“Ey
İslam âleminin asırlardan beri ezilmiş esir halkları!”[1]
Bu
sesleniş, seda, Mustafa Suphi’ye ait. Yüz yıl öncesinden geliyor.
Öznelliklerini burjuvazinin tarihsel-toplumsal varlığına göre inşa edenlerin
tüylerini diken diken ediyor.
Esasen
öznelliğini burjuvazinin toplumsal varlığına göre inşa edenlerle, tarihsel
varlığına göre inşa edenler arasındaki kayıkçı dövüşüne pek kanmamak gerekiyor.
İkisinin de mayası, aynı teknede karılıyor. Burjuvazi, kendisine karşı gelecek
kara kitleleri, bu iki özne tipi ile kontrol altına alıyor. Birinde disiplin,
diğerinde kontrol meselesi, daha fazla öne çıkıyor. Yöntemler arasında kimi
nüanslar bulunuyor, ama esas değişmiyor: “Kara gücün ürkütücü kudreti, imkânsız
ve geçersiz kılınmalı.”
Cumhuriyet
okuması da buna göre yapılıyor. Antalya-İzmir hattına konuşlanmış ticaret
beyleri, toprak ağaları, ideolojiyi de tayin ediyorlar. Batı ile ticarî,
politik ve ideolojik bağları bulunan bu kesim, sonrasında tek tek
hizmetkârlarını o kara kitlenin içinden geri çağırıyorlar. Görevler tevdi
ediyorlar. Devlete ve sermayeye hoş gelecek bir tür solculuk peyda oluyor. Bu
solculuğa dair uyarıda bulunan Hikmet Kıvılcımlı, şunu söylüyor:
“Bizi sömüren emperyalist
ve kapitalistler, kendilerine karşı birleştiğimizi, teşkilâtlandığımızı görünce
çeşitli oyunlar oynamaya çalışırlar. Kendi adamlarını aramıza bizdenmiş gibi
göstererek sokarlar ve çalışmalarımızı sabote etmeğe uğraşırlar. Böyle kötü
maksatla aramıza girmiş kimseleri hareket içinde devamlı kontrolle meydana
çıkarmalıyız.”[2]
“Bizdenmiş
gibi aramıza giren o adamlar”, dün olduğu gibi bugün de her şeyin ellilerden
sonra kötüye döndüğünü söylüyorlar ve dolayısıyla ellilerin öncesini kendince
aklıyorlar.
Örneğin
Orhan Gökdemir, “ellilerden önce komünistlere saldırılmadığını” söyleyebiliyor.
Komünizmle mücadele derneklerini kuranlara bakıp yeşil kuşak eleştirisi
geliştiriyorlar, emperyalizm edebiyatını güncelliyorlar, ama halka o
emperyalistlerin gözlüğüyle bakıyorlar. Bugün kendi örgütlerini, devletten ve
sermayeden gelen emir üzerine, İslam’la Mücadele Dernekleri’ne dönüştürme
gayreti içerisindeler.
Ellilerle
ilgili yalana bağlı olarak sosyalist sol, 2007, 2010 ve 2013’te, kademeli
olarak, CHP çizgisine sokuluyor. Buna ikna ediliyor. Esasen düzenin solundan
ayrı ve gayrı bir sosyalist hareketin olmadığını ikrar etmiş oluyorlar. Bu
çizgi diyor ki “AKP çok güçlendi, onun alanını daraltmak için her şey mubah,
her şey zaruri.” Bugün en ufak kültürel, popüler, medyatik olay, bu ölçüye göre
değerlendiriliyor. Kime oy verileceği, taktik-strateji vs. buna göre
biçimleniyor. Özünde sosyalist hareket, ürkekçe, “hepimiz CHP’li olduk nihayet”
diyor.
Bu
sosyalist hareket, ellileri bir milat olarak belirliyor. Emperyalizmin, daha
doğrusu, ABD’nin gelişiyle her şeyin değiştiğini söylüyor. Emperyalizm
eleştirisini öncesiyle, öncedeki süreklilikle ilişkilendirmediği için fena
hâlde yanılıyor, yanıltıyor. Onun öncesini “asrısaadet” sayan ve sanan
sosyalistler, tarihi ve toplumu bu ayrıma göre okuyorlar. Altmış darbesi
müdahalesiyle nefes alışına tapıyor, gerisin geri o rahme dönüyorlar.
Gemide isimli
filmde, yapılan onca iş sayıldıktan sonra şu söyleniyor: “Demezler mi siz
misiniz bu kentin zaptiyesi?”
Bu
kentin zaptiyeleri, dindar insanı siyaset alanından kovmaya yemin ediyorlar. “O
işi biz yapacağız, altmışlarda yaptık, gene yaparız” diyorlar. Bunu hangi sınıf
adına söyledikleri ise belli değil. Bu sözün dayandığı ölçü, Mustafa Suphi’yi
ve yoldaşlarını hiç tanımıyor. O dönemki Müslüman ahalinin kavgasının
cumhuriyeti kuranları nasıl ürküttüğünü gayet iyi biliyorlar. Onlar, Ankara
Palas solcuları!
Onlar,
“Sınıf kavgası, dinin de milliyetin de ötesindedir”[3] diyorlar. Oysa iç içe,
sınıf kavgası dinin ve milletin içinde, bağrında sürdü, sürüyor. Devletin
dinine ve milletine karşı mücadele, orada vücut buluyor. Cumhuriyetin
sahipleri, milliyetçisini, Müslümanı ve solcuyu birbirine kırdırıyor,
içlerinden dişlerine uygun bireyleri dizlerinin diplerine oturtuyor. Buradaki
tartışmanın, o “sınıf kavgası” dedikleri şeyin, yoksul mazlum halkı hiç
ilgilendirmediğini bilmek gerekiyor. Devlet, hem sınıfı dinden ve milletten
uzak tutuyor hem de din ve milletteki sınıf kavgasını ezme imkânı buluyor.
Solcular, işte bu noktada görevlendiriliyorlar.
“Toplumsal
hayatı dinden arındırmak görevimiz!” diye bağıran bu sosyalistler, o diz
diplerinde kendilerine verilen görevi ifa ediyorlar. Bu emre göre sendika ve
parti kuruyorlar, buna göre kitap yazıp araştırma yürütüyorlar. Sonuçta
cumhuriyetin de sosyalist harekete ihtiyacı var ve onlar, varlıklarını bu
ihtiyaca borçlular.
Bunların
üstadı, Yalçın Küçük, bir aralar “batıyı Avrupa, doğuyu ABD yönetiyor” diyordu.
Oysa Küçük de bu tasnife, ayrıma onay veren devlet nizamının bir parçası.
Gerisi, sadece oyalama, kandırma, göze sürülen sürme, çekilen bağ…
Bu
hâliyle “devletin Müslüman Kardeşler’in uzantısı olan AKP tarafından
yönetildiği” söyleniyor, birileri de buna ikna ediliyorlar. Oysa AKP’nin İhvan
geleneğiyle bir alakası yok. Ama birilerine, içeride olmaya hak kazanmak için,
AKP’ye düşmanlık öğretiliyor.
“Tehlikenin
farkında mısınız?” diyen cumhuriyet, o korkuyla sosyalistleri de yanına
çekiyor. Arap’ın dini dışarıdan, İhvan dışarıdan, İran dışarısı, sol da içeride
olmak için bunlara yönelik düşmanlığa ortak oluyor. Bunu görev sayıyor. İçeriye
yaranmak için türlü taklalar atıyor.
Esasen
Anadolu’ya huruc eyleyen[4] Mustafa Suphi de o günlerde dışarıdan geldiği için
eleştiriliyor, hatta öldürülüyordu. Sınırlar, bu şekilde çizildi. Herkes
yabancıydı, bir avuç efendiyse, mülkleriyle ve iktidarlarıyla gerçek, yerli ve
milli idi. Burada ekmek yemek için onlara biat etmek, zaruriydi. Dolayısıyla,
solun önemli bir kısmı, din ve millet meselelerini bu ölçüye göre eleştirdi,
karşıya, daha doğrusu sınırın öte yakasına attı. Meselelerin bir yerlerinde
illâki ya Suudi ya İran ya ABD ya da Almanya vardı.
Bir
CIA ajanının yazdığına göre[5], 1951 tevkifatında savcı, iddianamesinde
komünistlerin Necip Fazıl ve Said-i Nursi gibi isimlerle ilişki kurup “etnik ve
dinî nefreti körüklemeye çalıştığını” söylüyor. Bu iddianın gerçekte hiçbir
karşılığı yok, ama iddianın kendisinden, savcının ve devletin korkusunun esasta
ne ile ilgili olduğu anlaşılıyor. O savcının iddiasından, savcının ve devletin
istediği ve üreteceği sola dair ipuçlarını da bulmak mümkün. Aynı devletin,
1925'teki Şeyh Sait isyanı sonrası komünistleri tutuklamasını bu sınıfsallık
dairesinde ele almak gerekiyor.
O
solun “sınıf” dediği, Türk-İş mensubu işçi, solculuk dediği İskenderun Demir
Çelik’tir. Onun dışına çıkamaz, ötesine her daim düşmandır. Sovyetler’in Türk
devletiyle ilişkisi ölçüsünde, o kadar solcudur bunlar. Hepsinin kafatası
ölçülmüş, dili arındırılmış, üzerlerine elbiseler, şapkalar dikilmiş, nasıl
dans edileceği ve düşünüleceği öğretilmiştir. Cumhuriyetin sosyalisti, bu
kadardır.
O,
bugün Kuzey Kore’den gizlice güneye kaçan kadınların hikâyesini anlatanlara
bağlıdır. Venezuela için de benzer hikâyeler anlatılır ve sol, buna hemen ikna
olur. Bu haberlerdeki dil ile Müslümana, İran’a vs. dair dil aynıdır.
Hikâyeye
göre gençler, Güney Kore’ye yakın bir ülkeye kaçırılmakta, buradaki G. Kore
elçiliğinde misafir edilmektedirler. Elçilikte üç ay deneme sürecine tabi
tutulan gençlere cep telefonu kullanmayı, marketten alışveriş yapmayı, serbest
piyasa ekonomisini öğretmektedirler. Bunun bir başka versiyonu ise Danimarka’da
vatandaşlığa kabul töreninde Müslüman ülkelerden gelen erkeklere uzatılan kadın
elidir. Bakan “Kadın eli tutmayan, ülkeye giremez” demektedir. Buradaki
ırkçılığı sorgulamayan, hatta ona destek olan bir solculuk vardır artık.
Örgütlerin bahsi geçen elçilik türünden bir iş gördüğünü kimse
sorgulamamaktadır.
Çünkü
sola biçilen teneffüs sahası, kum havuzu burasıdır. Oradan ayrılamaz. Zil
çalar, derse çağrılır, tokalaşmayı, cep telefonu kullanmayı vs. öğrenir,
öğretir. Kadınların AVM'lerde gezme özgürlüğünü savunur. Solun eğitimi bitmez.
Dine, kitaba Allah’a küfretmekten sol, devrimin taktik ve stratejisine vakit
bulamaz.
Sol,
bu noktada ancak sönük, cılız bir NATO-ABD karşıtlığına odaklanır, başka bir
şey yapamaz. Ona biçilen, kesilen rol, o kadardır. O devrim yapamaz, bu konuda
ne iradesi ne niyeti mevcuttur. NATO-ABD karşıtlığı da buranın efendilerine
yaranmak içindir, başka bir anlamı, değeri, gerçekte karşılığı yoktur. Din ve
millet içerisinde süren sınıf kavgasına örgütlenemez, onu örgütleyemez, çünkü
devleti ve burjuvazisi bunu istememektedir.
Suphilerle
Anadolu’ya gelense, din ve millet içinde süren sınıf kavgasıdır. Efendiler, o
kavgayla uğraşmak istememişlerdir. Sonrasında o efendilerin dişine ve diline
uygun bir solculuk üretilmiştir. Bu elverişli solculuk, Suphiler öldü diye
içten içe sevinmektedir. Bir kısım liberal solcu da Suphilerin karşısına
Ermeni’yi, Rum’u çıkartmakta, onu “milliyetçi” ilân etmektedir. Maria’dan
bahsedenler de bu kervana dâhildirler.
Sonuçta
sol, hâlâ Suphi’nin iradesini tasfiye etmekle meşguldür. Din ve millet
içerisinde süren sınıf kavgasına efendiler kadar düşmandır o. Zaptiyeler,
uzaydan inmiş, havada asılı bir sınıf arayıp bulma peşindedirler. Sınıf ise
millet ve din teknesinde karılmakta, sömürüye ve zulme karşı mücadeleyi orada
öğrenmektedir. Örgütleneceğimiz yer, o mayadır.
Eren Balkır
27 Ocak 2019
Dipnotlar:
[1] Mustafa Suphi, “Müslüman İşçilere Hitap”, 27 Ocak 2016, İştirakî.
[2]
Hikmet Kıvılcımlı, “Şeyh Bedreddin”, Vikisosyalizm.
[3]
Orhan Gökdemir, “Gerici Dalgaya Karşı”, 15 Ocak 2019, Sol.
[4]
Erhan Baltacı, “İştirakiyyun Fırkası: İlk Huruc”, 31 Ocak 2012, İştirakî.
[5]
Walter Z. Laqueur, “Sovyetler-Türkiye İlişkileri ve TKP”, 22 Ocak 2012, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder