“Havarilerini yaratamayan İsa'nın yeri tımarhanedir, tarih değil.”
[Cemil Meriç]
Sendika.org’un “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa” dosyasına[1] yeni yazılar ve söyleşiler eklenmeye devam ediyor. En baştan belirtmek gerekirse yapılan söyleşi tekniği kişilerin görüşlerine dayanıyor, fakat ortada sosyalist hareketin özeleştirisi iddiası bulunuyor. Bu durumda söyleşi yapılan kişinin görüşleri esas alınacaksa bu görüşlerin sosyalist hareketin ya da belirli bir sosyalist çevrenin özeleştirisi olduğu iddia edilemez. Kişilerin görüşlerinde bağlı oldukları siyasi çevrenin adının dile getirilmemesi ve bu yapıların/çevrelerin nerede, hangi alanda ve nerede hata yaptığının somut olarak gösterilmemesi de ayrı bir tartışma konusu olarak ele alınabilir.
Söyleşilerde kişilerin
fotoğraflarının kullanılması da özeleştiri sorumluluğunun ilgili çevreden
soyutlanmasına ve solun birey/figür popülizmine daralmasını gösteriyor. Bizim
yapacağımız eleştiriler yine de kişiye yönelik değil, onun bağlı olduğu siyasi
çevrenin görüşlerine yöneliktir, çünkü insan, bir neticedir. İçinde bulunduğu
maddi koşulların ve bu koşullar karşısında aldığı tavrın (ideolojinin)
neticesidir. Söyleşide dile getirilen görüşler de bu kişileri yetiştiren
politik çevrelerin görüşleridir ve ondan bağımsız düşünüldüğünde öznellik
tuzağına düşülür.
Cengiz
Çiçek ile yapılan söyleşiden sosyalist hareketin özeleştirisini okumak mümkün
değildir, çünkü onun bağlı olduğu politik çevrenin/partinin sosyalist olmadığı yine
partisi tarafından savunulmaktadır.[2] Bu yüzden hangi çevrenin sosyalist olup
olmadığını belirleme gibi bir üsttencilik hatasına düşmüyoruz. İdeolojisini ve
politik hattını “radikal demokrasi hareketi” olarak tanımlayıp emek-sermaye
çelişkisini tali sayarak kimlikler mücadelesini asli mücadele ekseni kabul eden
bir çevreye sosyalist hareketin özeleştirisini yapması için mikrofon uzatmak
ise gaflet değil, kimlik siyasetinin sosyalizm olarak sunulmasının
perçinlenmeye çalışılmasıdır. Çiçek, sosyalizmde ısrar etmek gerektiğini
savunsa da görüşlerinde emek-sermaye çelişkisi, yabancılaşma, halk gerçeğine
dair bir tespit bulunmamaktadır. Onun görüşleri demokratik uygarlık-devletli
uygarlık çatışması tezinin özetidir.
“Faşizmin
kurumsallaşması” karşısında sosyalist hareketin atıl kaldığına yönelik tezini
incelemek gerekir. Çiçek’in bağlı olduğu siyasi çevrenin politik hattını KESK
içinde hayata geçirmeye çalışan sendikal hareket, Eğitim Sen’in son kongresinde
dağıttığı broşürle emek-sermaye çelişkisini yok sayıp işçi sınıfının “tanrısallaştırılmaması”
gerektiğini ifade ederek, sivil toplum mücadelesinin ve kimliklerin
güçlendirilmesinin sendikal bir hat olarak uygulanması gerektiğini savunmuştur.
Böyle bir hattın hayata geçmesi, bir sendikayı emek mücadelesi odağı olmaktan
çıkarıp STK’ye dönüştürür. O zaman da ortaya çıkan hareket sendika değildir.
Broşürde savunulan görüşler, yerelden verilen somut örnekler dışarıda
tutulduğunda, ortaya konan tezler; ideolojik olarak hiçbir özgünlüğe sahip
olmayıp radikal demokrasi projesinin savunucuları Laclau ve Mouffe, ekolojik
toplum ve yerel yönetimden demokratik merkeziyetçiliğe geçişi savunan Bookchin,
evrensel imparatorluk karşısında alternatif evrensel otonomlaşmayı savunan
Negri ve Hardt’ın görüşlerine dayanmaktadır. Bu teorisyenlerin ortaya koyduğu
mücadelede işçi sınıfı bir kimlik olarak savunulmakta ve diğer kimliklerle
ortak bir zeminde eşit bir kimlik olarak kabul edilmektedir. Sınıf evrensel bir
olgu iken kimliğin böyle bir temeli bulunmamaktadır -LGBT’yi bunun dışında
tutarsak-. Çiçek’in görüşlerinde sınıf mücadelesi değil, toplumculuk öne
çıkmaktadır.
Çiçek,
kapalı devre ittifaklardan çıkılarak toplumsallaşmak ve ezilenlerle bütünleşmek
gerektiğini savunuyor. Gerek KESK gerek Eğitim Sen’in yönetimleri
oluşturulurken elindeki aritmetik güce dayanarak hiçbir eşitler arası ilişkiyi
esas almadan, 4 üyenin 1 delege seçtiği anti demokratik uygulamayı sürdürmekte
ısrar eden, Çiçek gibi ücret artışına yönelik mücadeleyi önemsiz gören -kaldı
ki “her sınıf mücadelesi aynı zamanda siyasidir” tespitini Marx ve Engels
yapar- sendikal hattın hangi siyasi çizgiye yakın olduğunu sormak gerekir.
Gerek sendikalarda gerek genel seçimlerde kapalı devre ittifakı kimlerin kurup
yönettiği sorusu da güncelliğini sürdürmektedir. Çiçek’in görüşlerinden hareketle
neden sendikaların durumuna değinildiğini açıklamak gerekir.
Sosyalist
olduğunu iddia eden -öyleyse!- bir çevrenin sınıf mücadelesini nasıl
yürüttüğünü anlamanın bir yolu da sendikalar içindeki pratiklerdir. Çiçek’in aslında
özet olarak sunduğu sendikal broşürde de “Faşizmi püskürtme” gibi bir iddia
varken son 4 yıllık süreçte broşürün savunucusu sendikal hareketin yönetim ve
hareket biçiminin son derece zayıf kaldığı görülebilir.
Çiçek,
kimlikler mücadelesinden hareketle ülkedeki egemen sınıfın kimlik kartını
“Türk, İslam, hetero, erkek” olarak tarif ediyor. Bunu yapmak, burjuvaziyi ve
egemenleri sınıfsal bağından koparmak demektir. Aynı zamanda sınıfı kimlikler
üzerinden parçalamaktır, çünkü egemenler kimlikler toplamıysa ezilenler de
onlarla mücadele ederken atomize şekilde karşıt kimlikleri savunmalıdır! Böyle
bir durumda kimlikler mücadelesinin bütünleşeceği asgari zemin demokrasi
mücadelesine döner, fakat demokrasi mücadelesi sınıfsaldır. Oysaki emek
mücadelesi, tüm kimlikleri aynı zeminde birleştiren tek ortaklıktır.
Çiçek’in
görüşleriyle TİP’li Sera Kadıgil’in görüşleri arasında bir fark yoktur, o da
burjuvaziyi ve egemenleri aynı kimlik kartıyla tanımlamaktadır. İki siyasi
çevrenin ve daha fazlasının emek ve özgürlük ittifakında birleşerek politik bir
güç oluşturduğu hâlde neden başarısız olduğu, neden örnek bir mücadele hattı
oluşturamadığı da sorgulamaya açıktır.
Asıl
mesele, bu kişilerin ne dediğinden öte, bağlı oldukları siyasi hareketlerin ne
yapmaya çalıştığıdır. Amaç, sosyalist hareketi sınıf mücadelesinden soyutlayıp
hizaya çekmektir. Eğer egemenlerin kimlik kartından bahsedilecekse ezilenlerin
temsilcisinin TÜSİAD’da patronlarla neden halay çektiğinin de yanıtı
verilmelidir. Son olarak Gezi’yle ilgili geliştirilen söyleme gelindiğinde neden
Gezi’de “halk darbesi yapılmaya çalışılıyor, biz böyle bir şeyin içinde yer
almayız” görüşlerinin özeleştirisi verilmiyor sorusunu da bu çevrelere sormak
yerindedir. Marx’ı aştığını iddia edenler, sınıfı kimlik olarak görmeye
çalışanlar, temel çelişkiyi emek-sermaye çatışmasından çıkaranlar için
İkarus’un düşüşünü anımsatmak gerekmektedir. Bu hikâye, eleştirilerimizi ve bu
çevrelerin yaşadığı yenilgi sürecini özetler niteliktedir:
“Atinalı mimar ve mucit
Daidalus (Daedalus) ve oğlu İkarus, Kral Minos'un emriyle bir kuleye kapatılır.
Daidalus ve oğlu İkarus, Theseus'un Labyrinthos'da (labirent) yolunu nasıl
bulabileceğini Ariadne'ye anlatarak Minotaurus'un öldürülmesine yardım
ettikleri için kral tarafından cezalandırılmak istenmiştir. Daidalus kendisi ve
oğlu için bu kulenin penceresinden kaçmaya yarayacak balmumu ve kuleye
ziyaretlerine gelen kuşların tüyleriyle bir çift kanat yapar. Babası; İkarus’a
uçarken zevkten kaçınması gerektiği ve uçmanın coşkusuyla güneşe yaklaşmamasını,
aynı zamanda da denize yakın uçup kanatların nemlenmesini engellemesi
gerektiğini söyler. İkarus uçabilme özgürlüğü ile babasını dinlemez ve güneşe
fazla yaklaşınca balmumu gibi erir ve Ege Denizi'ne düşerek hayatını kaybeder.
Düştüğü söylenen deniz, İkaria Denizi ve oraya yakın olan adanın adı da İkaria
Adası olarak kalmıştır.”[3]
Söyleşi
kapsamında görüşlerine başvurulan kişilerden bir diğeri de Erçin Fırat’tır.[4] Sosyalistlerin
yenilgisinin asıl nedenlerinden birini kendi kavgalarını öremeyip başkalarının
kavgalarına figüran olmaya bağlıyor. Burada figüranlıktaki “başkaları” ifadesi netliğe
kavuşmuyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde TİP’in ve SOL Parti’nin tutumunu
eleştiriyor. İki yıldır bu tartışmanın ittifakı oluşturan çevrelerle
yürütüldüğünü dile getiriyor. SOL Parti’yle buna rağmen neden ittifak
oluşturdukları ise açıklanmıyor. Fırat’ın bağlı olduğu hareketin bileşeni olan Sosyalist
Güç Birliği’nin neden ortak bir mücadele yürütmediğinin, ortak miting
düzenlenmediğinin ve sürecin sadece izleyicisi olduğunun hiçbir açıklaması
söyleşide geçmiyor.
4
siyasi -esasında 2!- çevrenin sürece neden bu kadar yabancı kalıp dışarıdan
izlediğini sorgulamak gerekir. Fırat da diğer söyleşilerdeki isimler gibi
yenilginin seçimle sınırlandırılmaması gerektiğini, krizin daha geniş bir çapta
olduğunu savunuyor.
Seçimi
bu kadar önemsiz görüyorlarsa neden seçime girerler; seçim, mücadelelerinin bir
parçasıysa öyleyse neden bu başarısızlığın özeleştirisini vermezler? Fırat’ın
önümüzdeki döneme ait hazırlanılması gereken noktaların laiklik mücadelesi ve
yerel seçimler olduğunu önermesi sınıf mücadelesinin onlar açısından söylemden
ibaret olduğunu göstermesi açısından önemli. Laiklik mücadelesini gerek Sosyalist
Güç Birliği’nin gerekse de diğer sosyalist çevrelerin önemli bir kısmının
pozitivist temelde ele alarak meselenin sınıfsal boyutundan uzaklaştırmasının
halkta ve işçi-emekçi sınıfta kimliksel bir yarılmaya yol açtığını hatırlatmak
gerekir. Tarikatlar konusunu sınıf mücadelesi ve sömürü düzeni bağlamında ele
alan değerlendirmemiz ayrı bir yazı olarak sunulacaktır.
Erçin
Fırat’ın eleştirdiği Kılıçdaroğlu’na destek veren TKP ve SOL Parti ise Sosyalist
Güç Birliği’nin diğer bileşenleri. Selahattin Kural ise Kılıçdaroğlu geldiğinde
mevcut tablonun değişmeyeceğini ifade ediyor.[5] Öyleyse neden Kılıçdaroğlu’na
oy istediniz?
Yenilginin
iki taraf arasında gerçekleştiğini söyleyip süreçten sorumluluk çıkarmamak
sınıfa ve halka ihanettir. Hem iki sermaye sınıfının temsilcileri arasında
seçim yapıldığını savunup hem de bu düzlemde Kılıçdaroğlu adına oy isteme
çelişkisinin bir açıklaması, olsa olsa sınıfsal temelden kopuk “nefes alma”
talebidir. Gerek Fırat’ın gerek bileşeni oluşturan diğer çevrelerin aday
konusundaki çelişik tutumları ittifakın daha en baştan beri temel ilkelerde
anlaşamadığını açığa çıkarmaktadır.
Söyleşi
kapsamında görüşlerine başvurulan isimlerden biri de TÖP dönem sözcüsü Pelin
Kahiloğulları. Onun görüşlerine kısaca yer vererek tartışabiliriz:
“Öncelikle sorduğunuz
sorular, önceden sizin belirlediğiniz belli bir ‘doğru’ üzerinden hareketle
soruluyor. Seçimler sonucunda yenildiği için ‘solun’ kendisini yenileyecek bir
özeleştiri süreci içine girmesi gerektiğini varsayıyorsunuz (…) Seçimlerin
kritik bir kavşak, kitlelerin moral-motivasyonunun önemli bir dönemi ve
faşizmin hamlelerinin ivmesini belirleyecek önemli bir moment olduğu gerçeğini
görmezden geliyorsunuz. Biz size bir soru soralım, o zaman seçimleri ‘gizli’
boykot kararı alan yapılar, boykot kararını bırakalım kitleler içinde
örgütlemeyi, söylem gücünü bile inşa edemediler, neden? Acaba bu utangaç
kararın toplumda bir karşılığı olmadığını görüyor olmalarından olabilir mi? (…)
Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, 20. yüzyılın ezber
kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta ‘durmadan kendine vuran’ bir ‘özeleştiri’
saplantısıyla aşılamaz. Bu, basit bir hatalı tutum sorunu değil ki
özeleştiriyle aşılsın. Üstelik, aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi
dönemlerinde ‘yanlış’ değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz
kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine
dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin
keşfedilmesidir.”[6]
Yukarıda
yer verilen görüşleri eleştirmeden önemli bir noktaya değinmek gerekiyor.
Kahiroğulları, daha en baştan belirli siyasi çevrelere karşı psikolojik
çözümleme yapıyor, niyet okumasına girişiyor. Psikolojik çözümleme bireye
yapılır, siyasi bir çevre ya da çizgi ise ideolojik eleştiriye tabi tutulur. Seçimlere
katılma kararı alma noktasında özeleştiri yapmaları bu çevreleri bağlar, fakat
seçimlere girmeyi sosyalistlerin asli bir görevi olarak saymak ideolojik bir
dayatmadır. “Gizli(!)” boykot kararı alanları utangaçlıkla suçlamak ise
ideolojik manipülasyondur. Bu kararın toplumda bir karşılığı olmadığı gibi
öznel idealizme dayalı yaklaşıma sorulması gereken soru ise eğer seçime
katılmak gibi “önemli” bir görevi yerine getirdiyseniz, o zaman sizin neden
toplumda bir karşılığınız olmadı?
Boykot
kararı alanların neden buna yönelik bir çalışmayı hayata geçirip kitleleri
harekete geçirmediği elbette tartışılmalıdır, fakat boykot kararını baştan
reddetmek, sosyalist harekete üsttenci bir tarzda görev biçmektir.
Kahiroğulları,
özeleştiri vermeyi eskimiş bir alışkanlık olarak görüp bunu gereksiz kabul
etmektedir. Özeleştiri her dönemde verilebilir. Bu, diyalektiğin bir gereğidir.
Olaylar, durumlar ve süreç iç çelişkilerinden hareketle neden-sonuç bağlamında
ele alınabilir. Özeleştiriyi saplantılı olarak değerlendirmek ise yine ideolojik
değil, psikolojik bir yaklaşımın ürünüdür. Meseleye psikolojinin ilke ve
yöntemleriyle yaklaşılacaksa ilgili görüşlerin kendisi de kibir içermektedir. Söyleşinin
genelinde seçimlerin yapısal sorunları çözmeyeceğini ifade etmek, tutundukları
parlamentarizmin o zaman hangi soruna çözüm bulacağını boşa düşürmektedir.
İçinde
bulundukları Emek ve Özgürlük İttifakı’nın radikal demokrasi projesinin
anti-Marksist olduğunu ifade etmeden görüş bildirmek, daha en baştan yenilgi
yaşanmadığını kabul etmek anlamına gelir. Bu bahsedilen yeni paradigma ve
kavramlar ise sivil toplumculuğun ve anti-sınıfsal yönelimin literatüründe
mevcuttur. Söyleşinin sonunda o da diğer söyleşilerde görüldüğü gibi
mahallelerin durumuna ve tarikat düzenine karşı mücadelenin öneminden
bahsediyor. O zaman özeleştiri verilecek bir durum yoksa ve seçim tek başına
çare değilse, neden bu alanlar boş bırakılmıştır, neden mahallelerin içinde
bulunduğu yozlaşmaya karşı örnek bir mücadele hattı oluşturulamamıştır?
Seçimlerinin “hileyle” kazanıldığına yönelik vurgu üzerinden solun gereksiz bir
yenilgi psikolojisine teslim olduğuna yönelik eleştiri dile getiriliyorsa, o
zaman neden meşru olarak kazandığınız ya da kazanmanıza engel olan durumlara
karşı çözüm yolları geliştirmediniz?
Söyleşide
dikkat çeken bir nokta da işçi sınıfının yeni üyeleri ve beyaz yakalıların
öncülüğünde ortaya çıkan Gezi’nin özgürlük talebinin diğer mücadelelerle
birleştirilmesi gerektiğidir.[7] Gezi’yi yekpare biçimde özgürlük talebi olarak
ele almak, hatta işçi sınıfının yeni beyaz yakalılarının talebi olarak ele
almak toptancı bir yaklaşımdır. Gezi’nin bu talebinin karşılanmaması ya da
zafere ulaştırılmaması ise solun artık sivil toplumcu olması gerektiğini
savunmaktır.
Özgürlük
de demokrasi gibi sınıfsal bir temele sahiptir, mevcut üretim ilişkilerinden
bağımsız ele alınamaz. Bu bağlamda, özgürlüğün fiilen inşa edilmesi sivil
toplumcu yaşam biçimi düzleminde değil, sınıf mücadelesi düzleminde filizlenir.
Tabii meseleye Marksist bakış açısıyla yaklaşıldığında!
Solun
işçi sınıfına sunabileceği bir programının olmadığını EHP genel başkanı Hakan
Öztürk dile getiriyor.[8] Sola işçi sınıfının ideolojisinden kopmuş olma
yönünde eleştiriler getirirken içinde bulundukları emek ve özgürlük ittifakının
işçi sınıfı mücadelesini geri plana iten radikal demokrasi hareketinin
görüşlerine tek eleştiri getirmiyor. Toptancı bir tarzda solun programının
olmadığını, talep değil hedefin savunulmadığını söylemesi, solun tamamının
reformist çizgide olduğunu iddia etmektir, fakat bu, gerçeği yansıtan bir
eleştiri değildir. Söyleşide en olumlu nokta ise talep değil, hedefin
savunulmasının ilkesel olduğunun ortaya konulmasıdır.
Diğer
söyleşilerde öne çıkan çarpıklıkları özetlemek gerekirse faşizmin tanımını
yapamayan bir sol hareketin mevcut olduğu görülmektedir: istibdat, gittikçe
despotikleşme, otoriterleşme vb. Emperyalizme dair, sloganın ötesine geçmeyen
görüşler, anti-faşizmi sivil toplumcu tarzda savunan politik hat, tarikat
düzeniyle mücadeleyi pozitivist laikçilikle öneren tezler hâkimdir.
Söyleşilerde
açık ya da örtük de olsa Kılıçdaroğlu’na verilen desteğin halkta ve sınıfta
oluşturduğu erozyonun hesabı ise verilmemektedir. Sürecin özetine bakılacak
olursa bu solun zaferiyle sonuçlanan bir seçim sonucunun nasıl bir ülke tablosu
ortaya çıkaracağı da daha şimdiden CHP’nin içine düştüğü krizde görülmektedir. Seçimden
önce basın özgürlüğünü savunan CHP ve Millet İttifakı dağılmıştır. CHP, kendi
kontenjanından meclise 35 sağ vekil kazandırmıştır. Yerelde, belediye
seçimlerinde kazandığı başarıyı kendi iç çatışmasıyla hezimete sürüklemiştir. Seçimden
önce yıllarca basın özgürlüğünü savunan bu parti, daha şimdiden Halk TV’yi
hizipleştirerek ona ambargo uygulamıştır. Onun peşine takılan solun ülke
tahayyülü de bundan öte değildir. O da ambargocudur, kültür ve sanatta yetkiyi
kendinde görerek en küçük eleştiriye tahammül edememektedir.
Daha
70’lerde ülkede yükselen sınıf mücadelesini baskılamak için ortanın solu olma
görevini üstlenen parti, son seçimde bu görevini yerine getirerek, solun ağırlıklı
bir bölümünü sömürü düzeni adına yedeklemiştir. Buna rağmen sol, seçime
katılmayan siyasi çevreleri halk gerçeğine uzak olmakla suçlamıştır. Seçim öncesi
salgın/kapanma döneminden beri yükselen işçi hareketlerini ve toplumsal
muhalefeti Kılıçdaroğlu şahsında düzen adına eritme görevini sol üstlenmiştir.
Esasen
solun görevi sınıf kinini yatıştırmaktır. Bu gerçek, son seçim süreciyle
kanıtlanmıştır. Yapılan söyleşilerin önemli bir bölümünde sorumluluktan kaçış,
özeleştiri adına kendi varoluşunu koruma çabası, sınıf uzlaşmacılığına retorik
üretme temayülü baskındır. Sosyalist hareket(!) adına yapılacak bir tespit
varsa o da reformizmin yenildiği ve bütün tezlerinin çöktüğüdür.
Sonuç:
İkarus’un Düşüşü
Sol
hareket, ideolojik bunalım içerisindedir. Bu bunalımın asıl nedeni, sınıfsız
sömürüsüz düzen kurma idealinden uzaklaşarak burjuva demokrasisinden medet umar
hâle gelerek halkı ve sınıfı bu aldatmacaya sürüklemesidir.
Toptan
söylememek gerekirse ele aldığımız mevcut sol; anti-emperyalist, anti-faşist ve
anti-kapitalist değildir. İdeolojik mücadele zeminini ve hegemonyasına
yitirmiştir.
Anti-emperyalist
değildir. Odesa’da 52 işçi 1 Mayıs’ta Madımak’ta olduğu gibi katledilirken,
neo-Naziler Sovyetler’den kalan sembolleri bir bir yıkarken, Ukrayna faşistleri
Donbas’a saldırıp insanları katlederken, onur haftalarında emperyalist odaklar
kendi binalarına LGBT bayrağı asıp birilerini fon yağmuruna tutarken ve
“babamız Bandera” marşları söylenirken, günlerce paylaştıkları Ukrayna’daki
kadın gazeteci, son aşamada Rusya’yı Sovyetler’in torunu olarak görüp onu
karalarken, Müslüman olduğu için Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarının kanı
emperyalistler tarafından dökülürken, emperyalizm petrol ve stratejik mevzi
kazanmak için Suriye’yi parçalarken, Afganistan yıllarca emperyalizmin
işgalindeyken bu solun sesi çıkmamıştır. Peşine takıldığı kimlikçi postmodern
feminist hareket Afganistan’da yönetim değişirken kadınların yaşadığı baskının
takipçisi olacağını söyleyip 1 ay sonra unutmayı tercih etmiştir. İran özelinde
yükselen hareketleri kimlikçilik temelinde yücelterek beden politikasını
bayraklaştırmaya teslim olmuştur.
Geldiğimiz
emperyalist aşamada, daha 70’lerin başında tespit edildiği gibi emperyalizmin
artık bir iç olgu olduğu gerçeğine sırt çevirmiştir. Yönetiminde yer aldığı
sendikaların AB fonları almasını ve bu fonlarla paneller düzenlemesini
eleştirememiştir. Emperyalizme karşı hiçbir tutum almayan adaya oy istemekte ve
bunu eleştirenleri aforoz etmeye çalışmakta hiçbir beis görmemiştir. Mülteci
sorununu emperyalizm bağlamında değerlendirmeyip mültecileri kovma vaadinde
bulunan partinin desteklediği aday için oy istemiştir. Sol, artık ne
anti-emperyalisttir ne de enternasyonalisttir.
Anti-emperyalist
olmayan sol, LGBT bireyler değil LGBT hareketi emperyalizmle kurduğu ilişki
üzerinden eleştirildiğinde, ilgili Marksist çevreleri “kaba, geri, ataerkil”
olarak niteleyip eleştirmekte, onların ilkel olduklarını söylemektedir. Emperyalizme
karşı yurtseverlik savunulduğunda solun tepkisi ilgili çevreleri ulusalcı
olarak değerlendirmek yönündedir. Kapitalizmden soyutlanarak yürütülen
anti-emperyalist mücadele ulusalcılık iken aynı hatayla sınıfsal gerçeklikten
soyutlanarak yürütülen anti-faşist mücadele de sivil toplumcu
demokrasiciliktir.
Uyuşturucu
sorununun emperyalizmle bağlantılı olduğu gerçeğiyle yüzleşmeyen sol,
mahalleleri çetelere ve tarikatlara teslim etmiştir. Bu sorunu tali olarak
görüp çözümü kuracağı düzene erteleyen sol, hatta yeri geldiğinde uyuşturucu
kullanımını “bireysel özgürlük” olarak görüp savunabilmiştir. Bu bağlamda
tarikat sorununu, Sünnilik karşıtlığı üzerinden, pozitivist Batı aklıyla ele
alan sol, işçilerin, emekçi sınıfların kimlikler üzerinden bölünmesine katkı
sağlamaktadır. Tarikat düzeninin sınıfsal boyutunu görmemek, dinin ideolojik
bir aygıta dönüştürülerek sınıf bilinci üzerinde basınç oluşturduğuna
yoğunlaşmayıp, halkın inanç alanına saldırmak, solun politik programı durumuna
gelmiştir, çünkü bu sol, egemenleri ve burjuvaziyi de kimlik kartı üzerinden
tanımlamaktadır. Benzer şekilde solun anti-faşist olmadığını çokça yakındıkları
mahallelerin faşist güruha bıraktıklarından okunabilir.
Sol,
anti-kapitalist değildir. Derinleşen ekonomik kriz koşullarında yükselen
barınma, beslenme ve enerji giderlerine karşı ne sendikaları ne de partileri
aracılığıyla mücadele hattı geliştirebilmiştir. İşçi sınıfının gazetesini
olduğunu iddia eden yayın bile patronlara ve CEO’lara proje geliştiren
danışmanlara köşe yazısı yazma yetkisi vermiştir. Sendika başkanları, işçiyle
değil, patronla toplantı yapmayı tercih etmiştir. Onun görevi sınıf
uzlaşmacılığıdır. Doğru çizgiyi savunan ideolojisi olmayanın doğru hatta ilerleyen
bir mücadelesi de olmaz.
Sonuç
olarak, son seçim süreci, sınıfsız sömürüsüz dünyanın kuruluşunun önündeki en
büyük engelin reformistler olduğunu açığa çıkarmıştır. Reformizm için dağılma
süreci başlamıştır. Halk ve sınıfın yükselttiği sınıf ve hak mücadelesinin
reformistler adına tüketildiğini görmüştür. Tekrar girecekleri yerel seçimler
de reformistlerin başarısızlığıyla sonuçlanacaktır. Onların seçtiği belediye
yönetimleri de geliştirdiği projelerle ve kültür sanat faaliyetleriyle onlar
kadar liberaldir.
Tüm
sorunlarımızın kaynağı olan ve yaşadığımız yozlaşma yabancılaşma bataklığının
nedeni olan sömürü düzeninden çıkışın yolu, diyalektik-tarihsel materyalizmde
ve Marksizmin ilkelerinde mevcuttur. Reformistlerin, sivil toplumcuların ve
burjuva demokrasisinden medet uman çizgilerin kurtuluş mücadelemize sağlayacağı
hiçbir katkı yoktur. Ezilenin öfkesini dindirenler için yenilgi her an
kaçınılmazdır. Sınıf mücadelesini yükseltmenin önemli yollarından biri olan
ideolojik mücadeleyi hem burjuvaziye ve onun çürümüş ideolojisine hem de küçük
burjuva sola karşı kesintisiz yürütmek, sınıfsız sömürüsüz düzen kurma hedefi
olanların asli görevidir. Bu mücadele yürütülmezse, doğanın boşluk tanımadığı
gerçeğinden hareketle, politik meydan reformistlere kalacaktır.
S. Adalı
27 Temmuz 2023
Solun Sefalet 1
Solun Sefaleti 2
Dipnotlar:
[1] “Sosyalist Hareket, Özeleştiri ve Yeniden İnşa”, 26 Temmuz 2023, Sendika.
[2]
“Cengiz Çiçek”, 25 Temmuz 2023, Sendika.
[3]
“İkarus”, Wiki.
[4]
“Erçin Fırat”, 26 Temmuz 2023, Sendika.
[5]
“Selahattin Kural”, 25 Temmuz 2023, Sendika.
[6]
“Pelin Kahiloğulları”, 26 Temmuz 2023, Sendika.
[7]
A.g.e.
[8] “Hakan Öztürk”, 26 Temmuz 2023, Sendika.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder