Komünistlerin bireyi ve insanı tanımadıkları, bunları
ezdikleri tespiti, sömürenlere ve zalimlere aittir. Onlar, düşmanlarını
savuşturmak, etkisizleştirmek için bu lafın arkasına sığınırlar. Bu tespit,
esasen şu gerçeği gizler: komünistlerin tanımadıkları ve ezdikleri, sömürenler
ve zalimlerdir. Demek ki birey ve insandan kasıt, sömürenler ve zalimlerdir.
Burada sömürenler ve zalimler, komünistlerin etki alanında olan ya da
olabilecek kitleleri dağıtmak, buraya nifak tohumu sokmak için genel ve mutlak
olduğu düşünülen kavramları Kur’an sayfası gibi mızraklarının ucuna asmaktadırlar.
Kitlenin içerisinde süreç dâhilinde bu mızrak ucundaki
ilâhiymiş gibi görünen yalana ikna olanlar çıkar. Bunlar, tıpkı “Hakem
Olayı”ndaki Musa Eşari gibidirler. Düşmanın iğvasına kapılırlar ve safları terk
ederler.
Söz konusu tespite ikna olanlar, bu sefer, insan ve
bireye göre tanımlama gayreti içine girerler devrimi ve sosyalizmi.
“Komünistler bireyi ve insanı eziyor” cümlesi, örgütsel, politik, ideolojik ve
teorik tüm hücreleri bir bir likide eder. Ardından likidasyon edebiyatı yapıp
kendi ilâhi bireyine ve insanına herkesin ram olmasını ister.
Tekrar: “komünistler bireyi ve insanı eziyor” diye
vaveyla kopartanlar, sömürenler ve zalimlerdir. Bu cümledeki bireyden ve
insandan kasıt, onların bizatihi kendi varlıklarıdır. Birey ve insan,
sömürenlerin ve zalimlerin kendilerinden yola çıkarak şekillendirdikleri,
ruhunu kendilerinin üflediği birer puttur.
Birey ve insan kurgusuna ram olmak, sömürenler ve
zalimlerin varoluşlarını süreklileştirme becerilerine öykünmenin bir sonucudur.
Oysa sömürenlerden ve zalimlerden ancak onların zayıf noktaları öğrenilebilir.
Güçlü noktalarını öğrenmek ve kendi varlığımızda yinelemekse düşmana teslim
olmaktır. Birey ve insan deliklerinden içimize düşmanın nefesi, ruhu sızar.
Birey ve insan putunu düşmanın zayıf karnı olarak okumak mümkündür esasında.
Ama ters yönde bir işlem yapılmakta, bu putlarla belirli bir saygı ve korku
ilişkisi geliştirilmektedir.
Sınıf, millet ve din, birey ve insan denilen ilahi,
mutlak düzleme, cennet diyarına ulaşmak için istismar edilebilir.
Sınıfçılardaki genel tepkisellik bu yöndedir: onlar, millet ve dinden, tam da
egemenlerden öğrendikleri birey ve insan kurgusuna ait cennet diyarına ulaşmak
için kurtulmak isterler. Sınıfın kurtuluşu dedikleri, birey ve insanın
kurtuluşudur, oysa bu kurtuluş, sömürenlerin ve zalimlerin teline bile dokunmaz.
En fazla, sömürenlerin ve zalimlerin kendilerine paravan kıldıkları kimi millî
ve dinî unsurları kırar.
Yeni devrimci özne arayışları, Diyojen misali, elde
kandil, çeşitli kulvarlarda sürmektedir. Ancak bu arayışın kendisi de
Diyojen’in dile getirdiği gibi, “insan aramak”la maluldür. İnsan ve birey dışı
her türden devrimci ve sosyalist pratik gölge kabul edilmektedir.
Yeni devrimci özne, birey ve insan eksenine, hizasına
göre inşa edilmektir ve bu hiç de yeni, devrimci ve öznel değildir. Yeniliğin,
devrimciliğin ve özneliğin egemenlerin birey ve insanına peşkeş çekilmesi
sonuçsuzdur.
Bu anlamda ekolojiden, kadına, LGBT’den topraksız
köylülere, öğrencilerden Kürdlere herkesi kucaklayan perspektifin yeni,
devrimci ve özne olarak pazarlanması mümkün değildir. Bunlar, altmışların
Avrupa’sının tükettiği tartışmaların ürünüdür ve oradaki iktidar ilişkileri ile
bağlantılıdır. Bir ayağı Avrupa’da olanların oradaki bayat tartışmaları buraya
güncelmiş gibi ithal etmeleri çıkışsızdır.
Söz konusu toplumsal kesimler, bir üst gösterene,
güce, kudrete göre hizaya çekilmek istenmiştir. Avrupa’nın kaderi bu
şekildedir. Avrupaîleşenler, bu hizayı ilâhi kelâm gibi, bir misyoner edasıyla,
bu topraklara taşımaktadırlar. Buranın kavgasından, çatışmalarından azade olan
bahis konusu misyonerlik, teslimiyet koşullarında filizlenebilmektedir. Birliğe
muhtaç Avrupa’nın birleşme yöntemleri Türkiye’ye, özellikle Kürdistan meselesi
üzerinden, önerilmektedir.
Üst gösterene göre hizaya çekilen toplumsal
bileşenler, oranın zamansallığına kul edilmektedirler. Dolayısıyla, tüm politik
ya da politikleşme imkânı olan unsurlar kendi içine kapalı birer “küre” olarak
tasavvur edilmekte, böylelikle, ilgili unsurların kolektivize edilmesi, bilenip
düşmana yöneltilmesi imkânsızlaştırılmaktadır.
Zamanı hükmü ve ipoteği altına alan liberaller,
sahadaki ajanlarına mekân çalışmaları yaptırmaktadırlar. Akademi, bunların şer
yuvasıdır. Tüm mücadele, her türlü kolektivizasyondan uzakta, basit, kendine
kapalı, pazarlanabilir, mekânlara hapsedilmektedir. İşyeri, beden, mahalle, köy
vb. politik teorinin eksenine oturmaktadır. Bu liberal ajanlar, en fazla, Kürd
hareketini istismar etmekte, esas olarak Kürd’ün devrimciliğini
zamansızlaştırmaya çalışmaktadır. Zamana hüküm ve ipotek koyanlar, bizi
bedenlerimizden başlayarak kendi mekânlarımıza hapsetmeyi hedeflemektedirler.
Bu yaklaşım kadın, eşcinsel, işçi, ezilen, gecekondulu, tinercileri küçük
kürelerin içine hapsetmek istemekte, bunların ilgili kimliklerini pazara birer
etiket gibi taşımaktadır. Özgürlük çığlığı, pazarın varoluşuyla ilgili bir
meseledir.
Sol, üniversitelerde dağcılık faaliyetleri yürütmüş,
bu işi yetmişlerin ve sonrasının gerillacılığına dair ucuz edebiyatla
meşrulaştırmış ama sonrasında tüm dağcılık kulüpleri, efendilerinin
plazalarının camlarını silen free-lance işçi bulma kurumlarına dönüşmüştür.
Aynı durum, evsizler, tinercilerle ilgili, özellikle
eski İslamcı çevrelerin çalışmalarında da vardır. Bugün evsizler ve tinerciler,
küçük kapitalist atölyelere işçi yapılmak istenmekte, zenginlerin ev eşyalarını
taşıyan hamallara dönüştürülmektedir. Birey ve insan üzerinden her türlü
eleştiriye feveran edenler ve tüm politik yaklaşımları ucuz bir tasavvuf
edebiyatıyla ezmek isteyenler, onca birey ve insan edebiyatı üzerinden,
efendilere uşaklığın propagandasını yapmaktadırlar. Bu, teorik planda birey ve
insanın ilâhi bir eksen ve hiza kabul edilmesinin bir sonucudur.
Aynı eksen ve hiza, solda “komünist partinin başında
bir eşcinsel ya da başörtülü olsun” talebinde karşılık bulabilmektedir.
Komünist parti, tüm toplumsal-tarihsel kesimlerin düşmana karşı, düşmanın
üzerine doğru adım atmış, huruc eylemiş, diklenmiş, direnmiş kesimlerinin
kolektifidir. Ezeli ve ebedi planda bir eşcinsel ile başörtülüyü, Kürd ile
Alevîyi, mutlak olarak yan yana getirmek, sonra bunlara lütufta bulunmak,
komünist siyasetin yapacağı iş değildir. O, sadece kavga edeni tanır.
Bir Ermeni, yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatır: bir
kadına Ermeni olduğunu söyler ve kadın “A biz Ermenileri çok severiz” diyerek
sarılır ve birlikte fotoğraf çekilirler. Ermeni, bu durumun kendisini çok
üzdüğünü anlatmakta, söz konusu ötekici tavrın ne denli zalim olduğunu
söylemektedir. Kadının Ermeni’ye sarılıp fotoğraf çektirmesi, Afrika’ya gelen
Avrupalı misyonerlerin tavrına çok benzemektedir. Ermeni, o ânda “esasen ne
kadar azız” diyerek üzüldüğünü ifade etmektedir. Yalnızlık hissinin içine
oturması, ilgili “Ermeni sevgisi”nin bir sonucudur. Bu sevgi dışlayıcı, ezici
ve horgören bir yaklaşımın ürünüdür. Ermeni’yi bu topraklardan, zamandan,
mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan bağımsız olarak sevmek, tam da o
Ermeni’yi topraktan, zamandan, mekândan, kolektif pratikten ve kavgadan uzakta
görmek istemekle ilgilidir. Esasen bugün önemli olan, Samatya’da yaşlı Ermeni
kadını katleden faşistlerin öfkelendiği gerçeği sevmektir. Ermeni’nin sırtına
inen bıçak, hikâyede aktarılan kadın tipindeki kişilerin yanağa kondurdukları
öpücükten daha az tehlikelidir. En azından birincisi açıktır ama ikincisi sinsi
ve gizlidir. İlki “Ermeniler gelip mallarını alacaklar” korkusunu açıktan dile
getirmekte, ikincisi, sevgi gösterileriyle bu korkusunu sinsi bir plana ortak
etmektedir.
Emma Goldman, Ekim Devrimi sonrası Sovyet Rusya’ya
gelir, gezer, turlar, Amerika’ya döndüğünde de dünyanın en boş ve en anlamsız
Sovyet eleştirisini yapar: “Dans edemediğim devrim devrim değildir.” Oysa
Bolşeviklere “ben dans etmek istiyorum, bana pist ayarlayın” deseydi, onlar, o
zor koşullarda büyük bir lütufkârlıkla gereken imkânı onun için yaratırdı.
Esasen Emma’nın derdi bağcıyı dövmek, şarap içip meydanda dans etmektir. İç
savaş koşullarında, düşmanın içte ve dışta ağır bir saldırı gerçekleştirdiği
ülkede Emma’nın eleştirisi küçük burjuva bir şehirlinin gevezeliği olarak
kalmaktadır.
Ekim Devrimi, korkudan eski burjuvaların dilenci
kılığına girip sokaklarda saklandığı bir ortam oluşturmuştur. O sokaklarda dans
edemediği için hayıflanmak, esasen o burjuvaların bir talebidir. O sokaklarda
“birey ve insan eziliyor” diye yaygara kopartanlar, eski kodamanlar,
parababaları ve çar sülükleridir. Kadife eldivenlerle, yani burjuva
saraylarındaki vals partilerinde kokonaların ellerine geçirdiği yumuşak
eldivenlerle devrim yapmak mümkün değildir.
Yeni devrimci öznenin arandığı sokaklar, Kızılordu
askerlerinin, toprağı kamulaştıran köylülerin, fabrika çıkışı ortak yönetim
sorunlarını tartışan işçilerin sokakları değil, bu sokaklardır maalesef. Eski
örgütlerini “bireyi ve insanı eziyor” diye terk edenler, örgütlerinin direndiği
yalana örgütlenmişlerdir. Terk edenler, örgüt şeflerindeki birey ve insanı
dinamitlemek yerine, onlardan öğrendikleri birey ve insan olma karikatürlerini
her yere çizmek istemektedirler. Terk etmenin huruc gibi devrimci bir içeriği
yoktur. Nesnel olarak eski örgütler, ulaşamadıkları yerlere militanlarını ajan
niyetine göndermektedirler. Genel bağlam ve zemin asla eleştirilmemektedir.
Eleştirilmeyen bağlam ve zemin, devrimci şiddet
meselesidir. Eski örgütlerini bu minvalde eleştirip ayrılanlar, nedense daha
reformist, daha revizyonist pratiklere bağlanmıştır. “Marksizm-Leninizm,
devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesini devrimin en yüksek biçimi olarak kabul
eder ve bu ilkenin bütün ülkeler için evrensel olduğunu söyler.” diyenler,
kendi varlığını “Marksizm-Leninizm” zannetmekte, şiddet meselesini birey ve
insan derekesinde ulvileştirmekte ve esasen bugünde hiçbir şey yapmamanın
kılıfını örmektedirler. Devrimin silâh zoruyla ele geçirilmesinin devrimin en
yüksek biçimi olduğu, yalandan ibarettir. Zira devrimi uzak ihtimal görüp onu
bugünden söküp atanlar, devrimi semaya fırlatıp atmak zorunda kalacaktır.
Devrim maddî bir gerçeklikse, bugünde izi, titreşimi, sesi, soluğu olmalıdır.
Ama devrimi ulaşılamaz bir yükseklikte, bir ütopya olarak pazarlamak, o izleri,
titreşimleri, sesi, soluğu boğacaktır.
“Modernizm” sözcüğü “modo” kökünden gelir ve bu
kök “hemen şimdi” demektir. O hâlde gelecekteki devrimin silâhını bugünde,
hemen şimdi patlatmak modernist bir projedir. Üstelik “iktidarın silâh zoruyla
ele geçirilmesi devrimin en yüksek aşamasıdır” diyen, bugündeki her türlü ayrışma
ve birleşmeyi anlamlı kılacak bağlamdan da kopacaktır. O kadar şiddet savunusu
bugünde ciddi bir geri çekilmeyle sonuçlanacaktır. Zira burada şiddet, birey ve
insan eksenine göre tanımlıdır, onların yüceliğine ortak olmak ister. Şiddetin
öznesi, bireyin ve insanın dünyasına örgütlenmiştir. O nedenle, devrimin en
yüksek biçiminin silâh olduğunu söyleyenler, öncelikle o silâhı taşıyabilecek
mutlak, ilahi bireylere ve insanlara muhtaçtırlar. Tam da bu nedenle, eksikli,
zaaflı, kırık, kontrolsüz, kirli olanın temizlenmesi silâh için şarttır.
Silâhın mükemmel ve tıkır tıkır işleyen mekanizması aynı niteliğe sahip
bireyler ve insanlar talep edecektir. Silâhın bu denli edebiyatının
yapılmasının nedenini de burada aramak gerekir.
Yeni devrimci özne arayıcılarının, altmışların
Avrupa’sında istihbarat örgütlerinin taşeronu olmanın ötesine geçememiş RAF’ta
hikmet bulmasının nedeni de buradadır. RAF, Almanya’nın eğretilemesini
Filistin’de bulmuş, emperyalizme karşı çıkan kentli küçük burjuvaların haysiyet
direnişi olarak somutluk kazanmıştır. Ürdün’deki kamplardan kovulan RAF’lıların
oradaki direnci ise gene küçük burjuvacadır ve canını başkasına emanet etme,
başkasının omuz çukurunu vatan belleme konusunda zaaf gösterdikleri, bir direniş
ve varoluş savaşının kurallarına uyum sağlamadıkları için dışlanmışlardır.
Benzer bir ruh hâlini ve yöntemi buraya önermekse sorunludur.
Silâh, sömürenlere ve zalimlere karşı sömürülen mazlum
halkın devrimci çıktısı olduğu takdirde anlamlıdır. Silâhın mutlak, mükemmel
doğasına örgütlenmekten çok, silâhın sömürülen mazlum halkın eksik, zaaflı,
yanlış, kırık ve kontrolsüz gücüne örgütlenmesi esastır. Burada asıl mesele,
silâhın mazlum sömürülen halkın arkasında hizalanacağı bir ilahi put olmaması
ve halkın savunma/saldırı noktasında önünü açan bir koçbaşı olabilmesidir.
Eren Balkır
25 Şubat 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder