Pages

30 Nisan 2021

Zincir

SİP’in sahibi ve yazı işleri müdürü, 28 Şubat’ı takip eden günlerde bir gece yarısı telefon alır. Arayan, yüksek rütbeli bir subaydır. Telefondaki kişi, “yakında darbe olabilir, önlemlerinizi alın” der. 

Partinin patronu, hemen parti merkezine gider. Kapıyı nöbetçi açmayınca birinci kattaki büronun balkonuna tırmanır, içeri girer, bilgisayar kasasını, evrakları alıp çıkar. Sonra bu olayı il il gezip parti üyelerine anlatır. Aslında patron, bir yoklama yapmakta, insanların gece yarısı yüksek rütbeli bir subaydan gelen yardıma ne tepki vereceğini görmek istemektedir. Bakar ki kimse ses etmiyor, parti tümüyle istenilen çizgiye sokulur. Neticede parti, gerekli izni ve icazeti ilgili yerlerden almıştır.

SİP, ilk vitrine çıktığı vakit bir 1 Mayıs’ta (1994) polisin saldırısına maruz kalır. Sembolik bir ifadeyle, o saldırıda bayraklarını, pankartlarını, davasını yerde bırakıp kaçanlar partinin başına getirilir, dövüşenlerse kapı dışarı edilir. İşte yüksek rütbeli subayın telefonu, esasen bu emri iletmiştir.

Sonra AB rüzgârı eser ülkede. Birileri der ki “bu ülkenin de vitrine bir KP koyması lazım”. Avrupa fonlarının ülkeye akması için bu önemli bir adım olacaktır. Hemen SİP adı terk edilir, KP yapılır. Mitinglerde ANAP’lıların selamı alınır. ANAP kortejinden gelen alkışlara selam durulur.

O günlerde SİP’in sahibiyle röportaj yapılır, kendisine “neden TKP ismini almıyorsunuz?” sorusu sorulur. Cevaben şu söylenir: “TKP adını sahiplenen farklı gruplar var, biz onlarla rekabet etmek istemiyoruz, ayrıca biz, TKP tarihine bütünüyle sahip çıkmıyoruz.” Bu cümleden üç gün sonra partinin adı, devletin izni ve icazetiyle, TKP yapılır. İsim, danıştay ve anayasa mahkemesi eliyle, SİP’e tescillenir.

Yıllar sonra borsayla ilişkili, inşaat ve emlâk şirketi olarak işletilen partinin borçları birikir. Parti, kayyım atanma riskiyle karşı karşıya kalır. Bu durumu patronlar, bölünme hamlesiyle atlatmak isterler. Bu anlamda TKH, TİP ve TKP’nin neden ayrı olduğunu merak edenlerin (muhtemelen) 2023 yılını beklemeleri gerekmektedir. Ayrılma emrini veren devlet, illaki birleşme emrini de verecektir. Bu anlamda bugünkü TKP geleneği, 10 Eylül TKP’sinin değil, 18 Ekim TKP’sinin devamıdır.

Çünkü TKP, Devrimden Sonra diye bir saçmalığı üretendir. Film, işçi sınıfının haberinin olmadığı, kendisine tebliğle iletilen, kararnameyle kararlaştırılmış, hayalî bir devrimden bahsetmektedir. Devrimi ve sosyalizmi hayale indirgemeye mecbur olan, onları somut kitlenin somut kavgasından kaçıran küçük burjuvalar, aşağıdaki twitte görülen türden cahil kadrolar üretmişlerdir. Bunlar, sosyalizmi üç beş kişinin alacağı, hukukî kılıf altında sunulacak bir karardan ibaret zannetmektedirler. Hepsi de devrim ve sosyalizm düşmanıdır.

* * *

Bugün sağda solda TKP ve Devyol adına çalışma yürüten birileri varsa bilinsin ki devrim ve sosyalizm, uzak bir geleceğe ötelenmiştir. Bu iki örgüt varsa devrim ve sosyalizm yoktur, olamaz.

Bağımsız bir halk, işçi ve ezilen hareketinin bulunmadığı, tüm mücadelenin devletin ve sermayenin hareketine bağlı olduğu bir ülkede mevcut birikim, bu şekilde çatallanmıştır. Suyun başını bu iki yapı tutmuştur. Bunu, devlet ve sermaye talep etmiştir. TKP ve Devyol dışında kalan örgütlere ise bu iki yapıya öykünmek, onları taklit etmek, iki örgütün gölgesinde yaşamak düşmüştür. Bu patinajın hiçbir kıymetinin olmadığını görmek gerekmektedir.

TKP ve Devyol, neticede Avrupa’daki emperyalist ülkelerin sol birikimine bağlanmak zorunda kalmıştır. İkisinin de bu topraklara dair sözü yoktur. Çünkü Osmanlı bakiyesi silinip atılmıştır. Bu anlamda sosyalist hareketin Balkanlar kaynaklı işçi hareketiyle ve Kafkaslar kaynaklı ezilen ve halk hareketleriyle bağı kopmuştur. Bu kopukluk, zaruri olarak TKP’yi ve Devyol’u üretmiştir.

Demek ki işçi, ezilen ve halk hareketleriyle tarihsel ve toplumsal düzeylerde bağ kurabilmenin önkoşulu, bu iki örgütte temsil olunan çizginin tasfiyesidir. Çünkü bu iki örgüt, varolmak için o bağların kurulmasına her daim engel olacaktır. İkisi de devlet-sermaye arası gerilimlere tabidir. Biri, devletteki sermayeye; diğeri sermayedeki devlete borçludur varlığını.

“Saray’da bile TKP’li var” diye övünenler, mafya ve Fethullah kanalıyla servetine servet katmış Devyolcu şirketler, kurumlar, tasfiye olmadan yol alınmaz. Sahada, pratikte bu iki örgüt adına dökülen kan ve ter tabii ki kıymetlidir, ama tepe kadroların sözü-eylemi belirleyicidir, o söz ve eylem kıyasıya eleştirilmelidir.

Neticede bahsi edilen kopukluk sonucu belirli bir boşluk oluşmuş, bu boşluk, Avrupa’daki mirasla doldurulmaya çalışılmıştır. Tercüme hareketi, belirli kısmi ve geçici sonuçlar üretmiştir, ama bu kazanımlar, doğal olarak kalıcılaşamamıştır.

TKP ve Devyol, Kemalizmin açtığı kılıç yarasının bir ürünüdür. Mecburen Kemalisttir. Başka bir şey olamaz. İşçi ve köylüyle doğal ve gerçek bir ilişki kuramaz. Her zaman başa, Kemalizmin dişine uygun, hamurunu onun kardığı, onun devletine ve sermayesine teslim olmuş kişiler geçecektir.

Kimse, DİSK başkanının işveren sendikasıyla ve içişleri bakanıyla birlikte fotoğraf çektirmesine şaşırmamalı, kızmamalıdır. O, devletin ve sermayenin ideolojik aygıtıdır. Çünkü hep öyle olmak isteyenlere yol vermiştir.

TKP ve Devyol, kır ve şehir bağlamında da belirli bir karşılığa sahiptir. İkisi de bu noktada açığa çıkan gerilimlerin devlet ve sermaye adına çözülmesi bağlamında anlamlıdır. Bu anlam arayışı üzerinden, CHP’de bir kriz olduğu vakit bu iki örgütün üyeleri, harekete illaki geçecektir. İki örgüt, CHP’ye sürekli can suyu taşımıştır. Buna mecburdur. İkisi de asimilasyon, sömürgecilik, devletin bekası ve düzenin tesisi noktasında sürekli görev talebi içerisindedir.

TKP ve Devyol, cumhuriyet-demokrasi gerilimi sonucu yaşanan ayrışmanın ürünüdür. İkisinin ÖDP şahsında birleşmesi, bu sebeple mümkün olamamıştır. Cumhuriyetçiler ile demokrasiciler, farklı gündemlere ve yönelimlere sahiptirler. Ama sınıfları ortaktır.

Demokrasisiz devlet ile devletsiz demokrasi tartışmalarının işçi ve köylüyü ilgilendiren bir tarafı yoktur. Bu tartışmalar, işçi ve köylü hilafına, onlardan bağımsız olarak yürütülürler. Sosyalistler, bu tartışmaların bir yerinde olmayı çok severler. Onlar, işçi ve köylünün iradesi olmasın diye vardırlar.

TKP ve Devyol’un, bunlara öykünen yapıların da işçi ve köylüyle bir ilgileri bulunmamaktadır. İşçi ve köylüyü kolektif olarak değil, tek tek, bireysel olarak örgütlemeye, daha doğrusu, kopartmaya, devlet ve sermaye için ıslah etmeye, ehlileştirmeye çalışırlar. Dolayısıyla, tarihsel düzlemde TKP ve Devyol, işçi-köylü şuraları hareketi bağlamında, tasfiyecidir. Olmak zorundadır. İki örgüt de kolektife düşmandır, ona asla tahammül edemez. Her şeyi bireyselleştirmek, kolektifin ağırlığını hafifletmek zorundadır. Onlar 1 Mayıs’ı, ancak kendi özel balkonlarında, kulüplerinde veya sosyal medyalarında kutlayabilirler. Başkasına tahammül edemezler.

Bu iki örgütün elli yıl içerisinde Avrupa’da kurduğu ilişkiler, tümüyle karşı-devrimcidir, anti-komünisttir. O ilişkilerin bir yerine ilişerek, iki örgüte öykünerek yol almaya çalışan her yapı, tasfiyeci ve oportünist olmaya mecburdur. TKP ve Devyol tepe kadrosu, bu ülkede devrim yolu ve sosyalist hareket oluşmasın diye vardır. Görev tanımları bu şekildedir. Tabanda hamallık, emekçilik yapan kadrolar ve tüm mirasıysa kimseye değil, kolektif davaya ve kavgaya aittir.

Bugün herkes, Paris Komünü anması telaşındadır. Tüm örgütler, Paris Komünü’nü bir tiyatro oyunu sanmakta, onu bu şekilde tanımlamaktadır. Hiçbirisinde o komün pratiğinden devrimci dersler çıkartan Lenin’in ferasetinden ve iradesinden eser yoktur. Lenin’siz komüncülük, anarşist bir sayıklama, boş bir nostalji düşkünlüğüdür.

Paris Komünü, halka seçtikleri görevlileri görevlerini yerine getirmediği takdirde görevden alma hakkı vermiştir. Paris Komünü’nü anan örgütlerin şefleri ise onca hataya, yanlışa, günaha, zafiyete rağmen, kendilerini görevden alacak bir halkın oluşmasına da, görevden alacak olan halkın bu adımı atmasına da izin vermemektedirler.

İşçi ve köylü düşmanlarının sosyalist harekete yön verdiği koşullarda ne komünün iradesi açığa çıkar, ne de o iradeden dersler çıkartacak kolektif “Leninist” hareket oluşma imkânı bulur. Devrimin ve sosyalizmin talebeleri ve talipleri var ise demek ki TKP ve Devyol, devrimci eleştiri pratiği ile tasfiyenin eşiğine gelmiştir. İşçiden, köylüden çalınan bireylerin sınıf atlama trampleni olarak kullandığı, kendi gerçeğini inkâr etme fırsatı olarak gördüğü sol, devrim ve sosyalizm önündeki en önemli engeldir. O engel, aşılmalıdır.

Komün’den öğreneceğimiz en önemli ders, zalimler, sömürücüler karşısında ezilenin, işçinin kudret mücadelesi olmalıdır. TKP ve Devyol gibi yapılar, doğrudan sermayeye ve devlete bağlı olduğu için o kudret mücadelesine izin vermezler, iktidarı zihinlerden ve pratikten tasfiye ederler. Her zaman efendilerine hizmet edecek “bireyler”i ön plana çıkartırlar. Komün’ün Ekim’le dönüştürülmüş bilinci ışığında, bu küçük burjuva tahakkümün zincirleri, kırılmalıdır.

Eren Balkır
8 Nisan 2021

29 Nisan 2021

Solun Yavan Tüketimciliği


Nisan 2006’da Amerikalı komedyen Stephen Colbert, Washington’daki medya elitlerinin her yıl düzenlediği Beyaz Saray Muhabirleri Yemeği’nde bir performans sergiledi. Colbert gösterisinde, liberal bir yaklaşım üzerinden Bush yönetimine ve basına laf sokup durdu. Ama kısa süre içerisinde orada ettiği laflar unutulup gitti. Amnezinin pençesinde kıvranan politik kültür, diline hemen başka laflar doladı.

Colbert’in o gösteride ettiği tek bir laf akıllarda kaldı ki bu da muhtemelen Amerika’daki liberal dünya görüşünün hâkimiyeti sayesinde mümkün olabilmişti. Gösterinin bir yerinde Colbert şunu söyledi: “Gerçeklik, liberallerin herkesçe bilinen bir önyargısıdır.”

Kişinin politik ideolojisinin dünyaya ve toplumlara dair doğru modeller sunduğuyla ilgili kanaat, sadece Amerikalı liberallere has değil. Gelenekçiler, liberterler, Marksistler vs… herkesin siyaseti, bir biçimde dünya görüşünün doğru olduğuna dair güven üzerine kuruludur.

Colbert’in “gerçeklik, liberallerin önyargısıdır” lafının somut bir zemini olduğunu söylemek gerek. Bugün bu önyargının karşılığını teyit sitelerinde ve düşünce kuruluşlarına ait istatistiklerde buluyoruz. Bu tür istatistik çalışmalarının altında, Washington Post ve Amerikan İlerleme Merkezi gibi liberalizmin köklü kurumlarının imzalarını görüyoruz.

“Evrim gerçektir” veya “Irak Savaşı epey maliyetli oldu ve yıkıcı sonuçlara yol açtı” türünden ifadeler, “sağduyu”cu liberalizmi simgeleyen etiketler hâline geldi. Bu liberalizm gerçekliği, Buşçu muhafazakârların idrak edemeyeceği bir şey olarak görüyor, onların aptal veya hırsız olduğunu düşünüp gerçekleri görmediğini düşünüyor.

Bu kendini beğenmişlere ait, alabildiğine basit zihniyet, zaman içerisinde değişti ve farklılaştı. Televizyona çıkan uzmanlar ve medyanın yeni isimleri, bu görüşü farklı şekillerde ifade ettiler. Politik alanda eldeki tüm gerçeklerin kişinin politik konumunu teyit edebileceğine dair anlayış, hâkim hâle geldi ve politik dile iyice yerleşti.

Bugün Brookings Enstitüsü’nün yaptığı her bir yeni çalışmanın ardından internette o çalışmayı izah eden makaleler yayınlanıyor. Teyit siteleri ve bu amaç doğrultusunda kullanılan gazete köşeleri, pıtrak gibi çoğalıyor.

Bu tür bir emprisizmin yayılması, esasen daha kapsamlı ve daha yıkıcı olan başka bir şeyin neticesi. Süreç içerisinde politika, eğlenceye ve hobiye dönüştü. Onlarca yıldır devam eden bu süreç, kapsamlı metalaşmanın ve toplumu statik gören yaklaşımın bir ürünü. İlgili süreçte politik yorumlar ve analizler, ufak ve özel bir kitleye hitap eden, onun tüketmesi için imal edilmiş, belirli bir ideolojik çevreye yönelik ürünler hâline geldiler.

İster belirli bir örgüte ait dergide yer alan ve görüş aktaran bir makale, isterse ünlü bir siyaset analizcisinin Youtube’da yayınladığı video yoluyla olsun, Amerikalılar, bugün politik ürünleri giderek daha fazla tüketiyorlar ve bu tüketimde esas olan, kendilerine ait görüşlerin teyit edilmesi.

On sekizinci yüzyılın ve yirminci yüzyılın başından beri yayıncılar ve düşünce kuruluşları, belirli bir tarafa hitap eden görüşlerin yer aldığı çalışmaların ve politik araştırmaların altına imza atıyorlar. Ama artık politik söylemin son elli yıl içerisinde metalaştığını görmek gerekiyor. Bu durum, ilgili pratiklerin niteliğini de değiştirdi. Artık uzun ve düşünce içeren yazılar, tüketicinin kendisini zeki ve doğru olarak görme arzusunu tatmin etmiyor.

Dolayısıyla, kolay alıntılanan çalışmalar ve argümanın tekrarlanıp durduğu yazılar, başköşeye oturuyor. Ayrıntılar, derinleşme ve nüanslar, gereksiz birer kambur olarak görülüyorlar. Politik açıdan başkalarına üstün olma hissi, işte asıl bu his satıyor. Herkes, aslında gerçekliğin kendisinden yana olduğuna inanmak istiyor.

Muhafazakâr sağda bu eğilim kendisini, Ben Shapiro’nun nahif kolej öğrencilerinin argümanlarını dilimleyip sattığı, “olgular ve mantık” temelli anlayışına dayanan videolarında ortaya koyuyor. Neoliberal solda ise aynı eğilim, “cahil” Trump destekçileriyle söyleşi yapan Daily Show programının pis pis sırıtıp duran muhabirlerinde karşılık buluyor.

Yüz yıl önce politik bir kolej öğrencisi, Walter Lippmann türünden isimlerin yazılarından cümleler aktarırdı. O dönemde Lippmann’ın gazetecilik ve kitle demokrasisi ile ilgili yoğun yazıları, zihinsel planda birçok insanı etkilerdi. Bugünse politik bir kolej öğrencisi, Charlie Kirk gibi bir muhafazakârın veya Destiny denilen liberalin laflarını tekrarlıyor.

Muhtemelen benim burada aktardığım gözlemleri, kendisini sosyalist olarak tarif eden birçok isim “yavan” bulacaktır. Çünkü sol, bugün politik yorumları, genelde ve haklı bir biçimde tüketimci, fikri açıdan müflis ve statüko yanlısı olarak eleştirmektedir. Son on yıl içerisinde bu tür bir muhalif ve kapitalizm karşıtı söylem, genç sosyalistler arasında baskın hâle gelmiştir ve bu söylem, ağırlıklı olarak Wall Street’i İşgal Et hareketinin ve Bernie Sanders’ın başkanlık adaylığıyla başlayan, ama başarısızlıkla sonuçlanan hareketin ürettiği popülist enerjiden istifade etmiş ve öne çıkmıştır.

Bu yeni dönemin anti-kapitalizmi, önemli dergilerin, gazetelerin ve haber kanallarının gündemine girmeyi başarmışsa da asıl gücünü içsel kimi özelliklerine borçludur. Jacobin, People’s Policy Project ve Current Affairs gibi örgütlerde karşılık bulan bu yeni dönemin solu, işçi sınıfının güçsüzleşmesi karşısında yakılan ağıtlar ile Cumhuriyetçiler ve Demokratlardaki yetersizliklere yönelik saldırılar arasında kendisine rahat bir yuva bulmuştur.

Bugün neoliberalizme suçlama yöneltmenin kendisi, bir tür moda hâlini almıştır. Bu yeni gelişen sol, hâkim anlayışı güya eleştirmekte, kapitalizme karşı çıkmaktadır ve hatalı bir biçimde, kendisindeki neoliberal tüketimciliğin, o alay etmeye bayıldığı şeyin kendisiyle bir alakasının bulunmadığını düşünmektedir. Bu, sosyo-ekonomik açıdan bilhassa belirli bir kesime pazarlanan dar kafalı, takıntılı ve reformist sosyalizm anlayışı, esasen neoliberal tüketimciliğin güdümündedir.

* * *

Kapitalist Realizm isimli çalışmasında İngiliz kültür teorisyeni Mark Fisher, neoliberalizmin gerçek dünyada ortaya çıkabilecek, toplumsal dönüşüme dair tüm ihtimalleri silip attığını, politik hayal gücümüzü kendi şartlarına tabi kıldığını söylüyor. Fisher’a göre kapitalist gerçekçilik, “kapitalizmin yegâne geçerli politik ve ekonomik sistem olduğunu, ama aynı zamanda kapitalizmin karşısına çıkartılabilecek tutarlı bir seçeneğin hayal bile edilemeyeceğini söyleyen yaygın anlayış”ı ifade ediyor. Neoliberalizm, o berbat idaresi ve sivil toplumun içini boşaltan gayretleri sebebiyle yıkıcı bir düzen ama asıl o, ideolojik planda olumsuz gelişmelere yol açıyor.

Kitabın ikinci bölümünde, bu “kapitalist gerçekçiliğin” anti-kapitalist solun teorik görüşünü nasıl biçimlendirdiği üzerinde duruluyor:

“Kapitalizmin karşısına alternatif bir politik-ekonomik model çıkartılamadığından herkes, asıl amacın kapitalizmin yerine başka bir düzeni inşa etmek değil, kapitalizmin aşırılıklarını törpülemek olduğu zannına kapılıyor.”

Bu düzlemde ajitasyona ve uzlaşmazlığa dair laflar tümüyle rafa kaldırılıyor. Anti-kapitalist yorumculardaki korunaklı iyimserliğe rağmen Siyahların Hayatı Önemlidir türünden radikal ve merkezsizmiş gibi görünen hareketler, STK’lar ve destek grupları eliyle sermayenin solcularınca örgütleniyorlar ve neticede Demokrat Parti’ye entegre ediliyorlar. Ara sıra çakan kıvılcımlarla her yanı saran kitlesel gösteriler, kısa bir süre sonra tüm o dönüştürücü potansiyelinden mahrum kalıp sönümleniyor.

Kapitalist devletin aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmiş bir hareket eliyle yıkılmasının yakın gelecekte mümkün olmadığını düşünen yeni dönemin solcuları, yüzlerini kapitalist liberal demokrasiye çeviriyorlar, böylelikle kendilerindeki iyimserliği belirli ölçüde muhafaza ediyorlar. Teorik düzeyde bu sol, sosyalizme seçim zaferleriyle ve belirli bir güce kavuşmuş işçi sınıfı ile ilerleyeceğini ümit ediyor. Pratikte ise aynı sol, kapitalist hâkimiyetin toplumsal statüsünü gerilettiği küçük burjuvazinin yüzleştiği hasarı azaltmaya çalışıyor.

Hâkim politik söylem içerisinde, kıyıda köşede kendisine özel ama önemsiz bir yer açmış olan sosyalist hareket, büyük ölçüde reformisttir. Bu, Matt Bruenig, Nathan Robinson ve Bhaskar Sunkara gibi isimlerin reklâm ettiği bir solculuktur. Böylesi bir solculuksa şirketlerin karşısına mevzuatla çıkmaktan, daha hayırlı ve daha büyük değişimlere dönük vaatlerin eşlik ettiği yirmi birinci yüzyıl için Yeni Mutabakat’vari toplumsal programlar önermekten başka bir şey yapmamaktadır.

Burjuva liberal demokrasiye dikkat kesilen solun ana gündemi, seçim sonuçları ve devlet idaresiyle ilgili meselelerdir. Güç oluşturma, işçi sınıfını devrimcileştirip örgütleme meselesi yerini, “Amerikalı sosyalistler Demokrat Parti’yi sola mı çeksin yoksa bağımsız bir parti olarak seçimlerde mi yarışsın?” şeklinde özetlenen ve zihinleri bulandırmaktan başka bir işe yaramayan soruya bırakmıştır. İşçi sınıfının örgütlenmesi, artık tali bir meseledir. O, güya sosyalist olan siyasetçilerin ezilenler adına hareket etsin diye vekil veya senatör yapılması için kullanılan basit bir araçtan ibarettir.

Bugün neoliberalizm bağlamında seçim siyaseti, az biraz çekişmeyi ve politik faaliyeti içeren ve tümüyle burjuvazinin çıkarlarının hâkimiyeti altında olan bir toplumsal alandır. Tam da bu kendisine has özelliği, herkesi baştan çıkartmaktadır.

Bugünün sosyalistleri pek kabul etmek istemezler ama işyerlerinde ve sokaklarda sınıf mücadelesini somut olarak yürütme hayalleri, salt hayalden ibarettir. Gerçekle bir alakası yoktur. Amerikan işçi sınıfı, onlarca yıldır mevzi kaybetmektedir. Sınıfı tabandan örgütlemeye dönük o ruhsuz stratejinin sınıf hareketini canlandırma imkânı bulunmamaktadır. Bugün sınıf mücadelesini gündemlerinden çıkartmış olan sola, eskinin örgütlü işçilerine boş yere işmar etmek ve uzun zamandır birçok işçiyle ve ihtiyaçlarıyla bağlantısı bulunmayan seçim siyasetine meyletmek dışında bir şey kalmamıştır.

Neoliberalizmin intikamcı müdahaleleri, bugünün proleterlerini tümden siyasetin dışına itmiştir. Kendi çilelerini bile isteye görmezden gelen, o sisteme dâhil olmak istemediği için kendisini ayıplayan sisteme yabancılaşmış işçilerdeki hoşnutsuzluk, anlaşılır bir durumdur.

Bugünün sosyalistlerinin her yanda sesi çok çıkan o politik failliği, mevcut niteliğini ve karakterini, esasen işçi sınıfı haricinde edinmiştir. Meslek sahibi-yönetici sınıfın sosyo-ekonomik açıdan kırılgan bir zeminde duran, iyi bir eğitim alıp yüksek maaşlarla beslenen üyeleri, solun yeni hedef kitlesidir.

Toplumu ezilenlerin komutasında devrimci manada yeniden düzene sokmak yerine bugünün sosyalistleri, söylem ve siyaset düzleminde kapitalist devletten, dört yıllık eğitim üzerinden dile getirdiği vaade uygun olarak, orta sınıf yaşam tarzını parayla beslemesini talep etmektedir.

Amerikan rüyası denilen çürüme süreci ile birlikte birçok gencin siyasi anlayışını, ekonomik kaygılar ve hoşnutsuzluk tanımlıyor. Ama bu gençler, yüksek eğitim ve neoliberal ideolojinin sahip olduğu hâkimiyet sebebiyle, burjuva demokrasinin mevcut kurumlarını reddetmeye yanaşmıyorlar. Bu gençlerin asli hedefi, refah devletinin hacminin yeniden müzakere edilmesini sağlamaktan ibaret.

Ortalığı bugün sosyalist yayınlar ve politik analizciler kapladı. Bunların hepsi de o büyük ideolojik muharebeye cephane taşıyorlar, solcu küçük burjuvazideki politikayı hobi olarak gören yaklaşımı besliyorlar. Birçoğu, esas olarak liberallerin hoşuna gidecek bir sosyalizm imal ediyor, metalaşmış olan kamusal alanda süren fikirler arası kavgaya karışıyor.

Kitlesel tüketimcilik ve değer biçimiyle ilgili analizler, nispeten daha az pragmatik olan Marksistlerce de desteklenen bir tür zırvalamayla neticeleniyor. Bugünün sosyalistleri, postkeynesçi ekonomi elbisesinin giyilmesi fikrine destek sunuyorlar, radikalmiş gibi görünmeye devam etmek adına, işçi kooperatiflerini anlamsız bir biçimde fetiş hâline getiriyorlar.

Özünde bu solcular, siyaset kodamanlarını taklit edip ayrıntılarda boğuluyorlar, bu suretle burjuva demokrasisine herkesin saygı duymasını talep ediyorlar. İktidarın duvarlarından bir toz zerresinin dökülmesine bile muktedir olamayan sosyalistler, bir gün kendi çizgilerini hâkim kılacakları umuduyla, Demokratlara ve Cumhuriyetçilere destek sunan yayınları ve düşünce kuruluşlarını taklit ediyorlar.

Marksizmin burjuvazinin idaresi altında bulunan topluma yönelik eleştirisi, nihayetinde yerini piyasacı sosyalistlerin politika önerilerine bırakıyor. Toplumsal programlarla ilgili istatistikler ve incelemeler, esas olarak bütünlüğe vurgu yapıyorlar. Yurtdışında kendinden menkul sosyalistlerin elde ettikleri başarılara ve ülke içerisinde siyasetçilerin eksikliklerine dair makaleler, solun sosyal medyasını ele geçiriyor. Öğrencilerin borçlarıyla ilgili krize sunulan çözümler, tazminatlarla ilgili gevezelikler, sosyalistlerin herkese temel gelir üzerine kurulu programları, Jacobin, People’s Policy Project ve Current Affairs gibi solcu sitelere galebe çalıyor. Bazen bu yayınlar, mecburen böylesi makalelerin arasına, uzun zaman önce ölmüş bir Marksistin doğum günü vesilesiyle yazılmış yazıları veya solcu bir akademisyenle yapılmış içi boş bir söyleşiyi sıkıştırma gereği duyuyorlar.

Bu siteleri birkaç ay yakından takip eden herkes, aynı konu başlıklarının ve argümanların bıktırırcasına, pilav gibi ısıtılıp yeniden gündeme getirildiğini görecektir. Neredeyse tüm yazılar, seçim siyasetinin sunacağı imkânlara dairdir, dolayısıyla bu ezbere itiraz eden makalelere pek yer verilmemektedir. Eğer birçok eğitimli Amerikalı gibi sizin de asıl derdiniz, tepeden tırnağa tüm devlet siyaseti ve kapitalist demokrasinin mevcut sınırları ise bugün yığınla anti-kapitalist içeriğin tüketmeniz için sizi beklediğini bilmelisiniz.

Aslında bu kesintisiz siyaset yazarlığı, devrimci bir antikapitalizmi imkânsız kılmaktadır. Kapitalist devletin varlığını tanıyan ve kısa vadeli politik seçenekleri merkeze koyan sosyalistler, siyasetlerini sonsuza dek yumuşatmak zorundadırlar. Bu sosyalistlerin önerileri, “ekonomik açıdan uygulanabilir” ve “verimli” olmalı, neticede hazineyi hiçbir koşulda zorlamamalıdır.

Bugün vergilendirmenin çok işe yaradığını, paraların ve personelin bürokratik aygıt tarafından nasıl dağıtılacağını anlatan yığınla çalışma yapılmaktadır. Oysa bu tür önerilerin Yeni Mutabakat gibi büyük bir toplum anlayışının hâkim olduğu dönemlerde dile getirilen öneriler olduğunu görmek gerekir. Böylesi yönelimler, aslında bugünün sosyalist projesinin gerçek niteliğini açığa çıkartıyor. Bugün sosyalistler, kapitalist sosyal demokrasiyi daha güçlü bir biçimde savunuyorlar. Sosyalistler, aslında neoliberalizmin ezdiği orta sınıfa yardım etmek istiyorlar.

Neoliberalizmi sürekli eleştiriyormuş gibi görünse de bugünün sosyalist hareketi, neoliberalizmin aklı üzerine kurulu düzenin sabit ve mutlak kabul ettiği hususlar önünde diz çöküyor. Sosyalist hareket, bu düzenin kendisini inşa ettiği ekonominin uygulanabilirliği ile ilgili ölçütlerle meşrulaştırdığını, gündeme getirdiği sosyal yardım politikalarının orta sınıfın ve işçi sınıfının tüketim alışkanlıklarını güvence altına aldığını görmüyor.

Sosyalist hareket, düzene sokulmayan, kârın maksimize edilmesi için uğraşan şirketlerin yol açtığı yıkımı eleştiriyor, ama şirketlerin yürürlükten kaldırılması görüşüne asla destek sunmuyor. En iyi hâliyle sosyalist hareket, kârın biraz olsun toplumsallaşması görüşünü savunuyor. Bu tür sebeplere bağlı olarak bugünün sosyalistleri, kapitalist hegemonyaya anlamlı bir itirazı geliştiremiyor. Sosyalistlerin siyaseti, kapitalizmin anlayışındaki gerçekleri örten yönleri ve çelişkileri eleştirmek yerine, bu yönlerden ve çelişkilerden besleniyor.

Kendisini sermayeden kopartamadığı sürece bugünün sosyalist hareketi, önümüzdeki dönemde kendi önerdiği siyasetlerden birinin veya birkaçının uygulandığına asla şahit olamaz. Maddi yoksunluğun ortaya çıkarttığı her türden devrimci imkân, insanların kıt kanaat geçinmelerini güvence altına alan sosyal yardım politikaları ile ortadan kaldırılacak veya bugünün sosyalist örgütlerince bu imkânlar kontrol altına alınacak.

Ülke genelinde meclislerde bir avuç solcu siyasetçinin arzı endam edeceği koşullarda sosyalist hareket, gerçek bir politik hareket yerine bir tüketim nesnesi hâline gelecek. Üzerine kızıl gömlek geçirmiş ilerici liberalizm, medya papağanları ve dilbazlar, sol sosyal medya bülbüllerinin zeki ve bilgili görünme arzularını tatmin edecekler. Finans âlemindeki kankaları Economist’in sayfalarını çevirirken, Columbia Üniversitesi mezunu öğrenciler de Jacobin’in ön sayfasını okuyacaklar. Burada solculuk artık, kültürel bir gösterge hâlini almıştır.

Bu dar kafalı, takıntılı ve kendisinin bilincinde olmayan sosyalizm anlayışı, ne yeni ne de yenilikçidir. Marx, bu eğilimin ilk cisimleşmiş hâlini Komünist Manifesto’nun üçüncü bölümünde “burjuva sosyalizmi” olarak eleştiriyordu. Sınıfsal karşıtlıklara son verip burjuva toplumunu proletaryanın ekonomik açıdan az buçuk iyi bir duruma getirilmesi ile koruma altına almayı ümit eden “sosyalist burjuvazi, mücadele etmeden ve mücadelenin ister istemez sebep olduğu tehlikelerle yüzleşmeden, bugünün toplumsal koşullarının sunduğu tüm avantajları talep eder. […] Sosyalist burjuvazi, proletaryasız burjuvazi ister.” Marx’ın bu muhteşem ifadesi, kendi zamanının ötesine uzanan bir içeriğe sahiptir. Anlaşılan, burjuva sosyalizmi de dâhil tarihteki tüm kişilikler ve olaylar, iki (hatta ikiden fazla) kez ortaya çıkmaktadır.

“Daha güzel bir dünya” anlayışı, neoliberal ideolojinin hâkimiyetinden kurtulmak zorunda ise hâkim antikapitalist düşünce tarzı paramparça edilmelidir. Bu düşünce tarzı, hâlihazırda işçi sınıfına da onun çıkarlarına da yabancıdır, neticede o, kendilerinin zeki ve akıllı görülmesini isteyen eğitimli “radikaller”e takdim edilmiş bir tüketim nesnesi olarak kullanılmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.

Örgütsel açıdan dağınık hâlde bulunan ve yakın gelecekte somut bir değişim konusunda herhangi bir umuda sahip olmayan antikapitalistler, sadece düşüncelerindeki netliğe ve açıklığa bel bağlayabilirler. Dolayısıyla, teorik düzlemde atılmış tüm yanlış adımları ifşa etmek, bugün oldukça önemli bir meseledir. Çünkü bugün her şeyden önce bizim politik hayal gücümüze yeniden kavuşmamız gerekmektedir.

Nora Moreau
1 Nisan 2021
Kaynak

28 Nisan 2021

Çıplak Hayat ve Aşı

Önceki müdahalelerimde birçok kez “çıplak hayat” kavramından bahsetmiştim. Bana kalırsa salgın şu gerçeği, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde ortaya koymuştur: Bugün artık insanlık, ne pahasına olursa olsun korunması gereken çıplak varoluş dışında hiçbir şeye inanmamaktadır.

Sevgiye ve merhamete dair çalışmaları, şehadete işaret eden imanı ve koşulsuz dayanışma üzerine kurulu politik ideolojisi, hatta çalışmanın ve paranın kendisine olan bağlılığı ile Hristiyanlık dini, çıplak hayatın tehdit edildiği süreçte, ikinci plana atılmıştır. Oysa buradaki tehdit, istikrarsız ve kasten kararsız kılınmış istatistikî verilerin işaret ettiği bir riskten ibarettir.

“Çıplak hayat” kavramının anlamını ve kökenini netliğe kavuşturmanın vakti gelmiştir. Bu noktada insanın tek kalemde, kati ifadelerle tanımlanabilecek bir şey olmadığı hususunu hatırda tutmak gerekmektedir. Bilâkis insan, tarihsel bir kararın aralıksız bir biçimde güncellendiği mekândır. Her seferinde insanı hayvandan ayıran sınır sabitlenir. İnsandaki insanî olan, insanın içindeki ve dışındaki insanî olmayandan ayrıştırılır.

İsveçli biyolog Carl Linnaeus [1707-1778] insanı primatlardan ayıran özellikleri belirlemeye çalışmış, kendisinin böylesi bir özelliği bilmediğini bir biçimde itiraf etmiş, nihayetinde de o eski felsefi özdeyişi, “kendini bil” [nosce te ipsum] sözünü “homo” kelimesiyle birlikte anma ihtiyacı duymuştur.

Linnaeus, “sapiens” terimini Doğanın Sistemi isimli çalışmasına, ancak kitabın onuncu baskısında ekleyebilmiştir. Bu yeni terimin anlamına göre insan, kendisini insan olarak tanımlamak zorunda olan, dolayısıyla insanı insan olmayandan ayırmak, insanî olmayana karar vermek zorunda olan hayvandır.

Bu noktada alınacak bu kararın, insanı insanî olmayandan neyin ayırdığına ilişkin kararın tarihsel planda uygulamaya sokulmasını mümkün kılacak cihaz olarak akla, antropoloji gelecektir. Antropoloji denilen mekanizma, hayvan hayatını insandan ayırır, insanı bu dışlayıcı tutum üzerinden üretir. Gelgelelim bu mekanizmanın işleyebilmesi için dışlama pratiğine kapsama pratiği de eşlik etmeli, hayvan ve insan denilen iki kutup eklemlenmeli, bu ikisini ayıran ve birleştiren bir eşik belirlenmelidir.

İşte çıplak hayat, bu mafsalın ta kendisidir. Bu hayat, ne tam anlamıyla hayvanî ne de gerçek anlamıyla insanîdir. Her seferinde insanî olanla insanî olmayan arasındaki ayrıma orada karar verilir.

İnsanı kesen, onun içinden geçen, insanın içerisinde toplumsal olanı biyolojik olandan ayıran bu eşik, bir tür soyutlamadır ve öze dairdir. Söz konusu soyutlama, her seferinde politikanın belirlenimde olan, “köle, barbar, çıplak insan” gibi, tarihsel ve somut kavramlar şahsında tecessüm ederek gerçek bir olgu hâlini alır. Antik çağda köle, barbar ve çıplak insan olarak görülenler öldürüldüğünde suç işlenmiş sayılmazdı. Bu anlamda on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile Aydınlanma ve maymun ile insan arasındaki kayıp halkayı, Vahşi Çocuk, kurt adam ve Maymunsu İnsan teşkil etmektedir.

İstisna hâlinde yaşayan yurttaş, toplama kamplarındaki Yahudiler, yirminci yüzyılda organ ticareti için saklanan bedenin ta kendisi, resüsitasyon (canlandırma) odasında komadaki hasta, çıplak insanın karşılığıdır.

Peki bugün çıplak hayat kavramı, pandemi yönetiminde karşımıza nasıl çıkıyor? Tıp tarihinde izole ve tedavi edilen hasta insan, çıplak hayatı ifade etmez. O, aslında çelişkili bir formül dâhilinde asemptomatik hasta olarak tarif edilen kişide karşılık bulur. Çünkü asemptomatik hasta, hasta olduğunu bile bilmeyen insandır.

Burada mesele sağlık değil, hayatın ne sağlıklı ne hasta olması, insanın hastalık yayma ihtimaline bağlı olarak, özgürlüklerinden sürekli mahrum olması, her türden yasağa ve kontrol mekanizmasına tabi hâle gelmesidir.

Bu anlamda tüm insanlar, teorik planda asemptomatik hastalardır. Hastalık ve sağlık arasında salınan bu hayat, ancak ve sadece aşılamanın konusu olabilir. Bu yeni dinde yurttaşlar aşıyla vaftiz edilmelidirler.

Vaftiz ise artık kalıcı değil, geçici ve yenilenebilir bir şeydir, çünkü yeni yurttaş, her daim belgesini göstermek zorunda kalacak, devredilemez ve ilga edilemez haklarından mahrum kalacak, sadece aralıksız bir biçimde başkalarınca kararlaştırılıp güncellenen yükümlülüklere sahip olabilecektir.

Giorgio Agamben
16 Nisan 2021
Kaynak

Salta Ormanları


Masetti sırt çantasını topladı, birkaç eşyasını aldı ve yürüdü. Son zamanlarda yaşadığı koşullar pek iyi değildi, ancak buradan geri dönüş de yoktu. Bir ay önce EGP [Ejército Guerrillero del Pueblo -Halkın Gerilla Ordusu] gerillaları Arjantin jandarmasıyla ilk kez karşılaşmıştı. Birkaç kişi tutuklandı ve silahlara ve değerli malzemelere el konuldu. Ancak o sefer Masetti'yi bulamadılar. Ertesi ay, artık ayakları üzerinde durmaya mecali kalmayan gerillalar ile jandarma iki kez daha çatıştı. Fakat bu seferinde de onu bulamadılar. Gerçekleşecek bir karşılaşma daha vardı. Bu sırada Masetti, Salta sokaklarını arşınlıyordu.

Yıllar önce, 1958'de, Küba'da gerillalar devrime doğru ilk adımları atarken, Jorge Masetti, Sierra Maestra'ya ulaştı ve Fidel Castro ile Ernesto Guevara'nın sözlerini tüm dünyaya duyurmayı başardı. Masetti, Rodolfo Walsh’un sözleriyle, Arjantin gazeteciliğinin en büyük başarısını sağladıktan sonra, bir haber ajansı kurması için yeni Küba'ya davet edilecekti. Böylece, Amerika'nın her karışında medya tekelleri tarafından yayılan yanlış bilgilere karşı çıkan uluslararası bir ajans olarak Prensa Latina doğdu.

7 Mart 1961'de, pek çok işten sonra Masetti görevinden ayrıldı. O sırada Buenos Aires’te bulunan Walsh’a, CIA'nın gizli iletişimlerini nasıl deşifre ettiğini anlatan ve aynı zamanda istifa etmesine neden olan bir röportaj gönderdi. Bir ay sonra ABD Küba'yı işgal etti ve devrimci hükümetin talebini kabul eden Masetti, yalnızca olayı takip etmek için geri döndü. Aynı yıl, FLN ile temasa geçmek ve silahların gelişini organize etmek için Cezayir'e gittikten sonra Küba topraklarına geri dönecekti. Cezayir mücadelesi üzerine bir kitap yazmayı düşünüyordu, ancak yeni bir proje planlarını değiştirecekti.

Aklındaki fikir, Che ile eşgüdümlü olarak, Bolivya sınırındaki Salta’nın kuzeyinde, Oran’da bir isyancı fokosu oluşturmaktı. Böylece, 1963'te EGP, bölgedeki çalışmalarına başladı. Yavaş yavaş, zayiatlar, yiyecek eksikliği ve polis sızması nedeniyle işler yokuş aşağı gitmeye başladı. Gerillalar teker teker çatışmalarda kaybedildiler ya da tutuklandılar. 18 Nisan 1964'te jandarma ile son karşılaşma gerçekleşti. Her şeye rağmen Masetti'yi bulamadılar. Dağların arasında kaybolmuş gibiydi.

21 Nisan'da henüz 34 yaşındayken sırt çantasını hazırladı, sırtladı ve var olan son gücüyle Salta ormanlarına girdi. Bir daha asla ortaya çıkmayacaktı ve ondan bir daha asla haber alamayacaktık. Rodolfo Walsh'un yazacağı gibi, “zaman içinde ormana, yağmura karışacaktı.”

Revista Livertá
Kaynak

Devrimci Kimdir?

27 Nisan 2021

Karakter

Hasımlarımız, sosyalistlerin tavrını, sosyalistlerin her zaman dile getirdikleri ve savundukları ilke ve yöntemler temelinde yargılama zahmetine hiç girmiyorlar. Girseler, bu sefer bu ilkeler ve yöntemler üzerine gerçek manada kafa yormak ve somut bir şeyler yapmak zorunda kalacaklar. Onlar hakkında bir hükümde bulunma gereği bile duymuyorlar, zira bu konuda herhangi bir beceriye de sahip değiller.

Hasımlarımız, karakterli insanların karşısında başı kesik tavuğa dönüyorlar, karanlıkta ilerleyip el yordamıyla yollarını bulmaya çalışıyorlar, dedikodunun, iftiranın ve gıybetin kör karanlığa gömülmüş sokaklarında tüm ümitlerini yitiriyorlar. Bu insanlar dosdoğru, alabildiğine tutarlı hiçbir hareketi ve tavrı idrak dahi edemiyorlar. Her daim olguların, mevcutta yaşanan olayların büyüsüne kapılıyorlar. Olguları kendi içinde ve salt o olguların kendisinden yola çıkarak değil de onların geçmiş ve gelecekle ilişkisi dâhilinde tartıp bu şekilde hükümde bulunan, olguları esas olarak yol açtığı etkiler ve ebedi niteliği üzerinden değerlendiren karakterli insanları asla anlamıyorlar. Hasımlarımız, olgulara tapan birer gizemcidir. Gizemci ise hükümde bulunamaz, sadece o olguyu kutsar ya da ondan nefret eder.

İtalyan sosyalistleri, sahip oldukları gücü, karakterlerini muhafaza etmelerine borçludur. Duygusallığın üstesinden gelmek, eyleme geçmek, kolektif hayatın tezahürlerini somutlamak için gerekli itki anlamında, kalp atışlarını bir süreliğine susturmayı başarmak, İtalyan sosyalistlerine ait birer meziyettir.

Tarihin bu döneminde İtalyan sosyalistleri, tarihin amaçları doğrultusunda insanlığın en kusursuz hâline ulaşmayı bilmişlerdir. Artık insanlık, yanılsamaların, vesveselerin tuzağına kolayca düşmemektedir. O, manevi hayatın aşağılık biçimlerini faydasız ve zararlı gördüğü için redde tabi tutmuştur. Onda duygusallıktan ve hassas yüreklerdeki atışlardan eser yoktur.

İtalyan sosyalistleri, bu hâli, duygusallığı ve yanılsamaları bilinçli bir biçimde reddettiler. Çünkü onlar, o büyük öğretmenlerinin öğretilerini, ayrıca sosyalist eleştirinin süzgecinden geçirilmiş, burjuva gerçekliğinin ürettiği öğretileri nasıl bilince çıkartacağını biliyorlardı.

İtalyan sosyalistleri, toplumsal sınıfın taleplerinin tayin ettiği mücadelenin içerisinde azimli ve kararlı bir biçimde dövüşmeye devam etti. Bir kolektif olarak İtalyan sosyalistlerini, karşılarına çıkartılan, acı ve elem dolu hiçbir sahne rahatsız etmedi. Bir kolektif olarak İtalyan sosyalistleri, katledilmiş bir çocuğun hâlen daha nefes alıp veren bedeni ayaklarının dibine atıldığında bile düşüp bayılmadı. Yaşanan keşmekeş, her bireyin iliklerine kadar yaşadığı karışıklık hâli, kalp ağrısı, herkesin yüreğinde olan duygudaşlık, sınıfın o granit gibi sert bedeninde tek bir çizik bile atamadı.

Her bir insanın yüreği var ama sınıfın, bu bitap düşmüş insanlığın genelde adlandırdığı biçimiyle, bir yüreği yok. Sınıfın bir iradesi, bir karakteri var. Tüm hayatını bu kararlılık, bu karakter biçimlendiriyor, gerisi lafı güzaf. Sınıfın dayanışması, sınıfsal olmayan bir biçim alamaz, sınıfın mücadelesi, sınıfsal olmayan bir biçim kazanamaz, sınıfın Enternasyonal’den gayrı bir milleti yoktur.

Sınıfın yüreği, sınıf olmanın bilincinden, amaçlarına ve geleceğine dair bilinçten başka bir şey değildir. Gelecek sadece ona aittir ve o gelecek için kimseyle işbirliğine gitmez, kimsenin kendisiyle dayanışma içine girmesini talep etmez, kimseden yürek atışlarını susturmasını istemez. Sınıfın nabzı inatla, direşkenlikle atar, sınıf, kendisine yabancı olan her şeye karşı acımasızdır, o kararlılığını muazzam ölçüde dinamik ve yaratıcı potansiyeliyle birlikte ortaya koyar.

Hasımlarımız bu gerçekleri asla anlamazlar. İtalya’da karakter, idrak edilen ve bilinen bir şey değildir. İtalyan sosyalistlerinin istifade edebileceği yegâne şey, karakterdir, İtalya’ya has ruhtur. İtalyan sosyalistleri, İtalya’ya şu ana dek mahrum kaldığı şeyi, kendisiyle alabildiğine gurur duymasını sağlayacak çelikten bir karaktere sahip olma konusunda canlı ve hiç dinmeyen örnekliği armağan ettiler.

Antonio Gramsci
3 Mart 1917
Kaynak

26 Nisan 2021

Joe Biden ve Pasif Devrim


Biden “organik kriz” koşullarında orta yolculuğu yeniden canlandırmış gibi görünse de, Amerikan neoliberal kapitalizmini destekleyen fikirlerin, kurumların ve koalisyonların meşruiyet krizi içinde olduğu koşullarda bu kapitalizmin bugün içine girdiği bu balayı, görünen o ki kısa ömürlü olacak.

Böylesi momentlerde egemen sınıf, hegemonyasını yeniden tesis etmek ve toplum içindeki konumuna karşı geliştirilen itirazları defetmek için Gramsci'nin “pasif devrim” olarak adlandırdığı şeye başvurabilir, yani toplumsal ilişkileri temelden dönüştürmeden, yukarıdan sembolik veya sınırlı bir değişim gerçekleştirebilir. Bu sürecin en önemli bir parçası, alt sınıfların önde gelen isimlerinin (organik aydınların) hedefleri için çalışıyormuş gibi görünüp alt sınıfları ikincil bir konumda tutmak, bu noktada aşağının taleplerine el koymaktır. Pasif devrimler, ABD tarihi boyunca birçok kez başarıyla uygulanmıştır. Stratejinin özelliklerini öğrenmek, solun bu stratejiyi aşmasına ve elindeki güçleri inşa etme noktasında gerekli taktikleri belirlemesine yardımcı olacaktır.

Bazı sol örgütler ve isimler açısından Biden’ın ve Demokrat Parti’nin elde ettiği zafer ve onun hem senatoya hem de kongreye hâkim oluşu, sosyalist harekete benzersiz fırsatlar sunuyor. Gazeteci Zişan Alim’e göre sosyalistler, Biden’ın iktidara gelişi ve Trump karşıtı ruh hâli üzerinden kimi mevziler elde edebilir ve yoksullarla beyaz olmayan cemaatlerin korunması için politikaların uygulanmasına katkı sunabilir.

Bazı isimlerse Demokrat Parti içerisinde isyancı ilerici kanat ile neoliberal düzen yanlıları arasında bir “iç savaş” yaşandığına, ekibin genişletilmesinin bölünmeleri daha da körükleyeceğine inanıyor. Demokratlar, hem Beyaz Saray’ı, hem Kongre’yi hem de Senato’yu elinde tuttukları için Parti, toplumsal hareket içerisindeki müttefikleri ve işçi sınıfı tabanının gözünde genel sağlık hizmetleri gibi ilerici bir gündemi uygulamama noktasında çok az mazerete sahip olacak. Bu açıdan, bahsini ettiğimiz isimler bu adımı atamazsa, Demokrat Parti’nin o müttefiklerin ve işçi sınıfının gazabıyla yüzleşeceğini söylüyorlar. Bu sosyalistler, “Wall Street” ile Demokrat Parti içindeki toplumsal hareket ve işçi sınıfı arasındaki çelişkinin açığa çıkacağına, bu çelişkinin partiyi yiyip bitireceğine, böylece bağımsız siyasete halkı kazanmak için gerekli zeminin oluşacağına inanıyorlar.

Pasif Devrim

Gelgelelim bu tür iyimser senaryolar, meseleleri fazlasıyla basite alıyorlar. Hepsi de kapitalizmin çöküşünün kesin olduğunu söyleyen eski görüşlere benziyor. Sosyalist gelenek içerisinde bu iyimserlik, en iyi ifadesini birinci ve ikinci enternasyonalde buluyor. Her ikisi de sosyalist devrimi, kapitalizmin ekonomik yapısının ve sistemin merkezindeki çelişkilerin ortaya çıkmasının kaçınılmaz sonucu olarak görüyordu. Onlara göre bu çelişkilerin ortaya çıkması, sol siyasi bilincin sosyalist siyasi iktidara yol açmasıyla sonuçlanacaktı. Yirminci yüzyılın başından bu yana onlarca yıl süren kapitalist kriz ve yeniden canlanma süreci bu inançların etkisini kırmış olsa da, organik kriz dönemlerinde bile egemen sınıfın muhalefete direnebildiğini veya ona mani olabildiğini hesaba katamayan solculara hâlen daha rastlamak mümkün.

Bu organik kriz döneminde, elitler için temel zorluk, krizin, halkın taleplerini ve hegemonya karşıtı hareketleri sınırlarken kâr elde etme yeteneklerini kısıtlayan kısımlarını ele almaktadır. İster döngüsel ister organik olsun, krizlerin kendilerine has bir sıfırlama özelliği vardır, genellikle yeniliği teşvik eder ve aşırı birikim eğilimini azaltır. Ayrıca krizler, daha “uygun” iktidar koalisyonlarının, ayrıca sosyal kontrol ve yönetişim biçimlerinin geliştirilmesine de yol açabilirler. Toplumun ekonomik, sosyal, politik ve ideolojik, her düzeyinde meydana gelen organik krizler, yeni uygulamaların ve “normların” oluşturulmasını gerekli kılarlar.

1929 ve 1945’teki krizlerde ve altmışların sonuyla yetmişlerin başında Fordizm ve Keynesçilikten neoliberalizme geçişte durum bu şekildeydi. Organik krizlerin neden olduğu temsil krizi ve hastalıklı belirtiler, farklı düzenleme biçimleriyle yeterince yönetilemezler. Kapitalist sınıf, toplumdaki lider konumunu muhafaza etmesine rağmen, alt sınıfın aktif rızasına sahip değildir ve bu da uzun bir fetret devrine neden olur.

Organik Aydınlar ve Sivil Toplum

Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde yönetici sınıf, Biden’ı son umut olarak görüyor, çünkü onun onlarca yıldır belirli görevlerde bulunmuş olmasına ve krizin dayattığı kısıtlamalara itiraz etmesinler diye kendi seçmenlerini disipline edebilmesine, pazarlık etmek isteyecek işçi ve toplumsal hareket liderlerinden destek alabilmesine güveniyor.

Peki ama egemen sınıf, krizdeki bir sistemi temsil eden Biden’ı nasıl meşrulaştırıyor? Gramsci, mevcut koşulların doğal olarak görülmesi ve bunlarla bağlantılı fikirlerin topluma yayılması için hegemonyanın, sivil toplum aktörlerinin veya kendisinin “organik aydınlar” dediği şeyin aktif desteğine ihtiyaç duyduğunu söyler. Organik aydınlar, toplumun yönetici sınıfın sivil toplum içindeki çıkarlarını savunan ve destekleyen üyeleridir.

Pasif bir devrim, siyasi toplumun (yasama organları, yargı sistemi, zorlayıcı aygıtlar) sivil toplum (STK'lar, sendikalar, ticaret odaları vb.) üzerindeki geçici hâkimiyetini içerir. Sıradan insanların sözde reformist STK’lara, sendika liderlerine ve liberal politikacılara duyduğu güven nedeniyle sivil toplum, egemen sınıfın hegemonyası perişan hâldeyken iktidarı koruma stratejisinin önemli bir parçası olarak iş görür.

Gramsci, alt sınıfın liderliğinin koopte edildiği, düzene bağlandığı senaryoyu tanımlamak için “dönüşümcülük” [trasformismo] terimini kullanır. Bu dönüşümse hareketin ikincil konumda tutulduğu, öte yandan muktedir elitlerin halkın aşağıdan itirazına maruz kalmadan bir karar almaya çalıştığı durumda meydana gelir. Bu nedenle pasif bir devrim, yeni yönetişim ve temsil biçimlerine sahip olmak isteyen sınıf iktidarının, aşağı yukarı “barışçıl” bir şekilde restorasyona tabi tutulmasıdır. Pasif devrim oluyorsa alt sınıf, krizi sistemin dönüşümü temelinde çözüme kavuşturacak bir örgütlülüğe ve liderliğe sahip değil demektir. Esas olarak pasif devrimler, pratikte devrimi önleyici bir niteliğe sahiptirler.

Bu dönemin temel unsuru, (“toplumsal meselelere duyarlı” ve kurtarıcı olduğunu iddia eden metinlere sahip) bir tür milliyetçiliktir. Çünkü milliyetçilik, elitlerin kendi çıkarlarını herkesin çıkarlarıymış gibi tanımlama, ayrıca ekonomik ve politik amaçlara dair soruları siyaset alanının dışına atma imkânı verir. Organik aydınlar, bu anlatıların popülerleşmesine yardımcı olurlar. Trump’a, faşizme ve aşırı sağa karşıymış gibi görünen “halk cephesi” anlayışı, bunun en güzel örneğidir. Biden’daki anti-faşizm, George W. Bush dönemindeki Cumhuriyetçilerden “Amerikan değerlerini yeniden kazanmak”la görevlendirilmiş sosyal demokrat siyasetçilere kadar tüm Trump karşıtı olduğu iddiasındaki güçlerden oluşmaktadır. En önemlisi de Biden’ın, söylem düzeyinde Trump’çılığın yol açtığı koşullara dair soruları cevapsız bırakmasıdır. Birileri bu koşullar hakkında bir şey sorduğunda organik aydınlar cevabı başka bir güne ertelemekte, ama bu arada da insanların hakları ellerinden alınmaktadır.

ABD’de Pasif Devrimlerin Tarihi

Egemen sınıf, çeşitli krizlere pasif devrimlerle yanıt verdi: Büyük Buhran, Kapitalizmin Altın Çağı'nın sonu ve 2007/8 krizi sonrası.

Büyük Buhran'a, Sovyetler Birliği'nin varlığına, ayrıca sosyalist ve komünist aktivistlerin örgütlenme çabalarına yanıt olarak, Roosevelt ve yönetici sınıfın bir kesimi “yukarıdan devrim” girişiminde bulundu. Demokrat Parti, kitlesini seferber etti ve bugün “Yeni Düzen Koalisyonu” olarak bilinen, esasında kuzey ve orta batı sanayi işçileri, onların sendikaları ve beyaz güneyli çiftçilerden oluşan bir koalisyon meydana getirdi. Demokrat Parti, solun bazı taleplerine sahip çıktı, bunun üzerine sendikalar partiye bağışlarını önemli oranda arttırdılar ve partiyle bağlarını güçlendirdiler. Gelgelelim bu gelişme, Avrupa’da gelişmekte olanlara benzer bir işçi partisi kurarak işçi sınıfının örgütlenmesini ilerletmeye yönelik ciddi bir girişimin alanını daralttı. Örneğin Roosevelt, sosyalistlerin ve ilericilerin gündeme getirdikleri çocuk işçiliğini düzenleme, emeklilik yardımları ve yasal sendika hakları verme gibi taleplere sahip çıktı. Sonuçta kapitalizm, Fordizm gibi yeni yönetim uygulamaları ile sosyal yardım sistemlerini gündemine aldı ve daha fazla düzenlemeye tabi olacağı bir yola girdi.

Pasif devrim, 1945'ten 1970'lerin başına kadar Siyah Güç hareketlerinin önemli itirazlar gerçekleştireceği “Kapitalizmin Altın Çağı”nın ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Kendilerini çevre ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerine bağlayan Siyah Güç hareketleri, 1960'ların sonu ve 70'lerin başında ABD kapitalizminin itibarını yitirmesine ve güç dengesinin sola kaymasına yardımcı oldu. ABD egemen sınıfı, bu sürece iki ayrı cevap geliştirdi: havuç politikası dâhilinde siyah orta sınıfının isteklerini karşılamaya çalıştı, sopa politikası üzerinden de harekete, COINTELPRO, Uyuşturucuyla Mücadele ve toplu hapsetme gibi yöntemlerle cevap verdi. Havuç politikası sonucunda yüksek siyaset daha fazla siyah yüzle tanıştı, alttakilere hizmet eden STK’lara daha fazla para akıtıldı. Hareketin liberal, orta sınıf unsurları, sosyal adalet ve politik eşitliği medya, televizyon ve siyaset sahasındaki demografik temsile bağlayan ırksal adalet meselesine yönelik “ilerici” tutumların analizi için geliştirilmiş çerçeveyi popüler kıldılar. Sınıf, ırk ve cinsiyet eşitsizliğini ele almaya çalışan sosyalizm gibi sisteme yönelik eleştirilerin yerini, temsilî siyaset ve çeşitlilik pratikleri aldı.

Mario Candeias'ın “Organik Kriz ve Kapitalist Dönüşüm” başlıklı makalesinde ortaya koyduğu biçimiyle neoliberalizme geçiş, sendikaların ve onların siyasi temsilcilerinin projeye dâhil edilmesini içerirken, alt sınıfı ikincil konumda tutmayı öngörüyordu:

“Neoliberal dönüşümlerin ilk ulusötesi dalgası, işçilerin, sendikaların, toplumsal hareketlerin ve sosyal demokrasinin gücünü azalttı; ikinci dalga, işçi temsilcilerinin sosyal-demokratik-neoliberal iktidar bloğuna dâhil olmasını sağladı. […] üçüncü dalga ise hem uluslararası ilişkiler hem de içerideki ilişkiler açısından otoriterliğin hâkim olmasını beraberinde getirdi. Konsensüs dağıldı, ama bugün hâlâ ortada, onun karşısına çıkartılabilecek, gözle görünür bir alternatif yok.”

21. yüzyılın ikinci krizi olan 2007/8 Krizi, içinde yaşadığımız kutuplaşma ve radikalleşme dönemini beraberinde getirdi. Ayrıca, sosyal hareketleri bastırmak için kullanılan STK’ların temsilini esas alan siyasetten ve bu kuruluşların finansmanından onlarca yıl istifade etmiş olan pasif devrim, sona erdi. Bu kriz döneminde radikalleşme, İşgal Hareketi ve Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi’nde kendisine ifade kanalları buldu. Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi, neoliberalizmle endüstriyel hapishane kompleksi arasında bağlar kuran eğilimlere ev sahipliği yaptı. Hatta bazıları, Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi’ndeki yükselişe tanıklık eden geçen yaz aylarında hapishanelerin kapatılması talebi, daha geniş kitlelerin gündemine getirildi.

Chris Harris ve William Robinson’ın gösterdiği gibi, siyah toplumunun bir bölümü, neoliberal dönemde zorlanan ekonomik oy hakkından mahrum bırakma ve kitlesel hapsetme politikalarını sona erdirmek için Obama'ya oy vermişti. Liberal yönetici sınıf, Obama'yı ekonomik krizden sonra siyaset yapısına yönelik halkın öfkesini ve neoliberalizme ve yurtdışındaki ABD hegemonyasına olan inancını yeniden tesis edebilecek birini kontrol altına almak için bir fırsat olarak görmüştü. Avrupa'da kemer sıkma karşıtı protestolar, düzen partilerinde bölünmelere, SYRIZA ve Podemos gibi yeni siyasi partilerin gelişmesine yol açtığı için bu, önemli bir meseleydi. Neoliberal siyasete karşı itirazlar ortaya çıktığında, hareketi disipline etmek için devletin baskıcı yüzü devreye girdi, ama öte yandan esas olarak Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi Demokrat Parti’ye kucak açtı, özel şirketlere ait fonlara selam durdu.

Solun Politik Stratejisi Üzerine Bazı Düşünceler

Gramsci'nin “pasif devrim” kavramı önemlidir, çünkü bu kavram, devrimci sosyalizm güçlerine büyüme fırsatı sunacak koşulların nasıl heba edildiğine veya devrimci hareketlerin başındaki liderlerin kapitalist düzenin restorasyonu için uygulamaya konulan projelere nasıl eklemlendiklerine dair çok şey söylemektedir. Pasif devrimler ve bu devrimler esnasında bahşedilen reformlar, iktidarın hegemonyasının zayıfladığına değil, aynı zamanda alttakilerin hareketinin de zayıf olduğuna işaret ederler.

Bu, sosyalistlerin kapitalist yönetime meydan okumak için kitle örgütlerini ve işçi sendikalarını yeniden inşa etmeye ve işçi sınıfının militanlığını ve mücadeleciliğini artırmaya katkı sunmak için uğraşırken karşılaştıkları zorlukları anlamak için önemli bir başlangıç noktasıdır. Sosyalistlerin karşılaştığı zorlukların yanı sıra fırsatlar ve açık kapıları idrak etme çabası, örgütün mevcut bilinçlilik, militanlık ve örgütlülük düzeyinden solun nihai hedefine ve tarih anlayışına dek birçok konuda hegemonya karşıtı harekete kılavuzluk edecek politik programın, sloganların ve stratejinin geliştirilmesi sürecinin ayrılmaz parçasıdır. Hegemonya karşıtı hareketlerin başarıya ulaşması için örgütlenmeye, ideolojiye ve eyleme ihtiyaçları vardır.

Sol, meşruiyet krizi açısından elverişli koşullarla karşı karşıya olsa da, 2018-19 arasındaki sınıf mücadelesinin yükselişi kısa sürdü; Amerikalı Demokratik Sosyalistler (DSA) gibi bağımsız siyasi örgütlerin üye sayılarında çarpıcı artışlar görmemize rağmen, sol Demokratların seçim başarıları ve Cumhuriyetçi Parti’nin sağa doğru kayması, ehvenişerciliği ve Demokrat Parti ile yan yana durmanın gerekli olduğunu söyleyen anlayışı yeniden popüler kıldı.

Burada, DSA dışındaki solcuların ondan uzak durmaları yönünde bir telkinde bulunulmuyor. Neticede DSA, solda bağımsız siyaset ve sosyalist strateji ile ilgili birçok tartışmanın yaşandığı yerdir. Ama kabul etmeliyiz ki bugün sosyalistler Demokrat Parti’ye örgütlenmekte, DSA bu parti içindeki bir eğilim derekesine düşürülmektedir. Aynı liderlerin örgütün tepesinde kalmaya devam ettiğine ve Nancy Pelosi ile Chuck Schumer'a karşı solun herhangi bir itiraz ortaya koymuyor oluşuna bakılacak olursa bu süreç epey uzun sürecek demektir.

Devam etmekte olan Pasif Devrim’e dair anlayışın bize gösterdiği kadarıyla, işçi sınıfının siyasi örgütlenmesini yeniden inşa etmemiz ve “organik aydınlar” ortaya çıkarmak için birleşik cephe tarzı siyasetten yararlanmamız gerekmektedir. Alt sınıfların kapitalist hegemonyaya başarılı bir şekilde meydan okuma yeteneği, kapitalist toplumsal ilişkilere itiraz eden ve bunları yeniden üretmeyen yeni politik pratikler geliştirme yeteneklerine bağlıdır. Bağımsız bir siyasi parti türünden kurumlar, alt sınıfların ortak mücadelede örgütlenmesine ve birleştirilmesine yardımcı olabildikleri için bu amaç açısından büyük önem taşırlar.

Sosyalistlerin bu kriz süresince kendiliğinden ortaya çıkacak protestolara yönelmeleri ve bunlara katılmaları çok önemli, ancak onların içindeyken işimiz, sadece protestolara katılmak ve/veya tezahürat yapmak olamaz. Sosyalistlerin, tepedeki reformist liderler yerine sıradan insanların kendi rotasını ve hedeflerini belirlemesine izin vermek için kendi içlerinde demokratik alanların geliştirilmesine yardımcı olmaları gerekir. Ayrıca sosyalistler, belirli siyasi taktiklerin, hareketin hedeflerine ulaşmaya yardımcı olup olmayacağını tespit etmeli, bu sayede süren tartışmalara katkıda bulunmanın yollarını bulmalıdırlar. Böylece hareket tarihten, hegemonya karşıtı mücadelelerle ilgili dersler çıkartacak, taktiklerin ilk elden yol açtıkları etkileri değerlendirebilecektir.

Sosyalistler, kapitalizmin asıl sebep olduğunu ortaya koymak suretiyle, çevre ve konut krizleri gibi farklıymış gibi görünen sorunlar arasında bağlar kurup onların daha da radikalleştirilmesine katkıda bulunabilirler. En önemlisi de sosyalistler, egemen sınıfın hareketin taleplerine sahip çıkıp liderlerini saflarına çekerek, gösterileri kontrol altına almaya çalışabileceği hususunda hareketin mensuplarını uyarabilirler.

Düzene hizmet eden organik aydınlarla cebelleşmek çok önemli bir husustur, zira pasif devrim, alt sınıfların bir bölümünü geçici olarak sakinleştirse de, çoğunluğu kazanamaz. Organik krizler, müesses nizama bağlı isimlerin ve kurumların meşruiyetini ister istemez ortadan kaldırır (meşruiyet krizi). Bu, sola alan açsa da Trump gibi sağcı otoriter popülistlerin, “yozlaşmış bir siyasi düzene” karşı “unutulmuş”ların çıkarları için konuştuklarını iddia etmelerine imkân verir. Sosyalistler, bu dönemde popülist sağın süregelen tehdidini, bilhassa Trump ve benzerlerini öne çıkaran koşullar hâlâ varlığını sürdürdüğü için, kabul etmek zorundadır.

Yazın gerçekleşen George Floyd protestoları ve Ocak ayında başkentte yaşanan kuşatma, Biden sayesinde yapılan bu balayının sona erdiği ve bizim yeni bir mücadele dönemine girdiğimiz koşullarda, sola oldukça önemli fırsatlar sunmaktadır. Kuşatma, kitlelere aşırı sağın yarattığı tehdidi gösterdi ve ırkçılığın hâlâ güçlü bir örgütlenme niyeti taşıdığını, polisin ve baskıcı devletin diğer unsurlarının ayakta kalmada kilit bir role sahip olduğunu hatırlattı.

George Floyd’un öldürülmesiyle başlayan eylemlilik sürecinin içinde yer alan radikal unsurlar, önümüzdeki dönemde müşterek mücadele dâhilinde alt sınıfları birleştirecek ve yeni bir “ortak anlayış”ın oluşması için gerekli zemini sunacak, anti-kapitalist yanı güçlü, hapishanelerin kapanmasıyla ilgili talebi ve eleştirileri yeniden popüler hâle getirdiler. Ancak neoliberalizmle açıklanabilecek, birleştirici niteliği haiz, artan işgücü fazlası, eşitsizlik ve politik kutuplaşma gibi meseleleri çözebilmek için muktedir sınıfın başvurduğu bir yol olarak sınırlara ve mahallelere yerleştirilen polisin askerî teçhizatla donatılması ve insanların topluca hapse tıkılması ile ilgili eleştirilerin önemi, herkesçe idrak edilmeli.

Fakat gördüğümüz gibi kapitalizm, kendisini her duruma uyarlayabildiğini ve dirençli bir sistem olduğunu kanıtladı, dolayısıyla başarılı olmak istiyorsak, onun hareketlerimize karşı geliştirdiği cevabın ve elde ettiği başarıların farkında olmalıyız.

Ashton Rome
24 Şubat 2021
Kaynak

25 Nisan 2021

Ortadoğu’daki Olaylar

Ermeni devrimi ve Sovyet iktidarının İran ve Türkiye sınırında tesis edilmiş olması, Fransız bankacıların kartları yeniden karmasına neden oldu. Kısa süre içerisinde İtilaf Kuvvetleri, bugüne dek yürüttüğü eşkıyalık siyasetini yumuşatmak zorunda kalabilir.

Türkiye’nin Batılı kapitalistler eliyle parçalanmasını ve yağmalanmasını sağlayan Sevr Anlaşması’nın yeniden gözden geçirileceğine hiç şüphe yok. Bugün Venizelos’un devrildiği Yunanistan’daki gelişmeler de bu tespitimizi doğruluyor. Seçim sonuçları, Yunan halkının ülkeyi Kemalistlerle savaşa sürükleyen İtilaf Kuvvetleri’nin siyasetine yönelik duyduğu husumetin kanıtı.

Dolayısıyla bugün Batılı eşkıyalar, kendilerine en sadık iki bekçi köpeğini kaybettiler: Venizelos ve Taşnaklar[1]. Olayların seyri, Batılı güçleri Türk milliyetçileriyle anlaşma arayışına sokuyor. Onlar, Türk milliyetçilerini Sovyet Rusya’dan kopartmak, ama aynı zamanda onların ellerindeki silâhları bize çevirmelerini sağlamak için uğraşıyorlar. Eğer savaştan önce Türkiye’nin fiili varlığı iki emperyalist koalisyon arasında bir dengenin tesis edilmesini güvence altına almış olsaydı, bu sefer de Türkiye’ye, geberen kapitalizmle ve gücünü giderek artıran komünizm arasında denge sağlamak için ihtiyaç duyulacaktı.

İtilaf devletleri, tam da bu sebeple, tavizlerde bulunacak. Öte yandan Türk milliyetçilerinin taleplerinin haddi hududu yok. İstanbul’da İtilaf devletlerinin kurduğu hükümete şu şartları sundular: Edirne ve İzmir boşaltılacak; Sevr’deki maliye ve ekonomiyle ilgili maddeler tadil edilecek, kapitülasyonlar kaldırılacak, genel af ilân edilecek, halkın güvenini kazanmış bir bakanlar kurulu teşkil edilecek. Bu süreçte İtilaf devletlerinin asıl üzerinde durduğu husus ise sultanın hiç zarar görmemesi.

Fransız kapitalistleri, diğer maddelerin büyük bölümünün kadük kalacağını gayet iyi biliyorlar. Bu noktada Kemalistler ne tür tavizler kopartırsa kopartsın, Paris ve Londra borsasının pençelerinden asla kurtulamayacaklar. Emperyalist güçlerle dostluk içerisinde yaşayabileceğini iddia eden tüm geri kalmış halkların kaderi bu.

Ama bu durumu Türkiye’deki tüm kesimlerin memnuniyetle karşılaması mümkün değil. Ankara’daki milli meclis içinde yer alan sol kanat, İtilaf kuvvetleriyle imzalanacak her türden anlaşmaya karşı. Bu sol kanadın toplumsal bileşimi, köylülerden ve küçük burjuvaziden oluşuyor. Küçük burjuvazi, savaş süresince diğer tüm sınıfsal katmanlardan daha fazla çile çekti, çünkü angarya işler haricinde at, araba ve büyükbaş hayvan temini konusunda elini taşın altına o koydu. Abluka sayesinde şehirlerde küçük burjuvazi, ticaretin durma noktasına geldiği koşullarda tümüyle harap oldu. Bu sayede ilgili kesimde daha devrimci bir zihniyet ortaya çıktı.

Şurası kesin: Fransız kapitalistlerinin, Sovyet Rusya’ya karşı savaşta Türk milliyetçilerini kullanması asla mümkün olmayacak. Türk halkı, bu kapitalistlerin eşkıyalık yaptığı, topraklarını yağmaladığı günleri hiç unutmadı. Her hâlükârda bu tezimiz, bir süre daha geçerliliğini koruyacak.

Bitmek bilmeyen savaşların Rusya’dan bile daha fazla harap ettiği Türkiye, bu türden bir maceraya atılmadan ve kendisini riske atmadan önce oturup bir düşünecek. Dünya devriminin mantıkî gelişimi uyarınca sömürge ve yarı sömürge ülkelerin emperyalizme karşı sürdürdükleri kurtuluş hareketleri, ilk dönemde kaçınılmaz olarak Sovyet Rusya ile anlaşmak zorunda kaldı, çünkü Sovyet Rusya, Batılı kapitalistlerin yağmacı siyasetine karşı ezilen halkların yegâne savunucusuydu.

Ama gelecekte muhakkak ki topyekûn bir değişiklik yaşanacak. Bugün milli devrimin başını çeken mülk sahibi sınıflar, bağımsızlığı elde ettikten sonra sınıfsal çelişkilerin derinleşmesiyle birlikte, bir vakitler aralarında en şiddetli kavgaların yaşandığı emperyalist güçlerin yanına hizalanacaklar. Ayrıca geri kalmış bir devletin kapitalist devletlerin yardımı olmaksızın bir şeyler yapması da zor. Bu ittifak kurulur kurulmaz hepsi, emperyalistlerin etkisi altına girecek ve onların elinde birer oyuncak hâline gelecek.

Sınıflar mücadelesinin tüm şiddetiyle devam ettiği bir dönemde sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki milli burjuvaziyi sahte bir bağımsızlık bile tatmin eder.

Diğer yandan, emperyalist merkezlerdeki sınıfsal çatışmalar derinleştikçe emperyalist burjuvazi sömürgelere, bilhassa merkeze hammadde gönderilmesine ve ekonomik çıkarlara zarar verebilecek bir sömürge devriminin eşiğinde olanlara daha fazla tavizde bulunacaktır. Tam da bu sebeple, kanaatimize göre, İtilaf devletleri Kemalistlere daha fazla tavizde bulunacak, bir iki istisna dışında, onların taleplerini karşılayacak.

Dünya devriminin hayaleti emperyalistleri öyle korkutuyor ki bu güçler, burjuva toplumunun genel çerçevesini muhafaza altına almak için her şeyi yapmaya hazırlar. Ne var ki bu hayalet sadece emperyalistleri korkutmuyor, aynı zamanda tüm kapitalist dünyanın sarsılmasına neden oluyor. Komünist hareket geliştikçe, sınıfsal karşıtlık yoğunlaştıkça dünya burjuvazisi de o ölçüde daha fazla gericileşiyor. İran, Gürcistan ve Ermenistan gibi birçok geri kalmış ülkedeki imtiyazlı sınıfların İtilaf kuvvetleriyle dostane ilişkiler kurmayı neden bu kadar çok istedikleri, o ülkelerdeki kapitalist toplumun desteğini neden aradıkları sorusunun cevabını, bahsini ettiğimiz süreçte aramak gerekiyor.

Sınıf mücadelesinin gelişmesiyle birlikte burjuvazi, sömürge ülkelerdekiler bile, her türden devrimci fikri terk etmek zorunda kalacak. Belki de bu ülkelerin büyük bir kısmında zafere ulaşacak olan Batı proletaryası, kendi ülkesinin burjuvazisinin toplumsal devrimden kaçmak adına devrim fikrini sattığını görecek.

Geberen kapitalizm, ölümünü geciktirmek için her türden tedbire başvuruyor. İnsanlık bugün tarihin en ilginç döneminden geçiyor: sınıf mücadelesi sahasında tüm dünyanın desteğini arkasına almış, herkesin umudu olarak görülen iki büyük sınıf kapışıyor.

Bugün Sevr Anlaşması’nı Türkiye’nin çıkarlarına uygun şekilde gözden geçirmek isteyen Parisli bankacılar, dünyanın eski sahiplerinin hepten güçsüz olduklarını görüyorlar. Gücünü giderek artıran komünizm karşısında artan umudu ortadan kaldırmak adına Batı emperyalizmi, elde ettiği zaferlerin meyvelerinden içi yana yana vazgeçmek zorunda kalıyor.

Avetis Sultanzade
27 Ocak 1921
Kaynak

Dipnot:
[1] 1918’de bağımsız Ermeni cumhuriyetini ilân eden İkinci Enternasyonal üyesi Ermeni milliyetçisi hareket.