Pages

13 Nisan 2020

Kimlikçi Liberalizm

Soğuk Savaş dönemindeki ataları gibi terörle mücadele liberalleri şu gerçekle yüzleştiler: O yüce tuttukları bireysel özgürlük, davaya kitle toplamak için gerekli olan kolektif kimlikleri üretme becerisine mani oluyor.

Müslüman bağnazlığına karşı Batı medeniyetini savunma söylemi ile reformistlerin elinde kültürcülerle kıyaslandığında, sadece liberal değerler, çoğulculuk ve hoşgörü üzerine kurulu sıradan sloganlar kaldı. Peki bu sloganlar, Allah adına yürüdüğünü iddia eden politik İslam gibi güçlü bir ideolojiye karşı yürütülen kültür savaşını sürdürmek için yeterli olacak mıydı?

Reformistlerin arzusu, halkçı isteklerden arındırılmış bir siyasetti. Bu insanlar, aşırıcı düşmanlarının büyük ideolojik iddialarını taklit etmek zorunda kaldılar ve kendi hayat-memat mücadelesine dayalı dillerini oluşturdular. Bunu yaparak, kültürcü ideolojik çuvala ellerini daldırdılar, burada buldukları "Batı’nın kültürel açıdan ciddi bir tehditle karşı karşıya olduğu"na dair tespite heyecanla sarıldılar.

Öte yandan reformistler, Batılı kimliğinin anlamını da yeniden tanımladılar. Terörle mücadelenin kültürcü versiyonu, Yahudi-Hristiyan kimliğini savunmaya dönük bir kampanya olarak takdim edilirken, reformist versiyon, altmışlı yıllardan sonra Batı’ya hâkim olduğunu düşündükleri liberal değerleri savunmak için cenge girdiğini söyledi.

2007 tarihli kitabı The Fallout’ta Observer’a çalışan gazeteci Andrew Anthony, tam da bu yaklaşıma uygun cümleler kuruyor.[1] Benimsediği “medeniyetler savaşı”nın liberal versiyonu dâhilinde muharebenin cephelerinin netleştiğini söylüyor: yazara göre muharebenin bir tarafında Batı Aydınlanması, diğer tarafında ise İslam dünyasının yol açtığı “Karartma” duruyor.

Anthony, “Arap dünyasının bile isteye yüklendiği cehaletle entelektüel merak eksikliğinin çilesini çektiğini” söylüyor.[2] Ona göre Arap dünyasının rasyonel ve bağımsız düşünceler üretememiş olması karşısında Batılı liberaller, kendi evrensel değerlerini herkese dayatmaktan imtina etmemeli.

Yazar, Britanya’daki kültürün yüzlerce yıldır belirli haklara, özgürlüklere, sorumluluklara, korumalara ve fırsatlara değer verdiğini, ama Üçüncü Dünya’daki birçok geleneksel kültürün sadece “yozlaşmayı, cinsiyetçiliği, homofobiyi, kabileceliği ve ataerkici otoriterizmi yücelttiğini söylüyor. Anthony, bu noktada iki örnek veriyor: Birmingham’da Güney Asyalıların seçimlerde yaptığı hile ve Hindistan’daki bir üniversitede soruların bazı öğrencilere verilmesi.[3]

Gelgelelim yazarın derdi, somut kanıtlar üzerine kurulu bir tartışma yürütmek değil. Aynı zamanda örneğin geleneksel kültürlerdeki homofobiyle nasıl mücadele edileceği sorusuyla da ilgilenmiyor. Onun derdi, bir kimliğin ortaya koyduğu performans. Yazarın gayesi, muhafazakârlar terörle mücadelenin yol açtığı tüm enerjiyi tekellerine almasınlar diye Batı’nın bayrağını göndere çekecek liberal bir ordu kurmak.

The Second Plane isimli çalışmasında Martin Amis de benzer bir dile başvuruyor. 11 Eylül ve terörle mücadele ile ilgili yazılarını bir araya getirdiği kitabının bir bölümünü Müslüman erkeğin bağımlı zihniyeti”ne ayıran Amis, şunu söylüyor: “Hiç şüphe yok ki akla dayalı sorguyu tetikleyen mekanizma, Müslüman erkekler arasında çok güçsüz.”[4]

Sonuçta Amis, “Müslüman meselesi”nin kültürel planda cinsellikle ilgili yaşanan hüsrandan kaynaklandığını düşünüyor. Buradan da Seyyid Kutub’un İslamcı yazılarındaki Batı’ya yönelik öfkesini, onun ellilerde ABD’de kaldığı sıralarda kadınları etkilemeyi başaramamış olmasına bağlıyor.

Amis, intihar eylemlerinin ve Arap coğrafyasındaki karakollarda yaşanan işkence vakalarının erkeklerdeki iktidarsızlığın veya cinsel açıdan yaşanan hüsranın bir sonucu olduğunu düşünüyor. Buradan da terörle mücadelede düşmanın ortaya koyduğu patolojik nefreti ve şiddeti, erkeklerdeki cinsel arzuları sağlıksız bir biçimde bastıran veya yanlış yönlere yönelten kültürün bir ürünü olarak takdim ediyor ve bu kültürün örtük olarak, altmışlı yılları takip eden süreçte Batı’da oluşan, cinsel özgürlük üzerine kurulu kültürle çeliştiğini söylüyor. Amis’e göre kadınların başındaki örtü, esasen Batı’daki cinsel “açıklığa” dönük bir reddiye.

Amis, bir yandan da Müslümanların çok çocuk doğurduğu üzerinde duruyor ve bu konuyla ilgili endişelerini dile getiriyor. Bu noktada Mark Steyn’in America Alone isimli kitabına atıfta bulunuyor. Steyn, burada yirmi-otuz yıl içerisinde Avrupa’nın demografik açıdan yüksek doğum oranlarına sahip olan Müslümanlara teslim olacağını söylüyor. Steyn’in “her bir kadının ortalama 2,1 çocuk doğurduğu koşullarda bu duruma karşı koyma imkânına hiçbir Batı Avrupa ülkesi sahip değil” tespitine Amis, şunu değerlendirmeyle katkıda bulunuyor:

“Düşmanlığın ve yıkıcılığın olmadığı bir dünyada en makul olan şey, Avrupa’nın nüfusunun azaltılması ve sadeleştirilmesi. Bu, bizim dünyamız değil. Somali’de doğum oranı 6,76, Afganistan’da 6,69, Yemen’de ise 6,58.”

Amis’e göre Avrupa, kadının doğum konusunda özgür olmasını önemli görüyor ama bu durum, Müslüman ülkelerden gelen göçmenlere karşı yürüttüğü “demografik savaş”ta kıtanın elini kolunu bağlıyor, çünkü Avrupa ülkelerinde kadınlar tercihlerini az sayıda çocuktan yana kullanıyorlar.[5]

Müslümanlardaki cinsel baskı ve onlardaki doğurganlık ile ilgili kaygının ardında kültürel farklılıklar meselesi duruyor. Amis, Müslümanların esasen cinsel ilişkilere ve toplumsal cinsiyete karşı çıktıkları için tehdit teşkil ettiklerini düşünüyor. “Jeopolitika, benim doğal olarak üzerinde duracağım bir konu değil. Erkeklik daha önemli bir konu başlığı” diyen Amis, Müslümanlardaki politik şiddeti izah ederken jeopolitikaya değil de erkekliği yoldan çıkartan kültüre odaklanıyor.[6]

Buradan da yazarımız, yabancı kültürlerin sızması karşısında eskiden beri duyulan kaygıları tetikleyen bir dizi liberal ve muhafazakâr temayı birbirine teyelliyor. Ama nasıl oluyorsa deri rengi üzerinden işleyen ırkçılıktan aşina olduğumuz bu çerçeveyi liberal yaşam tarzıyla ilişkilendirip kendisini bir biçimde ırk ötesine bakan biriymiş gibi takdim edebiliyor. Tam da bu bağlamda Amis, 2006’daki bir söyleşisinde şunları söylüyor:

“Müslüman toplum, kendi hanesinin içini düzene sokana dek çile çekmeli. Herkes bunu istiyor aslında. Sen istemiyor musun? Burada çile derken seyahatlerine izin vermemeyi kastediyorum mesela. Hatta sınır dışı politikalarının uygulanmasını. Özgürlüklerinin kısıtlanmasını. Ortadoğuluymuş veya Pakistanlıymış gibi görünen herkes çıplak aramaya tabi tutulmalı. Bunlar kulağa ayrımcılıkmış gibi gelebilir, ama bu işler, tüm toplumun canı yanıp da çocuklar disipline edilene dek devam etmeli.”[7]

Burada asıl çarpıcı olansa toplumsal cinsiyet, cinsellik, dinî otorite ve sansür gibi meseleler konusunda kampanyalar yürütmüş ve bu deneyim üzerinden oluşmuş eski 68’li solcu kuşağı ile liberallerin, bir zamanlar uğruna mücadele yürüttükleri değerleri Batılı kimliğe ait tapılası birer ikonaya dönüştürmüş olmaları.

Batı toplumlarında özgürlük mücadelesi denilen şey, süreç içerisinde mundar edilip yabancı düşmanlara karşı liberal yaşam tarzını savunma çağrısına dönüştü.[8] Sık sık Aydınlanma değerlerinden dem vurulsa da özgürce düşünen eşit bireylerin yoluna çıkan tüm otoritelere karşı çıkmayla ilgili o (evrensel) Aydınlanma ilkesi, reformist terörle mücadeleyle asla uyuşmuyor. Bu noktada reformistler, özgür düşünceyi teşvik etmeyi değil, varolan kimliği devletin ajandasına göre yeniden biçimlendirmeyi amaçlıyorlar.

Diğer yandan, kilisenin dinî otoritesinden kurtulan Aydınlanmacı bireylerin tarihsel deneyimi, Müslümanların önüne takip edilmesi gereken bir model olarak çıkartılıyor. Evrenselle özel arasındaki çelişkiyi çözmek için reformistler, Aydınlanma ile bağlantılı evrensel ilkeler kümesi olarak liberalizmle Edmund Burke’ün “miras” dediği, belirli bir yaşam tarzını sürdürmek için gerekli müşterek âdetleri ve alışkanlıkları ifade eden liberalizm arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Böylelikle liberalizm, kimlik politikasının bir biçimi hâline geliyor.[9]

Democracy in America isimli çalışmasında Alexis de Tocqueville, “liberal ABD’de birbirinden ayrı yaşayan, birbirlerine yabancı olan yurttaşların bu yaşam tarzının geri kalan herkesin kaderi olduğunu” söylüyor.[10] Liberal sosyal felsefe, tam da bu boşlukta ortak bağlar üretemiyor, bu da liberalizmin, kolektif bir kültürün parçası olabilmek adına, tarihsel planda solun fikirlerini ödünç almasına, sosyal yardım hakları ve toplumsal eşitlik gibi fikirleri benimsemesine sebep oluyor.

Buna karşın terörle mücadele, süreç içerisinde toplumu bir arada tutacak başka bir zamk öneriyor: liberal değerler. Bunlar, Batılı kimliğin kültürel temeli olarak takdim ediliyor, medeniyetin evrensel ölçütü olarak görülüyor. Ama sonuçta eşitlikçi bir toplumsal güvenlik siyaseti yerine kimlikçi bir ulusal güvenlik siyasetine hizmet ediyor.

Liberal entelektüel, “vicdan” denilen o boş odada kimlik politikasının üzerinde olduğunu iddia edip duruyor ama evrensel değerler adına Batı’nın düşmanlarına öfke kusuyor. Liberallerin kimliğin ötesine uzanan ideolojik konumları, Batılı kimlikteki sökükleri dikme noktasında epey işe yarıyor.

Müslüman kimliğini dönüştürme çalışmaları dâhilinde liberalizm de dönüşüyor. Bu dönüşüm sonucunda o, topyekûn savaşın ideolojisi hâline geliyor. Bu savaşın savunucuları zamanla, İtalyan teorisyen Domenico Losurdo’nun “trajik edimsel çelişki”yle yüzleşiyorlar.[11]

11 Eylül’le başlayan terörle mücadele döneminin liberalleri, Soğuk Savaş döneminden miras aldıkları kavramsal yapının zayıf yanlarını yeniden üretiyorlar. Batı toplumuna yönelik radikal politik itirazları yabancı ideolojilerin ürünü olarak takdim ediyorlar ve bunların doğaları gereği şiddet ürettiklerini söylüyorlar. Böylelikle terörle mücadele döneminin liberalleri, liberal toplumun kendisine temel aldığı yapısal şiddeti inkâr ediyorlar. Bu noktada liberal yaşam tarzı adına, çelişkili biçimde, liberal normların askıya alındığı “istisna hâli”nde yaşayan “ötekiler”e yönelik ırkçılığı besliyorlar.[12]

Huntington’ın hem “ideolojik hasım” hem de “ırksal ve kültürel açıdan farklı unsur” olarak inşa ettiği “ideal düşman”a karşı yürütülen mücadele, liberalizmin kimlik politikasına dönüşmesine neden oluyor. Buradan “herkes, ait olduğu kimliği besleyip büyütsün” çağrısı yapılıyor. Liberalizm, bir yandan evrensel medeniyet iddiasından vazgeçmiyor bir yandan da yaşam tarzını askerî, fikrî ve kültürel düzlemde savunuyor.[13]

Arun Kundnani

[Kaynak: The Muslim are Coming!: Islamophobia, Extremism, and the Domestic War on Terror, Verso, 2014.]

Dipnotlar:
[1] Andrew Anthony, The Fallout: How a Guilty Liberal Lost His Innocence, Londra: Jonathan Cape, 2007.

[2] A.g.e., s. 234.

[3] A.g.e., s. 123–24.

[4] Martin Amis, The Second Plane: September 11: 2001–2007, Londra: Jonathan Cape, 2008, s. 50.

[5] Johann Hari, “The Two Faces of Amis,” Independent, 29 Ocak 2008.

[6] Amis, The Second Plane, s. x.

[7] Ginny Dougary, “The Voice of Experience,” The Times (Londra), 9 Eylül 2006.

[8] Alberto Toscano, Fanaticism: On the Uses of an Idea, Londra: Verso, 2010, s. 99–101.

[9] Adam James Tebble, “Exclusion for Democracy,” Political Theory, 34: 4, Ağustos 2006.

[10] Alexis de Tocqueville, Democracy in America, Ware, UK: Wordsworth Editions, 1998, s. 358.

[11] Domenico Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism,” s. 53.

[12] Agamben, State of Exception.

[13] Samuel P. Huntington, Who Are We? The Challenges to America’s Identity, New York: Simon & Schuster, 2004, s. 262.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder