Dünya
genelinde Yahudilik yeniden canlandı ve bu canlanma, antisemitizmin yeniden can
bulmasına neden oldu. Yahudilerin eylemleri, karşısında antisemitist gericiliği
buldu. “Kutsal Birlik” politikasının savaş süresince benimsediği antisemitizm, savaş
sonrasında her yana yayıldı. Barış, onu bir savaşçı hâline getirdi. Bu ifade,
bir miktar çelişkiliymiş gibi gelebilir. Fakat tarihsel gerçeklere bakanlar, bu
sözün ne kadar doğru olduğunu kolaylıkla göreceklerdir.
Versay
Barış Anlaşması’nı hiçbir milliyetçilik akımı benimsemedi. Bu koşullarda
antisemitizmi yaygınlaşan milliyetçilik ve muhafazakârlık besledi. Antisemitizm,
sağa ait bir duygu ve fikir hâline geldi.
Savaştan
zaferle çıkmış olan ülkelerde ve yenilmiş olan ülkelerde sağcılar, Versay
Barışı’nın kendilerini dışladığını düşündüler. Diğer yandan sağcılar, barış
anlaşmasının mevcut dokusunda enternasyonalizme ait kimi izler buldular. Onda,
kudretsiz olsa da kendisini alenen ortaya koyan, soldan ilhamını almış bir
şeyler olduğunu düşündüler.
Fransız
sağı, barış anlaşmasını püritenlerin, Yahudilerin ve İngilizlerin barış
anlaşması olarak görüp çöpe attı. Korkmadan, çekinmeden, sonrasında veya
eşzamanlı olarak gündeme gelen tüm önerilere karşı çıktılar.
Bugün
Fransız sağına göre barış anlaşmasını dayatan, uluslararası bankacılık
sistemiydi ve bu genel merkezi Londra’da bulunan sistem, büyük ölçüde
İsraillilere aitti.
Sağ,
Yahudiliğin Anglosakson püritenizminin oluşumuna güçlü bir manevi ruh katarak onun
parçası hâline geldiğini düşünüyor. Sonuç itibarıyla, sağ, İsraillilerin,
püritenlerin ve İngilizlerin çıkarlarının örtüşmesinin gayet doğal olduğu
görüşünde. Bu yakınlaşma, çıkarlar arasındaki uyuşma ve ilgili güçlerin
kurdukları dayanışma ilişkileri, barışın da anlaşmanın da aynı zamanda İsraillilere,
püritenlere ve İngilizlere ait olduğu gerçeğini bir biçimde izah ediyor.
Burada
Fransız gericiliğine mensup yazarların teorilerinin izini, soyut ve çelişkili
görüşlerle örülü yol üzerinden, püritenizmin ve kapitalizmin köklerine dek
sürmeye gerek yok. Sadece basit kimi sebeplere bağlı olarak, barış anlaşmasının
metnini yazanların, orada İsraillilere ait kimi hak iddialarını kabul
ettiklerini söylemekle yetinelim.
Anlaşma,
Milletler Cemiyeti’ne üye devletlerdeki etnik ve dini azınlıklara verilmiş olan
hakların Polonya ve Romanya’daki Yahudilere verilmesi gerektiğini söylüyor. Bu karar
üzerinden, Polonya ve Romanya’da İsraillilerin maruz kaldıkları, Ortaçağ’dan
miras alınmış olan hukuki ve politik eşitsizlikler, tek darbede ortadan
kaldırılıyor.
Fakat
öte yandan, Versay Anlaşması’nda yeniden bir millet olarak alınan Polonya,
Çarlık rejiminden ona ait antisemitist yöntem ve alışkanlıkları da miras aldı.
Ayrıca bu ülke, dünyadaki en büyük Yahudi nüfusuna ev sahipliği yapan yer. Gettolarda
yaşayan, toplum nezdinde ayrımcılığa tabi tutulan, sürekli, sistematik olarak
pogromlara (katliamlara) maruz bırakılan Yahudilerin nüfusu 3 milyonu aşıyor.
Dolayısıyla,
buradaki Yahudi sorunu diğer yerlere göre daha yoğun. Tam da bu sebeple Versay Anlaşması
üzerinden Yahudiler lehine alınmış olan kararlar, başka ülkelerde görülen
antisemitist ajitasyonu katbekat aşan bir ajitasyon faaliyetine sebep oluyor.
Polonya’nın
savaş sonrası Avrupa siyasetinde oynadığı rol de bu ülkede iktidarın antisemitizmin
kontrolüne girmesine neden oldu. Fransa’da gericiliğin hâkim olduğu bir dönemde
bu ülkenin nüfuzuna ve güdümüne giren Polonya’ya Rus Devrimi’nden sızan
tehlikeli unsurlara karşı Batı’yı savunma ve koruma görevi verildi. Bu politika,
muhafazakâr sınıflara bel bağlamak, onlardaki önyargıları ve Yahudi karşıtı
öfkeyi beslemek zorunda. Burada İbrani olan herkesin ve her şeyin ayrım
gözetmeden Bolşevizme meyilli olduğuna dair şüphe, epey güçlü.
Polonya,
bugüne dek antisemitizmin en acımasız yüzüne tanık olduğumuz ülke. Burada
antisemitizm, sadece şoven ve milliyetçi kalabalıkların gerçekleştirdikleri
katliamlarda vücut bulmadı.
Barış
anlaşmasının dile getirdiği yükümlülüklere ilkin hükümet karşı çıktı. Polonya’dan
gelen son haberler de bunu söylüyor:
“Polonya’da hükümet ve
toplum kaynaklı antisemitizm giderek güçleniyor. Bugüne dek Çarlık Rusyası’nın
Polonya’ya miras bıraktığı, belirli kesimleri istisnai gören kanunlar, hâlen
daha yürürlükten kaldırılmış değil.”
Romanya,
antisemitizmin yoğunlaştığı diğer bir ülke. Burada da güçlü bir İsrailli
azınlığı mevcut. Zulüm, bu halkın göç etmesine neden olmuş. Bugün Filistin’e
göç edenlerin önemli bir bölümü Romanyalı. Ülkede kalanların sayısı ise 755.000’i
buluyor.
Tüm
Avrupa’da olduğu gibi Romanya’daki Yahudiler de kentli. Diğer Doğu Avrupa
ülkelerinde olduğu gibi Romanya’da da yasama ve idare, tümüyle toprak sahibi
sınıfın çıkarları üzerine kurulu. Bu demek değil ki Yahudiler, kentlerde çile
çekmiyorlar. Kentlerde de köylülere ait fikir ve duygular güçlü.
Rumen
milliyetçiliği ve muhafazakârlığı, Yahudilere vatandaşlık hakkı ve serbest meslek
sahibi olma hakkı verilmesini hiçbir zaman bağışlamadı. Antisemitist nefret,
üniversitelerde giderek güçleniyor. İsrailli öğrenciler, bu nefretin sert
yüzüne her gün tanık oluyorlar. Antisemitizm, bugün üniversitelere sınırlı
sayıda İsraillinin alınmasını istiyor.
Sınırlı
sayıda İsraillinin üniversiteye girmesini öngören karar, komünist devrimin
yaşadığı yenilgiyi antisemitist terör döneminin takip ettiği Macaristan’da uzun
zamandır yürürlükte. Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanların gördüğü zulümden
daha ağır bir zulmü gören komünistler, bir dizi katliamla yüzleştiler. Bu terör
döneminde Yahudiler, kanunların ve mahkemelerin koruması altında olma hakkını
tümüyle yitirdiler.
Bir
İsrailli olarak Bela Kun, Macar Sosyalist Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanıydı. Bu bile
tüm Yahudi ırkının ağır baskılara maruz kalması için yeterli görülüyor. O günden
beri antisemitist öfke, hiçbir şekilde dinmedi.
Macar
faşizmi, kontrol ettiği kalabalıkları dönem dönem Yahudilerin üzerine salıyor. Hristiyanlık
adına eyleme dökülen öfke, son dönemde Macaristan Başpiskokosu Kardinal Csernoch’un
tepkisine yol açtı. Kardinal, bu “menfur eylemler”i gerçekleştirenlerin yapıp
ettiklerini meşrulaştırmak için Hristiyanlığı kullanmalarına karşı çıktı ve
şunu söyledi: “Bu bin yıllık koltukta oturan kişi olarak ben, bunların imandan
veya hukuktan yoksun kişiler olduklarını haykırıyorum.”
Batı
Avrupa’da antisemitizmin uyguladığı şiddet, Doğu Avrupa’daki düzeyde değil. Burada
ahlaki yapı ve tarihsel zemin farklı. Batı Avrupa’da Yahudi sorunu ciddiyet arz
edecek düzeylerde değil. Burada antisemitizm, biraz daha güçsüz, o kadar
yaygınlık arz etmiyor.
Fransa’da
aşırı sağın sesi çok çıkan ama aslında ufak olan belirli bir kesimiyle sınırlı.
Bu ülkede antisemitizme L’Action Française ev sahipliği yapıyor. Liderliğini
ise Charles Maurras üstlenmiş.
Devrimle
birlikte antisemitizmin tehlike arz edecek ölçüde mayalandığı Almanya’da ilgili
akım sadece iki partide dil bulabiliyor. Almanya Milliyetçi Partisi ve Faşist
Parti. Almanya’da ırkçılığın en önemli savunucusu, Alman general ve siyasetçi
Erich Luddendorff. Bu tür isimlerin öncülük ettiği ırkçılık, Yahudiliği
şeytanlaştırıyor ve sosyalizmin bu “şeytan”ın işi olduğunu söylüyor. Ama ülkede
bu türden batıl inançları pek ciddiye almayan geniş bir sağcı kesim var. Yahudi
iş adamları ve finansçılardan oluşan İsrailli plütokrasisi ise Halk Partisi’nde
kümelenmiş durumda.
Tüm
dünya genelinde gericilik, belirgin bir antisemitist eğilimi içeriyor. İsraillilerse
demokrasi ve devrim cephesinde dövüşüyorlar. Antisemitist ve gerici bir yazar
olarak Georges Batault, bu durumu şu şekilde izah ediyor:
“Beynelmilel Yahudilerin
elinde devrim ve Milletler Cemiyeti denilen iki kart varken antisemitizmin
elinde milliyetçilik kartı var.”
Aynı
yazar, devamında, Siyonizmin Yahudi sorununa çözüm sunabileceğini söylüyor.
Bugün
Avrupa’daki milliyetçilik akımları el ele vermişler, hep birlikte Yahudi
milliyetçiliğini imal etmek için uğraşıyorlar. Zira bu akımlar, Yahudi milleti
teşkil edildiği takdirde dünyayı Sami ırkından kurtaracağını düşünüyorlar. Her şeyin
ötesinde milliyetçilik içre akımlara mensup kişiler, tarihi düşman milliyetçilik
akımlarıyla savaşçı emperyalizmin bir mücadelesi olarak görüyorlar. Üstelik bundan
gayrı bir tarih anlayışına da sahip değiller.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder