Söze
nereden başlanacağı bilinmese de başlanır ama bazen ya da çoğu kez yazıya
nereden başlanacağı önemli bir sorundur. Yazmaya başladıktan sonra dil kendini
bulur, kalem o dilin peşinden gider. Bu yazı da belki öyledir. Asıl söyleneceği
sonda söylemeden önce değinilmesi gerekenlere yer vermek gerekir.
68
kuşağı, birçok genç solcu için solculuğa başlamada önemli bir romantizm içerir
fakat asıl etkileyici olan, 89’da Berlin Duvarı'nın bir sembol olarak
yıkılmasının ardından tüm dünyada sosyalist mücadelede moral çöküntü yaşanırken
ülkemizde 12 Eylül zindanlarında sınavını veren sol çevreler sınıfsız sömürüsüz
bir düzen ideali için hızlı bir toparlanma sürecine girer. Sınavı veremeyenler,
darbe mahkemelerinde tek tip giyen sendikacılar, 80’e kadar ülkenin en kitlesel
çevresi olup da mahkeme de “Biz zaten gazete-dergi çevresiyiz/çevresiydik”
diyenler, 95 sürecinde hızlı bir reformistleşme evresine geçerek düzen-içileşme
ve muhalefet olma yolunu seçtiler ve bu yolu kitlelere dayattılar.
Bu
süreçte dikkat çeken başka bir husus da şuydu: bu savrulmaya direnenler hatta
direnmekle kalmayıp ağır bedeller ödeyenler oldu. Bugün 90’ların “karanlık”
günleri adına demokrasi ve insan hakları mücadelesi verenler, asıl olarak o
karanlığa maruz kalanların ödediği bedel üzerine kendini var ettiler.
Bu
dönemden itibaren sınıf mücadelesinin ideolojik hattını iki paradigma hedef
aldı: reformizm ve ezilen halk “adına” yürütülen milliyetçilik. İki paradigmayı
sol adına yenilik olarak sunanlar, bugün emperyalizmden fon alanlar ve CHP’nin
fahri “sosyalistleri”.
2010’a
kadar adım adım gelen çözülme; Suriye meselesinden sonra dağılma dönemine
geldi. Oynanan satrançta beyaz taşların içinde yer alan özünde gri olan taşlar,
siyah taşlar adına hareket etti ama beyaz göründüler. Gezi’yle Haziran’ın
ayrışması ideolojik olarak inşa edilemeyince Gezi galip geldi: dost görünümlü
post modernizm, çevrecilik, cinsel kimlikçilik, bireysel özgürlükçülük, yaşam
tarzı anarşistlik, liberal sendikacılık ve bunların çatısının kurulduğu 7
Haziran seçimleri. Amaç mücadele değil muhalefet hattı kurmaktı. Çözüm
sürecinde herkes Kürt oldu, her Kürt özgürlükçü oldu. OHAL geldi, hemen her
Kürt Kemalist oldu. OHAL dönemi önemli bir gerçeği ortaya çıkardı: Neredeyse CHP’lileşmeyen
çok az sol çevre kalmıştı.
Bir
gün İştiraki'den bir yazı okuyunca aslında yakıştırmak istemediğimiz ve
düşününce bu kadarının “ağır” bir eleştiri olacağından kaygılandığımız solun
durumu ideolojik ve politik olarak terminolojiye uygun şekilde kaleme
alınmıştı, yazının başlığı ise “Sarı Sol”, Eren Balkır imzalı.
Sendikalarımızın
durumunu düşündük “Turuncu Sendikacılık” yazısını kaleme
aldık. “Bu kadar eleştiriyorsan gel içeriden düzelt, sendikal faaliyette etkin
görev al” diyenler haklıydı. OHAL’de anladığımız bir gerçek vardı ki gözümüzde
büyüttüğümüz o sol çevrelerin birkaçı dışında diğerleri çoktan beyaz bayrak
açmıştı. “Bireyler” bazında harekete geçtik, en zor zamanında 20 kişiye kadar
düşen sendikal eylemlerde yer aldık. Umudunu sendikadan kesenlerle günlerce
konuşa konuşa mitinglere gelmelerini sağladık. Bir kişi gelince ona güvenen ve
inanan başka insanlar da geldi. Süreç böyle işlerken sendikamız işi,
direnenleri üyelikten ihraç etmeye, delegenin onayıyla seçilen şubeye kayyum
atamaya kadar vardırdı, hem de tüm tepkilere rağmen.
“Gel
içeriden düzelt” diyenler, kendi yayınlarında iki cümle eleştiri yazdırmak için
politik aidiyetlerinin kendilerinden yana olmasını talep ettiler. Genel oy
hakkını tanımayan sendika, demokrasi mücadelesi verdiğini iddia ediyor ama
içeriden düzeltmeye gelenleri yönetimde, şube toplantılarında bile görmeye
tahammül edemiyor. Genel merkezinin de durumu bundan farklı değil.
İnsanların
korktuğu, geriye çekildiği, sendikanın da eski gücünde olmadığı iddia ediliyor.
Bu bir yalan. Gerçek ise şu ki geçmişte tanık olunan o dinamizmi asıl kimlerin
ortaya koyduğu OHAL döneminde ortaya çıktı. Sendikayı sendika yapan hat bugün
olmayınca şube yönetimleri de dernek tipi solculuğu ifa ediyorlar getiriyor.
Turuncu sendikacılık yazısı böyle ortaya çıktı.
Ülke
solunda tuhaf, anlamlandırılamaz bir gerçek daha var. Sünni gelenekten gelen,
Alevi güzellemesi yapıyor, Türk milliyetinden gelenler, Kürt olmaya çalışıyorlar.
Her ikisi de kültürde yurtsuzlaşarak halka sırtını dönüyor. Yunan mitolojisinin
köşe taşlarını yazılarımızda kullanırken Göç Destanı’ndan da Dede Korkut’tan da
bahsettik, Kerbela sürecinden çıkarılacak dersleri ve sembolleri güncelleyerek
bugüne uyarlamaya çalıştık.
Kürt
ve Alevi halkın mücadelesini Türk işçi ve emekçi sınıfların anti-emperyalist,
anti-kapitalist ve anti-faşist mücadele hattıyla birleştirmeye çalışırken ne
Kürt ne de Alevi olduk. Halka değil hakların ortak mücadelesine bağlanırken
geldiğimiz kültürden ve inançtan utanmadık. Her kültürün geri ve ileri yönleri
vardır. Ezilen halktan gelmek, ait olunan kültürün feodal yönlerinin
eleştirilmeyeceği anlamını taşımıyor. Öyle bir atmosfer oluşturuldu ki ezilen
kültür ve inanç eleştiriden muaftır fakat hâkim kültür ve inanç geridir. Bu
yüzden ezilenleri daha da geriletecek ve kurtuluşa götürmeyecek olan
çarpıklıkları eleştirmek sadece bu kimliksel aidiyete mensup çevreye ve
bireylere mülk edildi. Bunu da önemli ölçüde sol yaptı. Oysa ki hiçbir kuş,
başka bir kuşun kanatlarıyla ve kanatlarının üstüne/altına yerleşerek uçamaz.
Çözüm
süreci, esasında solun anti-emperyalist bilincinden uzaklaştırılmasına yönelik
solun çözülüş sürecinin hızlandırılmasıydı. Mücadele edilmemeliydi çünkü süreç “zarar”
görürdü. Bu dönemde Suriye ilhak edildi. Suriye Kürtlerinin üzerine yürümesine
müsaade edilen IŞİD, emperyalizmin Suriye’yi açık işgali için bir gerekçeydi.
Sonra Suriye Kürtleri adına emperyalistler bölgeye çağrıldı. Gelmeleri için
grev ilan edildi. Emperyalizm, “meşruiyeti” IŞİD aracılığıyla buldu. Aynı IŞİD,
Rakka’yı konvoylar halinde terk etti.
Ülkemiz
solu ise bu aşamada anti-emperyalist bir tavır almadı, alamazdı, çünkü
sendikada yöneticiliği, mecliste vekilliği tehlikeye girerdi. Bu da yetmedi.
Aynı sol, canla terle kurulmuş mahallelere giren emperyalizm destekçisi
politika üreten milliyetçilerle kol kola girmeye çalıştı. “Faşistlerin” iş
yerlerine kadar zarar verdiğine yönelik söylemlere ortak oldu. Mahallelerde
uyuşturucu, kumar, alkol ve fuhuş gibi çeteler eliyle yürütülen yozlaştırmaya
yönelik mücadele edenleri “gerici, sekter, kadın düşmanı, eril, ataerkil,
tarikat gibi” diye ithamlarla yalnızlaştırdı. Şimdi o mahalleler çetelerin
elinde ve 16-17 yaşındaki çocuklar uyuşturucu çetelerinin çatışması arasında
kalıp can veriyor, faşistler duvarlara yazı yazıyor, “kentsel dönüşüm” denilerek
konutların elektriği ve suyu kesiliyor, uyuşturucu ve fuhuş artarak devam
ediyor. Buna taraf olan sol, birilerinden “izin alıp” Diyarbakır’da politik hat
oluşturabiliyor mu ki batıdaki mahallelere yönelik söz sahibi olmak istiyor?
9
aydır Filistin direniyor. Orada komünist yapılar, dini referans alıp mücadele
eden Hamas’la birlikte direnmeyi sorun yapmadığı gibi birbirlerinin alnından
öpüyorlar ama ülkemiz solu buradaki muhalifliğini Hamas’a yöneltiyor. Olabilir.
Peki o vakit Donbass’ın komünistleri için neden tek destek açıklaması
yapılmıyor?
Ezilen
halk “sözcülerinin” Suriye’ye emperyalistleri çağırması “mecburiyet”, Donbass
Rus komünistlerinin Ukrayna faşist çetelerine karşı Rusya’yı çağırması “emperyalistler
arası savaş” diye zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Sendikalar, partiler, “sivil”
toplumcular “anti-emperyalist” olup Ukrayna faşistlerine kalkan oluyorlar; işçi
sınıfının gazetesi, buna uygun köşe yazarlarına alan açıyor.
Tüm
yazılarda “Sendikalar ve sol, tarihî görevini yerine getirsin” dedik. Tüm
yetkileri CHP’ye devrettiklerinden bugün CHP; geçinemiyoruz mitingi, öğretmen
mitingi, emekli mitingi düzenliyor. Bu yazıların okunduğundan eminiz. Birileri
CHP’ye sözde ideologluğu bu yazılar üzerinden yapıyor olmalı ki bugün işçi
sınıfının biricik gazetesi CHP mitingi için “emek mitingi” diye manşet atıyor.
O zaman siz ne yapıyorsunuz! Siz küçük burjuva için siyaset üretiyorsunuz.
Söz
uzarsa yazının tadı kaçar. Sonuca bağlamak gerekir. Uyuşturucu, kumar, borsa,
bitcoin, bahis oyunları, fuhuş, ilişkilerdeki çürüme,
ezilenlerin-sömürülenlerin birbirine yönelttiği şiddet, barınma sorunu,
yalnızlaşma, güvensizlik ve güvencesizlik, adaletsizlik ve şikâyet ettiğimiz ne
varsa her yanımızı kuşatmış durumda. Tüm yazılarda emperyalist kapitalizmin
insanımızı nasıl kirleterek sömürdüğünü teşhir etmeye çalıştık. Bir kesim
erkeği ifşa ederken, biz emperyalizmin suçlarını ifşa-teşhir etmeye yöneldik.
Erkeği
ifşa edenler ne tuhaftır ki sol kesimdi. İdeolojiyi ahlak yasası olarak yaşam
biçimi haline getiremeyen çevrelerin politik çıkmazına düşen tartışmalara
girmedik. Eğitemediğiniz insanınız, erkeği değil sizin iç sorununuzu
ilgilendirir. Yoldaşlık kültüründe taciz yoktur, kadın da yoktur erkek de,
sadece yoldaş vardır. O yoldaşla alkol almak, flört ilişkilere kapılmak yoktur.
Çağdaşlık anomalisine kapılarak değerleri, mezarları, ilkeleri terk etmek
yoktur. O yüzden “Yoldaş” sözcüğü, rastgele kullanılacak bir hitap biçimi
değildir. Bedel ödemeyen, bedel ödeyene ve ödemeyene yoldaş değil; sadece
arkadaş olur çünkü yoldaşlık ailedir, ailede bu tür yozlaşma ve çarpıklıklar
olmaz. O yüzden her koşulda aileyi savunduk. Ailesizlik ve mezarsızlık,
yurtsuzluğu getirir.
Bu
yazılar olmasaydı, ne o mitingler düzenlenirdi ne TİP’in feminist vekili
konuşmasına çekidüzen verirdi, ne de sendika açıklamalarında “Filistin” sözcüğüne
yer verilirdi.
Yaşam,
çok sert ve keskin ilerliyor. Zaman, kirli bir su olarak akıyor. Temiz kalan
tek gerçek, 90'ların mücadelesini bugüne taşıyan karanfiller, türküler,
yazılar, biyografiler, değerler, ilkeler ve ahlak.
Küçük
burjuva politikalarına da ezilenleri ve sömürülenleri CHP’de “terapi” edecek
sola da onun sendikal bürokrasisine de ihtiyacımız yok.
Edip
Cansever, Gökanlam 3 şiirinin sonunda “Soğumuş ceylanların ateşten
dilleri kaldı/ bir de sen kaldın buzul mavi” der. El almak gibi soğumuş
ceylandan ateşten bir dil aldık. Ateşten dil de yeri geldi küçük burjuvanın
hassas gururuna dokundu, üzüldü, sert ithamlar olarak algılandı. Ateşten dil,
hiçbir şekilde bir ceylana dokunmadı. Kalpleri dursa da canlarını ateşten
dillerinden alıp yeniden var olacaklar. Bizim yaptığımız ise o dili soğutmamak,
can, o dilde var. O yüzden, canla terle tüm hatalarına rağmen bu zengin
ideolojik birikimi bugüne miras olarak bırakan o güzel insanların geleneklerine
söz etmedik, etmeyeceğiz de. O gelenekleri onlar var etti, uzaktan serap gören
küçük burjuva solu ve bireyleri değil.
Bugün,
o doksanlar konuşulurken otobiyografi ve anı üretenler, üniversite yıllarına
sığınanlar, 12 Eylül’de 15 gün hapiste kalanlar, o doksanların dinamizmini
ortaya çıkaranları tüm acemiliğine rağmen fedakarlığını görmeden eleştirenler;
onların kurduğu mahallelerin tüm imkânlarından yararlanıp orayı rant kapısına
çevirmek isteyenlerdir. O mahallelerde bir bardak çay içilebiliyorsa o
insanların sayesinde olduğu gerçeğiyle yüzleşmekten kaçılıyor. O parti ve
sendika bürolarınız açık kalabiliyor, reformist yayınlarınıza devam
edebiliyorsanız o da bu mücadelenin sonucudur.
Bizi
bugüne getirip bu değerler ortaya çıkartan, bireysel anarşist mücadeleler değil.
Ne öğrendiysek onlardan öğrendik. Küçük burjuva ideolojisinin yüce bireyi ve
politik kâhini olmayı tercih etmedik. “Ben”den ve yayılmaya çalışılan “ben”
kültüründen uzak durduk. “Komünist ben” olmayı reddettik, ideolojinin gereği
buydu. Komünden ayrı düşmedik. Tek başımıza da komün olmaya çalışmadık.
İdeolojiyi, bilirkişilik olarak görmeyip öğrenme mekanizması olarak kabul
ettik. Burada komünist, çevrede Kemalist CHP’li; söylemde kadın hakları
savunucusu, ilişkilerde eril olmadık. İçinden geldiğimiz halkımızı değil, onu
savunması gerekeni solu eleştirdik. Bunu halk ve sınıf için yaptık çünkü o, bu
sürecin en suçsuz olanıydı ve bireyler toplamı değil, bir aileydi. Onun ilerici
geleneklerini öğretici gördük, kolektifin eseriydi.
Halkımıza
karşı yozlaşma bataklığına saplanmış Avrupa insan tipini üstün tutmadık ve Batı’yı
güzellemedik, hiçbir halkı da küçük görmedik. Kendini dışarıda tutarak halkı ve
sınıfı eleştiren her söylem, özünde kolektiften kopuştur. Halkını sevmeyen
hiçbir “sosyalist”, düzenin değişeceğini beklemesin çünkü sevgi, bedel
gerektirir. Sevmeyen, eylemeye cüret edemez, inanç boşluğu bu nedenle tesadüf
ve duygusal değildir.
Duraklama
dönemleri her daim olur; çelişki devam ettiği sürece, sömürü çarkları ve
adaletsizlik işlediği sürece, emperyalizm var olduğu sürece o mücadele hiçbir
zaman bitmeyecek çünkü gecenin en karanlık anı, sabaha en yakın zamandır.
Sonuç
olarak, mücadele önce zihinde başlıyor ve bu duraklama döneminde zihinlerimizi
sömürü karşısında işletecek, diri tutacak bir İştiraki var. Tüm
samimiyetiyle ve özverisiyle bunu yapmaya çalışıyor. Sizde ezilenin ve
sömürülenin sınıf tavrı dışında bir aidiyet aramaz. O nedenle solun önemli bir
bölümü İştiraki olduğu sürece huzursuzluğu her gün yaşayacak. Teşhir,
emperyalizme ve onun fahri temsilcisi sola olduğu sürece İştiraki var
olacak. Evet, birileri sizin düşündüğünüz tüm çarpıklıkları görüyor ve size
ulaşsın diye yazıya döküyor. Bu noktada hangi çevre ve insanı bu kolektifi
eleştiriyorsa iki kez düşünüp karar vermek gerekir. Asıl düşünmesi gereken
bireyler ise bir ayağı yozlaşmada bir ayağı da sınıfsız sömürüsüz düzen
ideolojisinde olduğunu sanan reformist çevrelerin insanları. Sizce yaşadığınız
bu çarpıklığın sorumlusu bağlı olduğunuz yapının şefleri olamaz mı?
Bu,
bir bayrak devridir. Filmlerden, kitaplardan, destanlardan, mitolojiden,
türkülerden, inançtan, kültürlerden ilham alarak dilimiz döndüğünce ve
kalemimiz yettiğince yazmaya çalıştık. İştiraki, dertlerimizi ve
emperyalizme öfkemizi ilk eylemimiz olan sözü üretecek bilinçlere kollektifin
kapısını açıyor. Bu kadar kirlenmenin ortasında temiz kalma çabasını sınıfa ve
kitlelere yaymak için gece gündüz çaba sarf eden İştiraki iyi ki var
diyoruz. Bir tür veda olmasa da yayınlanan yazıları ve çevirileri daha iyi
özümsemek için bir tür ara değil, ideolojik disiplin zamanı diyoruz.
S. Adalı
2 Temmuz 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder