Pages

27 Şubat 2013

28 Şubat Liberalizmi

Bugün sağda solda Müslümanlar, sanki geçmişin intikamını veya geçmişten intikam alırcasına, sürekli bir rasyonalizm ve realizm zemininden konuşuyorlar. Yavan, komplo teorilerine dönük eleştiriler her yeri kaplıyor, bireyin aklına sonsuz alan açan bir yaklaşım, hâkim oluyor. Her şey, tuhaf bir aklî kurguya bükülüyor. Bu kadar akılcılığın ve gerçekçiliğin iktidarda olmakla, daha doğrusu iktidarmış gibi görünmekle ilişkisi olmalı. Asıl bu zan ve vehim eleştirilmeli.

Müslümanların akıl ve gerçek tasarımları, sekülerleşmenin ve liberalizmin yansıması. Bu sekülerleşme ve liberalizm ise 28 Şubat darbesinin bir sonucu. 28 Şubat’ın bin yıl sürmesi, tam da belirli bir akıl ve gerçek kurgusuna Müslümanların kul edilmesiyle ilgiliydi. Müslümanlar, iktidarın ve Kemalist burjuva nizamın arkasındaki akıl ve gerçek kurgusuna biat etmiş durumdalar. Akılcılık ve gerçekçilikse bugünün ve orada birikmiş servetin kutsallaştırılması ile alakalı. İslam, akılcılığa ve gerçekçiliğe göre revize ediliyor, verili aklın ve gerçeğin hüküm sahiplerinin dişine uygun bir din tesis ediliyor. Aklı ve gerçeği zorlama ihtimali olan her şey, devletçi İslam’ın tankları altında eziliyor. Sincan’da 4 Şubat 1997’de yürütülen tanklar, Müslüman kesimdeki tüm sömürü ve zulüm karşıtı olma ihtimallerini dümdüz ediyorlar. Açılan yoldan, AKP’ciler yürüyorlar, sömürenlerin ve zalimlerin tüm uşaklarını örgütlüyorlar.

28 Şubat’ın 12 Eylül ile ortak bir mantığı var. Her ikisi de devrim gibi derdi olmayanların, teoriyi, ideolojiyi ve politikayı rant için ele alanların zamana hâkim olması derdiyle yapılmış görünüyor. Egemenler, vurup kendilerine düşman kitlenin içinden teslim olacakları ayırıyor, onlara yol veriyorlar. 1971 darbesinde “İslam elden gidiyor, bu komünistleri ezmek gerek” diye gizli bildiriler kaleme alan ordu, 12 Eylül’de mevzii Türklükte teşkil ediyor, sınır boylarını korumakla görevli ordu, sınır ötesindeki tüm tehlikeli gelişmelere karşı sahiplerinin çıkarlarını gözetecek şekilde hareket ediyor. Her şeyi Türkleştiriyor; ekonominin avrupaîleştiği ve amerikanize edildiği momentte tüm ideolojik birikimin Türkleştirilmesi kaçınılmaz görünüyor.

Ordu, “şu Arapların zırvalarını öğrensinler diye Kur’an’ı Türkçeye çevirttim” diyen Mustafa Kemal’in izinden giderek, Kur’an kanalından girebilecek her tür “virüs”e karşı ülkeyi kendince şerbetliyor. 28 Şubat ile de son darbe indiriliyor.

Darbelerin vurduğu yerde hemen teslim olanlar, örgütleriyle, tekkeleriyle, cemaatleriyle, kitleleriyle, bayraklarıyla ve ideolojileriyle mülkiyet ilişkisi geliştirenler. Darbeyi yediği anda mülk sahipleri, mülklerini korumak adına, beyaz bayrağı çekiyorlar. Tüm iddialar, hedefler, ülküler, iman, birikim, miras, kavga, özetle darbeye sebep olan ne varsa, geri çekiliyor. Mülk sahipleri ve onlara öykünerek günlerini geçirenler, “ben sosyalist ya da ben Müslüman olduğum için bunlar geldi başıma” diyor. Hayatta kalmak için mülke sarılıyor ve sosyalistliğini ya da Müslümanlığını iyiden iyiye liberalize ediyor.

Söz konusu saldırının koşulladığı savunma hâli, herkesi demokrasi kurgusuna mecbur ediyor. Pazarın matematiği içinde birer sayı olarak sayılmak, en makul yolmuş gibi görünüyor. Buradaki akıl, zamanla egemenlerin imkânlarından faydalanma talebini koşulluyor. Kendi geçmiş mülk ilişkilerine kapanan siyasî özne, kendine kapalı, havada asılı, “kendine Müslüman” bir tekil bütünlük olarak, “küre”[1] şeklinde var olmanın doğru olduğunu zannediyor.

Fukara halkı “biz Kur’an’ı, Allah’ı, Peygamber’i kâfirlere karşı koruyoruz” diye kandırıyorlar. Evet, koruyorlar ama Kur’an’ın, Allah’ın, Peygamber’in bugünde kavga etmesini imkânsızlaştırarak bunu yapıyorlar. Esasen bugünü onlara karşı koruyorlar.

Herhangi bir teorik yaklaşım, Kur’an’ı göreceleştirdiği zannıyla çöpe atılıyor. Belli bir dönemin algı ve bilgisinde dondurulmuş Allah ve Peygamber ise benzeri göreceleştirme pratiklerine karşı muhafaza ediliyor ve bu yapılırken donduruluyor.

* * *

Bir Müslüman, “solcular da amma eylem meraklısı!” diye feveran ediyor. Kendisine “perdeleri yırtıp Mekke sokaklarına dökülen, “kırın kölelerin boyunduruklarını!” diyen Hz. Muhammed hatırlatıldığında, o Müslüman, sadece susmakla yetiniyor. Yenilen dayak ve savunma hâlinde kalmanın sonucu Peygamber’in pratiği, bugündeki tüm sömürü ve zulüm karşıtı pratiklerin ezilmesi için kullanılıyor. Müslüman ahali, “bu eylemler, Peygamber’in pratiğini unutturmak, silmek, göreceleştirmek için yapılıyor, kanmayın” denilerek uyutuluyor. Hakk’ın divanında durmaksa mesele, ahali, özel ağızlarda, birer ticarî metaa dönüşmüş, ne olduğu bilinmeyen bir “Hak”kı korumak için bugünde süren kavganın hakikatine düşman ediliyor.

Modernizm, otuzların başında İstanbul şehir planında çıkmaz sokakların kaldırılması kararıdır. Çıkmaz sokaklar, mahalle halkının mahrem ortaklaşma alanıdır. Modernizm, her şeyin göz önünde ve kontrol altında olmasını ister.

28 Şubat, dini ve dine ait tüm olguları göz önüne serip tartışılmaz olanları tartıştırmıştır. Müslümanlar, küçük mahallelerinden ve atölyelerinden ortalık yere çıkmak için bu darbeyi fırsat bellemiş, tüm varlıklarını pazara çıkartmışlardır. Müslüman ahali, demokrasi pazarında adam yerine konulduğuna sevinirken, arka bahçe kapısından içeri şeytanın girdiğini fark etmemiştir. Artık Mevlevi semazenler, lüks restoranlarda eğlence için dönmektedirler, Allah için değil.

Kılıç mecazını[2] anlamayıp, bu kelimeyle aslen “şeriat”ın kastedildiğini zannedenler, yanılmaktadırlar. Kılıç şeriatı önceler, zira şeriat Allah’ın hudududur, hudud sonuçtur, önce kıyam edip kılıç çekmek gerekir. Sonuca ve şekle tapmak, insanı nedene ve öze karşı körleştirir. Esasta basit bir hukuktan dem vurulmamakta, kılıç derken, ahlâkın ve hukukun ötesinde, bugünün sömürü ve zulüm düzenine karşı kıyama işaret edilmektedir.

* * *

Neredeyse iki yüz yıldır Müslümanlar, günahlarının, hatalarının sebebinin gene kendilerinde olduklarına ikna edilmektedirler. 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri basit olaylar değildir, bunların içeriye doğru halka halka geçirdiği zincirlerle bir bir hesaplaşmak zorunludur. Batı’nın vurduğu yerde biteni gül zannedip koklayanlar, her yeri kaplamaktadırlar. Batı vurmakta, Müslüman da hatanın, günahın kendisinde olduğunu düşünmekte, İslam’ı yumuşatmak, aklîleştirmek ve kavga içinde çelikleşmiş yanlarını kireç diye çözmek için uğraşmaktadır.

Herkes bir biçimde, İslam’ın kapitalizm ve emperyalizmden önce olması gerçeğine sırtını yaslayıp bugüne bir şeyler söylemektedir. İslam’ın önce oluşunun ve kendi İslam’larının bu tür melânetlerden ari ve beri olduğu düşünülmektedir. Solda “ezilenler tarihi” yazıp önceki döneme methiye düzenlerde de aynı yanılsama vardır. Kapitalizmin ve emperyalizmin hiç yaşanmadığı döneme ve o döneme ait olguya bugünde bağlı olmak, kimseyi kurtarmamaktadır. Buradaki yanılsama, ilgili malumatın içinde yaşamakla gerçekte yaşamanın karıştırılmasıdır ve en fazla, bugünde hiçbir şey yapmak istemeyenleri örgütler.

12 Eylül ve 28 Şubat ile aradan onca zaman geçtikten sonra hesaplaşmanın anlamlı bir yanı yoktur. Ne kadar direnç geliştirilmişse o kadarızdır. Her iki darbede geçmişin mülkü üzerine çöreklenmiş olanlar bugüne kalmış, hayatta kalmak adına liberalizmin ve demokrasinin yatağına gönüllü olarak yuvarlanmışlardır.

28 Şubat konusunda tek başına ABD ve siyonizmi düşman bellemenin de anlamı yoktur, kavgada esas olarak içe vurmak zorunludur. İçe vurulmazsa kim emperyalist kim siyonizmin uşağı, gerçek manada görülemez. Düşmanı bilinmez bir zamana ve mekâna fırlatıp atmak, politik mücadeleyi bugünden uzaklaştırır.

Öte yandan, 28 Şubat konjonktüründe Arap/Körfez sermayesinin de yaşanan tasfiye sürecini olumladığı görülmelidir. Aynı durum, 12 Eylül konjonktüründe Sovyetler için de geçerlidir. Sovyetler, uluslararası ilişkiler örgüsü bakımından yanı başında yeni bir dert istememiştir. Cunta liderlerinin gizli kapılar ardında görüşmeler yaptıkları açıktır Sovyetler’le. Aynı şekilde, 28 Şubat konjonktüründe de Arap/Körfez sermayesinin siyonizm ve emperyalizmle koyun koyuna olması, başat bir etmendir.

Bugün Müslüman ahalinin liberalizme ve demokrasiye kul edilmesi, o günkü teslimiyetin bir eseridir. Söz konusu teslimiyeti koşullayan bir zemin de politik Müslüman dinamiklerin özellikle komünist harekete karşı pozisyon alırken, gereksiz yere savunmacı ve korumacı bir refleks geliştirmeleri ve satha yayılırken efendilere fazla ödün vermek zorunda kalmalarıdır. Komünistlere karşı direnç, politik Müslüman kesimleri her türlü saldırı imkânından ve araçlarından arındırmıştır. Geçmişte “Sovyetler’in kucağına yuvarlanmayalım” diye ABD’nin kapısına bağlanmayı gayet tevhidî bulanlar, bugün yüzeysel bir tevhidi sağlayan yerli ve yabancı efendilere uşaklık etmektedirler.

* * *

Bugün Müslümanlarla solcular, tam da demokrasi ve liberalizm zemininde yan yana gelebiliyorlar. Bu yan yanalık, 28 Şubat ve 12 Eylül’ün yan yanalığının sonucu. Darbeden sonra artakalanlar, mülklerine sarılıyorlar, ağlamaklı bir eda ve savunmacı bir refleksle birbirlerine sarılıyorlar. Bu yüzeysel kardeşlikten kıyam ve kılıç asla çıkmaz.

Söz konusu yan yanalık, liberalizm yatağında, geçmişin solculuğunu veya İslamcılığını olduğu gibi koruma istemiyle ilgilidir. Sol, bu noktada sığ bir ezilencilik üretirken, İslamcılar, benzer bir refleksle, dayanışmacılığı çıkartmaktadırlar.

12 Eylül ve 28 Şubat’ın gerçek zulmünü görenlerin yan yana gelip kardeşleşmesinden ziyade, ortak kavgada yoldaşlaşması esastır. Bu da, darbe öncesindeki mülkünü “öz, iman, gelenek” diye koruyanların darbe sonrası yuvarlandıkları liberalizm yatağından çıkmaları ile mümkündür. Dolayısıyla, her liberalizm eleştirisine “faşizm” yaftası yapıştıranların dili ve bilinci, hâlâ 12 Eylül ve 28 Şubat faşizmiyle konuşmaktadır. Liberalizmin sinsi, sırdaki zorbalığı bu darbelerden mirastır. Söz konusu darbelere karşı tek kelime etmemiş, kıllarını kıpırdatmamış olanların “faşizm” eleştirileri de boştur. Bu kesimler, gelecek kuşaklara 12 Eylül ve 28 Şubat tabelalı dükkânlara tezgâhtar olmayı öğütlemektedirler. Çıkış, bu darbelerle hesaplaşırken onlara teslim olmuş olanlarla da kavga edebilmektedir.

Eren Balkır
27 Şubat 2013

Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Yeni Devrimci Özne”, 25 Şubat 2013, İştirakî.

[2] Eren Balkır, “Kılıçsız İslam”, 17 Şubat 2013, İştirakî.

25 Şubat 2013

Yeni Devrimci Özne


Komünistlerin bireyi ve insanı tanımadıkları, bunları ezdikleri tespiti, sömürenlere ve zalimlere aittir. Onlar, düşmanlarını savuşturmak, etkisizleştirmek için bu lafın arkasına sığınırlar. Bu tespit, esasen şu gerçeği gizler: komünistlerin tanımadıkları ve ezdikleri, sömürenler ve zalimlerdir. Demek ki birey ve insandan kasıt, sömürenler ve zalimlerdir. Burada sömürenler ve zalimler, komünistlerin etki alanında olan ya da olabilecek kitleleri dağıtmak, buraya nifak tohumu sokmak için genel ve mutlak olduğu düşünülen kavramları Kur’an sayfası gibi mızraklarının ucuna asmaktadırlar.

Kitlenin içerisinde süreç dâhilinde bu mızrak ucundaki ilâhiymiş gibi görünen yalana ikna olanlar çıkar. Bunlar, tıpkı “Hakem Olayı”ndaki Musa Eşari gibidirler. Düşmanın iğvasına kapılırlar ve safları terk ederler.

Söz konusu tespite ikna olanlar, bu sefer, insan ve bireye göre tanımlama gayreti içine girerler devrimi ve sosyalizmi. “Komünistler bireyi ve insanı eziyor” cümlesi, örgütsel, politik, ideolojik ve teorik tüm hücreleri bir bir likide eder. Ardından likidasyon edebiyatı yapıp kendi ilâhi bireyine ve insanına herkesin ram olmasını ister.

Tekrar: “komünistler bireyi ve insanı eziyor” diye vaveyla kopartanlar, sömürenler ve zalimlerdir. Bu cümledeki bireyden ve insandan kasıt, onların bizatihi kendi varlıklarıdır. Birey ve insan, sömürenlerin ve zalimlerin kendilerinden yola çıkarak şekillendirdikleri, ruhunu kendilerinin üflediği birer puttur.

Birey ve insan kurgusuna ram olmak, sömürenler ve zalimlerin varoluşlarını süreklileştirme becerilerine öykünmenin bir sonucudur. Oysa sömürenlerden ve zalimlerden ancak onların zayıf noktaları öğrenilebilir. Güçlü noktalarını öğrenmek ve kendi varlığımızda yinelemekse düşmana teslim olmaktır. Birey ve insan deliklerinden içimize düşmanın nefesi, ruhu sızar. Birey ve insan putunu düşmanın zayıf karnı olarak okumak mümkündür esasında. Ama ters yönde bir işlem yapılmakta, bu putlarla belirli bir saygı ve korku ilişkisi geliştirilmektedir.

Sınıf, millet ve din, birey ve insan denilen ilahi, mutlak düzleme, cennet diyarına ulaşmak için istismar edilebilir. Sınıfçılardaki genel tepkisellik bu yöndedir: onlar, millet ve dinden, tam da egemenlerden öğrendikleri birey ve insan kurgusuna ait cennet diyarına ulaşmak için kurtulmak isterler. Sınıfın kurtuluşu dedikleri, birey ve insanın kurtuluşudur, oysa bu kurtuluş, sömürenlerin ve zalimlerin teline bile dokunmaz. En fazla, sömürenlerin ve zalimlerin kendilerine paravan kıldıkları kimi millî ve dinî unsurları kırar.

Yeni devrimci özne arayışları, Diyojen misali, elde kandil, çeşitli kulvarlarda sürmektedir. Ancak bu arayışın kendisi de Diyojen’in dile getirdiği gibi, “insan aramak”la maluldür. İnsan ve birey dışı her türden devrimci ve sosyalist pratik gölge kabul edilmektedir.

Yeni devrimci özne, birey ve insan eksenine, hizasına göre inşa edilmektir ve bu hiç de yeni, devrimci ve öznel değildir. Yeniliğin, devrimciliğin ve özneliğin egemenlerin birey ve insanına peşkeş çekilmesi sonuçsuzdur.

Bu anlamda ekolojiden, kadına, LGBT’den topraksız köylülere, öğrencilerden Kürdlere herkesi kucaklayan perspektifin yeni, devrimci ve özne olarak pazarlanması mümkün değildir. Bunlar, altmışların Avrupa’sının tükettiği tartışmaların ürünüdür ve oradaki iktidar ilişkileri ile bağlantılıdır. Bir ayağı Avrupa’da olanların oradaki bayat tartışmaları buraya güncelmiş gibi ithal etmeleri çıkışsızdır.

Söz konusu toplumsal kesimler, bir üst gösterene, güce, kudrete göre hizaya çekilmek istenmiştir. Avrupa’nın kaderi bu şekildedir. Avrupaîleşenler, bu hizayı ilâhi kelâm gibi, bir misyoner edasıyla, bu topraklara taşımaktadırlar. Buranın kavgasından, çatışmalarından azade olan bahis konusu misyonerlik, teslimiyet koşullarında filizlenebilmektedir. Birliğe muhtaç Avrupa’nın birleşme yöntemleri Türkiye’ye, özellikle Kürdistan meselesi üzerinden, önerilmektedir.

Üst gösterene göre hizaya çekilen toplumsal bileşenler, oranın zamansallığına kul edilmektedirler. Dolayısıyla, tüm politik ya da politikleşme imkânı olan unsurlar kendi içine kapalı birer “küre” olarak tasavvur edilmekte, böylelikle, ilgili unsurların kolektivize edilmesi, bilenip düşmana yöneltilmesi imkânsızlaştırılmaktadır.

Zamanı hükmü ve ipoteği altına alan liberaller, sahadaki ajanlarına mekân çalışmaları yaptırmaktadırlar. Akademi, bunların şer yuvasıdır. Tüm mücadele, her türlü kolektivizasyondan uzakta, basit, kendine kapalı, pazarlanabilir, mekânlara hapsedilmektedir. İşyeri, beden, mahalle, köy vb. politik teorinin eksenine oturmaktadır. Bu liberal ajanlar, en fazla, Kürd hareketini istismar etmekte, esas olarak Kürd’ün devrimciliğini zamansızlaştırmaya çalışmaktadır. Zamana hüküm ve ipotek koyanlar, bizi bedenlerimizden başlayarak kendi mekânlarımıza hapsetmeyi hedeflemektedirler. Bu yaklaşım kadın, eşcinsel, işçi, ezilen, gecekondulu, tinercileri küçük kürelerin içine hapsetmek istemekte, bunların ilgili kimliklerini pazara birer etiket gibi taşımaktadır. Özgürlük çığlığı, pazarın varoluşuyla ilgili bir meseledir.

Sol, üniversitelerde dağcılık faaliyetleri yürütmüş, bu işi yetmişlerin ve sonrasının gerillacılığına dair ucuz edebiyatla meşrulaştırmış ama sonrasında tüm dağcılık kulüpleri, efendilerinin plazalarının camlarını silen free-lance işçi bulma kurumlarına dönüşmüştür.

Aynı durum, evsizler, tinercilerle ilgili, özellikle eski İslamcı çevrelerin çalışmalarında da vardır. Bugün evsizler ve tinerciler, küçük kapitalist atölyelere işçi yapılmak istenmekte, zenginlerin ev eşyalarını taşıyan hamallara dönüştürülmektedir. Birey ve insan üzerinden her türlü eleştiriye feveran edenler ve tüm politik yaklaşımları ucuz bir tasavvuf edebiyatıyla ezmek isteyenler, onca birey ve insan edebiyatı üzerinden, efendilere uşaklığın propagandasını yapmaktadırlar. Bu, teorik planda birey ve insanın ilâhi bir eksen ve hiza kabul edilmesinin bir sonucudur.

Aynı eksen ve hiza, solda “komünist partinin başında bir eşcinsel ya da başörtülü olsun” talebinde karşılık bulabilmektedir. Komünist parti, tüm toplumsal-tarihsel kesimlerin düşmana karşı, düşmanın üzerine doğru adım atmış, huruc eylemiş, diklenmiş, direnmiş kesimlerinin kolektifidir. Ezeli ve ebedi planda bir eşcinsel ile başörtülüyü, Kürd ile Alevîyi, mutlak olarak yan yana getirmek, sonra bunlara lütufta bulunmak, komünist siyasetin yapacağı iş değildir. O, sadece kavga edeni tanır.

Bir Ermeni, yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatır: bir kadına Ermeni olduğunu söyler ve kadın “A biz Ermenileri çok severiz” diyerek sarılır ve birlikte fotoğraf çekilirler. Ermeni, bu durumun kendisini çok üzdüğünü anlatmakta, söz konusu ötekici tavrın ne denli zalim olduğunu söylemektedir. Kadının Ermeni’ye sarılıp fotoğraf çektirmesi, Afrika’ya gelen Avrupalı misyonerlerin tavrına çok benzemektedir. Ermeni, o ânda “esasen ne kadar azız” diyerek üzüldüğünü ifade etmektedir. Yalnızlık hissinin içine oturması, ilgili “Ermeni sevgisi”nin bir sonucudur. Bu sevgi dışlayıcı, ezici ve horgören bir yaklaşımın ürünüdür. Ermeni’yi bu topraklardan, zamandan, mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan bağımsız olarak sevmek, tam da o Ermeni’yi topraktan, zamandan, mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan uzakta görmek istemekle ilgilidir. Esasen bugün önemli olan, Samatya’da yaşlı Ermeni kadını katleden faşistlerin öfkelendiği gerçeği sevmektir. Ermeni’nin sırtına inen bıçak, hikâyede aktarılan kadın tipindeki kişilerin yanağa kondurdukları öpücükten daha az tehlikelidir. En azından birincisi açıktır ama ikincisi sinsi ve gizlidir. İlki “Ermeniler gelip mallarını alacaklar” korkusunu açıktan dile getirmekte, ikincisi, sevgi gösterileriyle bu korkusunu sinsi bir plana ortak etmektedir.

Emma Goldman, Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya’ya gelir, gezer, turlar, Amerika’ya döndüğünde de dünyanın en boş ve en anlamsız Sovyet eleştirisini yapar: “Dans edemediğim devrim devrim değildir.” Oysa Bolşeviklere “ben dans etmek istiyorum, bana pist ayarlayın” deseydi, onlar, o zor koşullarda büyük bir lütufkârlıkla gereken imkânı onun için yaratırdı. Esasen Emma’nın derdi bağcıyı dövmek, şarap içip meydanda dans etmektir. İç savaş koşullarında, düşmanın içte ve dışta ağır bir saldırı gerçekleştirdiği ülkede Emma’nın eleştirisi küçük burjuva bir şehirlinin gevezeliği olarak kalmaktadır.

Ekim Devrimi, korkudan eski burjuvaların dilenci kılığına girip sokaklarda saklandığı bir ortam oluşturmuştur. O sokaklarda dans edemediği için hayıflanmak, esasen o burjuvaların bir talebidir. O sokaklarda “birey ve insan eziliyor” diye yaygara kopartanlar, eski kodamanlar, parababaları ve çar sülükleridir. Kadife eldivenlerle, yani burjuva saraylarındaki vals partilerinde kokonaların ellerine geçirdiği yumuşak eldivenlerle devrim yapmak mümkün değildir.

Yeni devrimci öznenin arandığı sokaklar, Kızılordu askerlerinin, toprağı kamulaştıran köylülerin, fabrika çıkışı ortak yönetim sorunlarını tartışan işçilerin sokakları değil, bu sokaklardır maalesef. Eski örgütlerini “bireyi ve insanı eziyor” diye terk edenler, örgütlerinin direndiği yalana örgütlenmişlerdir. Terk edenler, örgüt şeflerindeki birey ve insanı dinamitlemek yerine, onlardan öğrendikleri birey ve insan olma karikatürlerini her yere çizmek istemektedirler. Terk etmenin huruc gibi devrimci bir içeriği yoktur. Nesnel olarak eski örgütler, ulaşamadıkları yerlere militanlarını ajan niyetine göndermektedirler. Genel bağlam ve zemin asla eleştirilmemektedir.

Eleştirilmeyen bağlam ve zemin, devrimci şiddet meselesidir. Eski örgütlerini bu minvalde eleştirip ayrılanlar, nedense daha reformist, daha revizyonist pratiklere bağlanmıştır. “Marksizm-Leninizm, devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesini devrimin en yüksek biçimi olarak kabul eder ve bu ilkenin bütün ülkeler için evrensel olduğunu söyler.” diyenler, kendi varlığını “Marksizm-Leninizm” zannetmekte, şiddet meselesini birey ve insan derekesinde ulvileştirmekte ve esasen bugünde hiçbir şey yapmamanın kılıfını örmektedirler. Devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesinin devrimin en yüksek biçimi olduğu, yalandan ibarettir. Zira devrimi uzak ihtimal görüp onu bugünden söküp atanlar, devrimi semaya fırlatıp atmak zorunda kalacaktır. Devrim maddî bir gerçeklikse, bugünde izi, titreşimi, sesi, soluğu olmalıdır. Ama devrimi ulaşılamaz bir yükseklikte, bir ütopya olarak pazarlamak, o izleri, titreşimleri, sesi, soluğu boğacaktır.

“Modernizm” sözcüğü “modo” kökünden gelir ve bu kök “hemen şimdi” demektir. O hâlde gelecekteki devrimin silâhını bugünde, hemen şimdi patlatmak modernist bir projedir. Üstelik “iktidarın silâh zoruyla ele geçirilmesi devrimin en yüksek aşamasıdır” diyen, bugündeki her türlü ayrışma ve birleşmeyi anlamlı kılacak bağlamdan da kopacaktır. O kadar şiddet savunusu bugünde ciddi bir geri çekilmeyle sonuçlanacaktır. Zira burada şiddet, birey ve insan eksenine göre tanımlıdır, onların yüceliğine ortak olmak ister. Şiddetin öznesi, bireyin ve insanın dünyasına örgütlenmiştir. O nedenle, devrimin en yüksek biçiminin silâh olduğunu söyleyenler, öncelikle o silâhı taşıyabilecek mutlak, ilahi bireylere ve insanlara muhtaçtırlar. Tam da bu nedenle, eksikli, zaaflı, kırık, kontrolsüz, kirli olanın temizlenmesi silâh için şarttır. Silâhın mükemmel ve tıkır tıkır işleyen mekanizması aynı niteliğe sahip bireyler ve insanlar talep edecektir. Silâhın bu denli edebiyatının yapılmasının nedenini de burada aramak gerekir.

Yeni devrimci özne arayıcılarının, altmışların Avrupa’sında istihbarat örgütlerinin taşeronu olmanın ötesine geçememiş RAF’ta hikmet bulmasının nedeni de buradadır. RAF, Almanya’nın eğretilemesini Filistin’de bulmuş, emperyalizme karşı çıkan kentli küçük burjuvaların haysiyet direnişi olarak somutluk kazanmıştır. Ürdün’deki kamplardan kovulan RAF’lıların oradaki direnci ise gene küçük burjuvacadır ve canını başkasına emanet etme, başkasının omuz çukurunu vatan belleme konusunda zaaf gösterdikleri, bir direniş ve varoluş savaşının kurallarına uyum sağlamadıkları için dışlanmışlardır. Benzer bir ruh hâlini ve yöntemi buraya önermekse sorunludur.

Silâh, sömürenlere ve zalimlere karşı sömürülen mazlum halkın devrimci çıktısı olduğu takdirde anlamlıdır. Silâhın mutlak, mükemmel doğasına örgütlenmekten çok, silâhın sömürülen mazlum halkın eksik, zaaflı, yanlış, kırık ve kontrolsüz gücüne örgütlenmesi esastır. Burada asıl mesele, silâhın mazlum sömürülen halkın arkasında hizalanacağı bir ilahi put olmaması ve halkın savunma/saldırı noktasında önünü açan bir koçbaşı olabilmesidir.

Eren Balkır
25 Şubat 2013

24 Şubat 2013

EZLN-Devrimci Kadınlar Kanunu

Komutan Ramona, Zapatista Millî Kurtuluş Ordusu mensubu bir subay ve Meksika’da yerli hakları hareketinin bir müdafisi.

“Zapatistaların en savaşçı, saldırgan ve uzlaşmaz isimlerinden biri olduğu söylenen Komutan Ramona, Ocak 1994’teki EZLN ayaklanması esnasında San Cristobal’a dönük askerî saldırıya at sırtında öncülük etmiştir.”

Sonrasında “bu yiğit ve narin kadın, cüretkâr bir biçimde ‘Ya Basta’ (Yeter!) diye bağırıp dünya sahnesine fırlamıştır. Medya onu “Küçük Savaşçı” olarak isimlendirmiş ve Meksika hükümeti onun sembolik gücü karşısında o denli korkuya kapılmıştır ki 1997’de yalan yanlış yere onun öldüğü tezviratını yaymıştır.”

Kadınların durumu ile ilgili olarak yerli topluluklara danıştıktan sonra EZLN ortaya “Devrimci Kadınlar Kanunu’nu çıkartmıştır:

“Halkımızın kurtuluşu için verdiğimiz âdil mücadele dâhilinde EZLN kadınları ırklarına, renklerine, inançlarına ve politik bağlılıklarına bakmaksızın kavgaya katıyor ve sadece sömürülen halkın taleplerini karşılamanın, ayrıca devrimin kanun ve yönetmeliğine bağlı kalmanın gerekli olduğunu tespit ediyor. Ayrıca Meksika’daki kadın işçilerin durumunu dikkate alan devrim, kadınların eşitlik ve adalet yönünde ortaya koydukları talepleri Devrimci Kadınlar Kanunu ile bütünleştirmiştir.

1. Irklarına, inançlarına, renklerine ya da politik bağlılıklarına bakılmaksızın tüm kadınlar istedikleri ve sahip oldukları kapasiteye göre devrimci mücadeleye katılma hakkına sahiptirler.

2. Kadınlar, çalışma ve âdil bir ücret alma hakkına sahiptirler.

3. Kadınlar, sahip olacakları ve bakacakları çocukların sayısına karar verme hakkına sahiptirler.

4. Kadınlar, toplumsal meselelere katılma ve serbestçe, demokratik yoldan seçildilerse ücret alma hakkına sahiptirler.

5. Kadınlar ve çocukları, sağlık ve beslenmelerinde Öncelikli İlgi Görme hakkına sahiptirler.

6. Kadınlar, eğitim hakkına sahiptirler.

7. Kadınlar, hayat arkadaşını seçme hakkına sahiptirler ve evlenmeye mecbur edilemezler.

8. Kadınlar, hem akrabalarından hem de yabancılardan şiddet görmeme hakkına sahiptirler. Tecavüz ve taciz teşebbüsleri şiddetle cezalandırılacaktır.

9. Kadınlar, örgüt dâhilinde liderlik konumlarına gelebilecekler ve devrimci silâhlı güçlerde askerî rütbelere sahip olacaklardır.

10. Kadınlar, devrimci kanunlar ve yönetmeliklerin verdiği tüm haklara ve yükümlülüklere sahip olacaklardır.”

Adonis
11 Mart 2013
Kaynak

EZLN ve Yeni Subcomandante


Öngörülü bir isim, askerî stratejist ve halk örgütçüsü, bunlar Zapatista Millî Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) yeni subcomandantesinin bazı özellikleri. 1994 Ocak’ının ilk günlerinde Binbaşı Moisés olarak biliniyordu, sonrasında 2003’te yarbay oldu. Bugün (14 Şubat) Zapatista askerî lideri ve sözcüsü Subcomandante Marcos tarafından isyan güçlerinin yeni subcomandantesi (altkomutan) olarak takdim edildi.

Altkomutan Marcos, yeni atamayla ile ilgili duyurusunda şu sözleri sarf ediyor: “Sizlere bizden birini, İsyan Ordusu’nun Altkomutanı, yoldaşımız Moisés’i takdim etmek isterim. O kapımıza göz kulak olan biri, sesi hepimizin sesi. Onu dinlemenizi, ona kendimize baktığımız gibi bakmanızı istiyorum.”

Moisés, EZLN’nin halka yönelik faaliyetlerinde herkesçe bilinen komutanlardan biri. Moisés’i ilk kez, 16 Şubat 1994’te, EZLN’li savaş tutsağı General Absalon Castellanos’un teslimi süresince, savaşın başlamasından sonra Zapatista’nın kamusal etkinliklerinin başlangıcını teşkil eden bu olayın başında gördük. Bu olayda savaşın ilk günlerinde tutsak edilen yüzlerce Zapatista tutsağına karşı uyguladığı acımasız pratikleri ile bilinen eski Chiapas valisi ile değiştokuş yapılmıştı. Söz konusu olay, savaşın gidişatına dair bir yığın sembolle yüklüdür. Bu eylem, valinin, bizzat kendisinin aşağıladığı, hapse attığı ve katlettiği kişilerce affedilmesinin ağırlığını taşımaya mahkûm edilmesi anlamına gelen ahlâkî bir hareketti esasında.

“"Savaş tutsağı General Absalon Castellanos Dominguez’i almak için bulunuyordum orada. Özetle Halk Ordusu, Zapatista Millî Kurtuluş Ordusu savaşçılarla düşmanlar arasında gidip gelerek sürece hizmet etti. Askerî onurun değeri yegâne köprüydü. Bu köprüyü sadece gerçek insanlar kullanır. Onuruyla savaşanlar onuruyla konuşur.” O vakit Binbaşı Moisés’in ağzından çıkan bu cümleler, 19 yıllık mücadelenin en duygusal olaylarından biri ile ilgiliydi: bu olayda kamuoyu ilk kez Guadalupe Tepeyac’taki Zapatista destek üslerini görme imkânı bulmuştu.

Altkomutan Moisés, Meksika’nın Chiapas eyaletindeki Los Altos bölgesinin dağlarında yaşayan bir yerli Maya halkı olan Tzetal halkına mensuptur. Kendi ifadesiyle, örgüte 1983’te katılır. Hazırlık çalışmaları dâhilinde kente gönderilir, burada gizli bir evde, ileride komutanı olacak olan Altkomutan Pedro ile tanışır. Moisés Pedro’nun sağ kolu olur. Sonrasında Moisés Altkomutan Marcos’a da çok yakın bir isimdir. O ayrıca Las Margaritas’taki Tojolabal vadisinde yaşayan halkın örgütlenmesi çalışmalarına da dâhil olur. Köy köy, ev ev gezerek mücadelenin gerekçelerini izah eder.

Moisés boyca kısadır ama devasa bir kalbe ve politik bir vizyona sahiptir. Her zaman o siyah askerî şapkası başındadır. Tzeltal’ı derinden onurlandıran bir mizah anlayışı ile yüklüdür. O, 9 Şubat 1995’te hükümet EZLN’ye ihanet ettikten sonra, görevden el çektiğinde Marcos ile birlikte olan isimlerden biridir. Tam da bu nedenle ilgili döneme dair yazının önemli bir bölümünde ikili hep birlikte resmedilir.

Moisés, Altkomutan Marcos ile Pedro’nun yaptıkları son toplantılara tanıklık eden isimlerden biridir, zira o dönemde Pedro’nun komutan muavinidir. Moisés’in naklettiği kadarıyla iki komutan savaşa neden girilmesi gerektiğini uzun uzun tartışmışlardır. Her iki isim de “birimiz geride kalsın, diğeri düşerse onun yerini alsın” kararında ortaklaşır. Ancak her iki komutan da savaş alanına atılır, biri San Cristobal de las Casas’ın ele geçirilmesi için yapılan savaşa katılır, diğeri de aynı sabah gerçekleşen çatışmada öldürüldüğü Las Margaritas’a gider. İsyan birlikleri komutansız kalır ancak sonrasında bölgedeki operasyonun kontrolü ve kumandası için yeni bir altkomutan belirlenir.

Gen. Absalom’un teslim edilmesi ardından, katedral diyalogları başlar, isyan bölgesi sivil topluma ve medyaya açılır, Zapatistaların kamusal faaliyetlerinin önemli bir bölümü Tojolabal vadisine taşınır, burada Altkomutan Marcos’un yanında hep Binbaşı Moisés, Komutan Tacho ve bölgenin diğer askerî ve sivil liderleri vardır.

İlk aylarda ve yıllarda Moisés, örgüt içerisindeki çalışmalarına ek olarak millî ve milletlerarası sivil toplumun önemli bir bölümüne temsilci olarak takdim edilir. O, Zapatista mücadelesinin nasıl başladığını, barışçıl ve politik faaliyetlerinin nedenlerini ve içeriğini izah eden mülâkatlar verir, bu konuşmalarında öncülü Özerk Belediyeler Birliği’nin kurucu bileşeni olan Juntas de Buen Gobierno’nun (Âdil Hükümet Şurası) amacı ve işlevlerini anlatır.

2005’te, Lacandona Ormanı Altıncı Deklarasyonu’nun yayınlanması ile Moisés genel komutanlık tarafından “Intergalaktik” olarak bilinen komisyonda milletlerarası işler sorumluluğuna atanır. Bu dönem boyunca Delege Sıfır (altkomutan Marcos) Öteki Kampanyası dâhilinde tüm ülkeyi gezerken, Yarbay başka ülkelerden gelen ziyaretçileri kabul eder ve milletlerarası toplantılara selâm mesajları gönderir.

EZLN’nin yirminci kuruluş yıldönümünde sabrı ve karakteri ile herkesin tanıdığı Moisés şu tespiti yapar: “Bizim yolumuz önce uygula sonra teorisini yap fikri üzerine kuruludur. Politik partiler ve hükümet Yerli halkların tanınmasını reddettiklerinde yaşanan ihanetin ardından bizim bu işi nasıl yapacağımızı görmemiz mümkün oldu.”

Şurası kesin ki Altkomutan Moisés kendisine ait şu ifadeye gururla katılacaktır: “Bence eğer devrimci olacaksanız, sizin sonuna dek devrimci olmanız gerekir, çünkü eğer bir devrimci kendi sorumluluklarını tam anlamıyla yerine getirmezse ya da halkı terk ederse yapılan işlerin de bir kıymeti kalmaz. Aynı ülkenin, Meksika’nın başka eyaletlerinden ve dünyanın çeşitli ülkelerinden gelip mücadeleye katılan erkek ve kız kardeşler olarak bizim bu sorumluluğu üstlenmemiz gerekir.”

Ve o bizatihi bu sorumluluğu üstlenmiş bir kişidir.

Gloria Muñoz Ramírez
17 Şubat 2013
Kaynak

21 Şubat 2013

Marksizm ve Devrim


“Devrimin gerçekleşmesi için nüfusun çoğunluğunun ‘tamamen’ proleterleşmesinin zorunlu olduğunu sanmak kadar büyük bir yanılgı olamaz. Bugün çoğu kez yalnızca düşünce düzeyinde kalan teorik çatışmalar, işçi hareketinin salt bazı özel sorunları için sözkonusu olan görüş ve taktik ayrılıkları, yarın proletarya devrimi bütün anlaşmazlık konularını alevlendirdiği, yığınların davranışıyla yakından ilgili belli noktalar üzerinde yoğunlaştığı ve bizi savaşımın ateşi içinde dostla düşmanı ayırmak, düşmana kesin darbeyi indirmek için kötü bağlaşıkları atmak zorunda bıraktığı zaman, işçi sınıfını çok daha derinden etkileyecek ve çalkalandıracaktır.”[1]

Lenin, bu sözleri revizyonizmin fiilî Marksizm içindeki hâkimiyetini kırmak için söylemiştir. Revizyonizmin Marx’tan ve Marksizmden önceki sosyalizmin bir kalıntısı olduğunu düşünüp Marksizmi devrim temelinde tanımlanmaması durumunda Marx öncesi sosyalizmin hâkim olacağını gördüğünden, Marksist teorik-pratiğinde devrimi sürekli olarak öne çıkarmıştır. Devrimin temel alınması, “savaşımın ateşi içinde dostla düşmanı ayırmak” amacıyla verilen teorik mücadelenin aslî görevidir. Marx’la teorik alana giren devrim fikri devrimcileşmiş ve bunu da kendisini devrimci kolektif bir dinamik ile tanımlaması sayesinde başarmıştır. “Teorik çatışmalar” ve “ayrılıklar” işçi sınıfının devrimci niteliğini süreklileştirmek için gereklidir.

Tüm nüfusu ya da tüm işçi sınıfını örgütleme isteği, bu anlamda devrimin, teoride ve pratikte, geri çekilmesine neden olur. Teorik ve politik pratiğin ölçeği tüm toplum üzerinden kurulduğunda, devrimcilik “tehlikeli” ve “bölücü” görülmeye başlanır. Devrimin temel alındığı bir teorik-pratikse verili teorik bütünlüğü parçalar, böler, saflaştırır ve devrimci olan öğeleri merkeze oturtur. Bu durum, politik devrimin parçalı ve kısmî yapısından kaynaklanır.

Lenin’e göre, devrimci teorinin maddî zemini işçi sınıfıdır. Rusya ölçeğinde yaşanan gelişmelerin işçi sınıfının öncülüğünde anlaşılması gerektiğini vurgularken, genel olarak politikanın doğasının da değiştiğini söylemektedir. Kapitalizmin neden olduğu değişim süreci dâhilinde verilecek iktidar mücadelesinin biçim ve içeriği de değişmiştir. Devlet ve tüm iktidar kurumları, bu değişime uyum sağlamak için çok yönlü çatışmaların içine girmişlerdir. Devrimci politika da eski tarzını sürdürmek konusunda diretmemeli ve yeni oluşan dinamiklere yüzünü çevirmelidir. Bu nedenle;

“Kapitalizm olgusu, ya kapitalizmin yok etmekte olduğu küçük üreticinin bakış açısından ya da kapitalizmin yaratmakta olduğu mülksüz sınıfın bakış açısından değerlendirilebilir. Bunun ortası yoktur.”[2]

Ne Yapmalı? adlı çalışmasıyla Lenin, devrimcilerin politikanın değişen doğasına nasıl uyum gösterecekleri konusunda genel bir çerçeve çizmiştir. Yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının Avrupa’da olduğu gibi Rusya’da da düşman arazisinde meşru zeminlere hapsedilmesine neden olmuştur. Teorik mücadelelerini işçi sınıfı üzerinden yürütenlerin politik mücadelelerini disiplinli bir örgütle, partiyle yürütmeleri gerekir. İşçi sınıfının karakteristik özelliklerinin politik alanda da karşılığı olmalıdır. Devrimci politikanın maddî zemini, partidir.

Nasıl olursa olsun iktidara gelme planları yapan Avrupalı işçi partileri, işçi sınıfının gelişen doğasından uzaklaşmış, hükümet olma hesaplarında işçi sınıfının sayısal çoğunluğunu öne çıkartmışlardır. “Genel olarak sosyalizmin nihaî hedefi olarak sözü edilen şey bana bir şey ifade etmiyor: Önemli olan hareketin kendisidir.”[3] diyen Bernstein gibi Marksistler, işçi sınıfının doğal hareketliliğine dayanan burjuva politik bir eğilim içine girmişlerdir. Oysa Marksizm için tek başına hareket hiçbir şeydir. Aslolan, hareketin devrimcileşmesidir.

İşçi sınıfının kapitalizmin mezar kazıcısı olabilmesi için kolektif devrimci mücadeleye doğrudan katılması gerekir. Özellikle Fransa’da yaşanan budur. Ancak Fransa’da ve Avrupa’da işçilerin birliği sağlanamamış, onların kolektif ve devrimci bir niteliğe kavuşmasını sağlayacak aslî unsur olan partiler ya kurulamamış ya da süreç içinde başarısız sonuçlar alınmıştır.

Politikada önemli olan, bizzat hareketin kendisi değil, onun devrimcileşmesidir. Monarşilere karşı yürütülen politik mücadelelerin gerçekleştiği hareket zemini içinde bir tek işçi sınıfının kolektif ve devrimci olma ihtimali vardır ve Marx da ısrarla bu noktaya vurgu yapmıştır. Dönem dâhilinde işçi sınıfı, hareket zeminini devrimcileştirecek ve gerçek politik dinamikleri kolektivize edebilecek yegâne güçtür.

Lenin ise Rusya özelinde, büyük ölçüde Marx’ın politik ölçeğine sadık kalır. Rusya’yı Avrupa’da gelişen kapitalizmin verili bütünlüğü içinde ele alır. Ancak Marx ve Engels’in uyarısı onun için önemlidir: Rusya devrimi Avrupa devrimini fitilleyebilir. Bu amaçla Rusya gerçeğine ayağını basar ve devrimci politikanın Marksist anlamda fiilîleşmesi için çalışır. Zamanla politik sürecin gerçekleştiği zemini devrimcileştirmek amacıyla, öncelikle işçi sınıfına ve partiye dönük teorik ve politik bir mücadeleye girişir. Burada önemli olan, Rusya’nın devrimini yapması, bu sayede de Avrupa’nın verili durumunu parçalayıp devrimcileştirmesidir.

Bütün nüfusun proleterleşmesi gerekmiyorsa bütün sınıfın devrimcileşmesi de gerekmez. İşçi sınıfı, toplumu dönüştürmek için onu bölmeli ve devrimci politikaya alan açmalıdır. Saflaşmada devrim tarafında olanlarla birlikte yürümeli ve toplumun işçileşmesi için değil, devrimcileşmesi için kavga vermelidir. İşçi sınıfının ayrışması ve içindeki devrim karşıtı ya da devrimcilik dışı unsurları atması bu nedenle öncelikli görevdir. Bugünden bakıldığında, verilen mücadelenin doğal sonucuymuş gibi görülen ayrışmalar (Azınlık-Menşevik/Çoğunluk-Bolşevik) aslında bilinçli olarak gerçekleştirilmiştir.

İşçi sınıfının devrimci politika zemininde bütünleştirilmesi ve kolektif devrimci bir unsur hâline getirilebilmesi için parçalanması gerekir. Ekonomik talepler üzerinden yürüyen bir sınıfın devrimciliğini koruması beklenemeyeceğinden, o ekonomi dışı, politik taleplere yönelenlerin buluştuğu bir zemine taşınmalıdır. Ancak politik gerçek içindeki ekonomik talepler ve mücadeleler devrimcilerin gündeminde olabilir. Bu da işçi sınıfını bütün olarak kucaklamayı değil, onun ekonomik talepleri aşarak iktidar mücadelesine dönük politik kavgalara sokmak suretiyle parçalanmasına ihtiyaç duyar.

Lenin, partinin (RSDİP) kurulma aşamasında onun sadece Rusların yaşadığı coğrafya ile tanımlanmasını isteyenlere karşı Çar’ın hâkim olduğu tüm Rus İmparatorluğu’nun hedef olması gerektiğini savunmuştur. Burada öne çıkan unsur, Rusların sosyalist olması değil, Rusya’nın devrimini yapmasıdır. Bu ölçek dâhilinde işçi sınıfının ve sonradan devrimci potansiyelini fark ettiği köylülüğün faaliyet alanını dikkate alarak Rusya’nın parçalanması devrimci politikanın hedefidir. Kısacası Lenin, işçi sınıfının parçalanması ve devrimci kolektif bir niteliğe kavuşması için partiye, Rusya’nın parçalanıp devrimcileşmesi için işçi sınıfına ihtiyaç olduğunu saptamıştır.

Lenin için Marksist devrimci teorinin ölçüsü işçi sınıfı, ölçeği (Rusya özelinde) Avrupa iken, Marksist devrimci politikanın ölçüsü parti, ölçeği ise (Avrupa genelinde) Rusya’dır.

Marx’la birlikte tüm Marksistler, devrimcileştikleri ölçüde kendi ölçeklerini belirleyebilmiş ve bu sayede toplumu ve tarihi parçalamanın somut maddî imkânlarını bulabilmişlerdir. Çoğunlukla teorik alanda yaşanan çatışmalar, ölçeğin teori alanında belirgin kılınması için yapılan çalışmanın sonucudur.

Marx’ın Hindistan, İrlanda ya da Meksika konusunda söyledikleri dünya genelinde Avrupa’nın devrimcileşmesine dönük vurgu dâhilinde anlaşılmalıdır. Avrupa’da yaşananlar, dünya tarihini ve tüm insanlığı değiştirecek niteliktedir. Avrupa’da yaşanan devrimlerin toplamda Avrupa devrimiyle sonuçlanması ihtimali üzerinde duran Marx, bu devrim ihtimalinin yükünü işçi sınıfının omuzlarına yükler. Çünkü o, yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi, bir sınıflı toplumsal-tarihsel yapı olan kapitalizmi alaşağı edecek yegâne güçtür. İşçi sınıfı, kendi devrimini yapabilmesi için teori içi politik bir hatta muhtaçtır. Marx’ın teorik-pratiği bu ihtiyacı karşılamaya dönüktür.

Henüz 25 yaşındayken yazdığı şu satırlar devrimciliğinin ne yönde geliştiğini ele verir:

Radikal zincirlere vurulmuş bir sınıfın, bir burjuva-sivil toplum sınıfı olmayan bir sivil toplum sınıfının, bütün toplumsal sınıfların yıkılmasını oluşturan bir toplumsal sınıfın, acılarının evrenselliği ile evrensel bir niteliğe sahip bulunan ve özel bir haksızlığa değil ama haksızlığın kendisine uğratıldığı için özel hak istemeyen, artık tarihsel bir nitelikle değil ama yalnızca insanal nitelikle övünen, Alman siyasal rejiminin salt sonuçları ile değil ama tüm önkoşulları ile de çelişen bir alanın, son olarak kendini toplumun bütün öteki alanlarından kurtarmadan ve dolayısıyla toplumun bütün öteki alanlarını kurtarmadan kendini kurtaramayan, kısacası, insanın bütünsel yitimi olan ve öyleyse insanın bütünsel yeniden fethi olmadıkça kendini yeniden fethedemeyen bir alanın oluşmasında yatıyor. Toplumun özel bir sınıf içinde gerçekleşen bu yıkımını, proletarya oluşturuyor.”[4]

İşçi sınıfının teorik alana girmesi teoriyi saflaştırmıştır. Ancak Marx’ta işçi sınıfının devrimciliğine dönük kaba bir önkabul değil, bu tür önkabullerin ve kanaatlerin devrimcileştirilmesi vardır. Verili teorik alanı işçi sınıfı ile bölerken işçi sınıfı yanında yer alan, ancak ona politika dışı anlamlar yükleyenlere karşı da teorik mücadeleye girer. Buradaki ölçü devrimdir. İşçi sınıfının fiilî hareketini gören ancak ona sadece duygusal temelde ilgi gösteren çevreleri, onun devrimci niteliğini göremedikleri için eleştirmiştir. Politik alanda özellikle komünistlere ve sosyalistlere, işçi sınıfının fiilî devrimciliği dışında hareket etmeleri nedeniyle, saldırmıştır. Komünizm fikrinin politik alanda gerçek bir güç hâline gelebilmesi için onun işçi sınıfının devrimci niteliği ile buluşması gerekir:

“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar.”[5]

Yani komünizm, işçi sınıfının kolektif devrimci mücadelesidir. Marx, toplumu (sosyalistler) ya da tarihi (komünistler) merkeze alan düşünce biçimlerini, işçi sınıfı eksenine oturtmak ister. Ancak buradaki işçi sınıfı, çıplak gerçekteki sınıf değil, Marksizmin “işçi sınıfı”dır. İlkinin kendisi hakkında bir bilinci ve kendinden menkûl bir içeriği yoktur. İşçi sınıfının kıta genelindeki hareketliliğine devrimcilik atfeden, Marksizmdir. Sınıfın teorik alandaki devrimciliği teori içi mücadeleye, politik alandaki devrimciliği politika içi mücadeleye hizmet eder.

Devrimin teorideki fiilî varlığı çatışmalara neden olur. Çatışmaları aşmak için genel teorik ya da ideolojik çalışma yapmak devrim fikrini bertaraf etmek zorundadır. Çatışmaları doğrudan içinde saf tutup bizzat kavganın içinde olarak aşmak zorunludur. Politika dışında ve genel teori içinde belli kavramlar arasında ortaya çıkan çelişkilerin politikaya tercümesi yapılamaz. Genel teorideki “devrim”le politikadaki “devrim” birbirinden farklıdır. “Emek-sermaye” ve “evrim-devrim” kavramları arasındaki çelişkinin politika için önemi yoktur. Önemli olan emeğin, sermayenin, evrimin ve devrimin politik nitelikleridir. Bu kavramların politik çatışmalarda karşılığı varsa teori içi anlamı vardır. Sadece kavramlar üzerinden ilerleyen saf teorinin politikaya tercüme edilmeye çalışılması politika dışı teorisisizm üretir.

Marksistler ve genel olarak Marksizm devrimsiz bir hiçtir. “Devrim” olmadan Marksistler ve genelde Marksizm, fiilî düşünce ve eylem tarzlarından birine tutunmak ve onun hareketi yönünde ilerlemek zorunda kalır. İlk aşamada tutundukları tarzın genel tarihsel ve toplumsal biçimi ile kendilerini tanımlar ve Marksizmi bu tarzın gelişkin hâli olarak anlar. Tarih ve toplumdaki devrimci dinamiklerle politika alanında değil, felsefe ve kültür alanında buluşur. Doğal olarak Marksizm, ya bir felsefe (gelişkin düşünme biçimi) ya da kültürel bir form olarak kabul görür. Felsefe ya da kültür olarak algılanan Marksizmin devrim gibi sorunu olamaz. Bu noktada en fazla devrimin edebiyatı yapılabilir. Teorik alan içinde tek başına devrimden bahsetmenin devrimcilik olduğu sanrısı yaygınlaşır. Devrim (ve Marksizm) edebîleştiği ölçüde maddî, somut niteliği kaybolur. Artık o bir imge ve hayâldir. Çeşitli ritüellerde, yazılarda, bildirilerde ya da toplantılarda tekrarlanması devrimi kültürün konusu yapar, bu da onu birbirinden farklı konularla uzlaştırır ve ehlîleştirir. Devrimin (ve Marksizmin) maddî, somut niteliğini yitirmesi, onu verili durum içindeki devrimci öncüllere yabancılaştırır. Verili durum, ya felsefî açıdan düşünce alanında resmedilir ya da onun içindeki öznelerin kimliklerini tanımlayan temel düşünsel-imgesel veri olarak ele alınır. Bu sayede devrim (ve Marksizm) artık gerçekten kendisine ihtiyacı olanların silâhı değil, onu kendi (bireysel) kültürel, sanatsal ya da genel teorik çalışmaları için kullananların oyuncağı olur.

Marksizm ve devrimin ilişkisi, her durum ve dönemde yeniden kurulmalıdır. Ne Marx’ta ne de Lenin’de bunun tarih üstü, mutlak bir ölçütü mevcuttur. Marx’ın, Lenin’in (ya da Mao ve Che’nin) sıkı takipçiliği, ilişkiyi bugünde garantileyen bir durum değildir. Marksizmi teorik alanda boğmaya çalışan bazı politika dışı teorisyenlerin “Marksizmin krizi” başlığı altında tartıştıkları mesele, aslında bu ilişkinin kurulamamasıyla ilgilidir. İlişkinin kurulmasına çalışmadan devrimi ve Marksizmi ayrı zeminlerde tartışanlar, kendi krizlerini rasyonelleştirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.

Marx’ta devrimin birbirine bağlı iki ölçüsü vardır: ilki, devrimin kitlelerin, büyük çoğunluğun, işçi sınıfı merkezli hareketliliğine bağlı oluşu, ikincisi, devrimin sahip olduğu politik niteliktir. Kitlelerle politik düşünme ve buna bağlı politik mücadele devrimin genel ölçüsünü verir. Politik devrim toplumsal devrimi önceler. Toplumsal devrimin gerekleri ile politik devrimci mücadele tanımlanamaz. Sömürü ve zulüm koşullarında kitlelerin saf, duru ve bütünlüklü insanlardan oluştuğu fikri, politik devrimci mücadelenin içinde bu tarz insanlar ya da kolektif sınıfsal, toplumsal dinamikler bulmak isteyecektir. Ancak politik devrim sonrasında başlaması mümkün olan toplumsal devrim sürecine âit hayâllerin ve beklentilerin politik devrim öncesine dayatılması devrimciliği ve Marksizmi politika dışına iter.

Marx’ta devrim ve işçi sınıfına dayalı ölçünün belirlenmesindeki ölçek Fransız Devrimi (eleştirisi)dir. Teorik-pratiğini Fransız Devrimi’nin tarihsel başarısızlığının incelenmesi ve onun aşılması üzerine kuran Marx, farklı dinamikleri ve devrimin niteliğine dönük tespitleri bu sayede görebilmiştir. 1789 sonrasında devrimin içinde sarsılan Avrupa’nın devrimcileştiğini görmüş, Avrupa üzerinden genel teorik faaliyet tarzlarını devrimcileştirmek için yoğun bir teorik-pratiğin içine girmiştir. Lenin ise 1789 ve 1871 (Paris Komünü) üzerinden düşünür.

Marx’ın eserlerinden yola çıkılarak oluşturulan Marksizm çeşitlemeleri, genellikle Marx’ın o çalışmaları yaparken üzerinde durduğu teorik-politik zemini görmezler. Bu nedenle, ya Marx öncesi devrim fikirlerine kapılanırlar ya da devrim’sizleşirler. Devrim fikri olmadan Marx’ın okunması ile Kant’ın, Hegel’in ya da A. Smith’in okunması benzeşir. Marx’ı anlamak için onların okunması şartmış gibi görünür. Devrimin esas alınmadığı bir teorik faaliyet, Marx’ı devreden çıkartmak ve bir tür “Marksizm” ideolojisine sarılmak zorundadır. Marx’ın devre dışı bırakılması, Marksizm çeşitlemelerini Marx’ın devrimci teori içinde saf dışı bıraktığı Bakunin, Proudhon, A. Smith, Saint Simon gibi isimlere yakınlaştırır.

Devrim, tümüyle politik bir meseledir. Politika alanı dışındaki devrimler gerçekte politik niteliktedirler. Sanayi Devrimi’nin devrimci niteliği ancak politik düzlemde görülebilir. Politik düzlem dışında bu devrime dönük devrimcilik, teknolojist ve bilimci ütopyalar üretir. (Makine-insan, toplumun bir makine gibi kurulmasına dönük çabalar ve ekonomi merkezli siyaset tarzları). Verili iktidara saldırmayan bu tip düşünce akımlarının politik nitelikte görülmesi yanlıştır. Marx, Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nin politika alanında yürürlükte olan teorilerin içindeki izlerini anlamaya çalışır. Birincisinin teorik, ikincisinin politik bir gerçek olarak öne çıkardığı işçi sınıfını farklı bir düzlemde yeniden üretmeye çalışır. Her iki devrimde de bir araç olarak kullanılan bu sınıfın tarihi ve toplumu dönüştürecek güç olduğunu görür ve bu yönde teori ve politikasını geliştirir.

“Toplumun devrimci çıkarlarını kendinde toplayan bir sınıf başkaldırdı mı, derhâl, kendi özel durumunda, kendi devrimci eyleminin içeriğini ve maddesini bulur: Düşmanlarını ezmek, savaşım gereklerinin zorladığı önlemleri almak. Kendi eylemlerinin sonuçları onu daha ileriye iter. Kendi özel görevi üzerine hiçbir teorik araştırmaya girişmez. Fransız işçi sınıfı, henüz bu noktada değildi. O, henüz kendi devrimini yapacak yetenekte değildi.”[6]

Marx, bu sözleri aracılığıyla kendi teorik-pratiğine ilişkin önemli bir tespit yapmaktadır. İşçi sınıfının kendiliğinden ilerleyen devrimci pratiğinin onu kendi pratiği üzerine teorik çalışma yapmaktan alıkoyduğunu söylerken, bu teorik çalışmayı kendisinin yaptığını ifade etmektedir. İşçi sınıfının fiilî devrimci faaliyetinin teoride politik bir karşılığının olması gerekmiş ve bu da teoride devrimciliği politikayla buluşturmanın imkânını sunmuştur. Marksizmin aslî zemini burasıdır. İşçi sınıfının “gövde”siyle yürüttüğü mücadelesinin artık bir “kafa”sı vardır. Marx’la birlikte proletarya teorik alanda politik “düşünme”ye başlamıştır. Marx, teoride bir aydın ya da filozof olmanın ötesinde devrimci bir işçidir. Kafayla gövdenin uyumunu değil, birlikte kolektif ve örgütlü mücadelesini öne çıkartır.

Kapitalizmin gelişim ölçeğini Avrupa’yla sınırlandırırken, bu ölçeğin devrimci ölçüsünü de proletarya olarak belirlemiştir. Burada Marx, proletaryanın teoriye olan ihtiyacını görmüş ve teorik eksikliğin devrim için gerekli olduğunu anlamıştır. Avrupa’nın devrimcileşmesi için o dönemde “yeni” ortaya çıkan proletaryanın politik düşünce ve eylemin merkezine oturtulması gerekir.

Teoride işçi sınıfının düşünmesi devrimci teorinin önkoşuludur. Ancak bu durum, işçi sınıfı fiilî olarak devrimci bir pratik içinde olduğu ölçüde anlamlıdır. Avrupa genelinde bütün sınıflar kadar işçi sınıfı da ayaktadır. Ancak onu farklılaştıran, kapitalizmin somut bir olgu hâline gelmesi ve yerleşikleşmesiyle gelecekteki devrimi yapacak tek alternatif olmasıdır. İşçi sınıfının teoride düşünmesi olarak anlaşılması gereken eserlerinde Marx, teorik-politik alandaki akımları, dinamikleri ve özneleri onun etrafında birleştirmeye, devrimci teoriyi o noktaya kilitlemeye çalışır. Komünist Manifesto, bu çalışmanın en bilinen örneğidir. 1847’de kurulan Komünist Birlik için yazılmış bu broşür, birbirinden farklı görüşlere sahip ve yüzünü devrime dönmüş politik insanları biraraya getirmeyi amaçlar. Burada amaç, Avrupa’daki devrimci güçleri işçi sınıfı eksenine çekmektir. Soyut, gerçek dışı fikirlerin parçalanması ve politikanın bu sayede gerçek devrimci düzleme çekilmesi için eleştirdikleri birçok isimle biraraya gelinir. Öncelikle Avrupalı devrimcilerin birliğinin sağlanmasındaki ölçü, işçi sınıfı ve onun devrimci kolektif mücadelesidir. Toplum, işçi sınıfına, dünya Avrupa’ya doğru daraltılır:

“Birliğin ütopik görüşlerini dile getiren eski belgisi ‘tüm insanlar kardeştir’, ‘bütün ülkelerin proleterleri birleşin’ devrimci belgisiyle değiştirildi. Marx ve Engels tarafından duyurulan bu devrimci belgi, uluslararası proletaryanın her çeşit politik ve sosyal baskıya karşı savaşımının ve yeni, sınıfsız toplumun belgisi oldu.”[7]

Burada “uluslararası” kavramı Avrupa ile sınırlıdır. Proletarya da Avrupa işçi sınıfıdır. Sloganın değiştirilmesi, tüm insanlığın değil, sadece işçi sınıfının muhatap alındığını gösterir. Onun dışındaki teorilerin ve politik hareketlerin işçi sınıfı eksenine çekilmesi gerekir. Ancak bu, vazgeçilmez, mutlak bir ilke değildir. İşçi sınıfının politik alan dâhilinde aktif bir rol oynamadığı durumlarda Marksistlerin onu öncelikle politik alana çekmesi gerekir.

Henüz oluşum aşamasındayken işçi sınıfı, diğer sınıflarla politik karşıtlık ya da yakınlık kurmayı pratikte öğrenir. Politik niteliği, ancak bu dönem dâhilinde mevcuttur. İşçi sınıfı, kendi içinden verili duruma karşı politikleşen farklı bir dinamik çıkarmadıkça politika dışındadır. Ülke siyasetinde burjuvaziye eklemlenen bir sınıf, devrimci politika alanında değildir. Genel siyaset alanı devrimci politika alanına doğru daraltılmadığı ölçüde burjuvazi dışında hiçbir sınıf politika yapma imkânı bulamaz. Devrimci politika somutlandıkça genel siyaset alanını da dönüştürür, kalıpları, alışkanlıkları ve temel yönelimleri değiştirir. Bu noktada diğer devrimci hareketleri kolektivize etmesi gerekir.

Marksizm, her dönemde devrimle ilişkisini yeniden kurmak zorundadır. Gerçeği dönüştürmek isteyen her hareket, Marksizmin dikkatle üzerinde durmak zorunda olduğu maddî olgulardır. Politik alan dâhilinde yaşanan bu hareketliliklerin gerçek niteliğini görebilmek için bugün Marksizm ve devrim anlayışlarının dönüştürülmesi gerekmektedir. Marksizm çeşitlemelerinin teorik çalışmanın konusu hâline gelmesi zorunludur.

Marksizm formları parçalanmalı, bu mücadelenin ölçüsü ise devrim olmalıdır. Devrim (dolayısıyla politika) dışı Marksizmler ayıklanmalı, devrim zemininde duran bir Marksizm geliştirilmelidir. Verili teori alanında Marksizm pratiklerinin teoriyi dönüştürmesi sağlanmalı, bu amaçla, teori içi politik niteliği sürekli olarak öne çıkartılmalıdır. Teorik üretimin politikaya tercümesi yapılmamalı, Marksist teorik pratiğin doğrudan politika alanında yürürlükte olan teorik yönelimleri dikkate alması sağlanmalıdır. Buradaki ölçü, fiilî devrimciliktir.

Buna bağlı bir başka işlem de devrimle ilgili olarak yapılmalıdır. Devrimcilerin devrime dönük algı ve düşünceleri konu edinilmeli, sınıflandırılmalı, gerçeğe denk düşmeyen, politikanın dışındaki unsurlar atılmalıdır. Devrimciliği söylemselliğe ve edebiyata indirgeyenlerin devrimciliklerinin yönü ya devrime çevrilmeli ya da bertaraf edilmelidir. Devrimci teorilerin ele alındığı düzlemde bu teorilerin içindeki ütopik, gerçek dışı ve dolayısıyla, politika dışı unsurlar ayıklanmalı ve devrimci faaliyetlerin kolektif bir zemine oturtulması sağlanmalıdır. Soyut ve hayâlî bir işçi, halk ya da muğlâk bir mazlum tarifinden çıkartılıp işçilerin, halkın ve mazlum kesimlerin kolektif devrimci hareketleriyle birleşmesi sağlanmalıdır. Buradaki ölçü, fiilî Marksizmdir.

Her iki işlem de teori ve politika alanında yürüyen kolektif bir çalışmanın konusudur. Kolektif çalışma zemini olmadan birbirinden ayrı kanallardan yürüyen bu işlemler ister istemez farklı yönlere kayar ve denize varamadan kurur. Devrime ve devrimciliğe dönük çalışma olmadan Marksizm, basit bir entelektüel faaliyet alanı hâline gelir ve tarihsel-toplumsal anlamını yitirir. Yok olmamak adına kaçınılmaz olarak Marksizm dışı fiilî düşünce akımlarıyla ilişkiye geçer. (Nietzsche, Freud, Sartre, Chomsky, Heiddeger, Foucault vb.)

Marksizme ve Marksistlere dönük çalışma olmadan Marksizm için devrim ve devrimcilik, tarihsel-toplumsal anlamını yitirir. Yok olmamak adına devrimcilik dışı unsurlara sarılır (anarşizm, küçük-burjuva radikalizmi, komploculuk, reformizm, parlamentarizm, revizyonizm, ekonomizm vb.).

Devrimin gerçek bir olgu, devrimciliğin gerçek bir güç olabilmesi için Marksizm ve Marksistler şarttır.

Marksizmin gerçek bir olgu, Marksistlerin gerçek bir güç olabilmeleri için devrim ve devrimcilik şarttır.

Derviş Okan
2003

Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, Karl Marx ve Doktrini, Bilim ve Sosyalizm Yay., Çev.: Şiar Yalçın, 1995, s. 101.

[2] V. I. Lenin, Reddettiğimiz Miras, Ürün Yay., Çev.: H. Doğru, 1975, s. 77.

[3] Akt.: Tony Cliff, Lenin: Partinin İnşası, Z Yay., Çev.: Tarık Kaya, 1994, s. 71.

[4] Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yay., Çev.: Kenan Somer, 1997, 207-8.

[5] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1992, s. 58.

[6] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Çev.: Sevim Belli, 1988, s. 48-9.

[7] Friedrich Engels-Biyografi, Sorun Yay., Çev.: O. Özügül, Süheyla-Saliha Kaya, 1997, s. 90.

17 Şubat 2013

Kılıçsız İslam


Gönül bir gemidir sen dümenisin
Yelken açmak ister bu dervişlerin

[Âşık Virani]


Söyleten Allah, söyleyen Peygamber, söylenen Kur’an’dır ve söylemenin kıyam ile kılıçtan ari bir anlamı yoktur.

İslamî kesimlerin hâlâ bu hakikati tartışmaya açıyor olmaları anlaşılır bir durum değildir. Söz konusu hakikat ancak kıyam ile mümkündür ve tanımlıdır. Allah’ın, Peygamber’in ve Kur’an’ın “insan” donunda kavranması hatalıdır, esas tartışılması gereken burasıdır.

Bugün insan nedir? Aydınlanma ve modernizmin icat ettiği bir sahte tanrıdır. Yahudilerin çok sayıda tanrısı vardır ve Yehova bunun en yücesidir. Yehova’nın isminin değiştirilip “insan” yapılması ve hiyerarşik olarak Allah’ın onun altına yerleştirilmesi, Yahudileşme temayülüdür.

“Evrenin sırrı matematiktir” deyip ebced ilmine dalmak ve İslam’ı oraya bükmek, yontmak ciddi bir hatadır. Matematik nihayetinde sayılan ve çitlenen koyunlardır. Matematik ve geometrinin merkezde durduğu masonizm ise enisonu taş ustalığıdır. İslam’ın buraya bükülmesi, saray duvarlarının sağlamlaştırılması ve beşerin koyun misali bu saraylara bağlanmasını ifade eder.

Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki kavga biraz da Antik Mısır ile Antik Elen’in kavgasıdır. Küçük adaların, küçük kabilelerin federasyonu felsefî tartışmaları da belirler Elen’de. Benzer bir durum Nil Nehri’nin böldüğü toprakların bütünlüğü ve piramitlerin gölgesinin sakin kalması meselesi için de geçerlidir. Bütün antika tartışmalar bu iki büyük dini de etkiler. Filistin Elen işgali ile Hristiyanlığın rahmi hâline gelir. İslam ise Hristiyanlık ve Yahudilik geriliminde bir devrim olarak doğar, var olur. Dindiği, diz çöktüğü, sakinleştiği, yerleştiği anda bir kolunu Hristiyanlığa bir kolunu Yahudiliğe kaptırır. Esasta din dışı ve din karşıtı bir hareket olarak doğan İslam, zamanla sarayın resmî, formel ideolojisine dönüşür. Demek ki saraylar yıkılmadan İslam var olamaz.

Hristiyanlık “Yahudiliğin” Yahudilik de “Hristiyanlığın bir karikatürü” der İslam’a. Her ikisi de paganizmle hesaplaşırken İslam üzerinden kavga ederler. Bu kavga içinde kimi Müslümanlar, Kur’an’ı bizatihi Hz. Muhammed’in yazdığına kani olurlar, kimileri de Allah’ın antropomorfizmine.

İslam üzerinden kavganın amacı, İslam’ı kendi hizalarına getirmek içindir. İslam, bir kabilenin ilahiliğine, beşerin kutsîliğine kılıç çalma pratiğidir. Yahudilerin ve Hristiyanların asla affedemedikleri, bu kılıçtır. Kılıcın kına sokulması için birileri Araplığına, Farslığına ya da Türklüğüne ikna edilir, birileri de insan olarak zillullah olabileceğine.

Hristiyanlık tarihi, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünün hiyerarşisi ve neliği üzerinedir. Vaftiz ve aşai rabbani ayini üzerinden çok sayıda ihtilafa ve yol ayrımına tanık olunmuştur. Her iki ritüel de süreç içinde Farisîlerin tefelerini yırtıp atan, servet masalarını tekmeleyen İsa bir kez daha çarmıhlansın diyedir.

Hiza insandan yana çekiliyorsa orada kasıt, hizayı çekenin maddî çıkarlarıdır. Hz. Ali’nin hizanın hakikatten yana çekilmesi ile ilgili vurgusu bu noktada manidardır. Demek ki Ali ve Ehl-i Beyt, tam da bu nedenle tasfiye edilmiştir. Peygamber’in ocağını çökertenler, ordularını “peygamber ocağı” olarak vaftiz etmenin yolunu bulmuşlardır.

Bazılarına vahiyden önce bazılarına göre vahiyden sonra, Peygamber kayalıkların üzerine çıkıp intihar etmek istemiştir. Birinci iddianın sahipleri Muhammedciler; ikinci iddianın sahipleriyse Allahçılardır. Ama her ikisi de kıyam ve din için belirli bir başlangıç noktası belirlenmesi gayreti açısından ortaktır. Peygamber’i yardan aşağı düşerken tuttuğu eldir kılıç.

Aradan kılıç ve kıyam çekilince, Allahçılar dini Kur’an, Muhammedciler Hadis üzerinden inşa etmişlerdir. İnşa pratiğinde kılıç ve kıyamın olmaması temel şarttır. Peygamber sonrası Allah’ın varlığı ile Kur’an’ın Allah’ın kelâmı olup olmadığına dair tartışmalar kılıçsızlığın ve kıyamsızlığın ürünüdür ve nafiledirler. Bugünkü Müslüman’a kılıç ve kıyam tarihi değil, bu tartışmalar ve tartışmaların ürettiği fıkıh, kelâm birikimi kalmıştır. Söz konusu birikim, her daim pazarda karşılık bulmuş, bu malın alıcısı da satıcısı da hiç eksik olmamıştır. Aklı, nakli ve kalbi karşı karşıya getirenler kılıçsızlığın kurbanlarıdır. Akla güzelleme yaparak İslam’ı belirli liberal güçlere hoş göstereceğini zannedenler, bu kılıcın keskinliğini unutmuş gibidirler.

19’culuk gibi teşebbüsler, salt meseleyi Allah’ın varlığını ispatlamaya indirgemişlerdir. Bu ispat arayışı, Allah’ın anbean kendi mevcudiyetine dair deliller sunmasını silmekle sonuçlanacaktır. Kıyamsız ve kılıçsız, Allah Kur’an’da, Kur’an da Peygamber’de ölür.

Allah’ın fani bir varlık olarak insana ve onun aklına ispatlanmaya ihtiyacı olmasa gerektir. Bu türden bir ispat gayreti, insanın Allah değil, Allah’ın insan önünde diz çöktürülmesidir. Sırf insan için var olmaya indirgenen Allah, kulluğun değil, özgürlüğün tanrısıdır ve bu öz, insanın kul değil köle hâlidir.

Allah’ın ve Kur’an’ın tartışmaya açılması Muhammed’in olmaması, O’nun kılıcının ve kıyamının yeryüzünden silinmesi ile ilgilidir. Yahudi’ye yaranmak için Allah’ı, İsevîye yaranmak için Muhammed’i tartışmaya açmak, Müslüman’a temel ayıracı, kıyamı ve kılıcı, unutturmuştur. Bu unutmada, Yahudi-Hristiyan’a öykünerek belli noktalarda muktedir olanların zihinleri kendi hesapları için silmelerinin de payı büyüktür.

İslam ordularının doğu kapısı Kûfe, batı kapısı Şam’dır. Doğuda mecazî olarak olan aslında Yahudilik, batıda olan Hristiyanlıktır. Muaviye’nin Beyaz Saray’ı Bizans’a göre şekillendirilmiştir. Belki de Hz. Hüseyin’i gizde Kûfe’ye çağırıp satan da Yahudiliktir. Yahudilik ile Hristiyanlık arasındaki ezeli rekabet ve kavga, İslam içi kavgayı tetikleyen ana unsurdur. Kıyam ve kılıç, nihayetinde Kerbelâ kumuna gömülmüştür.

İslam, Hristiyanlık ile Yahudilik arasında süren kadim kavganın ortasına konulmuş kılıçtır. Savaş da barış da ondadır. İslam’ın uzandığı yerlerde Hristiyan ya da zahirî de olsa Yahudilerin Müslümanlaşması, tam da barışın tesisinin İslam ile mümkün olabilmesi ile ilgilidir. Zevahiri kurtarmak adına, saf Müslüman olmak için, “Hristiyan ve Yahudi olandan uzaklaşalım” diye merkeze kilitlenmekse, savaştan kaçmaktır.

İnsan ölünce vücuttaki kan kalbe toplanır. Demek ki arınma (tezkiye) adına İslam’ın değdiği yerlerden uzaklaşmayı politika zanneden bir tür İslamcılıkta esasen İslam ölüdür. Kanın toplandığı kalb, Mekke-Medine, Kur’an, Muhammed, Hadis ya da saf sahabî pratiği olabilir. Kan işlemiştir ve elbette ki kirlidir. Kirli kandan kurtulmak isteyenler, ellerini hiç kirletmek istemeyenlerdir.

Böylesi bir ispat için Kur’an’ın araç olarak kullanılması daha da sorunludur. Böylelikle Kur’an kitaplardan bir kitaba dönüşecek, giderek tefsir-meal Kur’an’ın yerine ikame edilecek, “asıl Kur’an bu” denilecektir. Esas mesele, herkesin küçüklükten itibaren Kur’an dersleri alıp O’nu kendi dili ve sentaksından okumasıdır belki de. Tefsir-mealciler, Kemalist yapının ürettiği bir marjinal sektör olarak iktisadî ve sosyolojik bir marazdır aslında. Dolayısıyla kendilerine fazla anlam ve değer vehmetmemeleri gerekir.

19’culuk, bilimcilik denilen hastalığın kabul edeceği bir Kur’an yazmaktadır. Allah’ın gene insan denilen faninin bilimine kapatılması doğru değildir. Allah, sadece insana göre, insanca ve insan için var olan bir şey olmamalıdır. İnsan için zorunluluklar, ihtiyaçlar ve tercihler vardır. Maddiyattaki sıra budur. Dolayısıyla Allah’ın varlığı, Peygamber’in kulu ve elçisi oluşu, Kur’an’ın ilahi kelam olma vasfı ancak maddî zorunluluklar düzeyinde anlaşılabilecek gerçeklerdir. Amerika’ya göç edenin İslam’ı Amerikalılara uyumlu kılmak zorunda kalması kaçınılmazdır. 19’culuk Amerikan vizesi, insancıllaşmış Kur’an ve kılıçsız İslam’dır. Bilgisayarın görüp gösterdiğine tapmayı Müslümanlık saymamak gerekir.

“İnsan” denilen, aslında Yahudi-Hristiyandır. Bu gelenekte İsa’yı silen tarikatlar, Eski Ahit’e, Tanrı’yı geri plana iten Yeni Ahit’e abanırlar.

Hz. Muhammed, Allah’a, vahye ve risalete ancak kıyam ile erişebilmiştir. Karanlık perdelerin yırtıldığı an kıyam anıdır. İslam’da ise Allah, Muhammed, Kitap teslis değil tevhidle anlamlıdır. Tevhidî mücadelenin kulu olan her Müslüman için söz konusu üçlü içe ve dışa dönük devrimci bir kavgada tanımlıdır.

Kıyam eden, samimi ve hakiki bir akıl ve yürekle hedefe kilitlenen her insanın ulaşacağı gene Allah olacaktır. Bu insanın eylemli sözü, sözlü eylemi bir “Kur’an”, devrimci kolektifi ise bir “Muhammed” illaki bulacaktır. Bundan gayrısı namümkündür, Allahsızlıktır, Kitapsızlıktır, Nebisizliktir. Bunlarsız akıl ve kalb samimi ve hakiki olamaz.

Tasavvuf, her türlü din dışı unsurun İslam’a ısındırılması pratiğidir aslında ama zamanla İslam’ı ikame etmiş, ısınma pratiğinde din dışı unsurlara benzeme çabası üzerinden O’nun yerini almıştır. Hakikatin kılıcı kına sokulunca kula manevî planda ölüme örgütlenmek düşmüştür. Bu yol, zamanla İslam ve hakikat için asla ölmeyecek ve sadece kendisi için yaşayacak insanların bahanesine dönüşmüştür.

Hristiyanlık ile Yahudilik arasına konan kılıçtır İslam. Kılıçsız, İslam ya yoktur ya da diğer iki dinin güç imkânlarına örgütlenmiş olarak var olabilmektedir.

Eli baltasız, asasız, kılıçsız olana Allah görünmez, konuşmaz, yoktur. Yok olana bağlanan, Allah’ın kudretini sömürmek için ya Muhammed ya da Kur’an’ı kullanır. Sonuçta elde sadece bir harf ve bir rakam kalır. İbrahim baltasız, Musa asasız, Muhammed kılıçsız, yoktur. “Biz ne Yahudiyiz ne İsevi, İbrahim dinindeyiz.” diyen Kur’an’ın İslam’ında baltanın, asanın işlevi kılıçta mevcuttur. Parçalamak, ayırmak ve kesmek tevhidî mücadele için şarttır. Dolayısıyla Allah’la, Peygamber’le veya Kur’an’la bireyliği üzerinden belirli bir empati ve ilişki kuranın yok ettiği, bu tevhidî mücadeledir. Birey ve insan merkezinden Allah ulaşılamaz, Peygamber izlenemez ve Kur’an (Alâk suresine atfen) okunamaz.

Ulaşmak, izlemek ve okumak için mülkiyetin karşısında fakir olmak şarttır. Aradaki perdelerin yırtılacağı kolektif huruc için dervişlik, emri bil maruf’tur. “Fukara” anlamında dervişlerde tahta da olsa bir kılıç vardır ve nefsle, mülkiyetin kara perdesiyle mücadele esastır.

Allah’a ulaşılamaz, O’nunla bir olunamaz. Ulaşmak ve olmak, ancak sonsuzda mümkündür. Tasavvufun sonsuzluğu ânda bulması, iç cihadın imkânlılığını gösterir. Ama sonsuzluk, gene de Allah’a mahsustur.

“Efendim efendim canım efendim
Ben senin kulunam sen benim sultanım.” [Âşık Virani]

Eren Balkır
17 Şubat 2013