Savaş
sonrası ortaya çıkan en ilginç olgulardan birisi de Yahudi rönesansıdır.
Siyonizmin destekçileri, bugün İsrail halkını yeniden diriltmekten söz ediyorlar.
Büyük göçün insanları, bir kez daha tarihte büyük bir rol oynamakla görevli
olduklarını düşünüyorlar.
Siyonist
hareket, tüm faaliyetleri tekeline alabilmiş değil. Birçok Yahudi, Siyonist
harekete şüpheyle bakıyor, onun İngilizlerin emperyalist politikalarının
kontrolünde ve güdümünde olduğunu düşünüyor.
Yahudi
rönesansı ise çok daha kapsamlı bir olgu. Siyonizm, bu rönesans hareketinin
sadece bir veçhesi, onun içindeki akımlardan biri.
Siyonizm
denilen olgu, savaşın ürünü. Müttefik Kuvvetler’in gündeme getirdiği barış
programı, İsrail’le ilgili eskiden beri dile dökülen hak iddialarına değinmeden
yol alamazdı. Doğu Avrupa’daki Yahudiler, kitleler hâlinde paryalaştırıldılar,
büyük eziyetler gördüler. Burjuva medeniyeti, Avrupa’da Ortaçağ’ın kimi
kalıntılarıyla birlikte, Yahudilerin hukuki düzlemde aşağı konumda olmasına yol
açan düzenlemeleri ve alışkanlıkları bir biçimde muhafaza etti. Dolayısıyla,
bugün İsrailli halkların haklarını vermek ve korumak için yeni bir uluslararası
kanuna ihtiyaç var.
İngiltere,
gayet zeki ve akıllı bir yaklaşım dâhilinde, eskiden kalma Yahudi meselesinin
Müttefik Kuvvetler lehine olacak şekilde yağını çıkartıp ekmeğine
sürebileceğini gördü. Kasım 1917’de Balfour Deklarasyonu, Yahudilere Filistin’de
kendi milli yurtlarını inşa etme hakkını verdi.
Bu
süreçte Wilson’ın ilkelerine yönelik propaganda faaliyetleri yoğunlaştı ve
ilgili faaliyetler İsrail halkının konumunu güçlendirdi. Savaş öncesi dönemde
Yahudilere liberal bir üslupla yaklaşmış bir millet olarak ABD’nin savaşta ve
barışta oynadığı rol, İsrail konusunda dillendirilen hak iddialarına verilen
desteğin epey artmasını sağladı. Barış anlaşması, İsrail’in Milletler Cemiyeti’nin
himayesine girmesine neden oldu.
Barışla
birlikte Doğu Avrupa’daki İsrailli halk topluluklarının özgürleşme süreci de
başlamış oldu. Polonya ve Romanya’da devlet, Yahudilere vatandaşlık hakkı
verdi. Siyonist hareket, İsrail’in sağa sola dağılmış, eziyet gören çocuklarına
Filistin’de Yahudiler için bir vatan inşa edeceğini duyurdu. Oysa İsrail
rönesansının ardında savaşın doğurduğu devrimci kalkışmanın desteği vardı.
Rus
Devrimi, sadece Çarlık rejimini değil, Yahudileri politika ve hukuk düzleminde
eşitsizliğe mahkûm eden tüm uygulamaların kalıntılarını da ortadan kaldırdı. Devrim,
Sami ırkına mensup birçok kişiyi hükümete dâhil etti. Sosyal demokrasinin
iktidara gelmesiyle birlikte Alman devrimi de benzer bir sonucun oluşmasını
sağladı. Marx ve Lassalle döneminden beri Alman sosyalizminin yönetim kadrosunda
birçok İsrailli yer aldı.
Bu
sebeple, reformcu ve devrimci politika, şu veya bu şekilde Yahudilerdeki
canlanmayla bağlantılı. Batı genelinde gerici politikaya güçlü bir antisemitik
renk çalınmış olmasının sebebi bu. Milliyetçiler ve gericiler, Avrupa genelinde
Versay Anlaşması’nı İsraillilerin çıkarlarını ve duygularını esas alıyor
iddiasıyla reddettiler. Bu kişiler, Bolşevizmin Hristiyan medeniyetine ait
kurumlara karşı Yahudilerin geliştirdikleri korkunç bir komplo olduğunu
söylediler.
Antisemitizm,
Avrupa, hatta ABD’de epey yaygınlaştı ve saldırgan bir dil edindi. Siyonizm de
kendisine bağlanmış kimi insanların zihinlerini tıpkı antisemitizm gibi zehirledi,
benzer bir ruh hâlinin oluşmasına yol açtı. Siyonizm, savaş öncesi görülen
krizden evvel varolmayan Yahudi milliyetçiliğini Batılı ve Doğulu
milliyetçiliklerin karşısına çıkartmaya çalıştı.
Bu
krizi nesnel planda gözlemleyen herkes, Yahudilerin reformist ve devrimci
politikada oynadıkları rolü gayet rahat izah edebiliyor. Ortaçağ’da Yahudi ırkı
günahkâr bir ırk kabul ediliyordu. Aristokrasi, asillere has addettiği mesleklerin
hiçbirisini icra etmelerine izin vermiyordu. Bu dışlama çabası sebebiyle dünya
genelinde Yahudiler, tüccar ve zanaatkâr bir ırk hâline geldiler. Kamplarda
tutulan Yahudilerin dağılımına mani olundu. Şehirlerde, ticaretle, tefecilikle
ve sanayiye ait işlerle geçinmek zorunda bırakılan Yahudiler, kent hayatı ve kalkınma
süreciyle iyi ilişkilere sahip oldular. Tam da bu sebeple, Burjuva devrimi
Yahudilere ait özsudan beslendi.
Kapitalist
ekonominin oluşumunda işinin ehli olan tüccarlar ve sanayiciler olarak Yahudiler,
önemli bir rol oynadılar. “Asillere has meslekler”se giderek zayıfladı. Toprak
mülkiyeti dönüştü. Aristokrasinin elindeki imtiyazlar yitip gitti. Böylelikle kapitalist
düzende bankacı, tüccar ve sanayici hâkim konuma geldi.
Bu
tür alanlarda ehil ve hazırlıklı olan Yahudiler, ekonominin cereyan ettiği ana
sahanın tarımdan kente kaymasını sağlayan ilgili tarihsel sürecin tüm
sonuçlarından bir biçimde istifade ettiler.
Modern
ekonominin en karakteristik unsurlarından biri olarak finans kapitalin gelişimi,
sonrasında İsrailli burjuvazinin gücünü artırdı. Günümüzde ekonomik hayat
içerisinde Yahudi, kapitalizm, sanayicilik, kentçilik ve enternasyonalizm gibi
önemli hareketlerin örtüştüğü, en uygun biyolojik faktörlerden biri olarak
görünüyor.
Güçlü
çıkarlar üzerinden, sınırları kesen ilişkiler ve bağlar kuran finans kapital, Batı’nın
tüm başkentlerinde Yahudileri en aktif ve en ehil ajanları hâline getirdi. Tüm bu
sebeplere bağlı olarak İsrail burjuvazisi, demokratik-kapitalist düzene dair
fikirleri ve bu düzenin kurumlarını beğeniyle karşılıyor. İsrail burjuvazisinin
ekonomideki konumu, onu burjuva reformizminin safına fırlatıp atıyor.
Genel
manada bankacılık, siyaset sahasında demagojiyle birlikte ilerleyen oportünist
ve demokratik taktiklere bağlanma eğilimi gösteriyor. Bankacılar olağan
koşullarda burjuvazinin ilerici partilerini destekliyorlar. Diğer yandan,
toprak sahipleri ise muhafazakâr partilere giriyorlar.
Burjuva
reformizmi, Milletler Cemiyeti’ni kudretsiz ve takatsiz bir enternasyonalizmin
aracı olarak kurdu. Kendi çıkarlarıyla uyumlu bir davranış dâhilinde İsrail
burjuvazisi, finans kapitalin yarattığı bu türden bir kuruma beğeniyle
yaklaşmaya mecbur.
Yahudiler
arasında burjuvazi ve küçük burjuvazi yanında proleter güçler de mevcut. Bu sebeple,
Yahudilerin sosyalist ve komünist harekete iştirak etmesi kaçınılmaz.
Peki
Yahudilerin bir ırk ve sınıf olarak iki kat zulüm gördüğü koşullarda onların
devrimci fikre ve duyguya kayıtsız ve duyarsız kalması mümkün mü?
Sahip
oldukları meşrep, psikoloji, yaşam tarzı, kentlerdeki huzursuzluğun izini
taşıyor. Bu da İsrailli halk kitlelerini devrimi tutuşturacak en önemli yakıt
kaynaklarından biri hâline getiriyor.
Devrim,
felâketler ve yıkımlarla tanımlı, gizemli bir niteliği haiz. Bu anlamda devrim,
Yahudi ırkına mensup bireylere özel olarak yönelmeye ve onlarla birlikte yol almaya
mecbur. Aşırı sağ, bu konuda oldukça basit ve yavan bir hükümde bulunuyor,
dolayısıyla, bu tür hususları hiçbir şekilde dikkate almıyor. Onun tercihi,
sosyalizmde Yahudi ruhunun gelişkin hâlini bulmak yönünde. Aşırı sağ, Batılı
Hristiyan medeniyetine karşı gettonun kininin sosyalizmi besleyip büyüttüğünü
düşünüyor.
Yahudi
rönesansı, bir millete ait olma bilincinin yeniden doğuşu olarak gerçekleşen
bir şey değil. O, bir dinin yeniden doğuşuna da işaret etmiyor. Yahudi rönesansı,
esasen Yahudi ruhunu, Yahudi aklını ve Yahudilik duygusunu yeniden doğurma
iddiasında. “Yahudilere ait vatan” meselesi, bu dirilişin dillendirdiği olgulardan
sadece birisi.
Bir
Fransız yazarının da dediği gibi “Dünyanın en hayalci ve en pratik halkı” olan
İsrail halkı, yüzlerce yılın ardından Filistin toprağında bir millet inşa etme
ihtimali konusunda abartılı vehimlere sahip değil.
Barış
anlaşması, ilk planda Yahudilere Filistin’de örgütlenmek ve özgürce yerleşmek
için gerekli aracı temin edemedi. Anlaşmaya göre, Filistin temelde Büyük
Britanya’ya ait bir sömürge. Britanya, Siyonizmi emperyalist politikasına ait bir
teşebbüs olarak görüyor.
Barış
anlaşmasının üzerinden altı yıl geçti. Paris’te iki aylık olarak yayımlanan La
Revue Juive’nin [“Yahudi Eleştiri Dergisi”] aktardığına göre, o günden beri
Filistin’e yerleşen Yahudi sayısı 43.500 civarında. Özellikle ilk yıllarda Filistin’e
göç süreci, İngiltere’nin getirdiği bir dizi kısıtlamaya tabiydi. İngiliz makamları,
göçmenleri sınıra varmazdan önce sıkı bir elemeye tabi tutuyorlardı.
Öte
yandan, Avrupa ve Amerika’daki Yahudilerde Filistin’e yerleşme arzusunun pek
güçlü olmadığı görülüyor. Filistin’e gelen göçmenlerin önemli bir bölümü Doğu
Avrupalı. Bunun nedeni, söz konusu bölgede ekonomik koşulların ağır olması ve
antisemitist fikirlerdeki yaygınlık. Kentli ve Batılı hayat tarzına alışkın
olan Yahudi halk kitleleri kırsal yerleşimlerin ihtiyaçlarına kolaylıkla uyum
sağlayabiliyorlar.
Yahudiler,
genelde sanayici, tüccar, zanaatkâr ve işçi. Filistin ekonomisinin örgütlenmesi
işi, bu anlamda tarım işçilerince üstlenilmek zorunda. Ama Filistin’de Yahudi
yurdu inşa etme girişimi karşısında on iki yüz yılı aşkın bir süredir o
topraklara sahip olan ve orada yaşayan Arapların direnişini buluyor. Filistinli
Arapların sayısı 800.000 civarında. Filistin’de yaşayabilecek nüfus, en fazla
dört ilâ beş milyonu bulabilir.
Diğer
yandan, Charles Gide gibi isimler, Arapların “Vaat edilmiş toprakları ölü
topraklar hâline getirdiğini” söylüyorlar. Bu türden iktisatçılar, bir yandan
da “Kur’an’da toprağın onu işleyene, sulayana, ona can verene ait olduğunu
söyleyen, bu anlamda, toprak mülkiyetini işgal ve talimat üzerine kurup miras
hukukuna tabi kılan Roma hukukundan üstün olan bir kanundan bahseden ayet”i
aktarıyorlar.
Bunlar,
gayet güzel argümanlar. Fakat bugün için bu argümanları dillendirenler şu iki
gerçeği görmezden geliyorlar:
1.
Bugün itibarıyla İsraillilerin nüfusu, toplam Filistin nüfusunun yüzde onu bile
değil, ayrıca yakın dönemde Yahudi göçünün hızlanması pek beklenmiyor;
2.
Araplar, sadece toprakla ilgili haklarını değil, Arabistan’ın, Mezopotamya’nın,
genel manada İngiliz emperyalizminin saldırısı altında olan tüm Müslüman
âleminin bağımsızlığını savunuyorlar.
Siyonizme
bağlı olan İsrailli aydınlar, ait oldukları hareketi ondaki milliyetçilik
üzerinden yüceltiyorlar. Bu noktada, Yahudilerin kendi milli yurtları olmasının
zaruri olduğunu, böylelikle asimile edilemeyen, Avrupa’da kendilerini yabancı
ve rahatsız hisseden Yahudilerin göç edebilecekleri bir yerin oluşması
gerektiğini söylüyorlar. Bugün gettolarda sıkışıp kalmış olan, Orta ve Batı
Avrupa’da antisemitist önyargılarla uğraşan Yahudiler, bir azınlığı oluşturuyorlar.
Siyonistler, vaat edilmiş toprakları ele geçirecek olan Yahudilerin Batı
medeniyetince yüzüstü bırakılmaması gerektiğini, onlarla birlikte olunmasının
şart olduğunu söyleyip duruyorlar.
Einstein,
ahlaki meziyeti açısından Siyonizmde belirli bir değer buluyor.
“Siyonizm, Filistin’de
Yahudilerin manevi hayatına ait bir merkez inşa etme yoluna koyulmuş durumda.
Bu sebeple ben, milliyetçiymiş gibi görünen bir hareket olarak Siyonizmin sonuçta
insanlık için bir değer ifade ettiğine inanıyorum.”
Yahudi
rönesansı gerçek bir olgu ve her şeyden evvel, o büyük düşünürlerinin, büyük
sanatçılarının ve büyük savaşçılarının manevi ve fikri eseri olarak varoluyor. La
Revue Juive dergisine Albert Einstein, Sigmund Freud, Georges Brandes,
Charles Gide, Israel Zangwill ve Waldo Frank gibi isimler katkı sunuyorlar. Doğu
ve Batı’daki devrimci harekette Yahudi ırkına mensup çok sayıda insan yer
alıyor. Bugün tüm bu değerleriyle İsrail halkı, teşekkürü ve hayranlığı hak
ediyor. Yakın tarihte Einstein’ın da dile getirdiği biçimiyle, bu halkın misyonu,
esas itibarıyla beynelmilel ve insani bir misyon.
José
Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder