Siyanür,
insanı oksijensiz bırakıyor.
Frantz
Fanon, “Temelde artık nefes alamadığımız için isyan ederiz” diyor.[1] Gezi,
kontrollü muhalefeti ile bu nefesin kısa bir süre alınmasını sağlamış
görünüyor. Ayaklanmaya öncülük etmek için varolması gereken örgütler, o isyana
“hiç hazır değildik” diyorlar. Böylelikle hiç varolmadıklarını kabul etmiş
oluyorlar. Halkın nefesi, bu şekilde kesiliyor.
Bugün
siyanürün çok kolay dolaşıma sokulduğuna tanık oluyoruz. Belki de kriz
koşullarında piyasaya bile isteye sürülüyor. Çünkü egemenler, nüfus
fazlasından, fazla nüfusun yoksulluğa, iklim değişikliğine sebep olduğundan söz
ediyorlar. Bu iklim ve nüfus siyasetini bizatihi sol örgütler üstleniyor. Söz
konusu siyasetin işçi, yoksul ve ezilen düşmanı olduğu gerçeğini örtbas
ediyorlar.
Aileyi
ölçü alan ekonomik hesaplamalar karşısında rahatlamak için aileyi öldürüyorlar.
Eşcinselliği ve feminizmi o yüzden destekliyorlar. Solcular, köksüz ve
aidiyetsiz olma imkânını sattıkları için bu gelişmeyi ellerini ovuşturarak
izliyorlar. Emperyalistlerin müdahalelerine içten içe destek sunuyorlar. Et
yiyemeyenlere veganlığı öneriyorlar.
Muhtemelen
hepimiz, bir deneyin, öjonik bir pratiğin kobaylarıyız.[2] Farelere acıyıp
rahatlamamızı, başkalarını fare görüp huzur bulmamızı istiyorlar.
En
nihayetinde egemenler, ıslah için insan soyuna odaklanıyorlar. Kendi soylu
hâlleri için ıslah amaçlı işlere imza atıyorlar. Köleliği kabul edilir düzeye
çekmek için gayret ediyorlar. Siyanürle ve uyuşturucuyla sinir uçlarımız
uyuşuyor. Kavgalı hayattan dirhem dirhem çekiliyoruz. Yoksullara yönelik,
sessiz bir soykırımın içerisindeyiz.
* * *
Bolivya’da
darbe, tam da bu koşullarda gerçekleşiyor. Lityum madenleriyle ilişkisi
üzerinde duruluyor. Buradaki solcu aklı evveller, hiç vakit kaybetmeden, bu
deneyime saldırıyorlar, Bolivya’ya akıl veriyorlar. Kendilerini aklamak için
yapıyorlar bunu.
Burada
burjuvazinin, “Kilise”nin, ordunun kılına halel getirememiş, getirmeyi de
düşünmeyen örgütler, Bolivya’daki solculara ahkâm kesiyorlar. Bu eleştirileri,
Suriye’ye giren orduyu aklayan örgütler yapıyor. Kendilerinin yapmadığı şeyleri
Bolivyalılardan istiyorlar. Bolivya’yı ucuz TV gösterilerinde veya boş
üniversite kürsülerinde incelenecek bir mevzu olarak ele alanlar,
eylemsizlikleri için kılıflar örüyorlar.
Bolivya
için birden ezberlerini çıkınlarından çıkaranlar, teorilerini büyük
burjuvaziye, pratiklerini küçük burjuvaziye teslim ettiklerini gizlemeye
çalışıyorlar. Hemen Bolivya’ya akıl verme yarışına girilmiş olması, bu teorinin
ve pratiğin bir sonucu.
Yoksulluk,
işçi ölümleri, Bolivya darbesi…
Solun
bu konularda ettiği her laf, yalandan ibaret. O, en fazla, kitleleri
uyuşturmak, kontrol altında tutmak için var ve varlığını bu göreve borçlu
olduğunu biliyor.
Baştan
tayin edilmiş bir kum havuzu mevcut ve herkes orada olmak istiyor. Taktik ve
strateji, uyumun, tavizin, teslimiyetin gerekçelerini bulmak olarak
anlaşılıyor. Tarih ve toplum, burjuvazinin sınırlarına hapsediliyor. O
sınırları aşan her fikir ve pratik, anında boğuluyor.
* * *
Bir
İngiliz dizisinde (Peaky Blinders) sosyalist bir sendikacının apolitik
eşi kocasına, “ABD’ye gidelim, hem onlar devrim yapmışlar, bu işler için
uğraşmana gerek kalmaz” diyor. Bizim solcularımızın devrim konusundaki bilinci
de bu düzeyde. Avrupa’yla ilişkilerini de bu anlayış tayin ediyor. Avrupa’yı
devrimin cephe gerisi değil, ileri mevzii olarak görüyorlar. Nihayetinde oranın
ajanı olmakla “devrimci” olmak arasındaki fark siliniyor.
Solcuların
devrim ile ilgili ölçü ve ölçekleri tümüyle burjuvaziye ait. Toplum ve tarih
okumaları, burjuvazinin ve devrimlerinin ölçütüne vuruluyor. O yüzden “Mustafa
Kemal olmasaydı, işler karışırdı, tahmin edilemeyecek kadar karışırdı. […] TKP,
1920’de gerekli etkiye ve güce sahip değildi” türünden cümleler kuruluyor.[3]
Mustafa Kemal’in batı dünyasıyla ölümüne bir savaş yürüttüğü, kalıcı bir
düşmanlığa ve dünyadan kopmaya niyetli olduğu, bu sebeple iddia edilebiliyor.
Yalan örgütleniyor, yalana örgütleniliyor.
Oysa
mesele, zaten işlerin karışması, zira devrim, tam da böylesi bir momentte
anlamlı ve mümkün. Basit burjuva aklıyla, burjuvazinin, onun kurduğu
ilişkilerin pürüzsüz, sorunsuz şekilde sosyalizme evrileceği, küçük
burjuvaların ezilenlere, yoksullara söylediği bir yalan. Bu yalanı,
burjuvazinin görevli adamları yayıyorlar. O yalan, ezilenlerin iradesiz
kılınmasına katkı sunuyor. Solculuk, “tek irade benim” yalanı olarak, bu
boşluğa oturuyor. Devrim, burjuvazinin iradesine teslim ediliyor. Burjuvazinin sosyalizmi
getireceği yalanı bilinçlere işleniyor. O yüzden burjuva siyasetine kadro
yetiştiriliyor.
* * *
Asıl
unutulan, unutturulansa burjuvazinin kendi devrimleri öncesi mevcut iktidar
ilişkilerinin, yönetici sınıfın parçası olması, proletaryanın veya ezilen
halkın böyle bir imkânının bulunmuyor oluşu.[4] Yani burjuva devriminin ölçü
ve ölçeği ile proleter devrimin ölçü ve ölçeği çok farklı şeyler. 1848’den
beri bu farkı silenler, Marksizmle açıktan ve gizlice mücadele etmek zorunda
kalmışlar. Bugün de bu mücadele sürüyor. Bugün sol örgütlerin teori ve
pratiğini Marksizm-Leninizmle mücadele tayin ediyor.
Sonuçta
solcular, siyaseti en fazla, verili iktidar ilişkilerinde, siyasi denklemde,
toplumsal kurguda bir yer bulmak, yönetici sınıfın parçası hâline gelmeye
çalışmak olarak anlıyorlar. O yerin sosyalizme evrileceğine inanıyorlar.
Burjuvaziden akıl ödünç alınınca onun gibi muktedir olunacağı vehmine
kapılıyorlar. Burjuvaziyle birlikte başka muktedir olma pratiklerini yok etmek
için uğraşıyorlar. Kendilerine bu yönde görevler verilsin diye bekleyip
duruyorlar. Proletaryanın varlığı da aklı da küçük görülüyor.
Bugünün
Ekimcileri, 1917’nin Menşevikleri gibi konuşuyorlar[5] ve kendilerine Bolşevik
süsü veriyorlar. O günlerde Menşevikler, Bolşeviklerin komplosundan söz
ediyorlar, “karşı-devrim güçlenir” sopasını sallıyorlar ve teslimiyeti
öneriyorlar. Öte yandan, Lenin ise “Burjuvazi, artık tarihsel ölçekte başka bir
hâl almıştır ve tümüyle başka bir sınıftır” diyor ve başka bir yere işaret
ediyor.[6] 1917 Kasım’ında yaşasa Lenin’in karşısında olacak sol örgüt şefleri,
bugün Lenincilik oynuyorlar.
* * *
Bolivya’da
basit bir seçim süreciyle iktidara gelmiş partiyi “zenginlerin gücünü
kırmamak”la eleştiriyorlar, ama kendileri de zenginlerin partisine oy
topluyorlar, ayrıca seçtikleri sendika başkanını patron örgütünün toplantısına
gönderiyorlar.[7] Yani seçim yoluyla muktedir olmak için uğraşıp zenginleri
kendilerine yoldaş belliyorlar. Kendi ülkelerinde kuzu olanlar, Bolivya’da kurt
kesiliyorlar.
Bolivya
ise seçim siyasetinin, kalkınma projelerinin, maden aramalarının, iyi yönetişim
uygulamalarının, STK’lara teslim olan solcuların ve koka üreticisi köylülerin
sisteme entegrasyonunun kurbanı. Türkiye’deki solcuların Bolivyalı muadilleri,
kitlesel mücadeleyi terk edip seçim siyasetine bağlanıyorlar:
“Seçim
siyasetine bağlanmak, devrimci hareketlerin zayıflayıp kitlesel zeminini
yitirmeleriyle sonuçlanıyor. Ne vakit bu siyasete bağlanılsa geriye gidiliyor,
sonuçta halk hareketinden uzaklaşılıyor.”[8]
Bugün
solcuların CHP’ye iltisaklı hâle gelmesinde olduğu gibi Morales de oranın
CHP’si Devrimci Milliyetçi Parti çizgisinden kopamıyor. Solcu maskeye gerek
kalmayınca yırtılıp atılıyor. Aslında seçim siyasetine bağlanınca teslimiyet
kapısı aralanmıyor, teslimiyet gerçekleştiği için seçimlere giriliyor.
* * *
Asıl
ikiyüzlülük, buranın solcularının bundan fazlasını, Morales’ten ötesini
önermemesi, ama Bolivya’yı ve Morales'i koca koca laflarla eleştirmesinde.
Bugünlerde bir anda “Bolşevik” pozları takınmalarının sebebini, yalanın
güncellenme ihtiyacında aramak gerekiyor.
Bugün
yaptıkları eylemlerdeki sloganlar, bildirilerindeki cümleler bile başka
ülkelerin eylemlerinden aşırma. Türkçeye çevirip buranın ateşinde dövülmemiş
kelimeleri satmaya çalışıyorlar. Örgütler, tercüme bürolarından farksız. Üretim
yok, ter yok, emek yok.
Burjuvaziyi
ve iktidara gelme hâllerini mutlak ölçü kabul edince, tarih ve toplum okuması
da buna göre biçimleniyor. Ezilenlerin, yoksulların, işçilerin ölçülerine
tahammül edemiyorlar. Onları kontrol altında tutma görevi uyarınca bir süre
güzel kelimeler satıyorlar pazarlarında.
Bu
uyuşturma pratiğinin, uyuşukluk hâlinin siyanürle toplu kıyıma uğratılan
yoksullara nefes borusu, bir seçenek, umut olması, asla mümkün değil. Demek ki
mesele, zenginlerin gücünü kırma işini devrim sonrasına bırakmamakta, bugünde
muktedir olmanın yolunu bulmakta.
Eren Balkır
11
Kasım 2019
Dipnotlar:
[1] Frantz Fanon, Black Skin White Masks, Pluto Books, 1988, s. 176.
[2]
Jacob Levich, “Bill Gates ve Aşırı Nüfus Efsanesi”, 12 Nisan 2019, İştirakî.
[3]
Kemal Okuyan, “Mustafa Kemal Olmasaydı”, 9 Kasım 2018, Sol.
[4]
Diana Johnstone, “The Western Left and the Russian Revolution”, 1 Temmuz 2017, MR.
[5]
Competing Voices from the Russian Revolution, Yayına Hz.: Michael C.
Hickey, Greenwood, 2011, s. 463.
[6]
V. I. Lenin, “Yanlış Bayrak Altında”, 12 Ekim 2019, İştirakî.
[7]
Eren Balkır, “İkinci Sayfa”, 16 Ekim 2019, İştirakî.
[8]
James Petras ve Henry Veltmeyer, Social Movements and State Power:
Argentina, Brazil, Bolivia, Ecuador, Pluto Press, 2005, s. 200-201.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder