Pages

13 Nisan 2020

Makûs


Bir vakitler SİP’liler, ODTÜ’deki McDonalds’a karşı öğrencileri örgütleme çalışması içine girmişlerdi. Sonra ara verdiler, ama ölüm orucu sürecinin başlaması üzerine, McDonald’s çalışmasına yeniden başladılar. Sonra 2001’deki ekonomik kriz üzerinden ODTÜ’deki şube kapandı, bu, SİP’lilerin çimenlikte sevinçle uzanmaları için yeni bir bahane sundu.

Bu kadar öznelcilikte nesnellikten medet uman bir taraf var. Özne, sürekli nesnelliğin iç dinamiklerini yardıma çağırıyor. Kendisini o çağrıda var ediyor. O kadar öznelcilik, nesnelliğe teslim olmakla sonuçlanıyor.

Sonra bu SİP geleneğinden gelenler, TİP’i kurdular. TİP’li bir genç, “ABD AKP’yi indirecek, buna kızıl renk çalmak lazım” diyordu. Kendisinin Amerikan boyasıyla boyandığını itiraf ediyordu. Onca nesnelcilik eleştirisi yapıp nesnelliğe en rezil şekilde teslim olmak, solun makûs talihi!

“Makûs” baş aşağı döndürülmüş demek. Hegel’in Marksizmde başına gelen yani. Sol, bugün o Marksizmi baş aşağı çevirmekle, Leninizmi toprağa gömüp recm etmekle meşgul.

Marx şunu söylüyor:

“İşçi sınıfının yönetici sınıfların kolektif gücüne, yani politik iktidara karşı nihai darbeyi indirecek harekâta girişebilmesi için örgütsel düzeyde henüz gelişmediği yerlerde, onun, yönetici sınıfların politikalarına karşı geliştirilen düşmanca tutum ve kesintisiz ajitasyon faaliyetiyle, her ne pahasına olursa olsun eğitilmesi gerekir. Aksi takdirde, Fransa’da yaşanan Eylül Devrimi’nde görüldüğü üzere, işçi sınıfı, yönetici sınıfların elinde bir oyuncağa dönüşür.”[1]

Bugün sol için işçi sınıfı yok. Ezilen yok, emekçi halk yok. “Emek örgütlerinde düzen içi-devletçi akıl kötürümleştirici rol oynuyor” diyenler de yalan söylüyorlar, çünkü o akıl, kendilerine ait! O örgütlerde kendi partileri güçlü. Yapılanlara yapılmayanlara o parti karar veriyor.

O partinin de içinde olduğu sol, “örgütsel düzeyde gelişmiş olan”a bakıyor, “yönetici sınıfların politikalarına düşmanlık ve kesintisiz ajitasyon” kenara itiliyor, o sınıfların içinde bağlaşıklar aranıyor, ajitasyon, o sınıfların iç didişmesine, mızırdanmasına bağlanıyor.

Gece Süleyman Soylu istifa açıklaması yapıyor, solcular sosyal medyada sınıfla, düşmanlıkla ve ajitasyonla hiçbir alakası olmayan, bireysel teoriler kasıyorlar, “Pelikan” diyorlar, istifayı sözle kendi hanelerine yazmaya çalışıyorlar. İki cümleyle gerçekliği kendilerine, içi boş öznelliklerine bağlama gereği duyuyorlar. İçi boş öznellik, kaşıntıya, depresyona, sancıya sebep oluyor. Soylu istifa etmeyince, “tiyatro!” deniliyor. Çünkü her şeyi tiyatro gibi seyrediyorlar.

Bazıları, hastalıklı bir tutumla, maç izlerken totem yapıp rakip takımın futbolcusunun penaltıyı kaçırmasını sağladığını düşünür. Bu solcular da güdük düşünceleriyle, totemleriyle, metafizik kudretleriyle siyasete şekil verdiklerini sanıyorlar. Sosyal medya, bu konuda altı boş gerçeklik algısını besliyor. Somut hayatla bağını kopartan sol, metafizik âleme sığınıyor, oranın ekmeğini yemeye çalışıyor. Beğeni peşinde koşarken bir yandan da acıdan kaçacak yerler buluyor. Sol olmayan sol, alkolsüz biranın “politik” tezahürü olarak vücut buluyor.

“Dijitalleşme gerçekliği sildi. Gerçeklik, acı verebilen bir direnişin kaynağı olarak görülüyor. ‘Beğeni’ üzerine kurulu dijitalleşme kültürü, direnişteki olumsuzluğu ortadan kaldırıyor. Sahte haberler, sahte videolar döneminde gerçekliğe karşı bir ilgisizlik açığa çıkıyor.”[2]

Bu cümleler, solun neden herkesten önce dijitale kaçtığını açıklıyor. Devlet içi klik arayışları, AKP içi ayrışma beklentileri, solun tüm pratiğini özetliyor. Bu pratik, bahsi edilen makûslukla alakalı. Sol, bu klik ve ayrışma hayali içinde zihinsel düzlemde bölünüyor, gerçeklik algısını yitiriyor. “Öznellik” dedikleri, biat ettikleri nesnelliğin geçici bir rengi. Öyle olmayı seviyorlar. Sorumluluk almadan, bir süre solcuymuş gibi görünmeye, efendilerle pazarlık yürütmeye, bu pratiğin rantını yemeye bayılıyorlar.

Bu düzlemde tüm siyaset, egemenlerin maddesine ve diyalektiğine tabi oluyor. O çarkı kıracak bir iradeye rastlanmıyor. Marx’ın ifadesiyle, kendilerini de sınıfı da yönetici sınıfın oyuncağı kılıyorlar.

Bunca metafizik, bunca idealizm, bunca sahte öznellik, somutta illaki sığınacak bir yer buluyor. Sosyalist hareket, ister istemez, CHP’nin gölgesine kaçıyor. CHP ise AKP’nin marazlarını, yanlışlarını devlet lehine örtbas etmekle görevli. Bu sebeple, AKP şahsında devletin yaptıklarını kimse eleştiremiyor. Mesele, dar anlamda, belirli bireylerin beceriksizliğine, ruhsal sıkıntılarına, liyakatsizliğine, geriliğine vs. indirgeniyor. Örneğin sokağa çıkma yasağı, basit bir yönetimsel hata olarak takdim ediliyor. “Biz olsak şöyle yapardık” deniliyor. Bunu diyenlerin SS’nin laciverdi olduğu görülmüyor. Sosyalistler de bu burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor. Devletin birey gibi ani kararlar verdiğini düşünüyor.

Damat’la Soylu arasındaki kişisel gerilimden medet uman solun emekçi halka bir hayrı olamaz. Bu görülmüyor. Çünkü sol da bu bireysel liyakat, yönetme becerisi, yüksek siyasetin serin koridorlarına tav olmuştur. “Hayrı olamaz” çünkü politik irade, gene AKP ve devlete teslim edilmiştir. Kitlelerin, emekçilerin bir şey yapması istenmemektedir.

Benzer bir adım, Hindistan gibi ülkelerde de atılıyor. Hindistan başbakanı Modi, 24’teki sokağa çıkma yasağını akşam 20’de ilân ediyor. Türkiye’deki sorunların daha ağırları yaşanıyor. Bu konuda Arundhati Roy, “Modi, halkı gafil avlanıp pusuya düşürülecek, asla güvenilmeyecek bir düşman güç olarak görüyor” yorumunu yapıyor.[3] Şunu açıklıkla dile getirmek lazım: Sol da halkı Modi gibi görüyor!

O sebeple, devlet içi kliklere, AKP içi ayrışmalara bakıyor. Burada da her şey terse dönüyor: kliklere, ayrışmalara ancak belli bir güç olduğunda bakması gereken sol, cin olmadan adam çarpabileceğini sanıyor. Bu noktada halka güvenmiyor, inanmıyor, iradeyi ona teslim etmek istemiyor, oradaki devrimci sıçramalara örgütlenme gereği duymuyor, halkı yönetici siyasetin kuklası olarak görüyor, ona olan düşmanlığını AKP eleştirisi ardına gizliyor. Oysa bizi küçük burjuvaların hezeyanlarından, vesveselerinden ve vehimlerinden gene o halk ve kavgası kurtaracak.

Eren Balkır
13 Nisan 2020

Dipnotlar:
[1] Karl Marx, “Friedrich Bolte’ye Mektup”, 23 Kasım 1871, İştiraki.

[2] Byung-Chul Han, “Virüs ve Yarının Dünyası”, 22 Mart 2020, İştiraki.

[3] Arundhati Roy, “Pandemic is a Portal”, 3 Nisan 2020, FT.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder