Bir vakitler SİP’liler, ODTÜ’deki McDonalds’a karşı
öğrencileri örgütleme çalışması içine girmişlerdi. Sonra ara verdiler, ama ölüm
orucu sürecinin başlaması üzerine, McDonald’s çalışmasına yeniden başladılar. Sonra
2001’deki ekonomik kriz üzerinden ODTÜ’deki şube kapandı, bu, SİP’lilerin
çimenlikte sevinçle uzanmaları için yeni bir bahane sundu.
Bu kadar öznelcilikte nesnellikten medet uman bir
taraf var. Özne, sürekli nesnelliğin iç dinamiklerini yardıma çağırıyor.
Kendisini o çağrıda var ediyor. O kadar öznelcilik, nesnelliğe teslim olmakla
sonuçlanıyor.
Sonra bu SİP geleneğinden gelenler, TİP’i kurdular.
TİP’li bir genç, “ABD AKP’yi indirecek, buna kızıl renk çalmak lazım” diyordu. Kendisinin
Amerikan boyasıyla boyandığını itiraf ediyordu. Onca nesnelcilik eleştirisi yapıp
nesnelliğe en rezil şekilde teslim olmak, solun makûs talihi!
“Makûs” baş aşağı döndürülmüş demek. Hegel’in
Marksizmde başına gelen yani. Sol, bugün o Marksizmi baş aşağı çevirmekle,
Leninizmi toprağa gömüp recm etmekle meşgul.
Marx şunu söylüyor:
“İşçi
sınıfının yönetici sınıfların kolektif gücüne, yani politik iktidara karşı
nihai darbeyi indirecek harekâta girişebilmesi için örgütsel düzeyde henüz
gelişmediği yerlerde, onun, yönetici sınıfların politikalarına karşı
geliştirilen düşmanca tutum ve kesintisiz ajitasyon faaliyetiyle, her ne
pahasına olursa olsun eğitilmesi gerekir. Aksi takdirde, Fransa’da yaşanan
Eylül Devrimi’nde görüldüğü üzere, işçi sınıfı, yönetici sınıfların elinde bir
oyuncağa dönüşür.”[1]
Bugün sol için işçi sınıfı yok. Ezilen yok, emekçi
halk yok. “Emek örgütlerinde düzen içi-devletçi akıl kötürümleştirici rol
oynuyor” diyenler de yalan söylüyorlar, çünkü o akıl, kendilerine ait! O
örgütlerde kendi partileri güçlü. Yapılanlara yapılmayanlara o parti karar
veriyor.
O partinin de içinde olduğu sol, “örgütsel düzeyde
gelişmiş olan”a bakıyor, “yönetici sınıfların politikalarına düşmanlık ve
kesintisiz ajitasyon” kenara itiliyor, o sınıfların içinde bağlaşıklar
aranıyor, ajitasyon, o sınıfların iç didişmesine, mızırdanmasına bağlanıyor.
Gece Süleyman Soylu istifa açıklaması yapıyor,
solcular sosyal medyada sınıfla, düşmanlıkla ve ajitasyonla hiçbir alakası
olmayan, bireysel teoriler kasıyorlar, “Pelikan” diyorlar, istifayı sözle kendi
hanelerine yazmaya çalışıyorlar. İki cümleyle gerçekliği kendilerine, içi boş
öznelliklerine bağlama gereği duyuyorlar. İçi boş öznellik, kaşıntıya,
depresyona, sancıya sebep oluyor. Soylu istifa etmeyince, “tiyatro!” deniliyor.
Çünkü her şeyi tiyatro gibi seyrediyorlar.
Bazıları, hastalıklı bir tutumla, maç izlerken totem
yapıp rakip takımın futbolcusunun penaltıyı kaçırmasını sağladığını düşünür. Bu
solcular da güdük düşünceleriyle, totemleriyle, metafizik kudretleriyle
siyasete şekil verdiklerini sanıyorlar. Sosyal medya, bu konuda altı boş
gerçeklik algısını besliyor. Somut hayatla bağını kopartan sol, metafizik âleme
sığınıyor, oranın ekmeğini yemeye çalışıyor. Beğeni peşinde koşarken bir yandan
da acıdan kaçacak yerler buluyor. Sol olmayan sol, alkolsüz biranın “politik”
tezahürü olarak vücut buluyor.
“Dijitalleşme
gerçekliği sildi. Gerçeklik, acı verebilen bir direnişin kaynağı olarak
görülüyor. ‘Beğeni’ üzerine kurulu dijitalleşme kültürü, direnişteki
olumsuzluğu ortadan kaldırıyor. Sahte haberler, sahte videolar döneminde
gerçekliğe karşı bir ilgisizlik açığa çıkıyor.”[2]
Bu cümleler, solun neden herkesten önce dijitale
kaçtığını açıklıyor. Devlet içi klik arayışları, AKP içi ayrışma beklentileri,
solun tüm pratiğini özetliyor. Bu pratik, bahsi edilen makûslukla alakalı. Sol,
bu klik ve ayrışma hayali içinde zihinsel düzlemde bölünüyor, gerçeklik
algısını yitiriyor. “Öznellik” dedikleri, biat ettikleri nesnelliğin geçici bir
rengi. Öyle olmayı seviyorlar. Sorumluluk almadan, bir süre solcuymuş gibi
görünmeye, efendilerle pazarlık yürütmeye, bu pratiğin rantını yemeye
bayılıyorlar.
Bu düzlemde tüm siyaset, egemenlerin maddesine ve
diyalektiğine tabi oluyor. O çarkı kıracak bir iradeye rastlanmıyor. Marx’ın
ifadesiyle, kendilerini de sınıfı da yönetici sınıfın oyuncağı kılıyorlar.
Bunca metafizik, bunca idealizm, bunca sahte öznellik,
somutta illaki sığınacak bir yer buluyor. Sosyalist hareket, ister istemez,
CHP’nin gölgesine kaçıyor. CHP ise AKP’nin marazlarını, yanlışlarını devlet
lehine örtbas etmekle görevli. Bu sebeple, AKP şahsında devletin yaptıklarını kimse
eleştiremiyor. Mesele, dar anlamda, belirli bireylerin beceriksizliğine, ruhsal
sıkıntılarına, liyakatsizliğine, geriliğine vs. indirgeniyor. Örneğin sokağa
çıkma yasağı, basit bir yönetimsel hata olarak takdim ediliyor. “Biz olsak
şöyle yapardık” deniliyor. Bunu diyenlerin SS’nin laciverdi olduğu görülmüyor.
Sosyalistler de bu burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor. Devletin birey gibi
ani kararlar verdiğini düşünüyor.
Damat’la Soylu arasındaki kişisel gerilimden medet
uman solun emekçi halka bir hayrı olamaz. Bu görülmüyor. Çünkü sol da bu
bireysel liyakat, yönetme becerisi, yüksek siyasetin serin koridorlarına tav
olmuştur. “Hayrı olamaz” çünkü politik irade, gene AKP ve devlete teslim
edilmiştir. Kitlelerin, emekçilerin bir şey yapması istenmemektedir.
Benzer bir adım, Hindistan gibi ülkelerde de atılıyor.
Hindistan başbakanı Modi, 24’teki sokağa çıkma yasağını akşam 20’de ilân
ediyor. Türkiye’deki sorunların daha ağırları yaşanıyor. Bu konuda Arundhati
Roy, “Modi, halkı gafil avlanıp pusuya düşürülecek, asla güvenilmeyecek bir
düşman güç olarak görüyor” yorumunu yapıyor.[3] Şunu açıklıkla dile getirmek
lazım: Sol da halkı Modi gibi görüyor!
O sebeple, devlet içi kliklere, AKP içi ayrışmalara
bakıyor. Burada da her şey terse dönüyor: kliklere, ayrışmalara ancak belli bir
güç olduğunda bakması gereken sol, cin olmadan adam çarpabileceğini sanıyor. Bu
noktada halka güvenmiyor, inanmıyor, iradeyi ona teslim etmek istemiyor,
oradaki devrimci sıçramalara örgütlenme gereği duymuyor, halkı yönetici
siyasetin kuklası olarak görüyor, ona olan düşmanlığını AKP eleştirisi ardına
gizliyor. Oysa bizi küçük burjuvaların hezeyanlarından, vesveselerinden ve
vehimlerinden gene o halk ve kavgası kurtaracak.
Eren Balkır
13 Nisan 2020
Dipnotlar:
[1] Karl Marx, “Friedrich Bolte’ye Mektup”, 23 Kasım 1871, İştiraki.
[2] Byung-Chul Han, “Virüs ve Yarının Dünyası”, 22
Mart 2020, İştiraki.
[3] Arundhati Roy, “Pandemic is a Portal”, 3 Nisan
2020, FT.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder