Radikal
Şifacı
Batlamyus,
fikriyatının merkezinde duran, onu örgütleyen yanlış önermeye, “dünya evrenin
merkezindedir” önermesine tüm empirik veriyi uydurmak için epey karmaşık bir
evren modeli inşa etmişti. Yazı boyunca göreceğimiz gibi, Michel Foucault da
günümüzde sosyal bilimlere benzer bir katkıda bulunmuş bir isimdir.
Bariz
biçimde materyalist üzerine titizlenen tavrı, dışarıdan bakıldığında radikalmiş
gibi görünen tarihselciliği ve politik açıdan sertmiş gibi görünen yaklaşımı
sebebiyle beni kendisine çeken Foucault’nun bıraktığı miras üzerine on yıllarca
çalıştıktan sonra, onun anlattığı tarihin düzenleyici çerçevesinin temelden
hatalı olduğu gerçeğini her geçen gün çok daha net fark ettim.[1] O da Batlamyus
gibi, hayli karmaşık bir güneş sistemi modeli inşa etmişti. Bu model, çarpıcı
bir iç mantıkla işleyen birçok iç içe geçmiş, gayet güzel detaylandırılmış
parçaları barındırmakla birlikte, Foucault’nun asıl amacı, dünyanın temel
özelliğini peşinen dışarıda bırakan veya onu olabildiğince geri plana atan bir
dünya modeli geliştirmekti. Dışarıda bırakılan bu temel özellik, küresel
kapitalizm ve onun emperyalizm, sömürgecilik, sınıf mücadelesi, ekolojik yıkım,
cinsiyete dayalı işbölümü ve ev içi kölelik, ırka dayalı sömürü ve zulüm gibi
bileşenleriydi.
Marksizmin
Kopernik devrimini, yani modern dünya düzeninin arkasındaki bütüncül sistem ve
merkezi itici gücün kapitalizm olduğunu materyalist bir analizle kanıtlamasını reddeden
Foucault kendisini, tarif etmeye çalıştığı sistemlerin en başta neden ortaya
çıktıklarını, toplumsal bütünlük içerisinde işlevinin tam olarak ne olduğunu ve
ne şekilde dönüştürülebileceklerini materyalist anlamda tam olarak
açıklayamayacağı bir konuma mahkûm etti. Tarihsel materyalizmin açıklayıcı ve
dönüştürücü gücüne düşmanca yaklaşan bir dünya görüşünü benimseyerek
umabileceği en iyi şey, kendi güneş sistemi modeline yeni yörüngeler ve
nesneler eklemek olabilirdi. Bu şekilde, Foucault, en iyi hâliyle, işleri
çapraşıklaştırmanın cazibesi sayesinde, aydınları hem kendine çekmeyi hem de
onların kafalarını karıştırmayı, böylelikle Michael Parenti’nin “radikal analiz”
dediği şeyin eksikliğini onlara sezdirmemeyi umabilirdi.
Bunun
sebeplerinden biri, birçok Fransız teorisyen arkadaşı gibi, Foucault’nun da
daha önceki bilgi kalıplarından ve fikir piyasası dedikleri yerde rakiplerinin
araştırmalarından kendi çalışmalarını ayrıştırmaya yönelik yoğun bir güdü ile
hareket etmesiydi. Dolayısıyla akademik çalışmalarında kendine has
açıklamalara, kavramsal yeniliklere ve kavram üretimine öncelik veriyordu.
Ortak bilgi üretme geleneğine dayanmak ve ona katkı vermek yerine, Foucault,
kendi başına bir marka olarak, kendi bireysel geçmiş vizyonu çerçevesinde, piyasada
tam da bu şekilde pazarlanabilecek, sadece kendisine has olan yeni hikâyeler
anlatıyordu.
Bu
hikâyelerin materyalist tarihten unsurlar taşıdığı ve derin kavrayışını
Marksist gelenekten ödünç aldığı ve uyarladığı kesinlikle doğru olsa da bunlar,
her daim üzerinde Foucault’nun kişisel mührünü taşıyan özel kavram dizgeleri dahilinde bir araya getiriliyorlardı. Örneğin episteme [“bilme yöntemi”] ideoloji kavramının
çok daha rafine, yani idealist bir biçimde tartışılması olarak takdim
ediliyordu. İktidar, Louis Althusser’in ideolojinin materyalist anlayışı dediği
şeyin daha belirsiz olması ve sınıf mücadelesinden kopması sebebiyle, daha şık
bir biçimde sunulmuş hâliydi. Arkeoloji ve soykütük ise tarihsel materyalizmin işgal
ettiği yere göz dikmişti, bunu kısmen Marksist anlatıyı kaba bir karikatüre
indirgeyerek yapıyordu.[2] Söylemsel bir pratik anlamında eleştiri ise karşımıza,
bizi devrimci teori ve pratiğin düşünsel yoksunluğundan koruyan küçük burjuva
ahlakının sahip olduğu otorite olarak çıkartılıyordu.
Eğer
Foucault’nun, Kızıl Tehdit’e sırtlarını dönen Fransız teorisyenlerin teşvik
edildikleri bir dönemde, kapitalist teorik uygulamaları küresel teori
sanayisinin ihtiyaçlarıyla bire bir uyuşan araçsallaştırılmış bir aydın olduğu
herkesçe kabul edilseydi, bu makalenin büyük bir kısmı boşuna yazılmış olurdu.
Hâlbuki Foucault, çoğu zaman Batı medeniyetinin temellerini sorgulayan ve
aklın, hakikatin, bilimin, cezalandırmanın, cinselliğin vs. gelişimine dair
Batı medeniyetinin baskın tarihsel mitlerine meydan okuyan bir radikal olarak takdim
ediliyor. Dahası, kendini Fukocu olarak tanımlayanlar, en azından akademik
çevrelerde, yalnızca radikal olarak değil, çoğu zaman seleflerinin neredeyse
tamamından daha radikal insanlar olarak görülüyorlar (bunun önemli bir sebebi
de “Marx” dedikleri, ama onunla alakası olmayan bir karikatüre yönelttikleri
eleştiriler).
İşte
açıklığa kavuşturmak istediğim çelişki de bu, tabii bu çelişki, yalnızca
Foucault’ya özgü değil. Radikal şifacının çelişkisi bu: Söz konusu aydınlar, kimi
çevrelerde radikal görünüyorlar, ama asıl toplumsal işlevleri, gerçek radikal
eleştiriyi sistem içine çekmek ve böylece eleştirinin soldaki sınırlarında
devriye atmaktır. Dolayısıyla, burada beni öncelikle ilgilendiren şey, diğer
Fransız teorisyenlere benzer biçimde, ama Derrida, Deleuze, Lacan gibi
isimlerden[3] daha fazla siyasi caka satan ve tarihsel kavrayışa sahip olan
Foucault’nun asarının çok daha kapsamlı bir tarihsel yeniden yapılanma pratiğinde önemli
bir rol oynamasıdır: Bu yeniden yapılanma, Batı intelijansiyasının tarafını
seçme konusundaki büyük yenilenmesinden ibarettir, yani burada ben, esas olarak, intelijansiyanın
kapitalizm karşıtı devrimci siyasetten uzaklaşarak, zamanla, aşama aşama sağa
kaymasından bahsediyorum. Bu sürecin Foucault şahsında nasıl cereyan ettiğini,
elbette yalnızca ona atfedemeyeceğimiz çok farklı unsurların da işin içinde
olduğunu unutmadan görebilmek için, onun tutarsız siyasi duruşunun evrimini
ortaya koymamız ve bağlamına oturtmamız gerekiyor. Böylece açık bir
örüntüyü ortaya koyacağız ve yüzüne birçok maske takan bu adamı teşhis
edeceğiz.
Aristokratik
Radikalizm
Biyografisini
yazan Didier Eribon’a göre[4], erken yaşlarında Fransız intelijansiyasının
çoğunun Marksist olduğu dönemde, Foucault, “şiddetli bir komünizm karşıtı”
olarak ün salmıştı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği,
Nazizmi yenmiş ve komünizm, Fransa’da kendisine geniş bir destekçi kitlesi
bulmuştu. Yani tarihsel bağlama baktığımızda, Nazilerle girdikleri işbirliği sebebiyle
sağın büyük oranda gözden düştüğünü ve faşizme karşı yürüttüğü tarihsel savaşta
kazandığı başarı dolayısıyla kapitalizm karşıtı solun altın çağını yaşadığını
söyleyebiliriz. Muhafazakâr orta-üst sınıf bir ailede büyüyen Foucault,
öğrencilik yıllarında savaş sonrası yükselen sol dalgaya bir süreliğine kapıldı.
Hatta Althusser’in etkisiyle, birkaç aylığına Fransız Komünist Partisi’ne üye
bile olmuştu. Ne var ki başka bir biyografi yazarı David Macey’ye göre, partiye
giren Foucault, gerçekte partiden yana saf tutmuş, davaya ciddiyetle bağlı bir
isim olarak görülmüyordu. Foucault, daha sonra o dönemdeki siyasi pozisyonunu
kendi içinde çelişen “Niçeci Marksizm” olarak tanımladı. Nietzsche, azılı bir
Marksizm düşmanıydı, tabii toplumsal ve ekonomik eşitsizlikleri aşmak için
mücadele edenlere karşı defalarca efendi ırkının doğal üstünlüğünü savunmuştu.
Foucault’nun
ilk dönem eserleri, özellikle Althusser etkisi ile çekingen ve ihtiyatlı bir
Marksist angajmanın izlerini taşısa da, altmışlarda o, Marksist geleneğe
karşı oldukça sert bir tavır takındı. Bernard Gendron’a göre, 1968 öncesinde
“diğerlerini küçümseyen bir apolitik, hızlı bir Fransız Komünist Partisi
muhalifi, […] Dögolcü bir teknokrat ve insan failliğini reddeden bir isimdi.”[5]
Onu sahnenin önüne fırlatan Kelimeler ve Şeyler (1966) isimli kitabında,
Marksizmin, tarihte gerçek bir kopuşa neden olmak ya da radikal bir altüst oluş
önermek şöyle dursun, burjuva ekonomisiyle aynı epistemik dizge içerisinde, ona
uygun biçimde ortaya çıktığını ve hatta onun sonucu olduğunu iddia ediyordu. Foucault’ya
göre, zahirde burjuva ekonomisine karşıymış gibi görünen Marksistlerin bu
itirazı, materyalist açıdan basit bir yanılsamadan ibaretti. İdealizme has olan
o klasik terse çevirme yöntemiyle tarihsel materyalizm, Foucault şahsında,
itici güç statüsüne layık görülmüş bir düşünceler sistemine dâhil ediliyordu.
Dahası, herhangi bir maddi bulgudan yoksun, ama gene de yüksek perdeden yaptığı
bir konuşmada Foucault, on dokuzuncu yüzyılda Marksizmin sudaki balığa
benzediğini, ancak geri kalan her yerde “nefesinin kesildiğini” söylüyordu.[6]
Kısacası Marksizm, yirminci yüzyılda gerçekleştirdiği kapitalizm karşıtı
devrimler yoluyla, dünyayı maddi düzlemde değiştirmeyi başardığı an ölmüş olan,
ama hâlâ canlılığını koruyan bir teoriydi. Burada galiba Foucault, “mesele
dünyayı yorumlamaktı, onu değiştirmek değil” demek istiyordu. Zira ona göre pratik
alanına kaçmak, düşüncelerdeki düzeni ortadan kaldırmayı gerekli kılmıştı.
Gayet
doğal bir gelişme dâhilinde, Foucault’nun gerici ve idealist tutumu, dönemin en
fazla ön planda olan iki Marksist aydını Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir
ile kamuoyu önünde yaşanacak büyük bir tartışmayı tetikledi. Kelimeler ve
Şeyler kitabının yazarı, lafını hiç sakınmadan, Sartre’ın yüzüne, kendisinin
bir Marksist olarak on dokuzuncu yüzyıl insanı olduğunu söyledi. Ona göre,
Sartre’ın yirminci yüzyıl üzerine düşünme girişimi, sudan çıkmış balığa benzer
biçimde, “hem muhteşem hem de hastalıklıydı.”[7] Kendine özgü ilginç
konuşmalarından birinde işi Sartre’ı “son Marksist” ilân etmeye kadar vardırdı.[8]
Saldırıya cevap veren Sartre ve Beauvoir, Foucault’yu burjuvazinin Marksizmin
karşısına diktiği son engel olarak tanımladı: Burjuvazi, birçok farklı
girişimine rağmen tarihin materyalist anlatımını çürütemeyince, Foucault gibi
bir simaya başvurarak, onu kesin bir şekilde tarihin çöplüğüne atmak istemişti.
Sartre
ve Beauvoir gibi Marksist aydınlar, enternasyonalist bir tutum takınıp
sömürgecilik karşıtı hareketlere destek verirlerken, Foucault, kendi kapısı önünde
haykıran devrimci bağımsızlık hareketlerini tamamen görmezden gelmişti. O, ayrıca
emperyalizmin küresel tarihine neredeyse hiç ilgi duymadı (İsrail’e yönelik
kararlı desteği bu konuda istisnayı teşkil ediyor).[9] Bunun yerine, neredeyse
istisnasız bir biçimde Avrupamerkezci analiz çerçevesini destekledi. Gayet
haklı olan bir değerlendirmesinde Edward Said, onunla ilgili şu tespiti
yapıyordu:
“Kendi teorilerinin
emperyal bağlamını es geçmek suretiyle Foucault, paradoksal biçimde, hem yalnız
ve bireysel akademisyen hem de onu içeren sistemin prestijini güçlendiren karşı
konulmaz bir sömürgeci hareketi temsil ediyor.”[10]
En
çarpıcı örneğe gelirsek: Foucault, Cezayir bağımsızlık mücadelesine destek
vermeyerek, kendi kuşağının tanık olduğu en büyük olaylarından birini “ıskaladı”.[11].
Kendisiyle yapılan birkaç mülâkatta, bunun sebebinin o dönemde yurtdışında
olması olduğunu iddia etse de (sanki bu durum, bir insanı bir hareketi
desteklemekten alıkoyabilirmiş gibi), aslında 1960 yılında Fransa’ya dönmüştü.
Savaş da 1962 yılına kadar sona ermedi. Geçmişte açıkça destek vermediği
mücadelelere olan sempatisini çok sonraları geriye dönük olarak ve fırsatçı bir
biçimde ifade etme eğilimi, biyografilerinde karşımıza birden çok kez çıkıyor.
Göreceğimiz gibi bu durum, onun 1968 sonrasında kendini yeniden konumlandırma
döneminde karakteristik bir özelliği olacaktır. Fransa devletinin Cezayir
özgürlük hareketini terör yoluyla bastırdığı dönemde, Macey’in dediğine göre,
Foucault “General de Gaulle’ün Cezayir meselesini ele alma biçimine ve bu
süreci takip edecek sömürgeciliğin sonlandırılması sürecine genel olarak olumlu
bir gözle bakıyordu.”[12]
Foucault’nun
kapitalizm karşıtı ve sömürgecilik karşıtı hareketlere genel olarak mesafeli
duruşundan, Eribon gibi isimlerin de dile getirdiği biçimiyle, de Gaulle’ü
desteklemesinden ve Fransa’nın en prestijli kurumlarının güç ağları içinde
merkezî bir konumda bulunmasından dolayı, onun daha sonra militan bir solcu
olarak tanımlanmaya başlaması, şaşırtıcı görünebilir. 1962’den 1966’ya kadar
Foucault’nun asistanlığını yapan Francine Pariente, Foucault’nun aniden sola
yönelmesine inanmakta güçlük çektiğini söylemişti.[13] İşin tarihsel yönüne
bakarsak, bunların müsebbibinin, 1968 Olayları ve onun öncesinde, altmışların
öne çıkan düşünürleri ve onların kuşağını sarsan olaylar arasında yanlış bir
biçimde kurulan analoji olduğu görülecektir. Evet, 1968’e doğru Foucault’nun
çalışmaları epey biliniyordu, ancak bu çalışmaların ayaklanmalara herhangi
olumlu bir katkıda bulunduğuna dair elimizde hiçbir kanıt yok. Cornelius
Castoriadis, bu konuda lafını sakınmıyor: “Foucault, gerici duruşunu 1968’e
kadar hiç saklamadı.”[14] Foucault, öğrenci ayaklanmasının kıvılcımını çakan
bir unsur olarak kabul edilen Dögolcü reformunu yazan devlet komisyonuna hizmet
etmişti. Komisyona birçok hazırlık raporu yazmış, ortaya çıkmasına yardımcı
olduğu reformlara yönelik muhalif hiçbir tavır sergilememişti.[15] Dolayısıyla,
Foucault’nun (yurtdışında olması sebebiyle) ülkedeki dayanışma hareketlerine dâhil
olmaması, hatta o dönemde onlara yönelik desteğini açıklamaması, bizi pek
şaşırtmamalı: Eğer Foucault, 1968’de barikatlarda olsaydı, görev duygusuyla
hizmet ettiği Dögolcü devletin tarafında olurdu.
Altmışlarının
son kesitinin, bilhassa 1967’de başlayan Tunus öğrenci hareketini takip eden
dönemin Kelimeler ve Şeyler’in yazarı üzerinde radikalleştirici bir
etkide bulunduğu doğrudur. Bu da onun kamuoyu nezdindeki solcu imajını kısmi
olarak açıklıyor. Daha önce kendisinin de birçok kez tekrarladığı gibi, bu an,
onun için siyasi bir uyanış çağrısıydı, ihtiyatlı bir şekilde desteklediği
Tunuslu öğrencilerin coşkun Marksizminden etkilenmişti.[16] 1968 ayaklanmasının
hemen öncesinde Fransa’ya geri döndüğünde, Maoculara genel olarak sempatiyle
yaklaşmaya başladı, “ama onların kültürel devrim inancını paylaşmadan”.[17]
Yeni siyasi iklime ayak uydurmak adına, hızla sola doğru ilerlerken, üniversite
işgallerine ve halk eylemlerine katılmaya başladı. Biyografi yazarlarına göre,
bunun sebebi, sokakta eylem yapmış olmanın sunacağı imkânlara hızla sahip
olmaktı.
Yetmişlerin
başında Foucault, Groupe d’Information sur les Prisons’un [“Hapishaneler
Enformasyon Grubu” -GIP] kurucuları ve yöneticileri arasında
yer aldı. Grubun amacı, onların yerine konuşmaktansa doğrudan hükümlülerden
bilgi alıp bu bilgileri yayarak, hapishane şartlarını ifşa etmekti. Üyelerden
Gilles Deleuze’ün söylediğine göre GIP, “Marksizmin yeniden doğuşuna karşı
mücadele etme” işlevi gören bir gruptu, ancak bunun haricinde belirli bir
ideolojisi ya da siyasi çizgisi yoktu (üyeleri arasında Hıristiyanlar, Maocular
ve “bağlantısız” bireyler vardı).[18] Her ne kadar GIP, 1971 yılında
hapishanede hayatlarını kaybetmeleri üzerine yayımladığı açıklama ile Kara
Panter Partisi’nden George Jackson ve Field Marshall’a desteğini açıklasa da,
Foucault, özel bir mektuplaşmasında, Parti’yi tuhaf bir yaklaşımla, “Marksist
toplum kuramından kurtulmuş, stratejik bir analiz” geliştirdiği için övmüştü.[19]
Joy James ve Angela Davis, ABD hapishane sistemini anlamaması, Avrupamerkezciliği
ve modern hapishane sisteminde ırka ve cinsiyete dayalı şiddet, işkence ve
terörü görünmez kılması dolayısıyla haklı olarak Foucault’yu eleştirdi.[20]
Foucault,
o dönemde kendisini, bilgi ve söylem alanlarında yaşanan yerel iktidar
mücadelelerini ele alan, tikel unsurlara dair uzmanlığı bulunan, “özelin aydını”
olarak tarif ediyor, hakikate ve gerçekliğin sistematik bir açıklamasına
erişimi olduğunu iddia eden Sartre gibi Marksistleri ise “genelin aydınları”
olarak nitelendiriyordu. Foucault’nun dönemin en yaygın ancak temelsiz analojisine
sırtını yaslayarak birçok kez dile getirdiği iddiaya göre, Sartre gibi Marksistler,
“totalitarizmin” pratiğine şu veya bu şekilde benzeyen fikirleri bütünleyici
bir projeye meyillilerdi. İdealistlere göre, toplumsal bütünlüğü düşünmek
denilen eylemin kendisi, bütünleyici, yani “totaliter” bir eylemdi. Çünkü
fikirler, tarihin itici gücüydü (ve sesçe birbirine benzeyen fikirleri, böyle
serbest biçimde eşleştirmek için kullanabilirdiniz).
İşte
bu sözde yanlış düşünce biçimlerinden kurtulmak için, Foucault, açıktan,
akademik uzmanlaşmayı, yani sermaye altında kurumsallaşmış bilgi üretiminin
vazgeçilmez unsuru olan fikri Taylorizmi benimsedi. Ayrıca aydınları yerel
bağlamlarında isimsiz ve merkezsiz “iktidarın mikrofiziğine” odaklanmaya teşvik
etti, böylece küresel sınıf mücadelesinde işleyen iktidarın makrofiziğini
aydınlatmaya ve ona karşı mücadele etmeye dayalı projeyi tamamen bırakmayı
salık verdi. Bu yolla, birkaç küçük istisna haricinde, hayatı boyunca büyük
emperyal projelere açık çek sunmuş oldu. Bunu net bir biçimde görmek için onun
“şimdinin tarihi” adını verdiği çalışmalarıyla; William Blum, Michael Parenti
ya da Walter Rodney gibi emperyalizm karşıtı aydınların yazdıklarını
karşılaştırmak yeterli.
Altmışların
sonu, yetmişlerin başında Foucault, siyasetle daha fazla haşır neşir oldu.
Birçok halk eylemine katıldı, birçok bildiri imzaladı, kamusal ya da özel
olarak birçok mücadeleye destek verdi. “Hiçbir zaman kurumsal bir siyasi
örgütün üyesi olmasa da”, soldaki baskın ideolojiler çerçevesinde açık ve
tutarlı bir siyasi pozisyonu benimsemese de, istikrarsız siyasi duruşu
anarşist, liberal ve liberter unsurlar da barındıran Maocu entelektüel
çevrelere doğru kaymaya başladı.[21] Ancak hiçbir zaman Marksist olmadı ve
meselesi çoğu zaman, tıpkı liberaller gibi, spesifik toplumsal meseleler,
kişisel vakalar ve ahlakî olarak “tolere edilebilir” bulunmayanlarla sınırlı
kaldı. Bu anlamda Foucault, ortak toplumsal dönüşüme yönelik
enternasyonalist çerçeveye dayalı sistematik bir eleştiri ile hiçbir vakit ilgilenmedi.
Foucault,
1968’in hemen öncesinde eşcinsel özgürlük hareketi gibi hızlıca yükselen
ekoloji hareketlerini ve feminist hareketleri genel olarak görmezden geldi.
Eşcinsel hareketlerine sempati duysa da ve onları farklı şekillerde desteklese
de, burjuva ve hetero-ataerkil devleti yıkmayı amaçlayan genç militanlardan
oluşan Front Homosexuel d’Action Révolutionnaire [“Eşcinsellerin
Devrimci Eylem Cephesi” -FHAR] örgütüne şüpheyle yaklaştı. Foucault, FHAR’ın
aktivizminin yeni tip gettolaşmalara yol açmasından korkuyordu, Arcadie isimli,
FHAR’dan daha önce kurulmuş olan “eşcinsel yanlısı” örgütün 1979’daki
kongresinde konuşma yaparak, onlara desteğini sundu. FHAR’ın önemli üyelerinden
Guy Hocquenghem’e göre, Arcadie, büyük ölçüde kapalı bir burjuva
kulübüydü ve saygılı bir ketumluktan yanaydı. Macey, Foucault’nun kongrede
konuşma kararını, grubun daha muhafazakâr yaklaşımı lehinde ve FHAR’ın
militanlığı aleyhinde Foucault’nun aldığı bilinçli bir tavra yoruyor.
Yetmişlerde
ve seksenlerin başında, zaten politik açıdan sürekli farklı yönlere savrulup
duran Foucault, yetmişleri ve seksenlerin başını içine alan dönemde, su
katılmış bir solculukla malul olan konumundan iyice uzaklaştı. Geçirdiği
evrimin birçok açıdan André Glucksmann’dan çok da farklı olduğunu söyleyemeyiz.
Kendisi, bu dönemde Foucault’nun en sık siyasi işbirliğine girdiği
kişilerdendi. Elit muhafazakâr akademik çevrelerden sonra, altmışların sonunda
kısa bir süre Maocu entelektüel çevrelerle içli dışlı olan bu ikili, komünizmin
“totalitarizm karşıtı” eleştirisini benimsedi ve Doğu’da Batı destekli muhalif
siyasete omuz verdi. Glucksmann gibi yeni felsefeciler, büyük ölçüde
Foucault’nun çalışmalarına yaslandılar ve onu Marksizm karşıtı bir analiz
çerçevesi olarak öne çıkardılar. Bunun karşılığında Foucault, onları bolca
övdü, özellikle Glucksmann’ın komünizm karşıtı olan, Les maîtres penseurs [“Usta
Düşünürler”] başlıklı o uzun çalışmasını göklere çıkardı. Bu kitapta
Glucksmann, Hitler ve Stalin’in birlikte yeni türden bir holokostu yaşamımıza
soktuğu fikrine destek veriyor, Kızıl Ordu’nun Nazi savaş makinesi karşısında
aldığı tarihsel zaferi çaktırmadan es geçiyordu.[22]
Glucksmann’daki
şiddetli komünizm karşıtlığı, Foucault’da olduğu gibi, henüz serpilmemiş bir
pleb popülizmi ve dışlananların metafiziği ile iç içe geçti. Enternasyonal
sınıf mücadelesi zihinlerden silinirken, yerini sözde totaliter şeytanî güçler
ve ikisinin de “pleb” dedikleri grubun saf ahlakî mükemmelliği arasındaki soyut
çarpışmaya bıraktı. Bu ikinci grup, Foucault’nun da belirttiği gibi,
“sosyolojik bir gerçekliğe” tekabül etmiyordu. Burjuvazide de bulunabilecek ve
iktidar ilişkilerinden kaçan bir bilinemezciliğe işaret ediyordu.[23]
Yeni
felsefecilerin, dolayısıyla Foucault’nun CIA tarafından önemli birer varlık
olarak görülmesi, bizi hiç şaşırtmamalı.[24] Bu isimler, bir yandan Fransa’da
Marksizmin yıkımına önemli bir katkıda bulundular ve mevcut sosyalizme karşı
yoğun bir propaganda savaşı yürüttüler. Özellikle de ABD’nin milli güvenlik
politikaları çerçevesinde takdir ve teşvik ettiği Doğu’nun siyasi muhaliflerini
merkeze alan medya gösterilerine aktif bir biçimde katıldılar.[25] Bir yandan
da tüm enerjilerini Doğu’nun sözde şeytanî eylemlerine karşı sarf ederken,
savaş sonrasının en büyük emperyal gücü ABD’nin eylemlerini hem “insanî müdahaleler”
olarak meşrulaştırdılar, hem de onlara gözlerini kapadılar. ABD’nin bu dönemde elli
yabancı hükümeti devirmek için girişimlerde bulunduğunu unutmamak gerek. Bu iki
yönelim de tabii ki komünizme karşı dünya çapında bir savaş yürüten geniş çaplı
3000 operasyonda en az 6 milyon kişinin ölümünün, ve 1947-1987 arası dönemde
yürütülmüş olan, (bilebildiğim kadarıyla, bizim meşhur güç ilişkileri
teorisyenimizin ağzına dahi almadığı) on bin küçük çaplı operasyonun doğrudan
sorumluluğunu taşıyan CIA’in işine geliyordu.[26]
Yetmişlerin
sonunda, gelgeç huylu Foucault, sosyalizmin mevcut tüm biçimlerinin amansız
muhalifi olarak ortaya çıktı. 1977’de verdiği mülâkatta, SSCB, Küba, Çin ve
Vietnam’ın da dâhil olduğu uzun bir sosyalist ülkeler listesi vererek, bu
ülkelerde en ufak bir umut ışığı ya da işe yarar bir yönelim işareti göremediğini
söyledi. Bu da onu şöyle büyük ve kesin bir yargıya götürüyordu: “Sosyalizm
geleneği radikal manada sorgulanmalı, çünkü mevcut sosyalist gelenek,
bugüne kadar kınanmayacak hiçbir şey ortaya koyamadı.”[27] Dünya tarihi
konusunda kestiği bu ahkamın ironik tarafı, gözlerden kaçmasın:
Akademisyenlerin uzmanlık alanları dışında konuşmamaları gerektiğini söyleyen
ve kendisini de bu şekilde sınırladığını açıklayan bir aydın, hiçbir tarihsel
ya da felsefi çalışması ciddi bir biçimde konunun tarihine ya da konunun
geçtiği coğrafi alanlara eğilmese de sosyalizmin ölümünü ilân etmekte bir beis
görmüyordu. Foucault, "özelin aydını" olarak, kendisindeki fikriyata payanda olan
sömürgeler coğrafyasını aklına bile getirmiyordu. Batı’da “şimdinin tarihi” son
derece karmaşıkken ve uzman bilgisi gerektirirken, farklı konularda uzmanlığa
sahip Avrupalı aydınlar, mevzubahis dünyanın geri kalanı olduğunda, herhangi
bir bilgi temeline yaslanmadan, büyük ve kesin iddialarda bulunabiliyorlardı.
Bu
noktada Foucault’nun bu tavrını açıklayan bir gelişmeyi, Foucault’nun
istikrarsızlıkla malul “radikal” siyasetinin Avrupa dışında yeni bir ilgi alanı
bulmasından, yani kendisinin uzmanlığıyla ilgisi bulunmayan İran’a yönelik
ilgisinden bahsetmek gerek. Foucault, 1978-79 İran Devrimi’ne büyük destek
verince, bazıları, onun devrimci politikaya geri döndüğünü düşündüler. Ne var
ki onun desteği, devrimin CIA’in kukla hükümetine karşı başlatılan emperyalizm
karşıtı bir mücadele olmasından kaynaklanmıyordu. Konu üzerine yazdığı uzun
yazılarda, Foucault, zaten bundan hiç bahsetmiyordu. Onu asıl etkileyen şey,
Marksist geleneğin, sınıf mücadelesi ve devrimin öncüleri denilen iki ilkesinden
sapmış olan bir devrimle karşı karşıya olmaktı (tabii bu noktada Foucault, İran’da
sahada bulunan Marksist güçlerin materyalist bir analizine de ihtiyaç
duymuyordu.) Foucault’nun sıkça övdüğü, Marksizmin azılı düşmanı François
Furet’ye dayanarak ve pek de incelikli olmayan şarkiyatçı bir tavır takınarak,
Foucault, bu “geri kalmış” ulusun, Avrupa’nın geçmişinde de bir dönem yaşandığı
gibi ruhani bir siyaset doğurduğunu, bunu da modernleşmenin doğum sancılarını
çekmeden yaptığını söylüyordu. Bu görüşleri ve durumla ilgili genel olarak
bilgi yoksunluğu nedeniyle yoğun eleştiriler aldı. Ve güncel siyaset üzerine
gazete yazıları yazmayı usulca bıraktı.
Yetmişlerin
sonu, seksenlerin başında Foucault, bir dönem hayranlık duyduğu sol siyasete
tiksinti ile bakmaya başladı ve onu reddetti. Daha 1975 yılında, kendi örgütüne
Marx üzerine bir konuşma yapıp yapamayacağını soran bir göstericiye şu sert
cevabı veriyordu: “Bana artık Marx’tan bahsetmeyin. Bu beyefendinin adını bir
daha duymak istemiyorum… Onunla bağımı tümüyle kopardım.”[28] Her geçen gün
daha da gerici siyasete yakınlaşan Glucksmann gibi Foucault da neoliberalizme
büyük ilgi duymaya başladı. 1978-79 derslerinde neoliberalizmi anlatırken, bu
ideolojinin “azınlığa mensup bireylerin ve azınlık eylemlerini tolere eden,
alanın dalgalı süreçlere açık bırakıldığı farklılık sistemlerini optimize eden
bir toplum” fikrini desteklediğini söylüyordu.[29] Neoliberalizm üzerine
yapılan tüm ciddi Marksist analizlerden farklı olarak, Foucault dikkatimizi,
öncelikle onun ideolojik unsurlarına çekiyor ve siyaseti düşünmenin farklı bir
biçimi diye sunarak, onu değerli kılmaya çalışıyordu. Ancak dikkatimizi, aşırı
sömürü ve yoğunlaştırılmış baskıya dayalı küresel bir proje olarak
neoliberalizmin emperyalist ve sömürgeci yönüne çekmiyordu.
Aynı
zamanda öğrenci ve işçi hareketleriyle de arasına bariz bir mesafe koyan Foucault,
“sessizlik” ve “topyekûn çekimserlik” üzerine kurulu, eylemi dışlayan bir
isyancı olduğunu söylüyordu.[30] Etik meselesine kapılan kendi kuşağının birçok
diğer aydını gibi Foucault da somut siyasi mücadelelere sırtını dönerek,
bireyci, yaşam tarzı anarşizmine, hatta “kendisine itina gösterme”ye
odaklanan yavan liberterlik biçimlerine doğru kaydı. “İdeallere ve belirli
amaçlara” tabi olan, feminizm ve eşcinsel hareketi gibi özgürlük hareketlerinin
örgütlenme biçimlerini sorguladı.[31] Bu hareketlerin özel ve dışlayıcı
kulüpler kurduğunu söyleyerek, şu sonuca vardı: “Gerçek özgürleşme, kendini
tanımak demektir, ve bu, çoğu zaman hangi grup olursa olsun bir grubun
aracılığıyla gerçekleştirilebilir bir şey değildir.”[32] Eğer kişisel
aydınlanma, özgürleşmenin en büyük idealiyse, ve ortak hareket etmenin yolu
kapandıysa, akıl veren aydın, kendi izole küçük burjuva etkinliğini özgürleşmenin
kendisi olarak sunuyorsa, söylemsel darbesini başarılı bir biçimde
gerçekleştirmiş demektir. Yaşasın karşı devrim!
Bu
da yetmezmiş gibi Foucault, Hannah Arendt ve Furet gibi Marksizm düşmanı
aydınlar korosuna katılarak, gulag meselesini indirgemeci ve basit bir biçimde
ele alıp, ortak siyasi eylem yoluyla sosyoekonomik ilişkiler sistemini radikal
bir biçimde dönüştürmeye kalkışmanın kaçınılmaz olarak korkunç sonuçlara yol
açtığını iddia etti.[33] 1984’te yazdığı ve en çok okunan denemelerinden birinde
şöyle diyordu:
“Kendimizin tarihsel
ontolojisi, küresel ve radikal iddiada bulunan tüm projelerden uzak durmalıdır.
Deneyimlerimiz bize gösterdi ki, güncel gerçekliğin oluşturduğu sistemden kaçma
ve başka bir toplum, başka bir düşünme biçimi, başka bir kültür, dünyaya başka
bir bakış programı oluşturma iddiası, bizi daima geleneklerin en
tehlikelilerini yeniden üretmeye itti.”[34]
Gerçek,
maddi değişim için mücadeleden kaçınan Foucault, onun yerine, bireysel,
söylemsel bir eleştiri pratiği geliştirdi. Bu düşünceyi, aydınlanmış despotizmi
savunan Kant’ı, kitlelerin aristokratik düşmanı Nietzsche’yi, tövbe etmemiş
Nazi Heidegger’i dâhil ettiği, ancak Marx’ı dışarıda bıraktığı Avrupamerkezci
geleneğe bağladı. Bu geleneğin atası olan Aydınlanma’nın eleştirel tavrı,
Foucault tarafından, akıl ve söylem yoluyla “bilmeye cesaret etmek”, ama aynı
zamanda monarşinin ve onun ordusunun dayattığı toplumsal düzenin kurallarına
her daim itaat etmek olarak görüldü ve buna indirgendi. Foucault’ya göre, ideal
eleştiri biçimini ortaya koyan Nietzsche ise yalnızca Marksizm değil,
sosyalizm, demokrasi ve kitlelere iktidar verebilecek her türden politik
projeye karşı duran bir isimdi. Domenico Losurdo’nun ayrıntılı biçimde
açıkladığı gibi, Nietzsche, kendi deyişiyle “radikal bir aristokrattı”:
Foucault’ya benzer biçimde, aklı tahakkümle bir tutmak suretiyle, sınıf, ırk,
cinsiyet ve cinselliğe dayalı hiyerarşilerin akılcı ve bilimsel bir eleştiriye
tabi tutulmasını engelledi.[35]
Birçok
Maske Takan Adam
Kaprisli
bir tutum dâhilinde farklı etiketleri ve konumları benimseyen, farklı maskeler
takıp çıkartan, o maskelerin ardındaki tanımlanması mümkün olmayan bir yüz
olarak Foucault, tüm kariyeri boyunca kendisini kurgulayıp durduğu küçük burjuvalara
has bir oyun oynadı. Onun durumunda öznel olan, yani zihin denilen şey, nesnel
olana galebe çaldı. Onu yorumlayan birçok kişi, “nevi şahsına münhasır özne”
gibi oksimoron barındıran bir imajı kutsadılar, çünkü bu yorumcuları yöneten
orkestra şefi olarak Foucault, kendi analiz nesnelerinden farklı olarak, asla
ele avuca gelen biri değildi, zira ondaki zekâ, dönüşüm hikâyesinin tarihsel
bağlamına yerleştirilebilir örüntülere dayalı olduğunu düşünen ve indirgemeye
alışkın aydınların zekâsını daima alt eden bir zekâydı.
İki
önemli biyografi yazarının da birçok kez vurguladığı üzere, maskelerin arkasındaki
yüzün bir siyasi oportüniste ve küçük burjuva kariyeristine ait olduğunu
düşünmemiz mümkün. Savaş sonrasında komünizmin yükselişi ile kısa bir dönem
Marksist maskeyi deneyen Foucault, o maskenin üzerine Nietzsche’nin bıyığını
yersiz bir hamleyle iliştirmekten de geri durmadı. Gerici Beşinci Cumhuriyet’in
erken dönemlerinde Dögolcülüğe savruldu, akademik kariyeri ilerledikçe ve
hükümete hizmet ettikçe, açıktan komünizm karşıtı oldu. Altmışların
sonunda ayaklanmalardan hemen önce sahnenin değiştiğini anlayınca, hemen hızlı
bir kostüm değişikliğine gitti. Yetmişlerin ortasında gericilikle malul antikomünizm
yeni felsefeciler kılığında sahneye geri dönüp, medyada büyük bir etki
yaratınca, şekil değiştirmekte mahir olan Foucault, yeni bir değişim fırsatı
gördü: Kariyeri Amerikan akademisine doğru açılan Foucault’nun orada büyük bir
ilgiyle karşılanması sürpriz olmadı. Tabii bu, kendisinin bazı meselelere dair
fikir değiştirmek için öznel sebeplere sahip olmadığı anlamına gelmiyordu.
Ancak bu oyunculuğun çok açık bir örüntü sergilediği de bir gerçekti. Diğer
Fransız teorisyenler gibi, ama tabii gene kendi damgasını vurarak, Foucault, radikal
bir şifacıydı. Küresel teori endüstrisinde sahip olduğu ün, radikal görünüp
eleştirel teoriyi kapitalizm yanlısı cephe içinde massetmeye dayalı
bukalemunluk yeteneği ile doğru orantılıydı.
Nihayetinde,
Foucault’nun çalışmalarının tarihsel bağlamı içinde ne türden bir toplumsal
işlev gördüğünü merak edenlerin, bu çalışmaların maddi siyasi sonuçlarına
bakmaları yeterli. Marksist gelenek, sayısız özgürleşme mücadelesine ve devrime
katkıda bulunmuşken, Fukocu geleneğin geride bıraktığı miras ise böylesi bir sonuca hiçbir vakit yol açmadı. Ne var ki Foucault, ustalarının geliştirdiği dünyayı
merkeze koyan güneş sistemi modelini muhafaza etmeye niyetli olan, öte yandan,
devrimci teori ve pratikten tek nefeste ve sonsuza dek kurtulmak adına radikal
imajlarını koruyan, komünizm karşıtı akademisyenlerden müteşekkil, çok güçlü
bir küçük ölçekli sanayi yaratmayı bildi.
Gabriel Rockhill
12
Ekim 2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Başka yazılarımda, Foucault’nun çalışmalarındaki temel sorunları, bilhassa ondaki
“materyalist” çalışmalarmış gibi takdim edilen tarih çalışmalarındaki sorunları
daha detaylı olarak ortaya koymuştum. Ayrıca, aynı şeyi Foucault geleneğinden gelen,
Jacques Rancière gibi başka isimler için de yapmıştım. Örneğin Foucault
konusunda bkz.: Gabriel Rockhill, “Foucault, Genealogy, Counter-History,” Theory
& Event 23:1 (Ocak 2020): s. 85-119; Gabriel Rockhill, “Comment penser
le temps présent? De l’ontologie de l’actualité à l’ontologie sans l’être,” Rue
Descartes 75 (2012/3): s. 114-126; Gabriel Rockhill, Interventions in
Contemporary Thought: History, Politics, Aesthetics (Edinburgh: Edinburgh
University Press, 2017); Gabriel Rockhill, Logique de l’histoire: Pour une
analytique des pratiques philosophiques (Paris: Éditions Hermann, 2010). Rancière
ile ilgili eleştirilerim için bkz.: Interventions in Contemporary Thought
and Radical History & the Politics of Art (New York: Columbia
University Press, 2014). Çalışmaları ve politik konumu hem Fukocu hem de
Deridacı-Levinasçı mirastan beslenen Judith Butler ile ilgili eleştiriler için
bkz.: Jared Ijams, “Judith Butler’s Impotent Politics of Nonviolence,” 26 Mayıs
2020, Cosmonaut; ve Ben Norton, “Postmodern
Philosopher Judith Butler Repeatedly Donated to ‘Top Cop’ Kamela Harris”, 18
Aralık 2019, Ben Norton. Türkçesi: İştiraki.
[2]
Nicos Poulantzas, Foucault’nun Marksist geleneği nasıl bir karikatüre çevirdiğini,
şu kitabında çok iyi gösterir: State, Power, Socialism, Çev.: Patrick
Camiller (Londra: Verso, 2014).
[3]
Foucault’nun materyalist tarih ve siyasi aktivizme bağlılığını göz önünde
bulundurduğumuzda, özellikle diğer Fransız kuramcılarla karşılaştırdığımızda,
onun daha tehlikeli olduğunu iddia edebiliriz çünkü o, birçok yönden şifacıların,
düzeni ıslah edenlerin en radikaliydi.
[4]
Didier Eribon, Michel Foucault (Paris: Flammarion, 1989), s. 237.
[5]
Bernard Gendron, “Foucault’s 1968,” The Long 1968: Revisions and New
Perspectives içinde, yayına hazırlayanlar: Daniel J. Sherman, Ruud van
Dijk, Jasmine Alinder, A. Aneesh (Bloomington: Indiana University Press, 2013),
s. 23.
[6]
Michel Foucault, Les Mots et les choses (Paris: Éditions Gallimard,
1966), s. 276.
[7]
Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1969 (Paris: Éditions Gallimard,
1994), s. 542.
[8]
A.g.e., s. 542.
[9]
David Macey’ye göre, Foucault’nun “İsrail yanlısı hisleri, Fransız Komünist
Partisi’ne yönelik nefreti kadar köklüydü” [David Macey, The Lives of Michel
Foucault: A Biography. Londra: Verso, 2019, s. 40].
[10]
Edward Said, Culture and Imperialism (New York: Vintage Books, 1993), s.
278.
[11]
Bkz.: Michel Foucault, Dits et écrits IV: 1980-1988 (Paris: Éditions
Gallimard, 1994), s. 58-59.
[12]
Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 84.
[13]
Bkz.: Eribon, Michel Foucault, s. 132.
[14]
Cornelius Castoriadis, La Montée de l’insignifiance (Paris: Éditions du
Seuil, 1996), s. 35.
[15]
Foucault’nun biyografisinin yanında, “Apostrophes” TV programında Didier
Eribon’un mülâkatını izleyebilirsiniz: Youtube.
[16]
Örneğin bkz.: Foucault, Dits et écrits IV, s. 78-81.
[17]
Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 263.
[18]
Richard Wolin, The Wind from the East: French Intellectuals, the Cultural
Revolution, and the Legacy of the 1960s (Princeton: Princeton University
Press, 2010), s. 289.
[19]
Michel Foucault, Dits et écrits I: 1954-1975 (Paris: Éditions Gallimard,
2001), s. 44. Bu iddia, Ekim 1969 yılına ait olduğuna göre, Foucault, Kara
Panter Partisi’nin nispeten Marksizmden uzak olduğuna dair bir izlenim sunduğu,
ilk dönemine ait işlere denk gelmişti. Ne var ki kendisi, 1972’de hapishane
ayaklanması ve arkasından gelen şiddetli bastırmanın hemen arifesinde Attica’yı
ziyaret ettiğinde, garip bir biçimde komünistleri burjuva ideolojisinin suç
kavramına çok fazla paye vermek ve “siyasi suçlu” olmadığı sürece hapistekileri
örgütlemeyi reddetmekle suçluyordu (“Michel Foucault on Attica: An Interview,” Telos
19 (1974): s. 154-161). Oysa katledilmesi ile Attica ayaklanmasının kıvılcımını
çakan Jackson, bir komünistti ve Foucault’nun iddia ettiğinin tam tersini
yapıyordu. Bu türden yanlış anlamalar, maalesef Foucault’nun çalışmalarında
sıkça yer alıyor. Onun Descartes’ı, Kant’ı ve Nietzsche’yi nasıl berbatça
yorumladığını 1 numaralı nottaki çalışmalarımda net bir şekilde ortaya koydum. Brady
Thomas Heiner’in, Foucault’nun Parti ile ilişkisine dair bir analizi için:
“Foucault and the Black Panthers,” City 11:3 (Aralık 2007):
[20]
Bkz.: Yayına Hazırlayan: Joy James, The Angela Y. Davis Reader (Malden,
MA: Blackwell Publishing Ltd, 1998) ve Joy James, Resisting State Violence:
Radicalism, Gender and Race in U.S. Culture (Minneapolis: Minnesota
University Press, 1996).
[21]
Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 217.
[22]
Foucault’nun yeni felsefecilerle ilişkisi konusunda bkz.: Michael Scott
Christofferson, French Intellectuals against the Left: The Antitotalitarian
Moment of the 1970s (New York: Berghahn Books, 2004); Peter Dews, “The ‘New
Philosophers’ and the End of Leftism,” Radical Philosophy Reader içinde,
yayına hazırlayanlar: Roy Edgley ve Richard Osborne (Londra: Verso Books,
1985), s. 361-384; Peter Dews, “The Nouvelle Philosophie and Foucault,” Economy
and Society 8:2 (Mayıs 1979): s. 127-171.
[23]
Foucault, Dits et écrits IV, s. 421.
[24]
Bkz.: Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor
of Dismantling the Cultural Left,” Los Angeles Review of Books (28 Şubat
2017): Salon. Türkçesi: İştiraki.
[25]
Sağcı Sovyetler eleştirisi ile Aleksandr Soljenitsin, Glucksmann ve Foucault için
ana ölçüttür. Soljenitsin, Almanya’da dâhil olduğu, CIA tarafından oluşturulmuş
ağlar ve Heinrich Böll tarafından Batı’da el üstünde tutulmuştur. (Bkz.:
Hans-Rüdiger Minow’s 2006 documentary for ARTE, Quand la CIA infiltrait la
culture: Youtube.
[26]
Bu rakamlar, on dört eski CIA görevlisinden oluşan Sorumlu Muhalifler Derneği’ne
ait. Derneğin kurucu üyelerinden olan John Stockwell, bu bulguları şu videoda
irdeliyor: Youtube.
Ayrıca kendisine şu kitaba da bakılabilir: The Praetorian Guard: The U.S.
Role in the New World Order (Boston: South End Press, 1991).
[27]
Foucault, Dits et écrits III, s. 398 (vurgu bana ait -GR).
[28]
Macey, The Lives of Michel Foucault, s. 348-9.
[29]
Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de
France, 1978-79, yayına hazırlayan: Michel Senellart, çev.: Graham Burchell
(New York: Palgrave Macmillan, 2008), s. 259-260. Foucault’nun neoliberalizmle
ilişkisini alan en iyi çalışma, Daniel Zamora ve Michael C. Behrent’in yayına
hazırladığı kitaptır: Foucault and Neoliberalism (Cambridge: Polity
Press, 2016). Ayrıca bkz.: “How Michel Foucault Got Neoliberalism So Wrong,” 6
Eylül 2019, Jacobin. Zamora ile yapılan bir söyleşi
için bkz.: “Foucault’yu Eleştirebiliyor muyuz?”, 10 Aralık 2014, İştiraki.
[30]
Foucault, Dits et écrits III, s. 670.
[31]
A.g.e., s. 677.
[32]
A.g.e., s. 678.
[33]
2016 tarihli bir Adalet İstatistikleri Bürosu raporuna göre ABD’de
cezaevlerindeki toplam insan sayısı 6,6 milyondur (BJS). Büyük tasfiye operasyonlarının ardından
gulaglarda mahpus olan toplam insan sayısı iki milyona çıkmıştı, fakat 1953’te
Stalin bu mahkûmların yarısından fazlasını serbest bıraktı. Ayrıca Sovyet hapishaneleri
ölüm kampları değildi ve mahkûmların önemli bir kısmının topluma geri dönmesini
sağlıyordu. Arşivden alınan kayıtlardan öğrendiğimiz kadarıyla, her yıl
hapishanelerdeki insanların yüzde yirmi ilâ kırkı toplumun içine karışıyordu.
Michael Parenti kitabında, makul analizlerin önünü almak için kullanılan, korku
salma amaçlı, içi geçmiş taktiklere karşı kullanılabilecek bir panzehir sunuyor
ve gulaglarla ilgili en sağlam tarihsel değerlendirmelerden birini yapıyor:
Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism (San
Francisco: City Lights Bookstore, 1997), s. 76-86.
[34]
Foucault, Dits et écrits IV, 575.
[35] Bkz.: Domenico Losurdo, Nietzsche, the Aristocratic Rebel, çev.: Gregor Benton (Leiden: Brill, 2019).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder