Pages

20 Mayıs 2022

Eycaz Ahmed Anısına


Bu yazı, yaşadığımız bir kaybın ardından, ona hürmetimizi bildirmek için kaleme alınmadı. Amacı, Eycaz Ahmed’in hayatı ve eserlerini takdir etmek de değil. Önümüzdeki günlerde, kendi dönemimizin o çok mühim ve çok etkili Marksist düşünürlerinden birinin kaybını kabullendiğimiz vakit o çok ağır ve çok muazzam külliyat ile de meşgul olacağız elbette.

Kaybımızın bizde açtığı yara, onun ne düzeyde olduğunu, derinliğini idrak edip değerlendirmek için fazla taze. Burada, söz konusu değerlendirmenin bir parçası olarak, başkalarının da kendilerince tecrübe ettiklerini bildiğim, düşünsel, politik ve derinlemesine kişisel kaybımıza dair bir çift kelâm edilecek.

Eycaz Ahmed ile 1985 yılı civarı New York’ta tanıştım. Akşam birlikte yemek yemek için bir araya gelmiştik. Masada, peşine takıldığım ve bana bu sohbete katılma imkânı sunan Bruce Robbins ve Michael Sprinker vardı. Robbins, Eycaz Ahmed’in Rutgers Üniversitesi’nden meslektaşı ve arkadaşı, Sprinker ise ileride Verso yayınlarından çıkacak kitaplarının editörlüğünü üstlenecek kişiydi. Aralarındaki o sıcak ve samimi dostluğun temelleri bu sayede atıldı. Bense lisans öğrencisi olarak o yemekte oluşumu tuhaf buluyor, masadakileri huşu içerisinde dinliyordum. “Baysahip” olarak anılan Eycaz Ahmed, evdeki varlığımın bana batırdığı tüm dikenleri söküp attı, üstelik, daha da rahatlamamı sağlamak adına, bana kimi işler verdi. O lezzetlere son dokunuşları ikimiz yaptık, masayı birlikte hazırladık. Mükemmel bir akşamdı. Arka planda Hint klasik müziği çalıyor, güzel yemeklerin kokusuna birçok konuyla, bilhassa Althusser ile ilgili hararetli tartışmalar eşlik ediyordu. O an cennet kapılarını açsa bize, bundan daha güzelini veremezdi!

Düşüncelerini tartarak dillendiren, sakince konuşan, muhabbetin ilk anından itibaren elindeki bardakla karşısındaki başını sallayıp dinleyen Baysahip, herkese unutamayacağı bir tecrübe bahşetmişti o gece. Eminim, o günü kimse unutamadı. Ben, hiç unutmadım.

Yıllar içerisinde kendisini birkaç kez görme fırsatı buldum. Birinde ABD’de, birinde Kanada’da, bir diğerinde de Hindistan’da bir araya gelmiştik. Oğulları Ravi ve Adil ile birlikte bir seferinde bir maceraya bile atıldık. Daha cep telefonları ve bize yol gösterecek aplikasyonlar icat edilmemişti. Hazırladığımız plan doğrultusunda yola koyulduk, ama Boston ve civarındaki o baş döndürücü labirentin içinde, nasıl olduysa, kaybolduk. Bendeki endişe giderek artarken o bir şekilde sükûnetini korumayı bildi. Rahat bir ifadeyle bana dönüp, “kaybolmadık, merak etme. Bu yol istediğimiz yere çıkmasa bile illâki bir yere çıkıyordur” dedi.

O yol, hep bir yere çıktı. Nereye gitsek harika zaman geçirdik. Meselâ bir keresinde Provincetown’da ıstakoz yedik, bir keresinde de, bir kamyoncu lokantasında itin önüne koysan yemeyeceği şeylerin takdim edildiği bir sofraya oturmuştuk.

* * *

Eycaz Ahmed, 1941, Hindistan’ın İngilizlerin elinde olduğu dönemde, Uttar Praşad eyaletinin Muzaffernigar şehri yakınlarında dünyaya geldi. Kendisinin de dediği gibi, “doğum gününü bilen yoktu.” Liseye dek evde eğitim gören Ahmed, kitap kurduydu, ne bulursa okurdu. Kendi ifadesiyle, “pembeye çalan” o evde bulduğu her şeyi okudu. [Hayat hikâyesi ile ilgili bilgiler Vicay Praşad ile birlikte hazırladığı şu çalışmadan alındı: Nothing Human is Alien to Me. LeftWord Books, 2020.]

Ailesi, ellilerde Pakistan’ın Lahor şehrine taşındı. Forman Hristiyan Koleji’ne giren Ahmed, burada Edebiyat ve Sosyal Bilimler, bilhassa Ekonomi ve Tarih alanlarında eğitim gördü. Ardından yüksek lisansını İngilizce alanında tamamladı.

Pakistan’da uç vermeye başlamış olan politik, düşünsel ve eylemci yönü yetmişlerde Siyah Kurtuluş Hareketi ve savaş karşıtı hareket içerisinde yürüttüğü faaliyetler üzerinden daha da belirginleşti. Marx okumasını da aynı dönem yapma imkânı buldu. “Pakistan’da kendisine gizlice yol bulan Marksizmi ve anti-emperyalist külliyatın içerisinde yer alan her türden akımı kapsamlı ve derinlikli bir çalışma dâhilinde inceledi.”

Yazma pratiği Pakistan’da başladı. Yetmişlerde ve seksenlerde kalemi keskinleşen Ahmed, ağırlıklı olarak Urduca yazdığı yazılarda Pakistan’ın siyasetini ve politik ekonomisini, ayrıca Batı Asya’yı, İran Devrimi’ni ve Politik İslam’ı ele aldı. Şiirler yazdı, başka şairlerin şiirlerini Urduca çevirdi. Bugün farklı dergi ve gazetelerde yayımlanmış olan bu yazıların büyük bir kısmı İngilizceye çevrilmiş değil, önemli bir kısmına da zaten ulaşılamıyor. İngilizce yazılmış olanlar bile müthiş bir külliyatı meydana getiriyor.

Eycaz Ahmed bir süre ABD’de yaşadı, burada çalıştı, ardından, 1985 yılında, kendi ifadesiyle, “politik bir yurt arayışı” dâhilinde, Hindistan’a geri döndü. Ama kaderin cilvesi, bir süre sonra o yurdu terk etmek zorunda kaldı ve bir daha oraya dönemedi. ABD, Kanada ve Hindistan’da kimi üniversitelerde ders veren Ahmed, aramızdan ayrıldığı dönemde Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü’nde Kıyaslamalı Edebiyat Baş Profesörü olarak görev yapıyordu.

* * *

Kitap ve makalelerini incelerken ele aldığı konulara hâkimiyeti okurların ilk elden dikkatini çeken husustur. Ana meselesi, siyasettir. İster Hinduculuğun yükselişini, ister Irak ve Afganistan savaşlarını, ister Arap Baharı’nı, isterse Ekim Devrimi’ni incelesin, farklı disiplinlere hâkimiyeti karşısında mest oluyorsunuz. O, sadece ABD’de sıklıkla haksız bir tespit dâhilinde dile getirildiği biçimiyle, onunki, İngilizce ve Kıyaslamalı Edebiyat alanına ilişkin yazılardan ibaret bir külliyat değil. Ondaki birikim, eğitim verdiği bölümün sınırlarını aşan bir zenginlik.

Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasının yayınlandığı günden beri edebiyat üzerine nadiren kalem oynatıyor. Bir tek o çok dikkat çeken, uzun soluklu makalesi “Urducanın Aynasında” isimli çalışması, istisna teşkil ediyor. Son dönemde ise “dünya edebiyatı” üzerine birçok önemli deneme kaleme aldı. Bu makalelerde Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli eserinin “Hint Edebiyatı” başlıklı bölümünde genel çerçevesini çizdiği sorunu yeniden ele alıyor ve Kıyaslamalı Edebiyat bölümlerinde uygulamada olan kavramsal yapıdan ve işleyişten farklı bir yapı ve işleyişe ihtiyaç olduğunu söylüyor. Bu yeni kavramsal yapı ve işleyiş ise, kendi ifadesiyle, “politik bir dindarlık pratiği olarak ele alınmamalı, sistemleştirilmemeli.” Ulus-devlet veya onunla bağlantılı bir edebiyat yerine, birçok farklı ses, farklı tür, hayal gücünün işlediği farklı yaratıcı ifade kanalları bir araya getirilmeli. “Dünya genelinde kimsenin bölüp ayrıştıramayacağı o bütünlük arz eden özgürleşme projesiyle edebiyat üretimini birleştirmek isteyen yazarlar, bilinçli bir sorumluluk dâhilinde ortaya çıkan, anlatmaya dair farklı imkân ve becerileri içeren o zenginliği cem edebilmeli.”

Eycaz Ahmed, dili tüm katmanlarıyla kullanan, hafızaya mıh gibi çakılacak sözler eden bir isimdi. (“Her ülke hak ettiği faşizmi bulur.”) Yazılarında ve konuşmalarında olgulara, tarihlere ve teorik çerçevelere hâkimiyeti kendisini hemen hissettirir. Marx, Engels, Lenin, Gramsci dâhil tüm Marksist külliyata vakıftır. Vurguladığı hususlara veya dile getirdiği belirli formüllere itiraz edenler elbette ki vardır, ama yazılarındaki vuzuh ve analizlerindeki kavramsal netlik, kimsenin inkâr edemeyeceği bir hakikattir.

Analizlerindeki kesinlik, ansiklopedik bilgi birikimi ve farklı eserleri sentezleme becerisi yanında benim hayran olduğum bir husus da onun dili, yani kullandığı cümlelerdir. O, “tek bir dilbilgisi temelli yapı içerisinde algısını çok farklı boyutlarda dile getirmek adına bileşik cümleler kullanma ustası”dır. Yan cümlelerle bezenmiş uzun ve bileşik cümlelerde dert, sadece bir üslup değil, ayrıca bir yöntem olarak açıklayıcı ve öğretici olan, tarihi, kültürü, olayları farklı katmanlarıyla içeren bir analizi aktarabilmektir. Düzyazıdaki açıklığı ve idrak etme imkânını yitirmeden, karmaşık olguları ifade etmektir. Bu anlamda, Ahmed’e göre, teorik ve analitik yazı pratiği, hayatın dışına çıkmamalı, kuru ve tumturaklı olmamalıdır.

Eycaz Ahmed, nihayetinde ABD’deki savaş karşıtı hareketin Vietnam için adalet meselesine çözüm sunamadığını okurlarına anımsattığı yazısında şunu söyler: “Vietnam’ın halkına dağıtacağı, açlıktan ve korkudan gayrı hiçbir şey yok. Öyle mecalsiz ki bir gıdım tazminatın bile peşine düşecek durumda değil.”

Ahmed’in Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat isimli çalışmasını okulda okuturken öğrencilerimden cümlenin sonundaki noktanın bile tek başına taşıdığı anlamı ve insanın içini yakan öfkeyi düşünmelerini istiyorum.

Onun cümleleri aynı ölçüde imalı da. Sanırım bu, Ahmed’in mecburen seyyah olup şu âlemi gezdiği hayatının açtığı derin yaraların üstesinden gelmek için başvurduğu bir yöntem.

Doksanların başlarında Hint klasik müziği kasetlerinden oluşan hazinesiyle tanıştırmıştı beni. Kasetçalarım uzun zaman önce bozuldu, ama o kasetler hâlâ bende durur. ABD’ye dönmek için hazırlandığı günlerde kasetleri geri vermeyi teklif ettim kendisine. Alaycı bir ifadeyle “ne kaseti?” dedi bana. Sonra, yolladığım mektupta, “ABD’den Hindistan’a taşınırken de ABD’ye dönerken de birkaç kez kütüphaneni elden çıkartmak zorunda kaldığını biliyorum” deyip, kendi kitaplarımı ona vermeyi teklif ettim. Cevaben bana şunu söyledi: “Birkaç kez elden çıkarttım ve her seferinde içim yandı. Aynı kitapları tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım.”

Bu ifadede, ima yüklü cümlede, beni asıl etkileyen, bıraktığı boşlukta söylemediği onca şey. “Her seferinde içim yandı” cümlesi, çok şey gizliyor. “Aynı kitapları tekrar tekrar satın almak zorunda kaldım” derken de insanın ciğerini dağlıyor. Her kökünden kopartılıp atıldığında ruhunda açılan yaraları cümle âleme gösterecek biri değil o. Bunun yerine, bugünün tarihini aktarmak adına, imkân ve ihtimalleri açıp gizleyen tarihsel koşulların nesnel hâline ait diyalektiğe, o toplu duruma analitik bir dikkatle yaklaşıyor.

Kendisine acımak yerine, “kabilesinin hikâyesini olduğu gibi anlatmaya gayret eden” Eycaz Ahmed, “kişisel kayıp olarak derinlemesine yaşadığı şeyi başka bir düzlemde nesnelleştirme” yoluna gidiyor. Bazı yazılarında karşımıza nadiren de olsa o kaybın muazzamlığına dair değerlendirmeler çıkıyor.

Pakistan’daki politik koşullar onu yeniden Amerika’ya savuruyor. Bu savrulma neticesinde Ahmed, sadece İngilizce yazma zorunluluğunun o “kahır dolu kültürel bedeli”ni ödemek durumunda kalıyor.

“Hindistan’a döndükten sonra, kendi dilimin tarihsel yurdu olan Delhi’ye yerleşeceğim o süreçte bu bedeli kelimelerle ifade edemeyeceğim bir tuhaflık olarak ödemek zorunda kaldım.”

Eski kasetlerden bahsettiğimde alaycı bir cevap verdiği için ben de ona kitaplarımı teklif ettim. Bunun üzerine bana bir liste gönderdi: “Eskiden elimde olan, ama yazı pratiği için bugünlerde ihtiyaç duyduğum bazı kitapları not almışım. Eminim, içinde bu türden dağınık notların bulunduğu, sağda solda daha çok defter var.” İstediği kitapların bazılarını büyük bir memnuniyetle gönderdim kendisine. Yıllar boyu kendisinden aldıklarım yanında o kitapların esamisi bile okunmazdı.

Baysahip, aksi ve ters bir kişiydi. Marksizmi kabalaştıran ve onu kasten tahrif eden teorik faaliyetler onu çok kızdırırdı. En çok da bu tür faaliyetlerle cebelleşti. Eğer fikrinize katılmıyorsa, bunu hiç lafı dolandırmadan, yüzünüze vura vura söylerdi. Ama öte yandan, ondaki şeytan tüyüne, o büyüye hemen teslim olurdunuz. Sevdiklerine karşı da alabildiğine kibar olmayı bilen bir insandı.

Müziği, şiiri, yemeği, şarabı iyi bilen, edepli biriydi. Nezaketi, zarafeti ve inceliği bir araya getirmeyi bilen bir eski topraktı.

Eycaz Ahmed, aynı zamanda başkalarına vaktini ayırmayı bilen, cömert bir isimdi. 2017 yılında bir meslektaşımla birlikte organize ettiğim bir sempozyuma davet ettim kendisini. Sağlık durumu iyi olmamasına rağmen katılmayı kabul etmişti. Daveti kabul etmesinin sebeplerinden biri de Malini Bataçarya isminde Hindistanlı bir yoldaşımız ve dostumuzun da sempozyuma katılacak olmasıydı. O dönemde basit bir ziyaret için bile olsa, Hindistan’a dönmek ihtimal dışıydı. Dolayısıyla kendisinin de ifade ettiği biçimiyle, sempozyum, bir yoldaşla bir araya gelmek için iyi bir fırsat sunuyordu. Bir süredir kendisini görmemiştim. Fizikî hâli endişe verici ölçüde değişmişti. Ama düşünce pratiğindeki zindelik ve keskinlik zerre eksilmemişti. Bir saat, elinde tek bir not olmaksızın konuştu, fikirlerini aktardı, sadece bir yudum su almak veya öksürüğünü bastırmak için duraksadı. Ekim Devrimi’nin yapısı, yankıları ve önemi konusunda farklı katmanları ele alan, anlaşılır bir analiz sundu.

Onun aramızdan ayrılmış olduğu gerçeğini kabullenmek güç. Marksist solun o çok önemli ve güçlü sesi artık sustu. Ölümüne dair haberler yayılmaya başladığında farklı okullardan tanıdığım eski öğrencilerimden ve meslektaşlarımdan, aynı meslekten olup aynı düşüncede olduğum dostlardan mesajlar almaya başladım. Hepsi de aynı duyguları dile döküyorlardı. Mesaj genelde “kendisini şahsen tanımasam da” diye başlıyor, lisans eğitimi esnasında Teoride Sınıf, Ulus, Edebiyat kitabının tutunacak dal olarak iş gördüğünü, onunla yol bulduğunu söyleyen cümlelerle devam ediyordu. En güzelini de Vicay Praşad yazmıştı: “Eycaz Ahmed’in eserleri olmasaydı, asla düşünemezdim.”

Baysahip, benim için eşsiz bir akıl hocası ve dosttu. Onun kurduğum muhabbet sayesinde o zor zamanlardan, o karanlık yollardan geçebildim. Politik hayatım ve kişisel hayatım ne vakit tarumar olsa, yüzümü hemen ona çevirdim, onun fikirlerine hürmet ettim.

Bir seferinde, buhranlı bir dönemden çıkmama yardım ederken bana, “Şunu bil ki kötü zamanlar her zaman sona eriyor” demişti. Bu teselli cümlesine karşı çıkıp kendisine, “kötü zamanları daha kötü zamanlar izliyor” diye sert bir cevap vermiştim.

Ne yazık ki bu sefer ben haklı çıktım. Benim dünyam ve sayısını bilmediğim onca insanın dünyası, onsuz artık daha kötü bir yer.

Modhumita Roy
6 Mayıs 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder