girer. İşçi-emekçi
sınıfa mensup insanın karşısına, onu maddeden uzaklaştıran şeyh kanaat önderi
olarak çıkartılır. Şeyhe bağlı olunmalıdır! O, kişiyi illetten kurtarmıştır ve
kişi ona artık minnet borcu duymaktadır. Uyuşturucu bir bataklık olarak
gösterilmez, uyuşturucu, artık tarikat açısından bireysel bir tercihtir. O
tercih sonucu kişinin hayatı mahvolmuştur! Öyleyse uyuşturucu kullanımında
sömürü düzeni suçlu değildir! Sınıfa yaşatılan çaresizliğe sunulan çözüm,
sömürülmeye ikna edilmektir! Uyuşturucudan arındırılan kişi artık şeyhinin
sözünden çıkmamalıdır, çünkü yol (tarikat) bunu gerektirir. Gidilecek bu yolda
depremde ölmek, uyuşturucu bataklığına saplanmak, kredi borçlarına boğulmak,
barınamamak, geçinememek, iş kazalarında yaralanmak ya da ölmek ve sömürü
düzeninin ürettiği tüm çarpıklıkların kurbanı olmak, kişinin kendi
beceriksizliğinin bir neticesidir. İnsan, maddi koşulların sonucu olarak kabul
edilmeyip tercihlerinin sonucunu yaşayan özneye indirgenir. Bu noktada
tarikatın görevi, proleterden myrmidon üretmektedir. Myrmidonlar, Yunan
mitolojisinde karıncadan insana dönüştürülen varlıklardır, Truva Savaşı’nda
Achilles’in emirlerini yerine getiren askerlerdir, emre itaatse asli görevdir.
Tarikatların
kitle kazandığı bir alan da öğrencilerin barınma krizini oluşturan yurt
sayısındaki eksikliktir. Aladağ’daki yurt yangınında ölen kız çocuklarının
tarikat yurduna yönlendirildiğinin de nedeni ortaya çıkmıştır: Köylü
çocuklarına kamu yurtları verilmez ve o bölgedeki tarikatın yurduna
yönlendirilirler. Yurtta yangın merdiveni kapalıdır, çünkü kız çocukları
kaçabilir!
Meseleye
sınıfsal bakılmalıdır. Tarikatların kazandığı kitle hangi sınıfın insanıdır?
Açık bir şekilde işçi ve emekçi sınıfın tarikatlar kıskacında olduğu
görülmektedir. Bu yüzden tarikat sorunu, reformistlerin ele aldığı gibi, laiklik,
sekülarizm, yaşam biçimciliği sorunu değildir; tarikatlar, emek sömürüsüne doğrudan rıza üretmek, bu amaç doğrultusunda sınıf bilincini baskılamak için kullanılan ideolojik aygıtlardır. Bu yüzden söz konusu alan, inanç alanı boyutunda ele
alınmamalıdır. Böyle bir hatanın sonucu kimlikçilik çıkmazıdır.
İşçi
ve emekçi sınıfların tarikatlarla olan ilişkisinin boyutu Eser Balcı’nın
araştırmasında netleşmektedir. Bu araştırmaya göre 1 milyonu çocuk olmak üzere
2,6 milyon kişinin tarikatlarla organik ilişkisi bulunuyor.[4] Bu çocukların
bir kısmı tarikat yurtlarında yangınlarda ölürken, başka bir kısmı intihara
sürüklenmekte ve tacize uğramaktadır. Düzene uygun kafalar yetiştirmenin yolu
tarikatlardan geçmektedir. O yüzden çocuk yaştan itibaren tarikatlarla iç içe
olmak, düzen tarafından çözüm/kurtuluş olarak dayatılmaktadır.
Tarikatların
insan kazanmak için hedef kitlesini oluşturan işçi ve emekçi sınıfların mevcut
durumu bugün için sömürü düzeni karşısında yaşadıkları çaresizliktir. Aileden
arkadaşlığa, dine kadar insanı insan yapan bütünlükler kapitalizm tarafından
parçalanmıştır. Disiplinin yerine özgürlük, bütünün yerine parça, toplumsalın
yerine birey yerleştirilmiştir. Bu yüzden tarikatlar için çaresiz insan,
ajitasyona en “olumlu” tepki verebilecek olandır.
Kişi, madde ya da psikiyatrik sorundan kaynaklı halüsinasyon görüyorsa, bu durum, tarikat tarafından kötü ruhlara ve başka âlemlerin varlığına işaret edilerek
açıklanır. Papazın günah çıkarma kabininden psikologun divanına evrilen ruh
sağlığı, sömürü düzeninde yüksek maliyetli ticari bir alandır. Bu bağlamda, bugün
her mahalleyi işgal eden şarlatan kesimin din adı altında yaptığı sahtekarlık,
kişinin gerçekle olan bağını koparmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Bu sahtekârlık,
bazen kader söylemi ardına saklanarak, bazen başka âlemler/varlıklara işaret
edilerek, bazen büyü yapma/bozma işlemleriyle icra edilmektedir. Bu konuda -meseleye
pozitivist yaklaşsa da- Calvin Wells’in şaman ve rahip tarifine başvurulabilir:
“Erkek veya kadın olabilen
şamanlar, genel olarak yalnızca ihtiyaç olduğunda bu görevi uygulayan
büyücülerdir. Hemen her zaman yalnız başlarına çalışan şamanlar, bireylerin
veya küçük insan gruplarının isteği üzerine kötü ruhları kovma veya yatıştırma
konularında ihtisaslaşmışlardır. Aynı zamanda da şans açan muskalar yapar,
hastalıkları teşhis ve tedavi eder, rüyaları yorumlar, bazen de sihirbazlık
yaparlar. Genel olarak birkaç saat süren seanslar esnasında sanrı yaratan
(halusinogenik) bazı bitkilerin de yardımıyla trans haline girerler. Seanslar
sırasında kontrollerini kaybedebilir ve bedeni bir yardıma ihtiyaç
duyabilirler. Saatlerce süren monoton davul sesi, ocaklarda tüten tütsü ve
duman, dinleyicilerin sesin nereden geldiğini anlayamayacağı şekilde
düzenlenmiş vantrolog hileleri, doğaüstü bir gücün eseri olduğu sanılan çadırın
titreyişi gibi yollarla seyircileri kısmen hipnotize ederler. Bunların çoğu,
kurnazca düzenlenmiş hile ve göz aldatmacasından ibarettir. Fakat şamanlar,
kendi üstün güçlerine ve onları etkileyen kuvvetlerin ruhlar olduğuna
kesinlikle inanmış olabilirler. Genel olarak zihni dengesi bozuk, geri zekalı,
çoğu zaman da şizofren kişilerdir. Bu tür psikolojik sapkınlıkların sosyal
yönden tasvip gören yollara kanalize edilebildiği toplumlarda yaşamaları onlar
için büyük bir şanstır. İngiliz toplumunda bu insanların yeri, akıl hastanesi
olurdu. […] Başarılı bir şaman veya angakokun mükafatı, büyük bir kudret ve
prestijdir. Rahipler, pek çok yönden şamanlardan farklıdır. Köyün, aşiretin veya
ulusun yararı için halka açık dini törenler tertiplerler. Çoğu zaman erkektirler
ve zihni dengesi bozuk, hele geri zekalı olmaları son derecede enderdir. Bunun
nedeni de yalnız başlarına çalışmayıp, bir papazlık örgütü içinde, başkalarıyla
birlikte bulunmalarıdır. Böylesine bir örgütte de dengesiz, karşılıklı
ilişkileri tehlikeye düşürecek kişilere yer yoktur. Bu örgütler, aynı zamanda
da seçkin eğitim müesseseleridir.”[5]
Tarikatlarla
Neden Mücadele Edilmelidir?
Tarikatlar, geldiği aşama itibarıyla sömürü düzeninin ideolojik aygıtı olarak iş görüp sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturucu etkiye sahiptir. İnanç alanını özünden kopararak sömürü düzenine rıza üretmenin merkezlerinden birine dönüşmüştür. Tarikat ya da başka herhangi bir toplumsal bütünlüğü ele alırken onu sınıf mücadelesi açısından değerlendirip, söz konusu yapının/bütünlüğün hangi sınıf adına hareket ettiği netleştirilmelidir. Diğer türlüsü, kimlik mücadelesi alanına sıkışma riski taşır.
Bu bağlamda tarikatlar anti kapitalist değildir. Anti kapitalist
özellikler hemen her dinde mevcuttur, fakat tarikatların böyle bir mücadelede
yer alma hedefi olmadığı gibi sahip olduğu şirketler ağıyla kapitalist merkezin
temsilcisidir. Bu yüzden de günümüz tarikatları, en çok da dine ve ezilenin
mücadelesine zarar vermektedir. Kapitalizm için kutsal yoktur, her şey değişim
değeriyle paraya dönüştürülebilmesiyle ölçülür.
Günümüz
tarikatları antiemperyalist değildir. Emperyalistlerin askerî paktları
aracılığıyla Müslüman coğrafyanın Ramazan ayında ve bayramlarda işgal edilip
bölge halklarının kanının dökülmesi ve Müslüman kadınların uğradıkları
tecavüzler karşısında tarikatlar, herhangi bir eylemsellik geliştirmemiştir.
Anadolu halklarının direniş ve kurtuluş mücadelesinde yüz yıl önceki
tarikatların önemli bir kısmının emperyalistlerle yaptığı iş birliği günümüz
tarikatlarıyla yeniden üretilmektedir. Bu noktada Şeyh Bedrettin ve Camillo
Torres’i hatırlamak yerindedir. Her ikisi de farklı dinler içerisinde ezilenin
mücadelesini inanç alanıyla birleştirmeyi başarabilmişlerdir. Aynı şekilde,
Nazi işgali Sovyet topraklarında püskürtülürken farklı dinlerden önemli din
insanlarının mücadeleye sundukları katkılar tarihte mevcuttur. Nazilerin işgali
sırasında yıkılan kiliselerin onarılması için kazandığı roman ödüllerini
bağışlayan Sovyet yazarlar, inanç alanına sosyalistlerin nasıl bakması
gerektiği noktasında sınıfsız sömürüsüz dünya mücadelesine ışık tutmaktadır.
Günümüz
tarikatları, geliştirdikleri pratikler ve söylemlerle sınıf mücadelesini
püskürtmeye çalışmaktadır. Yurtlarında yaşanan ahlaki çarpıklıklarla aynı
zamanda halk değerleri ve insan onuru açısından sorun teşkil etmektedir. Bu
çarpıklık karşısında hiçbir tarikat ve dini yapılanma ses çıkarmayarak suç
ortaklığı görevini yerine getirmiştir.
Solun
Laiklik Mücadelesi
Ülkemiz solunun laiklik temelinde tarikatlarla mücadele biçimi Marksizm dışı düzlemde konumlanmaktadır. Geliştirilen mücadele biçiminde sınıfsal temel geri plana itilerek pozitivist bakış, Batı aydınlanmacılığı, Charlie Hebdoculuk, yaşam tarzı solculuğu, medeniyetler çatışması, inanç karşıtlığı ve kimlikçilik öne çıkarılmaktadır. Meseleyi Marksist ilke ve yöntemlerle ele almadıklarından olsa gerek, yandaki görselde İran özelinde geliştirilen laiklik anlayışının anti-sınıfsallığı belirginleşmektedir.
Sorunu bu şekilde değerlendirmek, kimlikçiliktir.
Haberde dile getirilen “itaatsizlik” ifadesi, emek-sermaye düzleminde değil,
disiplin-özgürlük çatışması zemininde geliştirilmektedir. “Sokakta dans”
ifadesi ise anarşist düşünürün “Dans edemediğim devrim benim [ki devrim böyle
bir şey değil!] değildir” söyleminin yeniden üretilmesidir.
Özgürlük-disiplin
çatışmasının coğrafyası ve tarihi değiştirildiğinde mesele, Sovyet liderlerin
erkek olmasına ve kadınların baskı altında tutulduğuna kadar vardırılmaktadır.
Bu sefer görseldeki mollanın yerine Sovyet yöneticileri geçer, fakat kadın
sabit kalır.
Aynı
şekilde, Okmeydanı Halkevi’nin tarikatları nasıl dağıtacağı belirsiz bir iddiaya
dayanan pankartına değinmek gerekir. Bu iddianın nakşedildiği pankartın ise
Fatih’te değil, Okmeydanı’nda olması ayrı bir çelişkidir. Bu sol çevreye sormak
gerekir: Çocukları tarikat karanlığından kurtarma hedefinize çocukların
bedenine cinsel kimlik için müdahale edilmesini savunan LGBT karanlığıyla
mücadele etmek de dâhil midir? Bu soruyu soran kişi/kesim/çevre, baştan “eril,
kaba, geri” kabul edildiği sürece bu çevrelerin ideolojik mücadeleden yoksun
şekilde tarikat karşıtlığı ve kitle kuyrukçuluğu yaptığı gün yüzüne daha çabuk
çıkacaktır.
Tarikatlar
konusunun bir boyutunun uyuşturucu olduğu gerçeğine rağmen solun mahalle
çalışmasında uyuşturucuyla mücadele yer almamaktadır. Yer almadığı gibi
mücadele eden çevreleri de mahallecilikle suçlamaktadır.
Bugün
sömürü düzeninin en yozlaştırıcı aracı, uyuşturucudur. Bugün sol, anarşist
Tayfun Gönül’ün erken sayılabilecek bir tarihte, anarşistlerin çalışma yaptığı
bir bölgede, “uyuşturucu dağıtıcısıyla mücadele edilmelidir” şeklinde dile
getirdiği yaklaşımın çok gerisindedir.[6] Bu bağlamda, yoksul mahallelerde
uyuşturucuyla mücadele eden çevrelerin karşılaştığı sorunlara karşı sol sessiz
kalmayı tercih etmiştir, çünkü o, aslında hiç yapmayacağı mücadeleyi,
kuracakları reformist düzene ertelemektedir.
Yanılgı
şudur: Farelerin bastığı evde rahatlıkla uyuyamazsınız! Bu, bir erteleme
meselesi değildir. Sınıfsız sömürüsüz düzene hangi kitleyle yürüneceği meselesidir.
Bu yüzden, yoksulların uyuşturucu bataklığına sürüklenmesine Taksim’de barları
olan solların sesi çıkmaz. Aynı şekilde, semt evleri açan TKP’nin de
tarikatlarla mücadele şekli pozitivist kimlikçilikten öte değildir, onun da
EMEP’in de yoksul mahallelerde yaşayan işçi sınıfının zehirlenmesiyle ilgili
bir derdi de kaygısı da olamaz. Bu sorunlarla uğraşmak onlar için Narodnizm,
anarşistlik ve maceracılıktır.
Ne
onların ne de festivallerinde değerlerin önünde dansöz oynatan çevrelerin işçi
ve emekçinin sömürülmesinde kullanılan ideolojik aygıtlarla mücadelesi
olabilir. Tam da bu yaratılan ideolojik manipülasyon ortamında sömürü düzeninin
yarattığı çaresiz insan, bütünlüğü-aidiyeti tarikatlarda arar/oraya itilir. Ortada
onun sorunlarına çare olacak bir sol kalmamıştır. Solun derdi ne sınıftır ne
barınmadır ne uyuşturucudur ne tarikattır ne de yabancılaşma-yozlaşmadır.
Sonuç
Fatsa
Gerçeği belgeselinde 12 Eylül’e yakın bir dönemde bir yıl bile sürmeyen
Fatsa pratiğinde halkın sorunlarıyla sosyalistlerin nasıl ilgilendiğine
değinilmektedir.[7] Halkla bütünleşmenin geldiği aşamada eşinden şiddet gören
kadınlar sosyalistlere başvurmuşlardır. Geliştirilen kültür-sanat faaliyetinden
cami yapımına kadar halkın sorunlarına nasıl çözüm bulunduğunun en iyi
örnekleri Fatsa pratiğinde görülebilir. Fatsa’yı yaratan hareketi tartışma
konusu dışında tutarsak ya da bugünün yoz pratiğinden soyutlarsak, hegemonyanın
mekânda nasıl üretildiği açığa çıkabilir.
Fatsa
özelinde bakıldığında, onu yaratan hegemonya sol eliyle tasfiye edilmiştir.
Onun yerini, Menzil gibi tarikatlar üzerinden inşa edilen yeni hegemonya
almıştır. Uyuşturucu çetelerine ve tarikatlara alan açan sömürü düzeni, gerek
12 Eylül gerek 2016 sonrasında reformistlere de alan açmıştır. Üç öznenin de
asıl görevi, sömürü düzeni için rıza üretmek ve ezilenleri burjuvaziye
yedeklemektir. Bu yüzden, aydınlanmacı pozitivist bakışla kimlikçi şekilde
tarikatlarla mücadele etmek, inanç alanıyla çatışmayı beraberinde getirir.
Tarikatlarla mücadele sınıflar mücadelesinin ilke ve yöntemleriyle
yürütülmediği sürece sömürü düzeni inanç alanını da metalaştırmaya devam
edecektir.
S. Adalı
4
Ağustos 2023
Dipnotlar:
[1] Saygı Öztürk, “Menzil’de ‘Tövbe’ Almak”, 14 Temmuz 2023, Sözcü.
[2]
Dowling, John E., Beyni Anlamak. Çev. Filiz Bolat. İstanbul: Ketebe
Yayınları, 2020, s. 24.
[3]
Demet Güleç. “Halüsinojen Kullanım Bozukluğu Tedavi ve İzlemi”. Alkol ve
Madde Kullanım Bozuklukları Tedavi ve İzlem Klinik Protokolü. Yayına Hz.:
Cüneyt Evren-Figen Karadağ. Ankara: Araştırma, Geliştirme ve Sağlık Teknolojisi
Değerlendirme Daire Başkanlığı, 2022, s. 101-112.
[4]
İpek Özbey, “Esengül Balcı: Türkiye’de Bir Milyon Çocuk Tarikatların Elinde”,
14 Eylül 2020, Birgün.
[5]
Wells, Calvin. İnsan ve Dünyası. Çev. Erzen Onur. İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1972, s. 113-114.
[6]
Gönül, Tayfun. Anarşizm Nedir? İstanbul: Kaos Yayınları, 2008, s. 29.
[7] “Unutturulanlar: Fatsa Gerçeği”, 11 Eylül 2015, İzlesene.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder