Edebiyat
ve Devrim eserinde Trotskiy, “Bir sanat eserinin hükmünü ilk planda kendi
hukuku, sanatın hukuku vermelidir” diyor ve ekliyor: “Ne var ki belirli bir
tarihsel dönemden kaynak alan sanatın içerisinde belirli bir eğilimin neden ve
nasıl meydana geldiğini, bir tek Marksizm izah edebilir. Başka bir ifadeyle, başkasını
değil de böylesi bir sanat biçimini kimin neden ürettiğini bir tek o ortaya
koyabilir.”[1]
Victor
Hugo [26 Şubat 1802 – 22 Mayıs 1885] siyasetçi olarak zafiyetlerle ve
ihanetlerle yüklü bir isimdir, edebî eserleri biçimsel açıdan kimi sınırlarla maluldür.
Buna karşın, Sefiller romanı, devrim yüzyılının, daha da önemlisi, 1848
devriminin politik, estetik ve edebî ifadesi olduğu için, bir işçi kuşağının
hayal gücünü ele geçirmeyi bilmiş bir eserdir.
Victor
Hugo, 1789 Fransız Devrimi’nin altüst ettiği bir dünyaya doğdu. Hatta ailesi de
bu devrimci karışıklık ortamının bir ürünüydü. Ateist olan babası, 1792’de
krallığın ilgası ardından kurulmuş olan cumhuriyeti büyük bir şevkle
destekleyen bir isimdi. Dinine bağlı bir Katolik olan annesi ise yıkılan krala
sadakatini hiç yitirmedi.
Hugo’nun
dediğine göre anne ve babası, baba Batı Fransa’da kral yanlısı isyanın bastırılması
için görevlendirilmiş olan cumhuriyetçi orduda askerlik yaptıkları sırada tanışmış.[2]
Hugo, Bonapart’ın devrimin bittiğini söyleyip iktidarı almasından üç yıl sonra,
aynı generalin Fransa’yı imparatorluk ilân edip kendisini I. Napolyon olarak
tahta oturtmasından iki yıl önce doğmuş.
Hugo’nun
çocukluk yılları, Napolyon ordusunda general olan babasının yanında savaşın
tarumar ettiği imparatorluğun şehirlerini gezerek geçmiş.[3] Çocukluğundan
itibaren 1789 devriminin başlattığı politik tartışmalara sürekli tanık olmuş.
Napolyon’un
1815’te Waterloo’da aldığı yenilgiye, kralın yeniden tahta oturduğu Burbon
Restorasyonu olarak anılan döneme tanıklık eden Hugo böylesi bir dönemde almış
kalemi eline. Krala sempati duyan bir isim olarak yazdığı şiirleri ve yazıları ile
Fransız romantizminin gelişiminde önemli bir sima hâline gelmiş.[4]
Aslında
ilk kaleme aldığı yazılar bile, yeni yeni gündeme gelen sosyal adaletle ilgili
meselelere az çok ilgili olduğunu, ezilenlerin sesi olma çabası içine girdiğini
ortaya koyuyor. Hayatı boyunca ölüm cezasını savunan bir isim olarak Hugo,
İspanya ve Paris’te ölüm cezasının yol açtığı korkuya ilk elden şahitlik
ediyor.
İlk
kaleme aldığı romanlardan olan Bir Mahkûmun Son Günü, esasen hangi
suçtan ölüm cezasına çarptırıldığını bilmeyen bir mahkûmun düşüncelerini
aktarıyor. Bu roman, Charles Dickens, Fyodor Dostoyevski ve Albert Camus gibi
yazarları epey etkiliyor. Hatta Camus Yabancı isimli romanında bu
etkiden bahsediyor.[5]
İlk
çocukluk dönemini takip eden yirmi otuz yıl içerisinde Hugo’nun siyaseti
değişiyor. Tanık olduğu devrimci ayaklanmalar, fikirlerine biçim veriyor. Ne yazık
ki bu değişim, I. Napolyon’a hayranlık ile sonuçlanıyor.
1830’da
Hugo, ömründe ilk kez bir devrime tanıklık ediyor: Temmuz Devrimi. “Üç Şanlı
Gün” olarak anılan dönemde yapılan eylemlere katılıyor. Neticede kral X. Charles
devriliyor, yerine başında Louis Philippe’in bulunduğu meşruti krallık
kuruluyor. Özgürlüğün yeniden kazanılmasına katkıda bulunan asalet sahibi öğrencileri
selamlayan Hugo, Napolyon’un devrimin evladı olduğunu düşünmeye devam
ediyor.[6]
1840’lı
yıllar boyunca Hugo, ortaya koyduğu eserlerle Fransız edebiyatının zirvesine
çıkıyor. 1841 yılında Fransız Akademisi’ne seçilen Victor Hugo, Louis Philippe
tarafından onurlandırılıyor. Gelgelelim bu tür gelişmeler, onu sevenlerce
ihanet olarak kabul ediliyor.
Bu
dönemde yaşanan iki olay, Hugo’yu epey etkiliyor. 5 Haziran 1832’de General
Lamarque’ın ölümü, kral Louis Philippe’e karşı bir isyanı tetikliyor. Bu isyan,
hızla ve zor kullanılarak bastırılıyor. Muhtemelen Sefiller romanının
merkezinde duran öğrenci isyanı, ilhamını bu olaydan alıyor. Sonrasında alaya
alacağı bu isyanı Hugo, günlüğünde “kan gölünde boğulan ahmaklık” olarak nitelendiriyor
ve şu tespitini aktarıyor:
“Gün gelecek, bir
cumhuriyetimiz olacak. Bu cumhuriyetin kendi özgür iradesiyle kurulması daha
hayırlı olacak. Dolayısıyla, Temmuz’da olgunlaşacak meyveyi kalkıp da Mayıs
ayında koparmayalım. Beklemeyi öğrenelim. […] Bayrağımız kana bulanacak diye bir
avuç akılsızın kahrını çekemeyiz.”[7]
1848
yılı, Avrupa, Fransa ve Hugo için önemli bir dönüm noktası. Mahsulün düşük
çıkması, işsizlik, artan gıda fiyatları ve toplamda yaşanan büyük resesyon,
devrimden beri görülmemiş bir yoksulluk düzeyinin oluşmasına neden oluyor. Öte yandan,
buna bir de giderek güçlenen orta sınıfların rejimin ağır kelle vergisi üzerine
kurulu, oy kullanma hakkını sınırlayan uygulamaları sebebiyle iktidardan pay
alamadıklarına dair duyguları eşlik ediyor. Bu sınıflar, ülke genelinde oy
hakkının kapsamının genişletilmesi konusunda iktidara baskı uygulamak adına bir
dizi yemekli etkinlik düzenliyor. Şubat 1848’de Paris’te düzenlenecek etkinlik,
hükümet eliyle yasaklanınca, ülkede büyük bir devrimci fırtına patlak veriyor.
23 Şubat günü Milli Muhafız Birliği halkın safına geçiyor, Louis Philippe ülkeden
kaçıyor.
Herkesin
bildiği bir sima olarak Victor Hugo, siyaset düzleminde belirli bir nüfuza
sahip. Louis Philippe’in tahttan indirilmesi sonrası İkinci Cumhuriyet olarak
bilinen yeni cumhuriyet kurulduğunda geçici hükümet, Hugo’nun evinin balkonundan
duyuruluyor. Hugo, başında Orléans Düşesi’nin olacağı bir “Naipler Hükümeti”nin
kurulması önerisinde bulunuyor. Fransız halkı, bu öneriden zerre etkilenmiyor. Bir
adam, Hugo’nun başına silâhını dayayıp “Kahrolsun Fransa’nın asilleri!” diye
bağırıyor.[8]
Kimi
çevrelerde hayal kırıklığına yol açmış olmasına karşın Hugo, Şubat devrimi
sonrası siyaset sahnesinde belirgin bir şöhrete kavuşuyor ve en nihayetinde
Paris vekili seçiliyor. Ama Hugo, 1848’de önemli bir siyaset sınavından geçmek
durumunda kalıyor.[9]
Mecliste
yaptığı ilk konuşmada, ülke genelinde atölyelerin kurulması fikrine destek
sunuyor. Ama bu atölyeler kapatılıyor, yirmi beş yaşın altındaki işçiler askere
alınıyorlar, geri kalanlarsa taşraya gönderiliyorlar. “Siyasi bir tasfiye
harekâtı” olarak işgören bu hamle, esasen Haziran günlerinde, Marx’ın ilk işçi
devrimi diyerek yücelttiği, 1848’de gerçekleşen ikinci ayaklanmada ve devrimde
harekete geçmiş olan Parisli işçilere karşı açılmış bir savaşı ifade ediyor. Paris’te
tekrar barikatlar kurulunca ne yazık ki Hugo, yanlış tarafta yer alıyor. 24
Haziran günü meclis sıkıyönetim ilân ediyor. Hugo, bu karara destek veriyor.[10]
Bu
süreçte Hugo, siyasi açıdan iyice savruluyor. Haziran ayaklanmasının
bastırılması işinin başındaki subay olan Cavaignac’ın kontrol altında tutulduğunu
ve sıkıyönetimin ilân edildiğini isyancılara bildirmekle görevli altı temsilci
içerisinde yer alıyor. “Akan kanı durdurma görevi”ni üstlenen Hugo, Parisli
işçilere karşı ele silâh alıyor. Böylelikle sessizlerin sesi, işçilerin kahramanı
olan Hugo, kendisine destek sunmuş, birçok durumda kendisinin de arka çıktığı
bir halkın öncülük ettiği ayaklanmanın zor kullanılarak bastırılmasına katkıda
bulunuyor.[11] Çarpık mantığı, hatta ondan daha fazla çarpık olan bilinciyle
Hugo, Haziran ayaklanmasının ezilmesi için mücadele ediyor, bu uğurda hayatını
riske atıyor.
Söz
konusu saldırı sonrası kalbi kırılan Hugo, oluşan ortamı şu şekilde tarif
ediyor:
“Bir barikattan ayrılırken
insan şahit olduğu şeyleri zihninden siliyor. İnsan, ne kadar gaddar olursa
olsun, o anı belleğine asla kaydetmiyor. İnsanların yüzlerine yansıyan, fikirler
muharebesinin estirdiği rüzgâra saçlarını kaptırınca insan, tüm başı ve
gövdesiyle kendisini geleceğin saçtığı o nurun içinde buluyor. Yerde cesetler,
başlarında dimdik ayakta duran hayaletler. Zaman geçmek bilmiyor, ebediyetin
saatlerine tanık oluyoruz sanki. Ölümün bağrında yaşıyoruz. Gölgeler geçip gidiyor.
Nedir onlar öyle? Ellerinde kan var. Kısa ama kulakları sağır eden bir velvele
kopuyor sonra. Ardından berbat bir sessizlik. Ağızlar açılıyor bağırmak için. Başka
ağızlar açılıyor, ama çıt yok. […] İnsan, bilmediği kuyulara düşüp kan ter
içerisinde kalıyor birden. Tırnaklarının altı kıpkızıl. İnsan, onca şeyden
sonra hiçbir şey hatırlamıyor.”[12]
Devrimin
ardından Hugo, 1848 olaylarını anlamlandırmaya çalışıyor. Giderek artan
kutuplaşmanın her iki yanında da olmak için çabalıyor. Hem Aralık 1848’de yeni
anayasa uyarınca cumhurbaşkanı seçilmiş olan Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon
Bonapart etrafında toplaşmış “düzen partisi”nden, hem de 1848 sonrası önemli mevziler
elde etmiş olan “hareketin partisi”nden (radikal soldan) yana saf tutuyor. Bu politik
iklim dâhilinde, Hugo’nun da daha sık dillendirdiği biçimiyle, itirazlarla ve
baskılarla yüzleşiyor, bunun neticesinde de radikalleşip yüzünü sola çevirerek,
Louis Napolyon hükümetinde somutlaşmış olan zorbalığa ve barbarlığa karşı
çıkıyor.[13]
Dönüşü
olmayan yola ise 1849 yılında giriyor. Hugo, Louis Napolyon’a muhalefet eden,
bu konuda sesi gür çıkan en önemli isimlerden biri hâline geliyor. Napolyon’a yönelik
dillendirdiği hakaretlerin o son ve en ünlüsünde şunu söylüyor: “Sırf Büyük
Napolyon’u gördük diye bir de küçüğü mü geçecek başımıza?”[14] Hükümet
dâhilinde aldığı görev sebebiyle her türlü cezadan muaf tutulan Hugo’nun bu
saldırısı sonrası Bonapart, intikamını Hugo’nun gazetesini kapatıp iki oğlunu
tutuklatarak alıyor.
2
Aralık 1851’de Louis Napolyon, darbe yapıp savunacağına dair söz verdiği
cumhuriyet anayasasını askıya alıyor. Ulusal Meclis askerlerce işgal ediliyor. Bu
gelişmeye cevap olarak Hugo, halkı Napolyon’un iktidarı alması karşısında Paris’i
savunmak adına barikatlara çağırıyor. Göstericilere sert müdahale ediliyor. 4
Aralık günü ordu, ayrım gözetmeden göstericilere ateş açıyor, evlere kaçmaya çalışan
veya yaralılara yardım eden insanlar bıçaklanıyor, çocuklara kurşun sıkılıyor. Bu
katliam dâhilinde yüzlerce insan ölüyor. Kendi hayatına yönelik tehditlerin
arttığı, iki oğlunun hapiste olduğu, yanlışlıkla gazetelerde ölüm ilânının
çıktığı koşullarda Hugo, Paris’ten ayrılıyor.[15] Guernsey adasına giden Hugo,
burada on sekiz yıl kalıyor. Sefiller’in büyük bir kısmını bu adada
kaleme alıyor.[16] Yazdığı en radikal ve en politik romanları Fransa’ya gizlice
sokuluyor.
1852’de
cumhurbaşkanı Bonapart, ikinci cumhuriyeti yıkıp yerine ikinci imparatorluğu
tesis ediyor. III. Napolyon adıyla tahta oturuyor. İmparatoru suçlayan,
iğneleyici bir çalışma olarak kaleme aldığı Küçük Napolyon, “tütün
kutuları, sardalye kutuları, dua kitapları hatta alçıdan yapılmış III. Napolyon
büstleri içerisinde gizlice ülkeye sokuluyor.”[17] Bu romanı Cezalar
isimli şiir kitabı takip ediyor. Fransa’da geniş bir okur kitlesiyle buluşan bu
kitap, Hugo’nun en önemli politik şiirlerini içeriyor.
1859’da
III. Napolyon tarafından affedilmesine rağmen sürgünde kalmayı tercih eden Hugo,
alınan af kararı sonrası şunu söylüyor: “Vicdanımla verdiğim o söze sadık
kalmak adına ben, sonuna kadar özgürlükle birlikte, sürgünde kalacağım. Ne vakit
özgürlük ülkeye geri döner, ben de dönerim.”[18]
Bu
yıllarda Hugo, tüm dünya genelinde sürmekte olan hareketlere destek sunan,
onların sesi olan, sözünü asla esirgemeyen radikal bir yazar olarak yeniden
itibar kazanır. Daha da önemlisi Hugo, bu dönemde Sefiller romanını
kaleme alıp yayımlar. Roman sayesinde Victor Hugo’nun ismi devrimle eşanlamlı
hâle gelir.
Napolyon’un
1870 yılında Prusya ordusuna teslim olması ardından Hugo, Paris’e döner. Yeni bir
cumhuriyet ilân edilir. Üçüncü cumhuriyetin kurulduğu koşullarda ülke,
çelişkili bir biçimde sağa dümen kırar. 1871’de ulusal mecliste çoğunluğu kral
yanlıları elde ederler ve krallığın yeniden tesis edileceğini ümit etmeye
başlarlar. Aynı yıl Paris, oyunu sosyalistlere vermiştir.
Victor
Hugo, Şubat ayındaki seçimin ardından ulusal meclise girer. Oy sıralamasında 1848
devriminin sosyalist lideri Louis Blanc’ın ardından ikinci sırada yer almıştır.
Alınan sonuç üzerine Paris’ten ayrılıp meclis çalışmaları için Bordo’ya
gider.[19]
Birkaç
gün sonra, 13 Mart 1871’de oğlu Charles kalp krizi geçirip vefat eder. Cenaze
töreninin düzenlendiği sırada Paris Komünü kurulur. Hâlen daha Prusya ile süren
savaşa öfkeli olan ve Paris’te değil de Versay’da kurulan yeni cumhuriyete
endişeyle yaklaşan Paris işçi sınıfı, şehrin bağımsızlığını ilân eder ve dünyanın
tanık olduğu işçi demokrasisi pratiklerinin en önemli örneklerinden birinin
altına imza atar.
Paris
Komünü, Hugo’nun bir kez daha yüzleştiği önemli bir sınavdır. Çelişkilerle yüklü
siyaseti bu gelişme karşısında bir kez daha sınanır. İlk başta merkez
komitesinde yer almak isteyen Hugo, komünarların davasına destek verdiğini, ama
yöntemlerini eleştirdiğini söyler. Bunun üzerine Paris’ten ayrılıp Belçika’ya
gider ve burada her iki tarafı eleştiren bir orta yol bulmak için uğraşır.[20]
Mayıs
ayında Versay hükümeti şehri ele geçirip, Komün’ü yıkmak için orduyu
görevlendirir. Komün’ün ezilmesi, her iki tarafın uyguladığı “şiddet”in denk
olmadığını, “orta yol” diye bir şeyin bulunmadığını net bir biçimde ortaya
koyar. Komün, kan deryasında boğulur. Yüzlerce komünar, Père Lachaise Mezarlığı’nda
yan yana dizilip idam edilir, yüzlercesi kaçar, bazıları yakalandıkları yerde
katledilir.
Komün
konusunda ikircikli bir tutum sergilemiş olmasına karşın Hugo, mağlup olan
komünarları sağcılara karşı savunur. Uygulanan terörden kaçan komünarlar
sığınsınlar diye Belçika’daki evini onlara açar. Sonrasında Paris’e dönen Hugo,
mahkûm olan komünarların affedilmesi çağrısını sürekli yineler ve genel af için
mücadele eder. Genel af, 1879’da ilân edilir.[21]
Üçüncü
cumhuriyette vekil olarak seçildiğinde Victor Hugo, artık yaşlı bir adamdır. Komünarları
savunarak önemli bir şöhrete ve tanınırlığa kavuşan yazar, bir kez daha işçi
sınıfının desteğine, kendi döneminde siyaset ve edebiyat alanında faal olan
birçok ismin öfkesine mazhar olur.
Megan Behrent
Mayıs 2013
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Leon Trotsky, Literature and Revolution, yayına hazırlayan: William
Keach (Şikago: Haymarket Books, 2005), s. 150.
[2]
Graham Robb, Victor Hugo: A Biography (New York: W. W. Norton & Co.,
1997), s. 4-10.
[3]
A.g.e., s. 40.
[4]
A.g.e., s. 114.
[5]
A.g.e., s. 136.
[6]
A.g.e., s. 156.
[7]
Victor Hugo, Choses vues: Souvenirs, journaux, cahiers, 1830–1885 (Paris:
Editions Gallimard, 2002), s. 76.
[8]
Robb, Victor Hugo, s. 265.
[9]
A.g.e., s. 265-67.
[10]
A.g.e., s. 269.
[11]
A.g.e., s. 270.
[12]
Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 276.
[13]
A.g.e., s. 284.
[14]
Hugo’dan aktaran: A.g.e., s. 290.
[15]
A.g.e., s. 302-06.
[16]
A.g.e., s. 306-21.
[17]
A.g.e., s. 321-22.
[18]
A.g.e., s. 373.
[19]
A.g.e., s. 458.
[20]
A.g.e., s. 466-67.
[21] A.g.e., s. 466-71.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder