EMEP, EHP, Halkevleri, HDP, SMF, TİP ve TÖP, hep
birlikte, “Hafıza, Hakikat ve Hesaplaşma Konferansı” başlıklı çalışmaya
imza attılar.[1] Konferansta sağlığın hakikatini, örtük olarak, “tekeller
olmasa, bilim ilerleyemez” diyen, ilâç tekellerinden destekli, çıkar çatışmalı
raporlar hazırlayan bir doktor dillendirdi. Bu açıdan, tüm bu örgütleri
toplasak, Fetihtepe’de “Ampulümüzü söndürenin ampulünü söndüreceğiz” diyen
kadının tırnağı etmeyeceğini görmek gerek. O kadının öfkesi, tüm o sol
örgütlerden daha hakiki.
Çünkü bu örgütler şahsında sol, o mahallede esasen
kentsel dönüşümden ve o dönüşümün sahibinden yana. Çünkü sol, sermayeye ve
devlete hizmet edebildiği ölçüde varolabildiğini gördü, öğrendi, bilince
çıkarttı. Bu sebeple, kentsel dönüşümü istiyor, en fazla, eylemlere katılarak,
yürüyen pazarlıkta pay sahibi olmaya çalışıyor. O mahalleden bir mekân
kopartmayı kâr olarak görüyor. O buldozerler ve sahipleri gibi sol da o
mahalledeki emekçi halkı hor ve küçük görüyor. Halkın iradesinden korkuyor.
Meselâ hayat pahalılığı, solun derdi değil. Çünkü
“pahalılık olsun da şu fakirler benim alabildiklerimi alamasınlar, bir
özelliğimiz olsun canım” diyen, pahalılık karşısında içten içe sevinen orta
sınıfın eline geçti sol. Özel olmakla özne olmak, sol şahsında birleşti. Genel,
kamusal, müşterek olan her şeyi alaya almak, kanıksandı.
Bu sebeple, Korkut Boratav[2] ve Kansu Yıldırım[3]
gibi isimler, yalan söylüyorlar. Bu isimlerin mensup oldukları örgütler,
pandemi sürecinde devlete ve sermayeye destek sundular. Halkın kontrolü,
disiplini, terbiye edilmesi konusunda devlet ve sermaye tarafından kendilerine
verilen görevi yerine getirdiler. Kurye sayısının arttığı sürece destek
sundular, sonra “o kuryeler, bizim sayemizde arttı, onları biz örgütleyeceğiz,
aidatlarını biz yiyeceğiz” dediler. Pandemi krizi ile ekonomik krizi yöneten
sermaye, solu bu tür isimlerle birlikte örgütledi. Onlar, ellerini yıkadılar,
aşı oldular, maske taktılar, eve kapandılar. Birey olarak hareket ettiler,
kolektif, kitle, halk olarak hareket etmek isteyene düşman kesildiler, onlara
küfrettiler. Yaşanan ekonomik, toplumsal dönüşüme ses çıkartmadılar. “Parayı
benim senin cebinden alıp çarklar dönsün diye sermayeye veren strateji”ye[4]
tek laf etmediler. O dönüşüme yönelik itirazları “düz dünyacılık”, “komploculuk”,
“bilim düşmanlığı” olarak yaftalayıp, bir yerlere işmar ettiler. Sınıfsız bir
yerden ele aldıkları “toplumsal dayanışma” miti önünde eğilip durdular.[5]
Sınıflardan ari, azade bir toplum kurgusuyla, ona uygun burjuva bir anlayış
olan “yurttaş” kimliğiyle hareket ettiler. Hiçbir vakit proleter
olamadılar.
Düzenledikleri hakikat panelinde ve medyalarında
“evet, aşı minnacık bir pıhtıya sebep oluyor, ama bunun önemi yok” diyen
doktorlara kulak verdiler. Sürekli ilâç ve aşı şirketlerinin reklâmını yapan,
tüccarlıkla hekimliği birleştiren isimleri baş tacı ettiler. O pıhtı ve o ilâç
yüzünden örgütler, yoldaşlarını kaybettiler, bu gerçeği bildikleri için onları
sessizce gömdüler. Yıldızlararası devridaime teslim ettiler. Ama onların
katiline selam durmayı ihmal etmediler. Aslolan, “yurttaş”ın ve “toplum”un
ilerlemesiydi. Burjuvazinin mevzileri idi.
Bu örgütler, Zafer Partisi üzerinden yükselen
milliyetçilik dalgasına, ancak AB’nin emriyle karşı durabildiler. Yalandan
Arapça bildiri dağıttılar, ama diri diri yakılan mülteci işçilere ses
çıkartmadılar. Yönettikleri sendikalar, bu konuda tek laf etmediler. Tek
dertleri, “mülteciler, sığınmacılar AB’ye hücum etmesin, AB’nin kılına zarar
gelmesin”di. AB ile Türk devleti arasındaki anlaşmanın alt maddesinde, illaki
sosyalistlerden de bahsediliyordu. “Mülteci” panelleri, bu yüzden düzenlendi.
Birilerinin buradaki öfkeyi kontrol altında tutması gerekiyordu.
Zafer Partisi ise el yükseltti, çünkü devlet,
Suriye’nin kuzeyine harekât düzenlemeyi, burada binlerce konut inşa etmeyi
planlıyordu. Bu gerçek karşısında herkes sustu. Suriye’nin işgali karşısında
tüm sol örgütler dilsizleşti, hatta dolaylı/doğrudan o işgale ortak oldu.
Bugün Rojava’da savaşan kimi isimlere Ukrayna’daki
savaşta rastlıyoruz. TKP dâhil sol örgütlerin ikircikli bir tutum sergilemesi,
NATO, AB ve ABD yanlısı pozisyon alması, belki de solun bu tür bağlarıyla
alakalı. Üçünden bağımsız nefes alabilen sol örgüt yok demek ki. Bu sebeple,
“sosyalist göç politikası” geliştirdiklerini iddia ettiler.[6] Rojava’dakiler
en azından dürüst, baştan beri Zelenski’yi destekliyorlar. Çünkü orada,
birlikte savaştıkları Neonaziler var! Çünkü onlar biliyorlar ki AB ve ABD
olmasa, bilim ilerlemez!
Sol, halktan intikam alma, ona diz çöktürme
operasyonunun parçası hâline geldi. Orta sınıf şefler, ilerleme, aydınlanma,
Batılılaşma pratiğine asker edildiler. AKP bahanesiyle dün eleştirilen her
konu, politikayı ve ideolojiyi ele geçirdi. Popülizm, alt-right
eleştirileri, solu sermayeye ve devlete zincirledi.
Pandemi süresince devletin ve sermayenin operasyonuna
ortak olan sol, bugün varlığının bir anlamı kalmayacağı korkusuna kapılıp, o
küfrettiği halkın üzerine hücum ediyor. Tek kurtuluş olarak gördüğü seçim için
ön çalışma yürütüyor.
Kentsel dönüşümün kültürel ayağını semtevi ve halkevi
pratikleri ile örgütleyen sol, evleri yıkılan halkın öfkesini zerre anlamıyor.
Orada keman çalıp şarap yudumlayacağı mekânlar açmanın hayalini kuruyor. 2.500
lirayla geçinmenin hesabını yapanlara, burjuva hayatları tattırmayı, o halkı bu
tatlarla kandırmayı planlıyor. Sol, o mahallelere ancak devletin ve sermayenin
ajanı olarak girebileceğini iyi biliyor.
Başta aktardığımız, “tekeller olmasa, bilim
ilerleyemez” cümlesi, solun siyasetinin özetini veriyor. Burada tekeller yerine
bazen ABD, bazen de AB kullanılıyor. Kadrolar, bilim dininin müritleri hâline
getiriliyorlar. Böylelikle emperyalizmle ve devletle ilişkiler, bir açıdan
normalleştiriliyor. O ilişkiler, “kutsal bilim suyu”na daldırılıyor. İlerlemek,
mevki elde etmek isteyenler örgütlendiği için, bu gidişata kimse ses
çıkartmıyor. İlerlemeye karşı çıkanlar, bilim düşmanı ilân ediliyorlar. “Varolan
düzeni yıkalım, ezilenin sömürülenin iktidarını kuralım” diyenler, bir bir
tasfiye ediliyorlar.
Herkes, HDP ve CHP kazığına bağlanıyor. Buradaki
kurullara hizmet veren birer diplomata, teknokrata ve bürokrata dönüşüyor.
Twitter, bu isimlerin makam ve bilgi yarıştırdıkları lunapark hâline geliyor.
Korkut Boratav, Kansu Yıldırım gibi isimlerdeki
bilginin gerçekte bir karşılığı yok. Bunlar, “işçi sınıfının milli gelirdeki
payı düştü” derler, ama o payın azaldığı sürece ve işlemlere açıktan destek
olurlar. “Evde oturalım, yemeğimiz ayağımıza gelsin” derler, sonra “servet
transferi gerçekleşiyor” diyenlere komplo sopasını gösterirler. Çünkü bugün
“akademi (teori), medya (ideoloji) ve meclis (politika) denilen üç karakol”[7],
solun pratiğini tayin ediyor.
Sol, yoksul halkı oyalama, kandırma, kontrol etme
görevi sebebiyle varolabildiğini biliyor. Bu görevi bir biçimde ifa etmek
zorunda. O nedenle, bahsini ettiğimiz isimleri sahaya sürüyor, sanki yoksuldan,
emekçiden, işçiden yanaymış gibi görünmesini sağlayacak yazılar yazdırtıyor.
Perde gerisinde ise sendikalar, odalar ve AB fonları üzerinden gelen emirlere
uyuyor. Evi yıkılan emekçi kadının öfkesinden en çok da sol şefler korkuyor.
Tekeller mevzi elde ediyor, bilim ilerliyor, o bilime
uygun sol ideoloji üretiliyor. Bugün sol örgüt bürolarında, yoksul emekçi halkı
cırcır böceği, solucan yemeye nasıl ikna edeceklerini tartışıyorlar.
Cinsiyetsiz sermayeye uygun, cinsiyetsiz bireylerin nasıl imal edileceği
konusunda kafa patlatılıyor. Tüm günahın yüklendiği karbon elementini imha
etmek için yeşil öneriler geliştiriliyor. Sol örgütler, devrim ocakları
olmaktan çıkıp, basit birer AB kurulu, CHP masası, üniversite açılışlarındaki
şirket tanıtım standı ve sermayeye işmar eden üniversite kulüpleri hâline
geliyor.
Bu koşullarda sol, toplumsal dayanışma, bilim,
yurttaşlık gibi sınıf dışı mitlere sarılıyor. Çünkü görevinin her şeyi sınıf,
devrim ve iktidar dışı bir alana taşımak olduğunu biliyor.
Kaypakkaya, “İfade Tutanağı”nda, 15-16 Haziran
olaylarının devrimcilere “gerçek gücün işçi köylü yığınları olduğunu ve onlara
dayanmaksızın gerçek bir devrimin başarılamayacağını” öğrettiğini söylüyor.[8]
İşçi kıyamının sınıflılığı gösterdiğinden bahsediyor.
Fetihtepe gibi olaylar ise bugün bu bilinci silmek,
burjuva siyasetine ait basit bir malzeme hâline getirmek için ele alınıyorlar.
Sol, sınıfı, devrimi ve iktidarı çağrıştıran, imleyen, işaret eden her şeyi
tasfiye etmeyi iş belliyor. O nedenle, sınıf ve sınır dışı bir alana kaçıp
duruyor. O alanda olmayı satıyor. O alana kadro örgütlüyor. Solcu olmak, o
cennet mekâna göre tanımlanıyor. Devrimci, komünist, proleter vs. sınıfı,
devrimi ve iktidarı anımsattığı için, kâfir ilân edilip dışlanıyor.
Devrim bir zorunluluksa, o, ancak sola rağmen ve sola
karşı gerçekleşebilir. Bu sol, devrimin ayaklarındaki prangadır.
Eren Balkır
10 Haziran 2022
Dipnotlar:
[1] “Hafıza, Hakikat ve Hesaplaşma Konferansı”, 2 Haziran 2022, Evrensel.
[2] Korkut Boratav, “Milli Gelir Büyüyor; Ücretliler
Kaybediyor”, 10 Haziran 2022, Sol.
[3] Kansu Yıldırım, “Mutlak Artık Değer
İmparatorluğu”, 11 Kasım 2021, Umutsen.
[4] Kansu Yıldırım, “Kriz”, 10 Haziran 2022, Twitter.
[5] Yankı Yazgan, “Salgın Toplumsal Dayanışma
Modelleri Üretebilir”, 15 Mart 2020, Birgün.
[6] Ercüment Akdeniz, “Göç Politikamız Ne Olmalı”, 25
Temmuz 2021, Evrensel.
[7] Eren Balkır, “Karakol”, 19 Aralık 2020, İştiraki.
[8] İbrahim Kaypakkaya, “İfade Tutanağı”, 21 Nisan 1973, İştiraki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder