Eleştirilere Cevap
Philosophical
Salon sitesinde “Foucault: The Faux Radical” [Foucault: Çakma
Radikal”] adıyla yayımlanan makalem, politik tutumunu açık bir dille ifade
ettiği için, belirli mahfillerde övgüyle karşılanırken, başka mahfillerde hararetli
tartışmalara yol açtı, ayrıca benden meramımı daha açık ifade etmem istendi.[1]
Makalenin Türkçe çevirisi üzerinden Can Uğur’la gerçekleştirdiğim mülâkatta, (Dag
Eivind Undheim Larsen’in benimle yaptığı, sonrasında kendisinin Klassekampen
sitesinde benim Foucault eleştirimle ilgili yazdığı makaleye zemin teşkil eden
mülâkatta dile getirilenler dâhil) bir dizi endişeye yer verilmişti.[2] Foucault,
antikomünizm ve küresel teori endüstrisi arasındaki ilişkiyi açıklığa
kavuşturmak derdiyle, burada makaleyle ilgili dile getirilen endişeleri ve
eleştirileri farklı başlıklar altında ele alıp, her birine sırayla cevap vereceğim.
Aydının
Rolü
Kariyerine
düşkün aydınların içinde yaşadığımız türden bir sistemde oynadığı role ilişkin
yürütülen her türden tartışma, bu aydınların akıllarının açtığı yoldan özgürce
ilerleyen, nevi şahsına münhasır bireyler değil, bizatihi tam da bu sistemin
ürünü olduklarına dair tespitten yola çıkmalıdır. Bu aydınların asli görevi,
küresel işbölümü ve işgücünün yenilendiği süreç için zaruri olan muhtelif teknik
uzmanlık biçimleri veya oyalayıcı ideolojiler ve dünya görüşleri temin etmek
suretiyle, toplumsal üretim ilişkilerini yeniden üretmektir. Bu anlamda, söz
konusu aydınlar, eşitsizliğin yeniden üretilmesine hizmet eden sosyo-ekonomik
tasnif ve öncelikler belirleme işleminin basit birer aygıtıdırlar. Başka bir ifadeyle,
kapitalizm koşullarında meslek sahibi aydınlar sınıfı, farkında olsunlar ya da
olmasınlar, politik ve sosyo-ekonomik açıdan önemli bir rol oynayan, araçsallaştırılmış
aydınlardan oluşur.
Ne
var ki, aydınların özgür olduğunu söyleyen ideolojinin büyük ölçüde istenmeden
ortaya çıkan bir sonucu olarak bilgi üretiminin hâkim aygıtı içerisinde belirli
bir manevra alanına sahip olduğunu görmek gerekmektedir. Hâkim ideolojide
yüksek eğitim, ekonomi ve politika gibi diğer alanlardan özerk bir şeymiş gibi
sunulduğu için, aydına özgürce hareket edebileceği belirli bir alan bahşedilir.
Meslek sahibi aydınların asli toplumsal görevi ile bu gerçeği gizlemeye çalışan
hâkim ideoloji arasındaki çelişkiyle malul olan bu alanda, sınıf iktidarının
basit bir aracı olarak iş görmeyen düşünsel çalışmalar için alan açmak ve ortam
oluşturmak mümkündür.
Örneğin
meslek sahibi aydınlar bağlamında “müdahaleci aydınlar” olarak
adlandırabileceğimiz kesimi ele alalım. Bu insanlar, haritalandırma ve müdahale
gibi en az iki tür işin üstesinden gelmek için, yukarıda bahsini ettiğim
çelişkiden bir biçimde istifade etmeye çalışırlar. Haritalandırma denilen iş,
hâkim ideolojiyle çelişen toplumsal, politik ve ekonomik ilişkilerin
materyalist haritalarını çıkartıp, insanların gerçekte nelerin olup bittiğini
anlamalarına imkân sağlar. Ayrıca bu müdahaleci aydınlar, ikinci bir görev
olarak, toplumsal dönüşüm için gerekli, ona en uygun taktikleri ve stratejileri
tespit eder ve en iyi şekilde müdahale edilebilecek muhtemel alanları belirler.
Elbette bu iki iş de kolektif bir pratiktir, dolayısıyla işçi sınıfı partileri
ve teşkilâtlarında başkalarıyla birlikte çalışmayı, aynı zamanda (bana göre her
daim fikir işçiliğimin asli kısmını teşkil eden projeler üzerinden) gerçek bir
güç oluşturmak adına, militan araştırma kolektiflerinin ve eğitim amaçlı, düzen
karşıtı kurumların geliştirilmesini şart koşar.
Örnek
Aydınlar: Sartre Foucault’ya Karşı mıydı?
Sartre,
benim katılmadığım kimi konumlar almış, karmaşık bir isimdir. Ama öte yandan o,
antikapitalist örgütlenme, kadının kurtuluşu, ezilen ırkların özgürleşmesi ve
antiemperyalizm gibi tarihsel materyalist geleneğin bazı önemli unsurlarını uzun
süre savunan bir aydındı. ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı’nın onu düşman olarak
tanımlamasının sebebi, tam da bu özelliğiydi. Arşiv incelemelerim ve Bilgilenme
Özgürlüğü Kanunu üzerinden ilettiğim talepler neticesinde, Sartre’ın
istihbaratçıların dayatmaya çalıştığı fikirlerarası uzlaşma karşısında ciddi
bir tehdit olarak görüldüğünü keşfetmiştim.
Foucault
ise çok satan kitabı Kelimeler ve Şeyler’in 1966 yılında yayımlanıp
bomba etkisi yaratması ile ünlendi. Bu kitabının yanında, kitabın ardından verdiği
mülâkatlarda da açıktan anti-Marksist olduğunu ortaya koydu. “Eskiler kapı
dışarı, yeniler içeri!” diyen bir pazarlama stratejisini benimseyen Foucault,
daha da ileri giderek, Sartre’ı Marksist olması sebebiyle, “on dokuzuncu yüzyılın
insanı” olmakla suçladı. Anımsayacağımız üzere, o dönemde Vietnam Savaşı
yaşanmaktaydı, Küba Devrimi gerçekleşmişti, dünya genelinde Marksizmden ilham
alan sömürgecilik karşıtı ve yeni sömürgecilik karşıtı mücadeleler tüm hızıyla
devam etmekteydi. Böylesi bir bağlam söz konusu iken, sırf on dokuzuncu yüzyıla
ait bir felsefe diye Marksizmin öldüğünü ilân eden kişi, sıra dışı, daha
doğrusu alabildiğine gerici bir kişi olarak tarif edilmeliydi.
Dahası
Foucault, Marksizmin beynelmilel tarihi hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu.
O, sosyalist devrimlerin gerçekleştiği veya sömürgecilik karşıtı mücadelelerin
verildiği ülkelerin tekini bile ciddi bir biçimde incelememişti. Güvenilir kanıtlara
dayanan, makul bir eleştiri sunmak yerine, Foucault, ABD’nin güçlü bir biçimde
pazarladığı antikomünist ideolojiyle tam olarak uyuşan (kısa süreli radikallik
dönemi öncesinde) Marksizmine yönelik, üzerine hiç kafa yormadan edindiği
Avrupamerkezci itiraza sarıldı.
Gene
de şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekiyor: ben, burada “Sartre’dan yana durup
Foucault’ya karşı” kalem oynatıyor değilim. Ben, bir aydın olarak
çalışmalarımı, tarihsel materyalizmin birçok isimleri içeren, derin köklere sahip,
zengin geleneği dâhilinde yürütüyorum ve onları, eşitlikçi toplumsal dönüşümü
amaç edinmiş kolektif çabanın birer parçası olarak görüyorum. Tıpkı Sartre ve
Jose Carlos Mariátegui’nin kendi tarzlarında izah ettikleri gibi, bu miras,
teoride süren sınıf mücadelesinin o canlı ve dinamik geleneğini ifade ediyor,
özeleştiri ise bu mirasın can suyuna ait bir unsur olarak iş görüyor.
CIA,
Fransız Teorisi ve Marksizm
CIA
türü örgütleri tartışırken, Antonio Gramsci’nin eserlerine dayanarak, ondaki
sağduyu ve iyi duyu arasında ayrım yapmak, faydalı olacaktır. Kültür endüstrilerinin
ve kitle iletişim araçlarının bir ürünü olan sağduyu, CIA’yi 007 ajanları veya
karanlık odalarda manipülasyonlar yapan kişiler olarak takdim eder. İyi duyu
ise, kendi içinde tutarlı olan, meseleyi açıklayan modeller kurmak amacıyla,
eldeki maddi kayıtları bilimsel açıdan inceler. Örneğin, bu yaklaşım, bahsini
ettiğimiz, CIA’ya yönelik sağduyu temelli yaklaşımın kurumun ürettiği bir ürün,
kitle iletişim araçları ve kültür endüstrisine yönelik kapsamlı müdahalesinin
bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyar. Başka bir ifadeyle, birçok
insanın zihninde yer etmiş CIA imgesi, bizatihi kurum tarafından şekillendirilmiştir.
Kendisindeki
anti-Marksizmle ilgili olarak kurum, sadece komünizm pratiğine değil, ayrıca
komünizm fikrine karşı dünya genelinde çok boyutlu ve karmaşık bir fikrî mücadele
yürüttü. “CIA Fransız Teorisi Okuyor” başlığıyla Philosophical Salon
sitesinde yayınlanmış olan, sonrasında genişletilip kitaba dönüşen makalemde,
bu meseleyi tartışıyorum.[3] Bu konuya ilişkin olarak burada altını çizeceğimiz
çok fazla husus var. Bunlardan birisi bilhassa önemli: CIA ajanı Thomas W.
Braden’ın açıktan dile getirdiği biçimiyle, kendi içinde “Şirket” olarak anılan
CIA, Avrupa’da komünist olmayan, komünist partiler dışında kalan sol örgüt ve
partileri fonlamış, desteklemiş, teşvik etmiş.[4] Bu taktiğin amacı ise
komünistleri bölüp, onları “haddini aşan” kişiler olarak göstermek suretiyle yalnızlaştırmak,
nihayetinde de komünist parti dışı solu meşru sol olarak tanımlamak.
Bilebildiğim
kadarıyla Foucault, hiçbir vakit, bile isteye CIA ajanlığı yapmadı (“Ajan”, Şirket’in
dilinde CIA çalışanını değil, kuruma bağlı görevlilerce araç olarak kullanılan
kişileri ifade ediyor.) Ama mesela, Merkezi Paris’te bulunan Kültürel Özgürlük
Kongresi’nin başkanı olan Michael Josselson, bilinçli olarak ajanlık yapan bir
isimdi. Kongre’nin çevresinde bulunan ve Fransa’da yayımlanan Preuves [“Kanıt”]
gibi dergilere yazılar yazan birçok aydın, CIA’in kendilerine antikomünist
propagandaya sundukları katkı sebebiyle para verdiğini biliyor olmalıydı (zaten
bir kısmı, bu gerçeği sonradan kabul etti.) Ancak öte yandan CIA, aynı zamanda
ajan olduğunun farkında olmayan kişileri de kullanan, bu anlamda, neler olup
bittiğini tam olarak idrak edemeyen, ama bir biçimde operasyonlara dâhil edilmiş
isimleri devreye sokan bir kurumdu. Bazen kişi, Şirket’in çizgisine çekiliyor, o
bilsin ya da bilmesin, CIA’in belirlediği ajandanın uygulanması için o kişiden
istifade ediliyordu.
Foucault
ile ilgili olarak, kaleme aldığı bir araştırma makalesinde CIA’in onu “Fransa’nın
en derin ve en etkili düşünürü” olarak tanımladığını biliyoruz.[5] Aynı makalede
Foucault, en az iki sebepten ötürü, önemli bir değer olarak takdim ediliyor:
1.
Foucault, yeni sağa övgüler düzen, devrimci örgütlenme pratiğinin kanlı
sonuçlarını felsefecilere anımsatan bir isim;
2.
Foucault, CIA’in sosyal bilimler alanında Marksizmin etkisini önemli bir hamle
ile ortadan kaldırdığı için yere göğe sığdıramadığı yapısalcılığa ve Annales
Okulu’na ciddi katkılar sunan aydınlardan biri.[6]
Tabii
tespitimiz, Foucault’nun CIA’in sözleşmeli elemanı olduğu anlamına gelmediği
gibi, istemeden olsa, bağ kurduğu düşünce hareketlerine ve Foucault’nun
eserlerini layıkıyla veya güvenilir bir biçimde değerlendirmeye tabi tuttuğuna
dair bir ima da içermiyor. Burada sadece kendi bakış açısından, zihninde baş
köşede duran çıkarları üzerinden CIA’in Foucault’yu değerli bir varlık olarak
gördüğünden ve onun Sartre’ın karşısına çıkarttığından bahsediliyor.
Kimlik
Politikası ve Sol
Kimlik
politikası, çok farklı şekilde anlaşılsa da onun materyalist bakış açısı
uyarınca en tutarlı tarifini şu şekilde yapmak mümkün: Kimlik politikası, yetmişler
civarında sermayenin küreselleşmesiyle birlikte, neoliberalizme yapılmış ideolojik
katkı olarak geliştirilmiş gerici bir politik projedir.[7] Kimlik politikasının
birçok farklı yönü mevcuttur. Ben, burada birkaçına değinmekle yetineceğim:
1.
Kimlik politikası, tarihsel materyalizmin enternasyonalist geleneğini sinsice yürüttüğü
işlem dâhilinde yanlış takdim eder ve onun ezilen ırkların kurtuluşu, kadınların
özgürlüğü, cinsel özgürleşme gibi konu başlıklarıyla ilgisi bulunmayan bir düşünce
olduğunu söyler. Oysa bu geleneğe dair bir şeyler okumuş olan herkes, bu
tespitin kategorik olarak yanlış olduğunu bilir: Engels, kadınların özgürleşmesinin
genel özgürleşme sürecinin bir ölçüsü hâline gelmesi gerektiğini söylemiştir.
Marx, ABD’de köleliğin kaldırılmasını şiddetle savunmuş, ulusal kurtuluş
fikrine bağlı olan Lenin, kadınlara eşi benzeri görülmemiş haklar veren bir devrime
öncülük etmiştir. Clara Zetkin, kadınların özgürlüğünün sosyalist bir devrimle
kendilerine maddi güç ve yetki verilmesine ihtiyaç duyduğunu tespit etmiş,
Daniel Guérin, lubunyaların özgürlüğü ve proleter devrimin kesişmesi
gerektiğini savunmuş, Thomas Sankara, açık bir dille, ulusal kurtuluşu,
ırkçılık karşıtlığını ve kadınların özgürlüğünü birbirine bağlamıştır. Liste
uzar gider; burada yer darlığı sebebiyle, Marksizmi kaba ve indirgemeci olmakla
eleştirenler dâhil tüm okurları, Domenico Losurdo’nun Class Struggle [“Sınıf
Mücadelesi”] isimli çalışmasını okumalarını tavsiye etmekle yetineceğim.
Kimlik
politikası, kendisini temsil edilmeyen kimlikleri tanımaktan ibaret olan,
alabildiğine yeni ve gelişkin bir toplumsal proje olarak sunar, bir yandan da
sosyo-ekonomik açıdan alt konumlarda bulunan belirli grupları üretip, varlıklarını
idame ettiren maddi güçlerle ilgili her türden ciddi değerlendirmeyi, “eski kafalılık”,
“kabalık” veya “indirgemecilik” olarak yaftalayıp yerden yere vurur.
2.
Kimlik politikası, sömürgeci ve ırkçı olan kapitalist sistemin tarihsel
ürünleri olan ırksal ve kültürel kimlikleri şeyleştirip öze yerleştirir,
böylece, tüm faaliyetiyle, yapabileceğimiz en iyi şeyin ideolojik bir inşadan
ibaret olan kimlikleri tanımak, el üstünde tutmak, hatta fetişleştirmek
olduğunu söyler.
3.
Kimlik politikasının derdi, kolektif antikapitalist örgütlenme pratiklerini kapitalist
sisteme asla tehdit teşkil etmeyecek, kişilerarası pratiklere dönüştürüp
parçalamak suretiyle, “eleştiri”nin, hatta politikanın niteliğini yeniden tanımlamaktır.
Bu faaliyeti, ırkçı liberalizm ve şirket yanlısı çokkültürcülükle uzlaşmayı,
aynı zamanda maddi dönüşümler karşısında sembolik tavırlar almakla övünmeyi ihtiva
eder.
4.
Kimlik politikası, muktedir sınıfın, zulmün belirli biçimlerine karşı yürütülen
mücadeleleri, farklı zulüm biçimlerinin daimi kılınmasını mümkün kılan maddi
sistemleri dönüştürme gayretlerinden kopartmak için başarıyla kullandığı bir
silâha dönüşmüştür (ABD’de Demokratlardaki “ırkçılık karşıtlığı” bu konuda iyi bir
örnek sunmaktadır). Aynı zamanda kimlik politikası, solun bölünmesinde, onun faaliyetlerinin
birbirinden kopuk kimlik grupları dâhilinde tefrik edilmesinde ve düzene
başkaldıran toplumsal hareketlerin şirketlerin fonladıkları STK’lar
aracılığıyla teslim alınmasında etkili bir güç hâline gelmiştir.
Şunu
da not etmekte fayda var: Kimlik politikası, Amerikan akademisinde öne çıktıkça,
düşünsel besinini en çok da Fransız teorisi okuyan mahfillerden edindi (burada
daha çok Foucault, Derrida, Kristeva, Deleuze, Lacan gibi isimlerle tanımlı
olan küresel teori endüstrisinin ürünlerini kastediyorum). Fransız teorisinin
söylemin analizi adına sırtını tarihsel materyalizme dönmesi ve farklılığa
dönük ahlakî kaygısı, bu gerici politikaya fikrî derinliğe dair bir imaj, kimi
zaman da söylemlerle yapılan havai fişek gösterisinin sisi ve göz boyaması ile
varmış zannedilen radikal bir anlayış temin etti.
Kimlik
politikasının ve Fransız teorisinin küresel kapitalizm koşullarında hâkim bilgilenme
aygıtı dâhilinde bu kadar çok pazarlanıyor oluşu, ikisinin de sisteme tehdit
teşkil etmediğine dair net bir gösterge olarak görülmelidir. Kimlik politikası
ve Fransız teorisi, esasen benim “düzene radikal şifa sunma pratiği” dediğim sürece
yön veren asli düşünsel güçlerdir. Burada ben, radikallik görünümünün nasıl
üretildiği üzerinde duruyorum. Bu pratik, simgelere dayalı anlamlandırma sistemlerini
içeriyor. Bu olabildiğince ve gereğinden fazla karmaşık olan sistemler yüzünden
birçok insan, kendilerinin fiiliyatta sosyo-ekonomik mücadelelerden nasıl kopartıldıklarını
bir türlü anlayamıyor. “Her şey simgeden ibarettir, öz diye bir şey yoktur”
lafını ana slogan olarak belirleyen kimlik politikası ve Fransız teorisi,
komünizm fikrine karşı tüm dünyada verilen fikir mücadelesine muazzam bir katkı
sunmuştur.
Liberalizm
ve Faşizm
Foucault
ile ilgili makalemle aynı zamanda yayımlanan dört makalelik yazı dizisinde, liberalizmle
faşizm arasındaki ilişkiye dair detaylı bir değerlendirme sunmuştum.[8]
Özetlersek; yazılarda da dile getirildiği biçimiyle, liberalizm, faşizmi
durduracak siperi asla inşa edemez. Bilâkis, yirminci yüzyılın başlarında
İtalya ve Almanya’da geliştirilen politik projeler anlamında “klasik faşizm”,
tam da burjuva demokratik düzen denilen sistem içerisinde iktidara geldi. Sanayideki
büyük sermaye sahiplerinin finansal desteklerini arkasına alan Mussolini ve
Hitler, küçük burjuva kitle tabanını milliyetçi, sömürgeci ve antikomünist bir
zemin üzerinden harekete geçirmek amacıyla, o döneme ait propaganda yöntemlerini
kullandı. İki isim de kendi ülkelerindeki hukuk kurallarına uygun işleyen bir
süreç dâhilinde iktidara geldi. İkisi de işçi sınıfına ait örgütleri ezip,
büyük sermaye adına fetih amaçlı sömürgeci savaşlar başlatmak suretiyle,
üstlendikleri işi yapmaya koyuldu. Başlattıkları en önemli savaşsa “Uzak Doğu’da
Bolşeviklere karşı başlattıkları savaştı.
Bahsini
ettiğim makalelerde ben, Nazilerin ve faşistlerin savaşın sonunda tümüyle mağlup
edilmediklerini söylüyorum. Liberal olduğu söylenen temsilî demokrasinin kılıfı
ardında faaliyet yürüten ABD Ulusal Güvenlik Bakanlığı fiiliyatta, İkinci Dünya
Savaşı sonrası komünizme karşı dünya genelinde yürütülen beynelmilel savaşta
binlerce faşisti işe alıp onları yeniden sahaya sürdü.
Nihayetinde
Foucault’nun asarı, tam da bu tarihsel bağlam içine yerleştirilmelidir. Savaş
sonrası Fransa, küresel hegemon hâline gelen ABD için en önemli ideolojik savaş
sahalarından biridir. Ülkenin Nazilerle kurduğu işbirliğine bağlı olarak sağ,
önemli ölçüde itibarsızlaşmış, Nazilerin komünistler tarafından yenilmesi ile
birlikte ülkede aydınlar, savaşın ardından Marksizmi benimsemişlerdi. Bu
noktada, Batı Avrupalı aydınları, bilhassa Fransa ve İtalya’da Marksizmden
uzaklaştırmak adına, Amerikan Ulusal Güvenlik Bakanlığı, farklı düzeylerde,
muhtelif yöntemlerle kesintili ilerleyen, ama zora başvurulan sürece müdahale
etme görevini üstlendi. Fransız teorisi geleneği içerisinde yer alan, kendi kuşağına
mensup diğer aydınlarla birlikte Foucault, bu süreçte önemli bir rol oynadı. Dolayısıyla,
bu aydınların küresel teori endüstrisi tarafından “radikal” düşünürler ve
dünyada her bir teorisyenin mutlaka okuması gereken öncü aydınlar olarak
pazarlanması, kimseyi şaşırtmamalı. Bu isimlerin devrimci projeden mahrum olan,
söylem üzerine kurulu “eleştiri”leri, fiiliyatta dünyayı değiştirme işine
soyunmuş tehlikeli teorilere karşı faydalı bir panzehir olarak görüldüler.
Eşitlik
ve Özgürlük
Eşitlik
ve özgürlük arasında kurulan karşıtlık, uzlaşmaz çelişkileri yanlış ele alan
ideolojinin bir ürünüdür. Bu karşıtlıkla ilgili fikri daha çok, kapitalizmle komünizm
arasında süren eski savaş yanında, soğuk savaş denilen süreç besledi. Komünizm,
sosyo-ekonomik eşitlik üzerinde dururken, kapitalizm ona karşıydı. Dolayısıyla,
kapitalizm yanlısı aydınlara, kapitalist sistem adına bir bayrak gibi
sallanacak, bir değer bulmak gibi, ifa edilmesi imkânsız bir görev verildi. Bu insanlar
“özgürlük” kavramını önerdiler, zira sosyalizm kendisini, muktedir sınıfın
mülksüzleştirme, köleleştirme, sömürme ve kâr adına yaşama imkânlarına dair
koşulları ortadan kaldırma özgürlüğünü ifade eden hür teşebbüsün elindeki
özgürlüğü ortadan kaldırmaya adamıştı. Dahası, işçi-emekçi kitleleriyle
ilişkisi konusunda muktedir sınıfın elindeki medya, kültür ve eğitim denilen aygıtların
yürüttüğü ideolojik kampanya, şu konuda gayet tutarlı ve açık sözlüydü: Kampanya
dâhilinde, anlamlı olan her yoldan özgürlükten istifade etmek için gerekli olan
maddi kaynaklar, işçilere-emekçilere haram edilirken, bir yandan da (ilkesel
olarak) onların özgür oldukları, tekrar tekrar dile getiriliyordu.
Eşitlik-özgürlük
arasında yanlış bir biçimde kurulan karşıtlık, şu gerçeği gizliyor: kişinin
biçimsel özgürlüğünü somut gerçeklik hâline getirmesi için gereken güç ve maddi
kaynaklar yoksa özgürlüğün de bir anlamı yoktur. Örneğin, temelde ben, ABD
başkanı olma özgürlüğüne sahibim. Ama muktedir sınıflar ve politik elitlerle
derin bağlara sahip bir milyoner olmadığım için bu “özgürlük”, ondan asla
yararlanamayacak olmam sebebiyle, hiçbir anlama sahip değildir. Walter Rodney, bu
gerçeği dikkat çekici bir yalınlıkla dile getiriyor: “1917 sonrasında Sovyetler
Birliği’nde özgürlükler alanı genişledi, çünkü gerçek özgürlük, kültürel ve
ekonomik eşitliğe dair bir işti.”[9]
Gabriel Rockhill
1 Şubat 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Gabriel Rockhill, “Foucault: The Faux Radical,” 12 Ekim 2020, Salon (erişim tarihi: 26 Kasım 2020). Türkçesi: İştiraki.
[2]
Can Uğur’la yaptığım mülâkat Sol Siyaset sitesinde yayınlandı (erişim tarihi: 25
Ekim 2020). Dag Eivind Undheim Larsen’in “Kaller Foucault ‘falsk radikal’” başlıklı
makalesi, Klassekampen sitesinde 22 Kasım 2020
tarihinde yayınlandı. (erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Bu makale, “Gabriel
Rockhill Talks to Dag Eivind Undheim Larsen: Foucault ‘a Faux Radical’” [“Gabriel
Rockhill Dag Eivind Undheim Larsen’le Konuşuyor: ‘Çakma Radikal’ Olarak Foucault”]
adıyla, İngilizce olarak da yayınlandı. Çeviren: Anders M. Gullestad, 22 Aralık
2020, Philosophy World Democracy (erişim tarihi:
25 Ocak 2021).
[3]
Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of
Dismantling the Cultural Left,” The Philosophical Salon of the Los Angeles
Review of Books, (28 Şubat 2017): Salon (erişim tarihi: 25 Ekim 2020). Türkçesi: İştiraki.
[4]
Bkz.: Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is ‘Immoral,’” Saturday Evening
Post (20 Mayıs 1967).
[5]
Directorate of Intelligence, “France: Defection of the Leftist Intellectuals” (Aralık
1985), CIA (erişim tarihi: 25 Ekim 2020).
[6]
A.g.e.
[7]
Bazen başka isimlerin ardına saklanan kimlik politikasına dair sağlam
değerlendirmeler için Barbara ve Karen Fields, Barbara Foley, Adolph Reed Jr. ve
William I. Robinson’ın çalışmalarına bakılabilir. Örneğin Robinson şunları
söylemektedir: “Ezilenlerin hiçbir mücadelesi, organik aydınlar olmaksızın
yürütülemez. Bu sebeple, aydınların ihaneti önemli bir meseledir ve hikâyenin
ciddi bir kısmını teşkil etmektedir. Altmışlarda ve yetmişlerde verilen kitle mücadeleleri,
bu kitle mücadelelerinin radikal ajandalarına başta bağlı olan, ezilen
örgütleri gibi örgütler içerisinde çalışmış kişilere meslek sahibi kesimlerin
ve elitlerin safına katılmak için gerekli zemini sundular. Akademide bu tür
mücadeleler sayesinde sınıfsal arzularını kimlik politikası ve postmodern
anlatılar dâhilinde ifade etmeye başlayan yeni entelektüel küçük burjuvazi için
gerekli alanı açtılar. Bu entelektüel küçük burjuvazisi geliştirdiği sınıfsal proje
dâhilinde sınıf meselesini kenara attı ve kimlik politikasını öne çıkarttı, öte
yandan, bilhassa emperyalist ülkelerde, dünyanın kuzeyinde birçok toplumsal
hareketi istila etti. Bu tür anlatılar, tüm bir genç kuşağın bilincini ve
anlayışını biçimlendirdi, o gençleri, “sermayenin küreselleştiği momentte Marksist
kapitalizm eleştirisini benimsemekten alıkoydu.” (William I. Robinson, “The
Betrayal of the Intellectuals,” a contribution to the forum Planetize the
Movement!, Nisan 2020, Great Transition Initiative.
[8]
Bu makaleler sırasıyla şu şekilde: “Fascism: Now You See It, Now You Don’t!,”
12 Ekim 2020, CounterPunch; “Liberalism and Fascism:
Partners in Crime,” 14 Ekim 2020, CounterPunch [Türkçesi: İştiraki; “The U.S. Did Not Defeat Fascism
in WWII, It Discretely Internationalized It”, 16 Ekim 2020, CounterPunch; “Liberalism & Fascism:
The Good Cop & Bad Cop of Capitalism,” 21 Ekim 2020, Black Agenda Report (hepsinin erişim
tarihi: 25 Ekim 2020). Bu makalelere dair kısa bir değerlendirme için Chris
Hedges’ın On Contact programında benimle yaptığı mülâkata bakılabilir (erişim tarihi: 25
Ocak 2021).
[9] Walter Rodney, The Russian Revolution: A View from the Third World (Londra: Verso, 2018), s. 184.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder