Pages

28 Mayıs 2022

Fusako Şigenobu: Ucu Açık Devrim


21,5 yıllık hapis hayatının ardından Fusako Şigenobu, bir ay sonra hürriyetine kavuşacak. Kızı May Şigenobu’dan bu vesileyle annesini anlatmasını istedik. Annesini enternasyonalist dayanışmanın timsali olarak takdim eden May Şigenobu, yazısında Japon Kızıl Ordusu’nda önemli sorumluluklar almasını sağlayan faaliyetlerinden ve Filistin kurtuluş mücadelesinde aktif rol üstlenmek için Beyrut’a gidişinden bahsediyor.

* * *

8 Kasım 2000 günü soğuk ama güneşli bir sabaha uyandık. Beyrut’taki üniversitede arkadaşlarımla sohbet ediyor, ilk derse girmeye hazırlanıyordum. O sırada telefon çaldı. Telefondaki kişi, şifreli bir ifadeyle, “ailen iyi mi?” diye sordu. Bu, hiç de yabancı olmadığım sesin söylediklerinden sonra birden, ailemden birinin başına bir şeyler geldiğini düşündüm. Ne kadar çabalasam da ne derslere kulak verebildim ne de arkadaşlarımın sözlerine. Sonunda içimi kemiren kaygıya teslim oldum ve haber kanallarından bir şeyler öğrenmek için eve koştum.

Aceleyle televizyonu açtım. Gözlerimi ayırmadan, uydudaki tüm haber kanallarını dolaştım. Sonra, o en çok korktuğum resim belirdi ekranda. Japon Kızıl Ordusu’nun lideri olan annem tutuklanmıştı.

Yaklaşık bir ay annem gözaltında tutulup sorgulandı. Bu tutukluluk süresince annem kaldığı hücrede, anne kız birlikte yaşadığımız gizli hayatımızı anlatan, iki yüz sayfalık bir rapor kaleme aldı. Bu sayede, 27 yıl boyunca belgesiz ve devletsiz bir kişi olarak yaşadıktan sonra, Japon yurttaşlığı hakkını kazanabildim. Sonrasında bu rapor, Seni Doğurmaya Bir Elma Ağacının Altında Karar Verdim (2001) adıyla kitap olarak yayımlandı. Devamında annem, hapishanede başka kitaplar da kaleme aldı.


Fusako Şigenobu, 28 Eylül 1945 günü Tokyo’nun Setagaya semtinde dünyaya geldi. Aynı ay içerisinde Japonya, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ardından, ABD ordusuna teslim oldu.

Fusako, sıradan bir çocukluk yaşadı. Yoksulluğun kıskacındaki Japonya’da yaşayan bir ailenin dört çocuğundan üçüncüsüydü. Ailesi, eğitimli ve imtiyazlı bir aileydi. Babası, I. Dünya Savaşı sonrası Budist tapınak okullarında gönüllü öğretmen olarak çalışmış, sonrasında Japon İmparatorluğu Ordusu’na asker olarak alınmıştı. Baba, orduda Japonya’nın Asya’da genişleme amacıyla gerçekleştirdiği savaşların rantını yiyen, vurgunculuk yapan politik elitlere karşı isyan etme hazırlığı içerisindeki milliyetçi subaylar grubuna katılmıştı. Ardından, baba, bu gruba girdiği için cezalandırılıp o dönem Japon sömürgesi olan Mançurya’ya sürgüne gönderildi. Fusako’nun çocukluk döneminde babasının milliyetçi faaliyetleri tüm ağırlığını günbegün hissettirdi, neticede Fusako, siyasetten uzak durdu.

Liseden mezun olduktan sonra Fusako, Kikkoman ismindeki bir çokuluslu şirkette çalışmaya başladı. Ömür boyu çalışacağı bir işe girmiş olan Fusako, beyaz yakalı olarak ülkesindeki imtiyazlı kesimin bir üyesi hâline gelmişti. Ama onun bu şirkette çalışmasındaki asıl amaç, üniversiteye gitmekti. Akşamları işe, gündüzleri okula giderek, hem politik ekonomi hem de tarih bölümünü bitirdi.

Meiji Üniversitesi’ne girdiği gün Fusako’nun hayatındaki olağan akış kesintiye uğradı. Okulda eğitim ücretlerindeki ani artışı protesto etmek için gerçekleştirilen bir oturma eylemine katıldı. Hem çalışan hem okuyan bir genç olarak bu eylem, onun hayatını doğrudan etkiledi. O günden sonra öğrenci eylemleri içerisinde yer almaya başladı. Bu eylemlerin ardında, ilk başlarda kampüs içi meselelerle, işçi haklarıyla ve yoksullukla ilgili çalışmalar yürüten, ama sonrasında Vietnam savaşı karşıtlığını, Japonya-ABD arasında imzalanan güvenlik anlaşmasına yönelik itirazı, aynı zamanda küresel anti-emperyalizmi ve antikapitalizmi esas alan radikal yeni sol aktivizme evrilen Zengakuren [Tüm Japonya Öğrenci Özyönetim Dernekleri Federasyonu] isimli öğrenci dernekleri birliği vardı. 1969’da Fusako, Kızıl Ordu Fraksiyonu’na (RAF) girdi. Örgüt içerisinde hızla yükselen Fusako, Uluslararası İlişkiler Bürosu başkanı oldu.

1970 yılında, tüm dünya genelinde herkesin Amerika’nın Vietnam’da yürüttüğü savaşa odaklandığı bir dönemde Fusako, Japonya’da bulunan bir Arap ile tanıştırıldı ve ondan İsrail yerleşimci sömürgeciliğine ve işgaline karşı Filistinlilerin verdiği mücadele hakkında bilgiler aldı. Bu kurulan ilişki, her şeyi değiştirdi. O günden sonra Fusako, hayatını Filistin mücadelesine adamaya karar verdi. Lübnan’da Filistinlilerle dayanışma ilişkileri kurdu, Japonya’daki dostlarına ve yoldaşlarına hangi alanda mahir olurlarsa olsunlar, Filistin’le dayanışma içerisine girmesi çağrısında bulundu.

Japon Kızıl Ordusu, Japonya’da ve başka ülkelerde yürüttüğü silâhlı mücadele ve dünya genelinde kapitalistlerin ve emperyalistlerin çıkarları aleyhine olan askerî operasyonlarla biliniyor. Bu operasyonlar, çoğunlukla insan kaçırma ve rehin alma biçimini aldı. Ama örgütün insanî yardım, sanat ve halka destek pratiklerini esas alan çabalar aracılığıyla Filistin halkıyla tutarlı ve etkili bir dayanışma ilişkisi kurduğunu bilen pek kimse yok.

Fusako, ilkin gidip, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin halkla ilişkiler bürosu olarak kullanılan Hedef dergisinin bürosunda, yayın yönetmeni Gassan Kenefani ile birlikte çalışmaya başladı. Yaptığı çalışmalarla Japonların Filistin davasına sunduğu desteği artırmaya, bunun için Lübnan’da sahada olan biten konusunda Japon solcuları bilgilendirmeye çalıştı. Ayrıca Fusako, Lübnan’a gelen Japon gönüllülere gerekli lojistik desteği sundu, onlarla ilişkiye geçecek Filistinlilerle Japon gönüllüler arasındaki bağı kurdu.

Mülteci kamplarında klinik açmak amacıyla bazı Japon doktorlar Lübnan’a gittiler. Bazıları buralarda akupunktur eğitimi verdi. Bu çalışmalara ressamlar, tiyatrocular ve yazarlar katıldı. Bu yazarlar, Kenefani gibi önde gelen Filistinli yazarların yazılarını tercüme ettiler veya onlarla ilgili yazılar kaleme aldılar. Japon Kızıl Ordusu bugün kimi STK’ların yürüttükleri işlerin sorumluluğunu üstlendi. Onu STK’dan ayıran temel husus ise sahip olduğu ideolojiydi ve tüm bu işleri gönüllü olarak yapıyor oluşuydu.

Sonrasında yeraltına çekilmek zorunda kalsalar da birçok Japon, Kızıl Ordu’nun çalışmalarına ve onun tıp, sanat, kültür, medya ve edebiyat gibi alanlarda dayanışma amaçlı yürüttüğü çalışmalara gizli ya da açık desteklerini sunmaya devam etti.

Fusako, 1972 yılında FHKC’nin Lydd havalimanında düzenlediği operasyondan kısa bir süre sonra yeraltına geçmek zorunda kaldı, çünkü eyleme üç Japon da katılmıştı. Bu eylem sayesinde İsrail hükümeti de FHKC’nin Wadie Haddad liderliğinde gerçekleştirdiği eylemlerde Japon eylemcilerin de yer aldıklarını öğrenmişti. Artık tüm Japon devrimcilerinin İsrail devletinin suikast listesine girme ihtimali mevcuttu.

İnterpol’ün Fusako ile ilgili olarak hazırladığı tutuklama müzekkeresi, esasen FHKC’nin 1974’te Japon gönüllülerle birlikte gerçekleştirdiği dış operasyonlardan birinde, Lahey’deki Fransız büyükelçiliğinde rehin alınan kişilerden birinin, bir eylemcinin Fusako olduğuna dair iddiasını temel alıyordu. Sonrasında bu tanığın yanlışı ortaya çıkmasına rağmen, İnterpol’ün müzekkeresi yürürlükte kalmıştı.

Ama aslında Fusako Japonya’da tutuklandığında, ilk başta, iki kez sahte pasaport hazırlamakla suçlandı. Savcı, sonrasında onu daha uzun süre hapiste tutabilmek için Lahey operasyonunu gündeme getirdi. Altı yıl süren (2001-2006) mahkeme boyunca, savcı hiçbir somut delil öne süremedi, bunun yerine, suçlamalarını eski Japon Kızıl Ordusu üyelerinin sorgulanması neticesinde alınan ifadelere dayandırdı. Hâkim karşısına çıkan iki tanık, bu ifadelerin kendilerine zorla imzalattırıldığını ve imzalamaları konusunda kendilerine şantaj yapıldığını söyledi.

Annem, doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yer almadığı bir operasyon üzerinden suçlandı ve yirmi yıla mahkûm edildi. Ama hapiste 21,5 yıl kaldı. Üstelik bahsi edilen operasyonun gerçekleştirildiği dönem Haddad ile birlikte çalışan Leyla Halid gibi isimler de annemin operasyonla bir alakasının bulunmadığını söylemişlerdi. Eyleme katıldığına ilişkin elde somut hiçbir kanıt olmamasına rağmen hâkim, “taksirle adam öldürme teşebbüsü”nün bulunduğuna hükmetti.

Altı yıl süren davanın neredeyse tüm duruşmalarına katıldım, mahkeme salonunda onca gazeteci ve muhabir gördüm, ama buna rağmen mahkeme sürecinin çok az haberi yapılabildi. Fusako, “komplo kurma ihtimali” suçundan yargılandığı süreçte, “demokratik adalet” maskesi takan politikleşmiş bir savcılık makamından başka bir şey yoktu karşımızda.

Kimliğimi saklama gereğinin ortadan kalktığı dönemde ben, bir yandan da annemle ilgili, mensubu olduğu devrimci sol örgüt, Japon Kızıl Ordusu ve onların Filistin’in kurtuluşu davasına bağlılığı konusunda devletin desteğinde onlarca yıldır sürdürülmekte olan propagandayla cebelleşmek zorunda kalacağım bir yola girdim.

O yolda benden annemin eylemlerini kınamam istendi. Yaşayabilmek için buna mecburdum çünkü. Kimliğimi açık ettiğim o an, tüm hayatımı tayin etti. 

Dünya genelinde milyonlarca insan, devlet desteğinde yürütülen ve annemi “terörist” olarak yaftalayan propagandaya inanıyordu, ama ben, annemin kızı olarak onun gerçekte ne olduğunu biliyordum.

Sadece bana değil, tüm halklara, bilhassa ezilen halklara yönelik sevgisini ve bağlılığını ilk elden tecrübe ettim. Onu gerçekte nelerin harekete geçirdiğini, onun ne için fedakârlıkta bulunduğunu biliyorum. 

Çoğunlukla gücün, paranın ve açgözlülüğün yön verdiği bir dünyada çok az insanın bağlı olduğu ideallerinin bilincindeyim. Bana sadece iyi kalpli olmayı öğretmedi, tüm ayrımcılık biçimlerin zulüm olduğunu ve bu zulümlere son vermek için çalışmak zorunda olduğumuzu da öğretti.

Başka insanlarla dayanışma içerisinde olduğunu ifade etmeye çalışan bir yabancı olarak annem, her zaman bana bir devrimci ve bir anne olarak yaşadığı hayatın kendisine sürekli bir şeyler öğrettiğini söylerdi. Nihayetinde ideolojinin tek başına yeterli olmadığını, ailenin, sevginin, yoldaşlığın ve dayanışmanın da devrimci mücadelenin aynı ölçüde önemli unsurları olduğunu görmüştü.

“Sevgi, hepimizin ortaklaştığı temeldir… Yoldaşlarımız ailemizdir.”

[Seni Doğurmaya Bir Elma Ağacının Altında Karar Verdim isimli kitabından]

Solun sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı ideolojik arka planından beslenen, çalışmayı seven bir politik eylemci olarak annem, devrimin ideolojik çerçeveyle kısıtlanmaması gerektiğini, devrimin kapsayıcı hayatî tecrübeler aracılığıyla başkaları ile birlikte yaşanması ve uygulamaya dökülmesi gerektiğini anlamıştı.

Dünyayı değiştirecek eylemlilik biçimleri değiştikçe annem de değişti. İttifaklar farklılaştı, halk hareketleri yeni araçlar elde etti. O günden bugüne tek değişmeyense İsrail’in Filistin’deki yerleşimci sömürgeci pratiği, saldırıları Filistin halkına karşı uyguladığı ayrımcılık ve bu zulme karşı dayanışmanın her türden biçimiyle birlikte verilen mücadeledir.

77 yıllık ömrünün 28 yılını yeraltında, 21,5 yılını hapiste geçiren annem Fusako, 28 Mayıs 2022 tarihinde özgürlüğüne kavuşacak.

Japonya’da sadece 26 yıl yaşadı. Alışması gereken çok şey var. Kapaması gereken ara çok fazla. Ziyaret edilmesi gereken onca dost, mekân ve hatıra… Birçok dostu ve ahbabı maalesef aramızda değil. Beni asıl endişelendirense, toplumun kendisine acımasızca davranacak olması ve her türden saldırıyla yüzleşme ihtimali. Neticede bu toplum, onu hâlen daha “terörist” olarak görüyor.

Ama ben, bir yandan da geleceğe çeviriyorum yüzümü, o uzun sürecek geleceğe bakıyorum, onun çok sevdiği vatanını birlikte keşfedeceğimiz günleri dört gözle bekliyorum. O gelecek ve eskiden olduğu gibi gene birlikte saatlerce siyaset tartışacağız, birlikte, dünyada genelinde hüküm süren zulümle, eşitsizlikle ve adaletsizliklerle mücadele etmek için dayanışma amaçlı çalışmalarımıza devam edeceğiz, bu uğurda başkalarını bilgilendirme amaçlı insanî yardım faaliyetlerinde yer alacağız.

May Şigenobu
13 Nisan 2022
Kaynak

27 Mayıs 2022

Gracchus Babeuf ve Eşitler Davası

Büyük Truanderie Caddesi, Paris’teki ana pazarın yanındaydı. Dolayısıyla, 1796 yılının bir Mayıs sabahında polis memuru Jean-Baptiste Dossonville yüzlerce adamıyla geldiğinde, bölge zaten ana baba günüydü. Polis müfettişinin aradığı adamın adı, Gracchus Babeuf’tü. Babeuf, mevcut hükümetin meşru olmadığını söyleyen radikal bir gazeteciydi. Babeuf, altı ay boyunca halkı ayaklandırmaya çalışmış, Fransız Devrimi’nin fitilini yeniden tutuşturmak için uğraşmıştı. Halkın Kürsüsü isimli gazetesinde çıkan yazılarında, halkın kendisinden çalınan demokrasiye el koymasını, özel mülkiyet düzenini yıkmasını istiyordu. Ona göre, devrimin gerçek hedefi olan kusursuz eşitlik dünyası, ancak bu sayede kurulabilirdi.

Güz aylarında bu tür yazılar yazmaya başladığında Babeuf’ün peşine bir polis ajanı takılmış, ama gazeteci, onun elinden kurtulmayı bilmiş, şehirde kendisine saklanacak bir yer bulmuştu.

Artık Dossonville denilen bu polis muhbirinin elinde bir adres vardı ve o, nihayet Babeuf’ü köşeye sıkıştırdığını düşünüyordu. Tekrar kaçmasına mani olmak için müfettiş, piyadelerin tuttuğu sokağın iki ucuna süvarileri yerleştirdi, ayrıca Babeuf’e sempati duyan insanların cesaretini kırmak adına, askerlerin birkaç hırsızı aradığı yalanını tedavüle soktu. Sonra, Dossonville hedefindeki ismin bulunduğunu düşündüğü binanın üçüncü katına çıktı, dairenin kapısını kırarak içeri girdi. Babeuf, evin arka odalarından birinde, elinde kalem, bir şeyler yazıyordu. Bu esnada odada iki adam daha vardı. Dossonville’in aktardığına göre, “birden bu üç adamın suratı düştü.” Kendilerini savunmak için bir hamle yapmadılar. “Babeuf, oturduğu sandalyeden kalkıp, “Her şey bitti. Zulüm kazandı!” diye bağırdı.

Devlet, öğleden sonra, hiç vakit kaybetmeden, zaferini cümle âleme ilân etti. Ona göre, “Bir hırsızlar ve katiller sürüsü, vekilleri, hükümet üyelerini, ordu komutanlarını ve Paris’teki tüm yetkilileri öldürmek için kumpas kurmuş”tu. Bu komplonun ve kumpasın ardından tüm şehir katliamdan geçirilecek, yağmalanacaktı. Ama neyse ki devlet vardı. Artık “iyi yurttaşlar sakinleşebilirdi, zira devlet tetikte”ydi. O “kurulan komplonun liderlerinden de saldırı planlarından da haberdardı”. Polis, Babeuf ile birlikte şüpheli kabul ettiği başka isimleri de gözaltına aldı. Hepsi de kanunun yumruğunu tepelerinde hissedeceklerdi.

Yurttaşlar, hep birlikte oh çektiler. Gazeteler hep bir ağızdan, “suçluların boşuna komplo kurduklarını” yazdı ve devleti şiddete karşı ihtiyatlı tutumunu terk etmediği için övdü. Bu, devrim ve savaşın ardından barışı ve refahı yeniden tesis etmek için mücadele eden bir rejimin kendisini muzaffer etmesine yetecek önemde bir andı.[1]

Ama bu zaferin etkisi kısa sürede silindi. Üstelik bu, tüm Fransa’yı şaşkına çevirecek hızda gerçekleşti.

Gracchus Babeuf ve Eşitler olarak bilinen örgütün diğer altmış dört üyesi, Fransız Devrimi’nin gölgesinde tutuklanıp yargılandı. 1789’da devrim, her şeyin hızla değişeceği umuduyla başlamış, ama sonrasında direniş ve radikalleşme süreci, yıllarca devam etmişti. 1795’te Fransa’yı savaş, terör ve gericilikle tanımlı dönemin içinden geçiren ve bu sebeple epey yıpranmış olan Ulusal Meclis, devrime son vermek suretiyle cumhuriyeti istikrara kavuşturmaya kararlıydı. Vekiller, demokratik anayasayı ilga ettiler ve Direktuvar olarak anılan muhafazakâr bir hükümetin kurulmasını istediler. Aynı yılın güz aylarında kurulan Direktuvar ülkedeki kutuplaşmaya son verme, düzeni sağlama ve hukuk düzenini güvence altına alma vaadinde bulundu. Eşitler’in tutuklanıp yargılanması, onun ilk gerçek sınavıydı.

Babeuf’ün tutuklanması sonrası mevcut durum daha da ağırlaştı. Polis, yüzlerce eski devrimci militanın peşine düşünce sağcılar, tutuklamaların radikalizmin Fransa’ya yönelik tehdidinin hâlen daha devam ettiğini ispatladığını söylediler. Direktuvar’ın sol kanadını temsil eden demokratlarsa, hükümetin politik histeriyi artıracağına dair korkularını ifade ederek, Babeuf’ün tarif edilen türde bir komployu kuramayacak ölçüde, zararsız bir delibozuk olduğu iddiasında bulundular. Rejim, tutuklamalara şüpheyle yaklaşanları komploculukla suçladı ve daha fazla sayıda demokratı içeri tıktı.

1797 kışında mahkeme süreci başladığında Gracchus Babeuf ve Eşitler, dağıtılan bildiriler üzerinden gündeme oturdular, gazete köşelerinde haklarında yazılar yazıldı, şehir duvarlarına yapıştırılan afişlerde kendilerinden bahsedildi. Sanıklar, kendilerini birden ülkenin odaklandığı sahnenin ortasında buldular. Masum olduklarını söyleyen Babeuf ve arkadaşları, savcıların iddia ettiği gibi, eşitlik için komplo kuran kişiler değil, ifade hürriyetini korumak ve halkın egemenliğini savunmak adına idareye düşman olan yurtseverler olduklarını söylediler. Kendilerine sempatiyle yaklaşan gazeteler aracılığıyla tüm ülkeye hitap etme imkânı bulan Eşitler, kendilerini yargılayan mahkemeyi alaya aldılar, Fransız Devrimi’ni yücelttiler. Savcılar, onların birkaç sene evvel binlerce insanı hedef alan terör faaliyetlerine benzer bir faaliyeti örgütlediklerini söyleyince sanıklar, kendilerinin özgürlüğü savunduklarını haykırdılar.

Mahkeme süreci aylarca devam etti. Fransa kralının mahkûm edildiği duruşmalardan bile uzun sürdü. Merkeze uzak bir şehirdeki yüksek mahkemenin huzurunda savcılar ve sanıklar, ülkedeki devletin soruşturulmasının bir suç olup olmadığını, bu işlemin masum bir eylem olup olmadığını tartışma gereği bile duymadılar. Asıl sorgulanan mesele, toplumsal eşitlik olmadan demokrasinin mümkün olup olmadığıydı. Cumhuriyetin tüm yurttaşlarına onurlu bir hayat garanti edip edemediğiydi. Bu insanlar o mahkemede, devrimin ışığının sönmeye yüz tuttuğu günlerde, güya Fransız Devrimi’nin ortadan kaldırdığı baskı ve zulüm yöntemlerine başvurmaksızın, yıllardır süren kalkışmaya nasıl son verileceğini sordular.

Sanıklarla ilgili hükümler, tutuklamaların üzerinden tam bir yıl geçtikten sonra verilebildi. O noktada dava, belli ölçüde Direktuvar’ın itibarına halel getirdi, bir vakitler marjinal bir isim olan gazeteci Babeuf’ün ulusal bir simge hâline gelmesini sağladı ve ülkeyi Napolyon Bonapart’ın kucağına itti. Birkaç yıl içerisinde Napolyon, Fransız Devrimi’nin o büyük cumhuriyetçi deneyimine ait tüm izleri sildi.

Peki tüm bu olaylar neden pek bilinmiyor?

Bu mahkemenin sahip önemi, esasen yargılama sürecinin konusunu teşkil eden komployla ilgili kalem oynatmış üç adam yüzünden görülmüyor. Bu adamlardan ilki, tuhaf bir biçimde, Gracchus Babeuf’ü ölümsüzleştiren eylemcilerden biri. Babeuf’ün eski yoldaşı ve onunla birlikte yargılanan isimlerden biri olan Filippo Buonarroti.

1828 yılında bomba etkisi yapan kitabı Babeuf’ün Eşitlik Komplosu’nda Buonarroti, gölgede kalmış olan komplodan bahsedeceğine dair söz veriyor. Onlarca yıl önce Eşitler’in mahkeme salonunda masum olduklarını söylediği gerçeğini göz ardı eden Buonarroti, Direktuvar’ın suçlamalarını haklı çıkartacak şeyler söylüyor. Bu çerçevede Buonarroti, kendisinin Babeuf ile birlikte, Eşitler’in yakalanmasıyla patlak verecek yeni bir devrimin fitilini tutuşturmak için binlerce insanı örgütlediklerinden bahsediyor. İhanete uğramadıkları takdirde komplocuların her ayrıntısının düşünüldüğü kusursuz eşitlik toplumunu kuracaklarını söylüyor. Buonarroti, devamında “tüm bu gerçekleri şimdi ifşa ediyorum, çünkü dostlarımızın büyük bir kısmı öldü. Ben, onların uğruna mücadele ettikleri hedefin gelecek nesillerce bilinmesini istedim” diyor.

Bounarroti kitabında, Fransız Devrimi’nde öncü rol oynamış, bir hizip olarak tarihte iz bırakmış, uzak görüşlü ve kudretli militanların zaferlerle dolu hikâyesini aktarıyor. Önemli bir kısmını kendisinin uydurduğu hikâyelerle bezenmiş kitabında, esasen Buonarroti, kusursuz eşitlikle ilgili kendi fikirlerini Babeuf’e atfediyor. Ayrıca Babeuf ile birlikte oluşturdukları küçük ve düzensiz yapıyı bir miktar şişirerek, onu hükümeti devirecek düzeye gelmiş, ülke genelinde saldırıya hazır bir örgütmüş gibi takdim ediyor. Böylesine sağlam bir komployu nasıl oluyorsa tutuklamalar ve mahkeme süreci sonlandırıyor.

Bir kuşak sonra Karl Marx ve Friedrich Engels, Buonarroti’nin destansı diliyle örülmüş çalışmasına yaslanarak, Babeuf’ü “ilk modern komünist” ilân ediyor. Onlara göre, halkın dili olduğunu söyleyen bir adam, çıkıp yeni gelişen proletaryayı özel mülkiyete karşı örgütlemeye çalışıyor, böylelikle komünizmi ütopyacı bir ülküden çıkartıp budünyaya dair bir hedef hâline getiriyor. Tek başına böylesine yenilikçi bir adımla ilgilenen ve komplonun tarihsel açıdan vakitsiz bir eylem olduğu için başarısızlığa mahkûm olduğuna inanan Marx ve Engels, mahkeme sürecine tıpkı Buonarroti gibi odaklanma gereği duymuyor.[2]

Marx ve Engels’in adımlarını takip eden eylemciler, siyaset teorisyenleri ve tarihçileri Babeuf’ün düşüncelerinin kökenlerini araştırıyorlar, komünizm fikrini nasıl geliştirdiğini inceliyorlar, onun evrensel kurtuluşu mu, yoksa diktatöryel bir tedhişimi vaat ettiğini tartışıyorlar. Buonarroti’nin Eşitlik Komplosu kitabına İncil gibi sarılan bu isimler, eski komplocunun sözlerini doğru kabul ediyorlar, hatta, eldeki çelişkili delilleri bu sözlere göre eğip büküyorlar. Bu meseleyle ilgilenen isimler için mahkeme süreci basit bir ayrıntıdan, önemsiz bir dipnottan ibaret.[3]

Oysa Gracchus Babeuf ve Eşitler, Buonarroti’nin sonradan allayıp pulladığı pratikleriyle, esasen bu mahkeme süreci ile birlikte kamusal hafızaya kazınıyor. Yargılanmaları bu kadar ses getirmemiş olsaydı, muhtemelen Eşitler’in isimleri silinip gidecek, sessizlik mezarlığına gömülecek, sadece kendisini gören politik dünyanın husumeti onların üzerlerine toprak atacaktı. Tam aksine, devletin kurduğu sahne, onların daha fazla parlamasını, hatırasının silinmemesini sağladı.

Gracchus Babeuf ve Eşitler davası, esasen Buonarroti’nin kitabında aktarılan hikâyeden daha fazla şey içeriyor. Dava, komplonun fitilini ateşleyen gerçeklik ve o komplonun ardındaki hükümete dair çok şeyler söylüyor. Daha da özelde dava, bir rejimin neden Fransız Devrimi’ni devam ettirmek yerine ona son verdiğini, korumakla yükümlü olduğu cumhuriyeti nasıl yok ettiğini açıklıyor.

Başında Maximilien Robespierre’in bulunduğu 1793-1794’teki devrimci Terör dönemiyle yeni yüzyılda Napolyon Bonapart’ın kurduğu imparatorluk arasında sıkışmış olan Direktuvar, uzun süre devrim çağının zavallı evladı olarak sürdürdü varlığını. Tarihçiler, birkaç kuşak boyunca Napolyon’un ceplerine para koyduğu gazetecilerin ve yazarların Direktuvar’ı çürümüş ve işlevsiz bir dönem olarak görüp çöpe atan yazılarına kulak astılar. Yirminci yüzyılın sonlarında onun hakkını vermeye çalışan isimlerse Direktuvar’ı yüceltmek suretiyle yanlışları düzeltme konusunda pek bir şey yapmadılar. Direktuvar’ı savunanlar, bu dönemin sivil topluma yeniden can verdiğini, ticarete destek sunduğunu, hatta demokrasiyi beslediğini iddia ettiler. Oysa tam aksine, Eşitler davasının da ortaya koyduğu biçimiyle, Direktuvar, devrim denilen cini politik eylemliliği ortadan kaldırıp, toplumsal eşitliğe yönelik arzuları mümkün olduğu ölçüde azaltmak suretiyle yeniden şişeye sokmak için uğraştı. Cumhuriyetin arkasındaki halk desteğini azaltacağına, ayrışmaları tetikleyeceğine inanan rejim, kendi komplosunu kurdu, bir dava imal etti ve düşmanının kurduğunu iddia ettiği komplonun önemini abarttı, böylece cumhuriyetin yıkım sürecini hızlandırdı.[4]

1789’un harladığı, geleceğe dair güçlü umutlar açısından acı bir son olsa da Eşitler davası, yaşanan yenilginin ötesinde bir anlama sahipti. Bu dava, muhalefetin canına can kattı, demokratik ittifakların zihinlerinde tasarladıkları savunma hattını güçlendirdi, yurttaşların katılımı konusunda eylemcilerin geliştirdikleri formüllere katkı sundu. Çünkü Eşitler, direnişin gösterdiği mukavemete dönük tüm vurguları bünyesinde toplamıştı. Babeuf ve Eşitler, “kamu yararı” ve “kusursuz eşitlik” dedikleri düzeni kurmamış olsalar da kendi çağdaşlarına ve takip eden kuşaklara eşitlik ve özgürlük arzusunu, bu arzunun yeni dilini miras bıraktılar. Artık aydınlar ve eylemciler, yüzlerce yıl boyunca onların fikirlerini benimseyecek, formüle edecek ve yücelteceklerdi.

Burada Fransız Devrimi’nin tarihi yirmi birinci yüzyıl için anlatılıyor aslında. Geçen yüzyıl, dünya genelinde, hükümetleri ve tüm imparatorlukları yıkan, yeni rejimler tesis eden, direnişin fitilini ateşleyen, Fransız Devrimi tarihçilerine bu devrimi kendi dönemlerinin bakış açılarıyla görmeleri konusunda ilham veren devrimci kurtuluş mücadelelerine tanıklık etti. Bu mücadeleler, devrimin köklerini, halk hareketliliğinin niteliğini, radikalleşmenin ve direnişin teröre nasıl yol açtığını sorguladılar. Buna karşılık, içinde olduğumuz yüzyıl, temsili hükümetlere, herkese adalet fikrine ve sosyal refaha tüm dünya genelinde karşı koyan otoriterizmdeki yükselişe tanıklık ediyor. Bu dönemde sıradan insanlar, dişleriyle tırnaklarıyla, temel hakları ve ihtiyaçları için mücadele ediyorlar.[5]

Bugün Fransız Devrimi’nin nasıl sona erdiğini, devrimdeki hareketliliği ve onun köklerinden nasıl uzaklaştığını sorgulama vaktidir. Direktuvar’ın eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle ilgili devrimci vaatlere yönelik saldırısı ve en nihayetinde temsilî demokrasinin temellerini yıkmış olması, bize bir yandan da Fransa’nın sadece dünyadaki ilk demokratik cumhuriyeti kurmadığını öğretiyor. Fransa, aynı zamanda karşımızda, demokrasinin hassas niteliğine işaret eden, bir cumhuriyetin kendi içinden nasıl çökertilebileceğine dair, erken gelişmiş bir örnek olarak duruyor. Direktuvar’ı Eşitler davası ışığında değerlendirmek, Bastille Hapishanesi’nin halk tarafından göz alıcı bir müdahaleyle yıkılmasından tam on yıl sonra, Fransa’nın ilk cumhuriyetinin at sırtında sağa sola emirler yağdıran bir generalin eline nasıl düştüğünü, o pek kıymet verilmeyen çöküşü konusunda bize çok şey öğretiyor.

Eşitler davası, Fransız Devrimi’nin sonuna ışık tuttuğu gibi, bir yandan da onun merkezinde duran Gracchus Babeuf’ü başka bir çerçeveye oturtuyor. Davayı yakından inceleyen bu çalışmada, Marksizmin Babeuf’ün düşüncelerinin ve eylemlerinin geriye dönük olarak belirli bir önemi haiz olduğuna dair iddiaları geri plana atılıp, daha çok, devrimci bir çağda yoksul bir adamın ortaya koyduğu deneyime odaklanılıyor.

“Çamurun içinde doğmuş bir iştirakçi” olarak Babeuf, hem müstesna hem de emsal teşkil eden bir isim. Kendi kendisini eğitip yetiştirmiş olan bu hırslı adam, eski rejimdeki katı hiyerarşileri karşısına alıyor ve milyonlarca insan gibi o da Fransız Devrimi ile özgürleşiyor. Sonrasında bir eylemci, gazeteci, seçimle işbaşına gelmiş yetkili bir isim ve bürokrat hâline gelen Babeuf, kendi hayatını, ailesinin hayatını müreffeh kılacak, dostlarını hayat şartlarını iyileştirecek fırsatları elde ediyor. Tanık olduğu o olağanüstü değişim ümitlerini besliyor. Devrim yolunun terk edilmesiyle taşıdığı ümit, onu direnme ve radikalleşme konusunda cesaretlendiriyor. Babeuf’ün hayatının son deminde özel mülkiyete yönelik geliştirdiği reddiye, içinde bulunduğu mahrumiyet hâli, felsefi çalışmaları ve devrimci eylemliliğinin kaynaşmasını sağlıyor.

Babeuf, kendi pratiğini tefekkür etmesi, tanık olduğu şeyler konusunda binlerce sayfa yazı yazabilmesi ve o kayıtları muhafaza etme noktasında gösterdiği kararlılık, onu birçok isimden ayırıyor. Ama bir yandan da bu pratikler, karşımızda bir adamdan daha fazlası olduğunu söylüyor bize. Bu kayıtlar, devrimci faaliyetlerle örülü on yıl boyunca dostlarıyla paylaştığı o acı veren hayal kırıklıkları, en derinde beslenen ümitler, bağlılık ve çekilen çile konusunda çok şey anlatıyorlar. Eşitler davasının Direktuvar’a dair sunduğu resim gibi Babeuf de kendisinin ve çağdaşlarının resmini çekiyor ve bu resim, bize politik kutuplaşma ve derin eşitsizlikle yüklü bugünümüze yüzlerce yıl öteden bir şeyler fısıldıyor.

Babeuf’ün deneyimi, daha çok yoksulluğun ve hak mahrumiyetlerinin yol açtığı o korkunç maliyet, ayrıca kendi yurttaşlarını hiç düşünmeyen elitlerin servet, güç ve imtiyaz biriktirirken oynadıkları o tehlikeli oyun üzerinde duruyor. Babeuf bu noktada, 1789’dan bile önce, “yukarıdakilerin talihiyle aşağıdakilerin talihsizliği arasındaki o korkunç eşitsizliğin isyana sebebiyet vereceği” konusunda uyarıda bulunuyor. Ardından da “eşitsizlik ne kadar derinleşirse, çözüm de o ölçüde radikal olacaktır” diyor. Bu tür açıklamalar, yoksulların ve ezilenlerin kararlılığın delili aslında, ama bir yandan da Eşitler, zenginlere ve muktedirlere ümitsiz insanları isyana teşvik etmek istemiyorlarsa, akıllı olup tavizlerde bulunması konusunda nasihatte bulunuyorlar. Eşitler, zengin-yoksul ayırt etmeksizin herkese, kendilerine gönülsüzce katılmış müttefiklerden birinin ağzından çıkmış hâliyle, şu hususu anımsatıyorlar: “Herkes, haklar konusunda eşit olmadan gerçek ve kalıcı bir özgürlük mümkün değildir.”[6]

Gracchus Babeuf ve Eşitler’in yargılandığı dava, bizim Fransız Devrimi’nden öğrenebileceğimiz hususlar konusunda çok şey anlatıyor.

Laura Mason

[Kaynak: The Last Revolutionaries: The Conspiracy Trial and Gracchus Babeuf and the Equals, Yale University Press, 2022, s. 1-7.]

22 Mayıs 2022

Victor Hugo’nun Hayatı ve Siyaseti

Edebiyat ve Devrim eserinde Trotskiy, “Bir sanat eserinin hükmünü ilk planda kendi hukuku, sanatın hukuku vermelidir” diyor ve ekliyor: “Ne var ki belirli bir tarihsel dönemden kaynak alan sanatın içerisinde belirli bir eğilimin neden ve nasıl meydana geldiğini, bir tek Marksizm izah edebilir. Başka bir ifadeyle, başkasını değil de böylesi bir sanat biçimini kimin neden ürettiğini bir tek o ortaya koyabilir.”[1]

Victor Hugo [26 Şubat 1802 – 22 Mayıs 1885] siyasetçi olarak zafiyetlerle ve ihanetlerle yüklü bir isimdir, edebî eserleri biçimsel açıdan kimi sınırlarla maluldür. Buna karşın, Sefiller romanı, devrim yüzyılının, daha da önemlisi, 1848 devriminin politik, estetik ve edebî ifadesi olduğu için, bir işçi kuşağının hayal gücünü ele geçirmeyi bilmiş bir eserdir.

Victor Hugo, 1789 Fransız Devrimi’nin altüst ettiği bir dünyaya doğdu. Hatta ailesi de bu devrimci karışıklık ortamının bir ürünüydü. Ateist olan babası, 1792’de krallığın ilgası ardından kurulmuş olan cumhuriyeti büyük bir şevkle destekleyen bir isimdi. Dinine bağlı bir Katolik olan annesi ise yıkılan krala sadakatini hiç yitirmedi.

Hugo’nun dediğine göre anne ve babası, baba Batı Fransa’da kral yanlısı isyanın bastırılması için görevlendirilmiş olan cumhuriyetçi orduda askerlik yaptıkları sırada tanışmış.[2] Hugo, Bonapart’ın devrimin bittiğini söyleyip iktidarı almasından üç yıl sonra, aynı generalin Fransa’yı imparatorluk ilân edip kendisini I. Napolyon olarak tahta oturtmasından iki yıl önce doğmuş.

Hugo’nun çocukluk yılları, Napolyon ordusunda general olan babasının yanında savaşın tarumar ettiği imparatorluğun şehirlerini gezerek geçmiş.[3] Çocukluğundan itibaren 1789 devriminin başlattığı politik tartışmalara sürekli tanık olmuş.

Napolyon’un 1815’te Waterloo’da aldığı yenilgiye, kralın yeniden tahta oturduğu Burbon Restorasyonu olarak anılan döneme tanıklık eden Hugo böylesi bir dönemde almış kalemi eline. Krala sempati duyan bir isim olarak yazdığı şiirleri ve yazıları ile Fransız romantizminin gelişiminde önemli bir sima hâline gelmiş.[4]

Aslında ilk kaleme aldığı yazılar bile, yeni yeni gündeme gelen sosyal adaletle ilgili meselelere az çok ilgili olduğunu, ezilenlerin sesi olma çabası içine girdiğini ortaya koyuyor. Hayatı boyunca ölüm cezasını savunan bir isim olarak Hugo, İspanya ve Paris’te ölüm cezasının yol açtığı korkuya ilk elden şahitlik ediyor.

İlk kaleme aldığı romanlardan olan Bir Mahkûmun Son Günü, esasen hangi suçtan ölüm cezasına çarptırıldığını bilmeyen bir mahkûmun düşüncelerini aktarıyor. Bu roman, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevski ve Albert Camus gibi yazarları epey etkiliyor. Hatta Camus Yabancı isimli romanında bu etkiden bahsediyor.[5]

İlk çocukluk dönemini takip eden yirmi otuz yıl içerisinde Hugo’nun siyaseti değişiyor. Tanık olduğu devrimci ayaklanmalar, fikirlerine biçim veriyor. Ne yazık ki bu değişim, I. Napolyon’a hayranlık ile sonuçlanıyor.

1830’da Hugo, ömründe ilk kez bir devrime tanıklık ediyor: Temmuz Devrimi. “Üç Şanlı Gün” olarak anılan dönemde yapılan eylemlere katılıyor. Neticede kral X. Charles devriliyor, yerine başında Louis Philippe’in bulunduğu meşruti krallık kuruluyor. Özgürlüğün yeniden kazanılmasına katkıda bulunan asalet sahibi öğrencileri selamlayan Hugo, Napolyon’un devrimin evladı olduğunu düşünmeye devam ediyor.[6]

1840’lı yıllar boyunca Hugo, ortaya koyduğu eserlerle Fransız edebiyatının zirvesine çıkıyor. 1841 yılında Fransız Akademisi’ne seçilen Victor Hugo, Louis Philippe tarafından onurlandırılıyor. Gelgelelim bu tür gelişmeler, onu sevenlerce ihanet olarak kabul ediliyor.

Bu dönemde yaşanan iki olay, Hugo’yu epey etkiliyor. 5 Haziran 1832’de General Lamarque’ın ölümü, kral Louis Philippe’e karşı bir isyanı tetikliyor. Bu isyan, hızla ve zor kullanılarak bastırılıyor. Muhtemelen Sefiller romanının merkezinde duran öğrenci isyanı, ilhamını bu olaydan alıyor. Sonrasında alaya alacağı bu isyanı Hugo, günlüğünde “kan gölünde boğulan ahmaklık” olarak nitelendiriyor ve şu tespitini aktarıyor:

“Gün gelecek, bir cumhuriyetimiz olacak. Bu cumhuriyetin kendi özgür iradesiyle kurulması daha hayırlı olacak. Dolayısıyla, Temmuz’da olgunlaşacak meyveyi kalkıp da Mayıs ayında koparmayalım. Beklemeyi öğrenelim. […] Bayrağımız kana bulanacak diye bir avuç akılsızın kahrını çekemeyiz.”[7]

1848 yılı, Avrupa, Fransa ve Hugo için önemli bir dönüm noktası. Mahsulün düşük çıkması, işsizlik, artan gıda fiyatları ve toplamda yaşanan büyük resesyon, devrimden beri görülmemiş bir yoksulluk düzeyinin oluşmasına neden oluyor. Öte yandan, buna bir de giderek güçlenen orta sınıfların rejimin ağır kelle vergisi üzerine kurulu, oy kullanma hakkını sınırlayan uygulamaları sebebiyle iktidardan pay alamadıklarına dair duyguları eşlik ediyor. Bu sınıflar, ülke genelinde oy hakkının kapsamının genişletilmesi konusunda iktidara baskı uygulamak adına bir dizi yemekli etkinlik düzenliyor. Şubat 1848’de Paris’te düzenlenecek etkinlik, hükümet eliyle yasaklanınca, ülkede büyük bir devrimci fırtına patlak veriyor. 23 Şubat günü Milli Muhafız Birliği halkın safına geçiyor, Louis Philippe ülkeden kaçıyor.

Herkesin bildiği bir sima olarak Victor Hugo, siyaset düzleminde belirli bir nüfuza sahip. Louis Philippe’in tahttan indirilmesi sonrası İkinci Cumhuriyet olarak bilinen yeni cumhuriyet kurulduğunda geçici hükümet, Hugo’nun evinin balkonundan duyuruluyor. Hugo, başında Orléans Düşesi’nin olacağı bir “Naipler Hükümeti”nin kurulması önerisinde bulunuyor. Fransız halkı, bu öneriden zerre etkilenmiyor. Bir adam, Hugo’nun başına silâhını dayayıp “Kahrolsun Fransa’nın asilleri!” diye bağırıyor.[8]

Kimi çevrelerde hayal kırıklığına yol açmış olmasına karşın Hugo, Şubat devrimi sonrası siyaset sahnesinde belirgin bir şöhrete kavuşuyor ve en nihayetinde Paris vekili seçiliyor. Ama Hugo, 1848’de önemli bir siyaset sınavından geçmek durumunda kalıyor.[9]

Mecliste yaptığı ilk konuşmada, ülke genelinde atölyelerin kurulması fikrine destek sunuyor. Ama bu atölyeler kapatılıyor, yirmi beş yaşın altındaki işçiler askere alınıyorlar, geri kalanlarsa taşraya gönderiliyorlar. “Siyasi bir tasfiye harekâtı” olarak işgören bu hamle, esasen Haziran günlerinde, Marx’ın ilk işçi devrimi diyerek yücelttiği, 1848’de gerçekleşen ikinci ayaklanmada ve devrimde harekete geçmiş olan Parisli işçilere karşı açılmış bir savaşı ifade ediyor. Paris’te tekrar barikatlar kurulunca ne yazık ki Hugo, yanlış tarafta yer alıyor. 24 Haziran günü meclis sıkıyönetim ilân ediyor. Hugo, bu karara destek veriyor.[10]

Bu süreçte Hugo, siyasi açıdan iyice savruluyor. Haziran ayaklanmasının bastırılması işinin başındaki subay olan Cavaignac’ın kontrol altında tutulduğunu ve sıkıyönetimin ilân edildiğini isyancılara bildirmekle görevli altı temsilci içerisinde yer alıyor. “Akan kanı durdurma görevi”ni üstlenen Hugo, Parisli işçilere karşı ele silâh alıyor. Böylelikle sessizlerin sesi, işçilerin kahramanı olan Hugo, kendisine destek sunmuş, birçok durumda kendisinin de arka çıktığı bir halkın öncülük ettiği ayaklanmanın zor kullanılarak bastırılmasına katkıda bulunuyor.[11] Çarpık mantığı, hatta ondan daha fazla çarpık olan bilinciyle Hugo, Haziran ayaklanmasının ezilmesi için mücadele ediyor, bu uğurda hayatını riske atıyor.

Söz konusu saldırı sonrası kalbi kırılan Hugo, oluşan ortamı şu şekilde tarif ediyor:

“Bir barikattan ayrılırken insan şahit olduğu şeyleri zihninden siliyor. İnsan, ne kadar gaddar olursa olsun, o anı belleğine asla kaydetmiyor. İnsanların yüzlerine yansıyan, fikirler muharebesinin estirdiği rüzgâra saçlarını kaptırınca insan, tüm başı ve gövdesiyle kendisini geleceğin saçtığı o nurun içinde buluyor. Yerde cesetler, başlarında dimdik ayakta duran hayaletler. Zaman geçmek bilmiyor, ebediyetin saatlerine tanık oluyoruz sanki. Ölümün bağrında yaşıyoruz. Gölgeler geçip gidiyor. Nedir onlar öyle? Ellerinde kan var. Kısa ama kulakları sağır eden bir velvele kopuyor sonra. Ardından berbat bir sessizlik. Ağızlar açılıyor bağırmak için. Başka ağızlar açılıyor, ama çıt yok. […] İnsan, bilmediği kuyulara düşüp kan ter içerisinde kalıyor birden. Tırnaklarının altı kıpkızıl. İnsan, onca şeyden sonra hiçbir şey hatırlamıyor.”[12]

Devrimin ardından Hugo, 1848 olaylarını anlamlandırmaya çalışıyor. Giderek artan kutuplaşmanın her iki yanında da olmak için çabalıyor. Hem Aralık 1848’de yeni anayasa uyarınca cumhurbaşkanı seçilmiş olan Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon Bonapart etrafında toplaşmış “düzen partisi”nden, hem de 1848 sonrası önemli mevziler elde etmiş olan “hareketin partisi”nden (radikal soldan) yana saf tutuyor. Bu politik iklim dâhilinde, Hugo’nun da daha sık dillendirdiği biçimiyle, itirazlarla ve baskılarla yüzleşiyor, bunun neticesinde de radikalleşip yüzünü sola çevirerek, Louis Napolyon hükümetinde somutlaşmış olan zorbalığa ve barbarlığa karşı çıkıyor.[13]

Dönüşü olmayan yola ise 1849 yılında giriyor. Hugo, Louis Napolyon’a muhalefet eden, bu konuda sesi gür çıkan en önemli isimlerden biri hâline geliyor. Napolyon’a yönelik dillendirdiği hakaretlerin o son ve en ünlüsünde şunu söylüyor: “Sırf Büyük Napolyon’u gördük diye bir de küçüğü mü geçecek başımıza?”[14] Hükümet dâhilinde aldığı görev sebebiyle her türlü cezadan muaf tutulan Hugo’nun bu saldırısı sonrası Bonapart, intikamını Hugo’nun gazetesini kapatıp iki oğlunu tutuklatarak alıyor.

2 Aralık 1851’de Louis Napolyon, darbe yapıp savunacağına dair söz verdiği cumhuriyet anayasasını askıya alıyor. Ulusal Meclis askerlerce işgal ediliyor. Bu gelişmeye cevap olarak Hugo, halkı Napolyon’un iktidarı alması karşısında Paris’i savunmak adına barikatlara çağırıyor. Göstericilere sert müdahale ediliyor. 4 Aralık günü ordu, ayrım gözetmeden göstericilere ateş açıyor, evlere kaçmaya çalışan veya yaralılara yardım eden insanlar bıçaklanıyor, çocuklara kurşun sıkılıyor. Bu katliam dâhilinde yüzlerce insan ölüyor. Kendi hayatına yönelik tehditlerin arttığı, iki oğlunun hapiste olduğu, yanlışlıkla gazetelerde ölüm ilânının çıktığı koşullarda Hugo, Paris’ten ayrılıyor.[15] Guernsey adasına giden Hugo, burada on sekiz yıl kalıyor. Sefiller’in büyük bir kısmını bu adada kaleme alıyor.[16] Yazdığı en radikal ve en politik romanları Fransa’ya gizlice sokuluyor.

1852’de cumhurbaşkanı Bonapart, ikinci cumhuriyeti yıkıp yerine ikinci imparatorluğu tesis ediyor. III. Napolyon adıyla tahta oturuyor. İmparatoru suçlayan, iğneleyici bir çalışma olarak kaleme aldığı Küçük Napolyon, “tütün kutuları, sardalye kutuları, dua kitapları hatta alçıdan yapılmış III. Napolyon büstleri içerisinde gizlice ülkeye sokuluyor.”[17] Bu romanı Cezalar isimli şiir kitabı takip ediyor. Fransa’da geniş bir okur kitlesiyle buluşan bu kitap, Hugo’nun en önemli politik şiirlerini içeriyor.

1859’da III. Napolyon tarafından affedilmesine rağmen sürgünde kalmayı tercih eden Hugo, alınan af kararı sonrası şunu söylüyor: “Vicdanımla verdiğim o söze sadık kalmak adına ben, sonuna kadar özgürlükle birlikte, sürgünde kalacağım. Ne vakit özgürlük ülkeye geri döner, ben de dönerim.”[18]

Bu yıllarda Hugo, tüm dünya genelinde sürmekte olan hareketlere destek sunan, onların sesi olan, sözünü asla esirgemeyen radikal bir yazar olarak yeniden itibar kazanır. Daha da önemlisi Hugo, bu dönemde Sefiller romanını kaleme alıp yayımlar. Roman sayesinde Victor Hugo’nun ismi devrimle eşanlamlı hâle gelir.

Napolyon’un 1870 yılında Prusya ordusuna teslim olması ardından Hugo, Paris’e döner. Yeni bir cumhuriyet ilân edilir. Üçüncü cumhuriyetin kurulduğu koşullarda ülke, çelişkili bir biçimde sağa dümen kırar. 1871’de ulusal mecliste çoğunluğu kral yanlıları elde ederler ve krallığın yeniden tesis edileceğini ümit etmeye başlarlar. Aynı yıl Paris, oyunu sosyalistlere vermiştir.

Victor Hugo, Şubat ayındaki seçimin ardından ulusal meclise girer. Oy sıralamasında 1848 devriminin sosyalist lideri Louis Blanc’ın ardından ikinci sırada yer almıştır. Alınan sonuç üzerine Paris’ten ayrılıp meclis çalışmaları için Bordo’ya gider.[19]

Birkaç gün sonra, 13 Mart 1871’de oğlu Charles kalp krizi geçirip vefat eder. Cenaze töreninin düzenlendiği sırada Paris Komünü kurulur. Hâlen daha Prusya ile süren savaşa öfkeli olan ve Paris’te değil de Versay’da kurulan yeni cumhuriyete endişeyle yaklaşan Paris işçi sınıfı, şehrin bağımsızlığını ilân eder ve dünyanın tanık olduğu işçi demokrasisi pratiklerinin en önemli örneklerinden birinin altına imza atar.

Paris Komünü, Hugo’nun bir kez daha yüzleştiği önemli bir sınavdır. Çelişkilerle yüklü siyaseti bu gelişme karşısında bir kez daha sınanır. İlk başta merkez komitesinde yer almak isteyen Hugo, komünarların davasına destek verdiğini, ama yöntemlerini eleştirdiğini söyler. Bunun üzerine Paris’ten ayrılıp Belçika’ya gider ve burada her iki tarafı eleştiren bir orta yol bulmak için uğraşır.[20]

Mayıs ayında Versay hükümeti şehri ele geçirip, Komün’ü yıkmak için orduyu görevlendirir. Komün’ün ezilmesi, her iki tarafın uyguladığı “şiddet”in denk olmadığını, “orta yol” diye bir şeyin bulunmadığını net bir biçimde ortaya koyar. Komün, kan deryasında boğulur. Yüzlerce komünar, Père Lachaise Mezarlığı’nda yan yana dizilip idam edilir, yüzlercesi kaçar, bazıları yakalandıkları yerde katledilir.

Komün konusunda ikircikli bir tutum sergilemiş olmasına karşın Hugo, mağlup olan komünarları sağcılara karşı savunur. Uygulanan terörden kaçan komünarlar sığınsınlar diye Belçika’daki evini onlara açar. Sonrasında Paris’e dönen Hugo, mahkûm olan komünarların affedilmesi çağrısını sürekli yineler ve genel af için mücadele eder. Genel af, 1879’da ilân edilir.[21]

Üçüncü cumhuriyette vekil olarak seçildiğinde Victor Hugo, artık yaşlı bir adamdır. Komünarları savunarak önemli bir şöhrete ve tanınırlığa kavuşan yazar, bir kez daha işçi sınıfının desteğine, kendi döneminde siyaset ve edebiyat alanında faal olan birçok ismin öfkesine mazhar olur.

Megan Behrent
Mayıs 2013
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Leon Trotsky, Literature and Revolution, yayına hazırlayan: William Keach (Şikago: Haymarket Books, 2005), s. 150.

[2] Graham Robb, Victor Hugo: A Biography (New York: W. W. Norton & Co., 1997), s. 4-10.

[3] A.g.e., s. 40.

[4] A.g.e., s. 114.

[5] A.g.e., s. 136.

[6] A.g.e., s. 156.

[7] Victor Hugo, Choses vues: Souvenirs, journaux, cahiers, 1830–1885 (Paris: Editions Gallimard, 2002), s. 76.

[8] Robb, Victor Hugo, s. 265.

[9] A.g.e., s. 265-67.

[10] A.g.e., s. 269.

[11] A.g.e., s. 270.

[12] Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 276.

[13] A.g.e., s. 284.

[14] Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 290.

[15] A.g.e., s. 302-06.

[16] A.g.e., s. 306-21.

[17] A.g.e., s. 321-22.

[18] A.g.e., s. 373.

[19] A.g.e., s. 458.

[20] A.g.e., s. 466-67.

[21] A.g.e., s. 466-71.

20 Mayıs 2022

Eycaz Ahmed Anısına


Bu yazı, yaşadığımız bir kaybın ardından, ona hürmetimizi bildirmek için kaleme alınmadı. Amacı, Eycaz Ahmed’in hayatı ve eserlerini takdir etmek de değil. Önümüzdeki günlerde, kendi dönemimizin o çok mühim ve çok etkili Marksist düşünürlerinden birinin kaybını kabullendiğimiz vakit o çok ağır ve çok muazzam külliyat ile de meşgul olacağız elbette.

Kaybımızın bizde açtığı yara, onun ne düzeyde olduğunu, derinliğini idrak edip değerlendirmek için fazla taze. Burada, söz konusu değerlendirmenin bir parçası olarak, başkalarının da kendilerince tecrübe ettiklerini bildiğim, düşünsel, politik ve derinlemesine kişisel kaybımıza dair bir çift kelâm edilecek.

Eycaz Ahmed ile 1985 yılı civarı New York’ta tanıştım. Akşam birlikte yemek yemek için bir araya gelmiştik. Masada, peşine takıldığım ve bana bu sohbete katılma imkânı sunan Bruce Robbins ve Michael Sprinker vardı. Robbins, Eycaz Ahmed’in Rutgers Üniversitesi’nden meslektaşı ve arkadaşı, Sprinker ise ileride Verso yayınlarından çıkacak kitaplarının editörlüğünü üstlenecek kişiydi. Aralarındaki o sıcak ve samimi dostluğun temelleri bu sayede atıldı. Bense lisans öğrencisi olarak o yemekte oluşumu tuhaf buluyor, masadakileri huşu içerisinde dinliyordum. “Baysahip” olarak anılan Eycaz Ahmed, evdeki varlığımın bana batırdığı tüm dikenleri söküp attı, üstelik, daha da rahatlamamı sağlamak adına, bana kimi işler verdi. O lezzetlere son dokunuşları ikimiz yaptık, masayı birlikte hazırladık. Mükemmel bir akşamdı. Arka planda Hint klasik müziği çalıyor, güzel yemeklerin kokusuna birçok konuyla, bilhassa Althusser ile ilgili hararetli tartışmalar eşlik ediyordu. O an cennet kapılarını açsa bize, bundan daha güzelini veremezdi!

Düşüncelerini tartarak dillendiren, sakince konuşan, muhabbetin ilk anından itibaren elindeki bardakla karşısındaki başını sallayıp dinleyen Baysahip, herkese unutamayacağı bir tecrübe bahşetmişti o gece. Eminim, o günü kimse unutamadı. Ben, hiç unutmadım.

Yıllar içerisinde kendisini birkaç kez görme fırsatı buldum. Birinde ABD’de, birinde Kanada’da, bir diğerinde de Hindistan’da bir araya gelmiştik. Oğulları Ravi ve Adil ile birlikte bir seferinde bir maceraya bile atıldık. Daha cep telefonları ve bize yol gösterecek aplikasyonlar icat edilmemişti. Hazırladığımız plan doğrultusunda yola koyulduk, ama Boston ve civarındaki o baş döndürücü labirentin içinde, nasıl olduysa, kaybolduk. Bendeki endişe giderek artarken o bir şekilde sükûnetini korumayı bildi. Rahat bir ifadeyle bana dönüp, “kaybolmadık, merak etme. Bu yol istediğimiz yere çıkmasa bile illâki bir yere çıkıyordur” dedi.

O yol, hep bir yere çıktı. Nereye gitsek harika zaman geçirdik. Meselâ bir keresinde Provincetown’da ıstakoz yedik, bir keresinde de, bir kamyoncu lokantasında itin önüne koysan yemeyeceği şeylerin takdim edildiği bir sofraya oturmuştuk.

* * *

Eycaz Ahmed, 1941, Hindistan’ın İngilizlerin elinde olduğu dönemde, Uttar Praşad eyaletinin Muzaffernigar şehri yakınlarında dünyaya geldi. Kendisinin de dediği gibi, “doğum gününü bilen yoktu.” Liseye dek evde eğitim gören Ahmed, kitap kurduydu, ne bulursa okurdu. Kendi ifadesiyle, “pembeye çalan” o evde bulduğu her şeyi okudu. [Hayat hikâyesi ile ilgili bilgiler Vicay Praşad ile birlikte hazırladığı şu çalışmadan alındı: Nothing Human is Alien to Me. LeftWord Books, 2020.]

Ailesi, ellilerde Pakistan’ın Lahor şehrine taşındı. Forman Hristiyan Koleji’ne giren Ahmed, burada Edebiyat ve Sosyal Bilimler, bilhassa Ekonomi ve Tarih alanlarında eğitim gördü. Ardından yüksek lisansını İngilizce alanında tamamladı.

Pakistan’da uç vermeye başlamış olan politik, düşünsel ve eylemci yönü yetmişlerde Siyah Kurtuluş Hareketi ve savaş karşıtı hareket içerisinde yürüttüğü faaliyetler üzerinden daha da belirginleşti. Marx okumasını da aynı dönem yapma imkânı buldu. “Pakistan’da kendisine gizlice yol bulan Marksizmi ve anti-emperyalist külliyatın içerisinde yer alan her türden akımı kapsamlı ve derinlikli bir çalışma dâhilinde inceledi.”

Yazma pratiği Pakistan’da başladı. Yetmişlerde ve seksenlerde kalemi keskinleşen Ahmed, ağırlıklı olarak Urduca yazdığı yazılarda Pakistan’ın siyasetini ve politik ekonomisini, ayrıca Batı Asya’yı, İran Devrimi’ni ve Politik İslam’ı ele aldı. Şiirler yazdı, başka şairlerin şiirlerini Urduca çevirdi. Bugün farklı dergi ve gazetelerde yayımlanmış olan bu yazıların büyük bir kısmı İngilizceye çevrilmiş değil, önemli bir kısmına da zaten ulaşılamıyor. İngilizce yazılmış olanlar bile müthiş bir külliyatı meydana getiriyor.

Eycaz Ahmed bir süre ABD’de yaşadı, burada çalıştı, ardından, 1985 yılında, kendi ifadesiyle, “politik bir yurt arayışı” dâhilinde, Hindistan’a geri döndü. Ama kaderin cilvesi, bir süre sonra o yurdu terk etmek zorunda kaldı ve bir daha oraya dönemedi. ABD, Kanada ve Hindistan’da kimi üniversitelerde ders veren Ahmed, aramızdan ayrıldığı dönemde Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü’nde Kıyaslamalı Edebiyat Baş Profesörü olarak görev yapıyordu.

* * *

Kitap ve makalelerini incelerken ele aldığı konulara hâkimiyeti okurların ilk elden dikkatini çeken husustur. Ana meselesi, siyasettir. İster Hinduculuğun yükselişini, ister Irak ve Afganistan savaşlarını, ister Arap Baharı’nı, isterse Ekim Devrimi’ni incelesin, farklı disiplinlere hâkimiyeti karşısında mest oluyorsunuz. O, sadece ABD’de sıklıkla haksız bir tespit dâhilinde dile getirildiği biçimiyle, onunki, İngilizce ve Kıyaslamalı Edebiyat alanına ilişkin yazılardan ibaret bir külliyat değil. Ondaki birikim, eğitim verdiği bölümün sınırlarını aşan bir zenginlik.

Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasının yayınlandığı günden beri edebiyat üzerine nadiren kalem oynatıyor. Bir tek o çok dikkat çeken, uzun soluklu makalesi “Urducanın Aynasında” isimli çalışması, istisna teşkil ediyor. Son dönemde ise “dünya edebiyatı” üzerine birçok önemli deneme kaleme aldı. Bu makalelerde Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli eserinin “Hint Edebiyatı” başlıklı bölümünde genel çerçevesini çizdiği sorunu yeniden ele alıyor ve Kıyaslamalı Edebiyat bölümlerinde uygulamada olan kavramsal yapıdan ve işleyişten farklı bir yapı ve işleyişe ihtiyaç olduğunu söylüyor. Bu yeni kavramsal yapı ve işleyiş ise, kendi ifadesiyle, “politik bir dindarlık pratiği olarak ele alınmamalı, sistemleştirilmemeli.” Ulus-devlet veya onunla bağlantılı bir edebiyat yerine, birçok farklı ses, farklı tür, hayal gücünün işlediği farklı yaratıcı ifade kanalları bir araya getirilmeli. “Dünya genelinde kimsenin bölüp ayrıştıramayacağı o bütünlük arz eden özgürleşme projesiyle edebiyat üretimini birleştirmek isteyen yazarlar, bilinçli bir sorumluluk dâhilinde ortaya çıkan, anlatmaya dair farklı imkân ve becerileri içeren o zenginliği cem edebilmeli.”

Eycaz Ahmed, dili tüm katmanlarıyla kullanan, hafızaya mıh gibi çakılacak sözler eden bir isimdi. (“Her ülke hak ettiği faşizmi bulur.”) Yazılarında ve konuşmalarında olgulara, tarihlere ve teorik çerçevelere hâkimiyeti kendisini hemen hissettirir. Marx, Engels, Lenin, Gramsci dâhil tüm Marksist külliyata vakıftır. Vurguladığı hususlara veya dile getirdiği belirli formüllere itiraz edenler elbette ki vardır, ama yazılarındaki vuzuh ve analizlerindeki kavramsal netlik, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikattir.

Analizlerindeki kesinlik, ansiklopedik bilgi birikimi ve farklı eserleri sentezleme becerisi yanında benim hayran olduğum bir husus da onun dili, yani kullandığı cümlelerdir. O, “tek bir dilbilgisi temelli yapı içerisinde algısını çok farklı boyutlarda dile getirmek adına bileşik cümleler kullanma ustası”dır. Yan cümlelerle bezenmiş uzun ve bileşik cümlelerde dert, sadece bir üslup değil, ayrıca bir yöntem olarak açıklayıcı ve öğretici olan, tarihi, kültürü, olayları farklı katmanlarıyla içeren bir analizi aktarabilmektir. Düzyazıdaki açıklığı ve idrak etme imkânını yitirmeden, karmaşık olguları ifade etmektir. Bu anlamda, Ahmed’e göre, teorik ve analitik yazı pratiği, hayatın dışına çıkmamalı, kuru ve tumturaklı olmamalıdır.

Eycaz Ahmed, nihayetinde ABD’deki savaş karşıtı hareketin Vietnam için adalet meselesine çözüm sunamadığını okurlarına anımsattığı yazısında şunu söyler: “Vietnam’ın halkına dağıtacağı, açlıktan ve korkudan gayrı hiçbir şey yok. Öyle mecalsiz ki bir gıdım tazminatın bile peşine düşecek durumda değil.”

Ahmed’in Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasını okulda okuturken öğrencilerimden cümlenin sonundaki noktanın bile tek başına taşıdığı anlamı ve insanın içini yakan öfkeyi düşünmelerini istiyorum.

Onun cümleleri aynı ölçüde imalı da. Sanırım bu, Ahmed’in mecburen seyyah olup şu âlemi gezdiği hayatının açtığı derin yaraların üstesinden gelmek için başvurduğu bir yöntem.

Doksanların başlarında Hint klasik müziği kasetlerinden oluşan hazinesiyle tanıştırmıştı beni. Kasetçalarım uzun zaman önce bozuldu, ama o kasetler hâlâ bende durur. ABD’ye dönmek için hazırlandığı günlerde kasetleri geri vermeyi teklif ettim kendisine. Alaycı bir ifadeyle “ne kaseti?” dedi bana. Sonra, yolladığım mektupta, “ABD’den Hindistan’a taşınırken de ABD’ye dönerken de birkaç kez kütüphaneni elden çıkartmak zorunda kaldığını biliyorum” deyip, kendi kitaplarımı ona vermeyi teklif ettim. Cevaben bana şunu söyledi: “Birkaç kez elden çıkarttım ve her seferinde içim yandı. Aynı kitapları tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım.”

Bu ifadede, ima yüklü cümlede, beni asıl etkileyen, bıraktığı boşlukta söylemediği onca şey. “Her seferinde içim yandı” cümlesi, çok şey gizliyor. “Aynı kitapları tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım” derken de insanın ciğerini dağlıyor. Her kökünden kopartılıp atıldığında ruhunda açılan yaraları cümle âleme gösterecek biri değil o. Bunun yerine, bugünün tarihini aktarmak adına, imkân ve ihtimalleri açıp gizleyen tarihsel koşulların nesnel hâline ait diyalektiğe, o toplu duruma analitik bir dikkatle yaklaşıyor.

Kendisine acımak yerine, “kabilesinin hikâyesini olduğu gibi anlatmaya gayret eden” Eycaz Ahmed, “kişisel kayıp olarak derinlemesine yaşadığı şeyi başka bir düzlemde nesnelleştirme” yoluna gidiyor. Bazı yazılarında karşımıza nadiren de olsa o kaybın muazzamlığına dair değerlendirmeler çıkıyor.

Pakistan’daki politik koşullar onu yeniden Amerika’ya savuruyor. Bu savrulma neticesinde Ahmed, sadece İngilizce yazma zorunluluğunun o “kahır dolu kültürel bedeli”ni ödemek durumunda kalıyor.

“Hindistan’a döndükten sonra, kendi dilimin tarihsel yurdu olan Delhi’ye yerleşeceğim o süreçte bu bedeli kelimelerle ifade edemeyeceğim bir tuhaflık olarak ödemek zorunda kaldım.”

Eski kasetlerden bahsettiğimde alaycı bir cevap verdiği için ben de ona kitaplarımı teklif ettim. Bunun üzerine bana bir liste gönderdi: “Eskiden elimde olan, ama yazı pratiği için bugünlerde ihtiyaç duyduğum bazı kitapları not almışım. Eminim, içinde bu türden dağınık notların bulunduğu, sağda solda daha çok defter var.” İstediği kitapların bazılarını büyük bir memnuniyetle gönderdim kendisine. Yıllar boyu kendisinden aldıklarım yanında o kitapların esamisi bile okunmazdı.

Baysahip, aksi ve ters bir kişiydi. Marksizmi kabalaştıran ve onu kasten tahrif eden teorik faaliyetler onu çok kızdırırdı. En çok da bu tür faaliyetlerle cebelleşti. Eğer fikrinize katılmıyorsa, bunu hiç lafı dolandırmadan, yüzünüze vura vura söylerdi. Ama öte yandan, ondaki şeytan tüyüne, o büyüye hemen teslim olurdunuz. Sevdiklerine karşı da alabildiğine kibar olmayı bilen bir insandı.

Müziği, şiiri, yemeği, şarabı iyi bilen, edepli biriydi. Nezaketi, zarafeti ve inceliği bir araya getirmeyi bilen bir eski topraktı.

Eycaz Ahmed, aynı zamanda başkalarına vaktini ayırmayı bilen, cömert bir isimdi. 2017 yılında bir meslektaşımla birlikte organize ettiğim bir sempozyuma davet ettim kendisini. Sağlık durumu iyi olmamasına rağmen katılmayı kabul etmişti. Daveti kabul etmesinin sebeplerinden biri de Malini Bataçarya isminde Hindistanlı bir yoldaşımız ve dostumuzun da sempozyuma katılacak olmasıydı. O dönemde basit bir ziyaret için bile olsa, Hindistan’a dönmek ihtimal dışıydı. Dolayısıyla kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, sempozyum, bir yoldaşla bir araya gelmek için iyi bir fırsat sunuyordu. Bir süredir kendisini görmemiştim. Fizikî hâli endişe verici ölçüde değişmişti. Ama düşünce pratiğindeki zindelik ve keskinlik zerre eksilmemişti. Bir saat, elinde tek bir not olmaksızın konuştu, fikirlerini aktardı, sadece bir yudum su almak veya öksürüğünü bastırmak için duraksadı. Ekim Devrimi’nin yapısı, yankıları ve önemi konusunda farklı katmanları ele alan, anlaşılır bir analiz sundu.

Onun aramızdan ayrılmış olduğu gerçeğini kabullenmek güç. Marksist solun o çok önemli ve güçlü sesi artık sustu. Ölümüne dair haberler yayılmaya başladığında farklı okullardan tanıdığım eski öğrencilerimden ve meslektaşlarımdan, aynı meslekten olup aynı düşüncede olduğum dostlardan mesajlar almaya başladım. Hepsi de aynı duyguları dile döküyorlardı. Mesaj genelde “kendisini şahsen tanımasam da” diye başlıyor, lisans eğitimi esnasında Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat kitabının tutunacak dal olarak iş gördüğünü, onunla yol bulduğunu söyleyen cümlelerle devam ediyordu. En güzelini de Vicay Praşad yazmıştı: “Eycaz Ahmed’in eserleri olmasaydı, asla düşünemezdim.”

Baysahip, benim için eşsiz bir akıl hocası ve dosttu. Onun kurduğum muhabbet sayesinde o zor zamanlardan, o karanlık yollardan geçebildim. Politik hayatım ve kişisel hayatım ne vakit tarumar olsa, yüzümü hemen ona çevirdim, onun fikirlerine hürmet ettim.

Bir seferinde, buhranlı bir dönemden çıkmama yardım ederken bana, “Şunu bil ki kötü zamanlar her zaman sona eriyor” demişti. Bu teselli cümlesine karşı çıkıp kendisine, “kötü zamanları daha kötü zamanlar izliyor” diye sert bir cevap vermiştim.

Ne yazık ki bu sefer ben haklı çıktım. Benim dünyam ve sayısını bilmediğim onca insanın dünyası, onsuz artık daha kötü bir yer.

Modhumita Roy
6 Mayıs 2022
Kaynak

18 Mayıs 2022

Hindistan’da Çiftçi Protestoları

“Çiftçi yoksa yiyecek de yok.”


Bugün yüz binlerce çiftçi, Delhi’yi kuşatmış durumda. Daha binlercesi katılacak onlara. Çiftçiler, aylardır gerçekleştirdikleri protestolara Hindistan hükümetinden herhangi bir cevap gelmeyince bu taktiğe başvurmak zorunda kaldılar. Bu yazı, protestoların sebepleri, solun rolü ve dünya genelinde neoliberalizmle mücadele konusunda bu eylemden çıkartılacak derslerle ilgili kısa bir takdim sunmak amacıyla kaleme alındı.

Bu protestolar, Hindistan tarımında uzun zamandır yaşanan kriz zemininde gerçekleşiyor. Hindistan’da çiftçilerin gelirleri, 2011-12 ile 2015-16 arası dönemde yıllık ortalama yüzde 1,36 düzeyinde düştü. Modi hükümetinin paranın değerini düşüren politikaları, mal ve hizmetler konusunda uygulamaya koyduğu kusurlu vergi rejimi, ayrıca birçok eyalette büyükbaş hayvan kesimini yasaklamak suretiyle büyükbaş hayvan üzerine kurulu ekonomik faaliyeti felç etmesi, söz konusu krizi daha da derinleştirdi. Gelgelelim, devletin tarımı ihmal etmesi sonucu oluşan ve neticede çiftçilerin gelirlerinin düştüğü sürece katkıda bulunan sorunlar, eskiden beri mevcut.

Çiftlik Kanunları

Protestoların asıl hedefi, kısa süre önce çıkartılan üç kanun. Bu kanunlar, ilkin 2020 yılının Haziran ayında birer model olarak takdim edildiler, ardından da meclisin onayına sunuldular. Sonrasında meclis, ilgili usulleri çiğneyip milletvekillerinin oy kullanma hakkına saygı göstermedi ve bu kanunları yürürlüğe koydu.

Bu kanunların çıkartılmasında amaç, çiftlik ürünlerinden perakende gıda ürünlerine kadar tüm tarımsal tedarik zincirini güçlendirmekti. Örneğin kanunlar, özel şirketlerin tarımsal ürünleri istiflemesi konusunda daha fazla imkân sunuyor, ayrıca stoklama sınırlarını ortadan kaldırmak suretiyle finansal spekülasyona alan açıyor. Kanunlar, tarımsal ürünle ilgili özel piyasaların kuralsızlaşması için mevcut bariyerleri kaldırıyor, bunun yanında, çiftçilere asgari fiyat güvenceleri verilmesini ve kamunun ürün tedarik etmesini gerekli kılan sistemi zayıflatıyor. Kuralsızlaştırılmış özel piyasaların teşvik edilmesi, aynı zamanda “sözleşmeli çiftçilik” pratiklerinin yaygınlaşacağı anlamına geliyor. Bu gelişme dâhilinde çiftçiler, şirketlerle doğrudan müzakere edip onlarla sözleşmeler imzalayacaklar, üstelik bu müzakereler ve sözleşmeler, eyaletin ve devletin kanunlarının gözetimi dışında gerçekleşecek.

Hindistan’da tarım, iki sütun üzerine kurulu: asgari destek fiyatı ve kamusal dağıtım sistemi. Hükümet, elde edilen mahsuller ile ilgili bir asgari destek fiyatı belirliyor ve bu ürünleri çiftçilerden satın alıyor. Bazı ürünler, sonrasında devletin sağladığı teşviklerle düşürülmüş fiyatlardan, kamusal dağıtım sistemi üzerinden halka dağıtılıyor. Şehir nüfusunun yarısı, kırsal nüfusunsa yüzde 75’i elde ettiği gelire göre kamusal dağıtım sisteminin sunduğu faydalardan istifade etmeye hak kazanıyor. Bu uygulama, 2013 tarihli Ulusal Gıda Güvenliği Kanunu’na tabi. Söz konusu dağıtım ve hükümetin mal tedarik ederek çiftçiye sunduğu destek, toplamda gıda fiyatlarındaki iniş çıkışların kontrol altında tutulmasını sağlıyor. Toptan satışların gerçekleştiği pazarların devletçe tanzim ve kontrol edilmesi sayesinde çiftçiler, büyük şirketler ve tüccarlar eliyle sömürülemiyorlar.

Uzun zamandır bu sistem, emperyalistlerin saldırısı altında. Gıda konusunda kendisine yeterli bir ülke olarak Hindistan’ın gıda güvenliği alanında geneli kapsayan kimi önlemler alması ve belirli adımlar atıyor olması, onun Dünya Ticaret Örgütü’nde ABD ve müttefiklerinin ağır eleştirilerine mazhar olmasına neden oluyor. Bu ülkeler, tarımsal faaliyette devletin rol sahibi olması ve gıda ürünlerini satın alıp stoklaması ve dağıtması ile ilgili tedbirlerin “ticarete aykırı” bir pratik olduğunu söylüyorlar. Kendi çiftçisine muazzam teşvikler sunuyor oldukları gerçeğini örtbas eden bu emperyalist ülkeler, gelişmekte olan ülkelerdeki gıda piyasalarına yönelik devlet müdahalesini sonlandırmak suretiyle piyasada daha fazla pay sahibi olmak için uğraşıyorlar. Hindistan, bugüne dek bu türden girişimler karşısında kararlı bir duruş sergilemiş bir ülke.

Hindistan’da tarımsal sistem, başka bir güçlükle de karşı karşıya. Bu güçlük, ülkenin kendi büyük burjuvazisi ile ilgili. Son dönemde bu sınıf, tüm tarımsal değer zincirini ele geçirmek adına mevcut sistemin her bir kısmını zayıflatıp kuralsızlaştırmak için ortaya koyduğu çabaları daha da yoğunlaştırdı. Çıkartılan üç kanun, tohum pazarlarından manavlara uzanan zincir dâhilinde tarımı ve tarımsal faaliyeti serbestîleştiriyor ve bu sektörün her bir kısmını servet biriktirme pratiklerine açık hâle getiriyor.

Hindistan Tarımının Derin Krizi

Hindistan’da tarımsal sistemin köklü değişikliklere ihtiyaç duyduğuna hiç şüphe yok. Çiftçilik, uzun zamandır kazanç getirmeyen bir faaliyet. Çiftçilerin yüzde 86’sı küçük ölçekli tarımla veya artık marjinalleşmiş faaliyetlerle meşgul. Sektördeki büyüme, uzun zamandır yavaş seyrediyor. Hükümet, esasen tarım ve tarım pazarından çıkılması gerektiğini iddia ederken doğru söylüyor. Bu kanunlar, tarımsal çalışmalardan çıkma (kovulma) sürecini hızlandıracak, burası açık.

Ama öte yandan, hükümet, tarım alanından çıkarttığı insanlara başka bir istihdam alanı önermiyor. Şehirlerde veya köylerde onlara başka bir çalışma alanı sunmuyor. Bu, neticede milletin olan üretken şirketleri pratikte özelleştiren, sanayileşme konusunda işlerliği olan bir plandan yoksun bir hükümet. Onun sanayi politikası, sadece sloganlardan ibaret. Kırsal alanda tarım dışı istihdam alanları konusunda herhangi bir çözüm önerisine sahip değil. Hatta saçma sapan ekonomi politikalarıyla çiftçilik dışı alanlarda elde edilen gelirlerin dibe vurduğu sürece katkıda bulunuyor. Eğer bu hükümet, Hindistan tarımının iyice şirketlerin eline geçmesi için çalışmaya devam edecek olursa, gelecekte hiçbir şekilde “proleterleşme süreci”ne veya belirli bir düzene sahip yapısal dönüşüme tanık olunmayacak. Milyonlarca insan, aşırı yoksullukla ve işsizlikle boğuşmak zorunda kalacak.

Hindistan tarımının herkesin bir biçimde vakıf olduğu diğer bir sorunu da asgari destek fiyatının çiftçilere hiçbir kazanç sağlamıyor olması ve bir tür piyasa göstergesi olarak gördüğü işlevi bir şekilde yitirmesi. Yani asgari destek fiyatının “asgari” fiyat olarak sahip olduğu değer, artık çiftçiler için önemli değil. Bunun kısmen nedeni, hükümetin birçok eyalette muhtelif tarım ürünlerini daha az tedarik ediyor olması ki bu da asgari destek fiyatının anlamını yitirmesine neden oluyor. Hükümetin tedarik ettiği ürünler, toplam tarımsal ürün satışının sadece yüzde beşini teşkil ediyor. Tedarik miktarının dibe vurması, aynı zamanda, milyonlarca Hintlinin hayatta kalma konusunda bel bağladığı kamusal dağıtım sistemi için alarm zillerinin çalması anlamına geliyor. Bu süreç doğalında, gıdayı üretmenin yanında aynı zamanda tüketen birçok çiftçiyi de etkileyecek.

Diğer bir sorun da kurala bağlanmış, düzene sokulmuş toptancı pazarlarının önemli bir bölümünün çiftçilere fiyat dayatan ve politik zırha sahip olan tüccarların ve toprak ağalarının eline henüz geçmemiş olması. Öte yandan, bu pazarların lisans şartları, kredi düzenlemeleri ve depolama tesisleri gibi alanlarda yapılacak değişikliklerle reforma tabi tutulabileceğini görmek gerekiyor.

Protestolardan Çıkartılacak Dersler

Hindistan tarımı, uzun zamandır kimi sorunlarla uğraşırken, bu çıkartılan kanunlar, ilgili sorunların daha da derinleşmesine ve ağırlaşmasına neden oldu. Tarım pazarının şirketlere açılması, yukarıda bahsi edilen sorunların hiçbirisini çözmeyecek. Mumbai’de düzenlenen bir gösteride bir çiftçi lideri, şirketlerin tarım pazarlarını ele geçirmesinin ne anlama geldiğini gayet güzel izah ediyordu: büyük bir şirket gelip kilo başına 10 rupi yerine 15 rupi verip mahsulü satın alabilecek. Tüm tüccarların şirketlerin daha fazla alan bulup daha fazla kazanç elde etmesi sebebiyle piyasadan çekileceği koşullarda şirketler, çiftçileri haraca bağlayacak ve mahsul için kilo başına 5 rupi verip aynı ürünü piyasada 50 rupiye satacak.

Alım fiyatlarının düşürülmesinin tekelleşme sürecine katkıda bulunduğunu gayet iyi izah ediyor bu örnek. Aynı zamanda düzenlenen protestoların sunduğu ilk dersi de özetliyor: neoliberalizm karşıtı bir hareket, periferi ülkelerde etkin bir yapıya kavuşabilir, neoliberal politikaların doğrudan etkilediği insanlar bu tür hareketleri örgütleyebilirler. Böylesi bir hareket, emekçi halkın birliği sağlandığı vakit ortaya çıkacaktır.

Bu süreçte sanayi proletaryası içerisinde nispeten zayıf bir konuma sahip olsa bile sol sendikalar çiftçilerle dayanışma içerisine girebildiler. Bu da işçi-köylü birliğinin dünya genelinde neoliberalizmin yarattığı ideolojik ortamın hüküm sürdüğü koşullarda bile, hâlen daha imkân dâhilinde ve gerekli olduğunu ortaya koyuyor.

Çıkartılacak ikinci ders, kendi içinde bölünmüş, farklı katmanlara ayrılmış olan köylülüğün mevcut meseleleri temel alan hareketlerle bir araya gelebildiği ile ilgilidir. Hintli çiftçiler, kendi içerisinde kast ve sınıf temelinde bölünmüş durumdadır. Ülkede kapitalist çiftçiler, toprak ağaları, yarıcılar, küçük çiftçiler, tarım işçileri vs. vardır. Birçoğu kendi toprağını ekip biçmekte, ama aynı zamanda başka çiftçilerin topraklarında çalışmaktadır.

Proleterleşme, köylülüğün de bizatihi şahit olduğu bir gelişmedir. Öte yandan, küçük ölçekli üretim yapan kapitalistler de küresel finans sermayesinin daha fazla ekonomik karar dikte ettiği koşullarda, mevcut sınıfsal konumunun değiştiğini görmektedir.

Meseleleri temel alan bir toplumsal birliği, bu türden değişen koşulları dillendirip müşterek çıkarları ön plana çıkartmak suretiyle tesis etmek, solun işidir. Sol, uzlaşmaya açık, çözümlenmesi mümkün çelişkileri uzlaşmaz çelişkilerden ayırmak, buradan da kitle hareketleri inşa edebilmek için toplumsal farklılıkları ve ayrışma çizgilerini bilince çıkartmak zorundadır. Sol, sınıf meselesini statik değil dinamik bir yaklaşım üzerinden ele almalı, sınıfın nasıl değiştiğini değerlendirmeye tabi tutmalıdır. Tarım ürünleri alıp satan küçük ölçekli tüccarlar, sokakta kendi tezgâhında sebze satan satıcılar ve kır proletaryası ortak çıkarlara sahiptir, çünkü bu insanlar, ileride hep birlikte yoksullaşma riski ile karşı karşıyadır.

Uzun yılları alan çalışmaların ardından, belirli sınıfları ve örgütleri kesen bir birlik inşa edilebilmiştir. 2016’dan beri yaşanan tarım krizi, kitlelerin irili ufaklı yürütülen ajitasyon çalışmalarına cevap vermelerini sağlamıştır. 2018 yılında ilk kez 250 çiftçi örgütü bir araya gelip en az elli bin çiftçinin katıldığı bir uzun yürüyüş örgütlemiş, Mumbai şehrine yapılan bu yürüyüş ülkenin geri kalanını uykusundan uyandırmış, insanların köylerdeki sorunları ve sıkıntıları görmesini sağlamıştır. Kızıl bayraklarla ve nasır tutmuş ayaklarla yapılan bu yürüyüşü mümkün kılan birlik, Hindistan Komünist Partisi (Marksist) isimli partiye bağlı çiftçi örgütü Tüm Hindistan Kisan Sabha’nın (Tüm Hindistan Çiftçileri Birliği) çabalarının bir ürünüdür. Birçoğunun altında solun imzasının bulunduğu, başka bölgelerde yürütülen kitle çalışmaları, bugün tanık olduğumuz gücün oluşmasına katkıda bulunmuştur.

Kast ve kastçılık, köylülük içerisinde derin kökleri olan bir meseledir. Hindistan’da çiftçi hareketleri meydana getirmek, alt kasttan tarım işçileri arasında çalışan komünist partilerin ve onlara bağlı çiftçi birliklerinin işidir. Bu iş dâhilinde üst kasttan katılımcıların önyargılarıyla mücadele edilmeli, kastın emekçi halk içerisinde yol açtığı ayrışmalar açığa çıkartılmalıdır. Bu birlik meydana getirilirken, toprağın yeniden dağıtılmasına, kırsalda yeterli istihdamın güvence altına alınmasına ve tarımda kooperatiflerin geliştirilmesine dönük ihtiyaç, hiçbir şekilde akıldan çıkartılmamalıdır. Topraksız köylülerin ve marjinal çiftçilerin çilesi, bahsi geçen kanunlar iptal edildiği vakit, doğalında ortadan kalkmayacaktır. Çiftçiler içerisinde çoğunluğu teşkil eden kadın çiftçilerin sorunları da tarımdaki genel sıkıntıyla bağlantılı olsa da özel bir ilgiyi hak etmektedir. Hareket, yeni hâkimiyet biçimlerine doğru kendiliğinden yol açacağına, teori harekete yön vermeli, ona kurtuluşun yolunu göstermelidir.

Üçüncü dersse devletin sınıfsal niteliğini görmekle ilgilidir. Ülke genelinde çiftçi örgütlerinin hayatı durdurma eylemleri ardından hükümetle yürütülen görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla birlikte çiftçilerin meydana getirdiği ortak hareket, yeni bir slogan belirledi: “Hükümetin tek derdi, istifçilik, Adani ve Ambani”. Adani ve Ambani, bu kanunlar sayesinde en fazla kazanç sağlayacak iki işadamı. Slogan, kışın ortasında eylem yapan çiftçilere tomalarla saldıran devletin büyük sermayenin çıkarları adına hareket ettiğini gayet yalın bir dille izah ediyor.

Çiftçiler, Ambani’nin sahibi olduğu Reliance şirketinin binası önünde de eylem yapmayı planladılar, hatta başka ürünlerin yanında, Reliance’ın sattığı sim kartlarının boykot edilmesi çağrısında bulundular. Bu türden taktikler, öfkeyi soyut bir “siyasetçiler” kategorisindense, hükümetin iplerini elinde bulunduranlara yöneltiyor.

Özetle; bu güçlü hareket, başka hareketlerin pek beceremediği bir işi yaptı ve Modi hükümetine meydan okumayı bildi. Sınıf temelli bir hareket olduğu için bu hareketin önceki toplumsal hareketler gibi şeytanlaştırılması pek mümkün değil. Zira başbakan da önceleri “muhalefet bazı çiftçileri yanıltıyor” derken, sonraları “yalvarırım, gelin oturup bu kanunları tartışalım” demeye başladı.

Kitlelerdeki kaynaşma ve ortaya çıkan hareketlilik, Hindistan’da köylülüğün hâlen daha güçlü olduğunu, onun her türden dönüştürücü politik projenin ve faaliyetin omurgasını teşkil etmesi gerektiğini ortaya koyuyor.

Jai Vipra
28 Aralık 2020
Kaynak