Pages

30 Nisan 2024

Umut


Herifler gelir kapınızı mühürler, “umuda mühür vurulamaz ki” dersiniz. Yattığınız yerden. Kalkmadığınız yerden. Tabii ağbi. Nasıl vuracaklar. Olabilir mi böyle bir şey. Alırlar en güzel gülüşlü adamları, en güzel gözlü kadınları, saçlarından çeke çeke, taciz ede ede, hayallerini eze eze; “umuda kelepçe vurulamaz ki” dersiniz. Onlar da öyle derler, yani kelepçe bileklerine vurulmuştur sonuçta. Yoksa umuda nasıl vuracaklar. İzin verirler mi hiç. Arada bir öldürürler, karınları acıkır, öyle gerekir; bizi öldürürler, sonra siz bir yerlerden çıkarsınız ve “umudumuz ölmedi ki” dersiniz.

Siz hep bir şeyler söylersiniz. Siz hep aynı şarkıyı. Beraber üniversite sınavlarına hazırlandığımız arkadaşlarımız gözaltında oldukları için sınava giremediklerinde, girenler okullarını bitiremediklerinde, bitirenler akademiden kovulduğunda, kimseden saygı görmediklerinde, o zehir zemberek çocuklar hayatın dışına paslanırken, bin bir emekle attıkları her gole ofsayt bayrağı çekilirken ve siz evlerinizde Twitter kahramanlıkları kovalarken oturup dinledik sizi. Umut üşümez. Umut yorulmaz. Umut dinmez. Yattığınız yerden. Bomboş kuruntularınız içinde boğulurken. Bize hiç laf düşmezken. Biz sizi çok dinledik ya. Arkadaşlarımızın cenazelerinde de dinledik sizi. Söylemedik, dilimiz varmadı, “öldü lan işte, orada yatıyor” diyemedik. Siz bütün acılardan yeniden doğmayı bildiniz ama bak. Siz o kadar da boş durmadınız. Acı çektikçe dumanı üstünde şiirler yazdınız, dergiler, kitaplar çıkardınız; o acılardan beslenip küçük küçük acı aforizmaları ürettiniz, sattınız millete, yediler. Hoşunuza gitti. Siz hayatlar kurdunuz, boş durmadınız, sizin umudunuz başka yerlerdeydi çünkü, siz o kapılardan eli boş dönmediniz. Söylemeye devam ettiniz. Ediyorsunuz. Edin. Biz orada değiliz.

Umut öldürülür. Bizim umutlarımız kırılgandır. Çelik zırhları yoktur. Örgü yelekleri vardır olsa olsa. Bir iki dost gülüşü vardır, korur yetebildiği yere kadar. Sevdiklerimiz de incitebilir bizi, çünkü biz sevince “sevdiğimiz” için. Hayallerimiz ölebilir, çünkü hayat başka türlü olduğu için. Ama biz hayata inanmaya devam ederiz. Aslolan hayattır. Yaramızı kabulleniriz. O yarayı kimseye satmadan yaşamaya devam ederiz. “Acımadı ki” demeyiz, acıyı inkâr etmeyiz, bize öğütlediği şeyleri duyabilmek için. Yeniden yola koyulabilmek için. Siz belki hiçbir zaman tam olarak düşmezsiniz, ayakta da durmazsınız ama biz günü gelir kalkarız. Sonra hiç utanmadan yattığınız yerden elinizi uzatırsınız, sizi de yattığınız yerden kaldırırız.

Nice 1 Mayıs’larda görüşmek dileğiyle, umutları kurşungeçirmez, mühür tutmaz, süper kahraman kardeşlerim.

İmgesu Ünal
30 Nisan 2017

29 Nisan 2024

Tatil-Sen 34 No’lu Şube



1 Mayıs’a üç gün kaldı.

Kazancı Yokuşu’nda gerçekleştirilen anmada sunucu tarafından sendikaların ve meslek odalarının başkanları konuşma yapması için tanıtılırken sıra mimar ve mühendisler odasına geldiğinde “TMMOB’un lideri ve başkanı” diye takdim edildi. Hiç kimseden bir uyarı gelmedi. Demek ki mimar ve mühendislerin bir lideri varmış(!) Aynı şekilde, KESK eşbaşkanı da var, o da konuşmasını yaptı.

TTB adına konuşan Şebnem Korur Fincancı, 1 Mayıs 77 katliamının “neoliberal patriyarkal kapitalizmin yollarını döşemek için” yapılan katliamlardan olduğunu söyledi. Bu söyleme göre “patriyarkal kapitalizm” kavramının tarihselliği çöküyor. Yaklaşık 50 yıllık bir geçmişe sahip oluyor. Söylemin savunucuları bile çelişki yüklü konuşuyor.

Kapitalizm, kapitalizmdir; neoliberalizm ise kapitalizmin kendini yeniden üretmek için pratiğe döktüğü yeni bir biçimdir, öz değişmez, emek sömürgenidir. Bir diğer husus da kitlenin ara ara alkış tutmasıdır.

Kazancı Yokuşu’nda ortaya çıkan tablo, emek mücadelesinin ne aşamaya getirildiğini daha net gösteriyor. Kapitalizm çözümlemesinden uzak, cinsiyetler üzerinden sivil toplumculuk mücadelesi veren, eşbaşkan-lider konumlarıyla sınıflara hedef tayin edemeyen yapısal bir kriz.

Mimar ve mühendislerin “liderlerini” İliç için adalet mücadelesinde göremezsiniz. Konuşmasında katliamların hesabını soracağını dile getiriyor. Çorlu’nun, Soma’nın, Ermenek’in, Hatay’da odanızın yönetiminde yer alan şahsın inşa ettiği çöken rezidansın, depremlerin hesabını sorabildiniz mi? Öyle bir mimarlık-mühendislik hattı ortaya koyabildiniz mi?

Patriyarkadan bahseden TTB ve KESK, Siyonizm tarafından katledilen kadınlar için bir miting ve yürüyüş dahi düzenleyemedi. Bugün halkın hekimliği anlayışına sahip bir TTB yok. Sokakta mesleği, emeği, halk sağlığı için afiş yapıştıran, mahallelerde gönüllü şekilde ilk yardım ve çeşitli konularda halka danışmanlık ve koruyuculuk yapan bir TTB de yok. Öyle olsa halk sizi daha çok benimser, size siper olur. Hekimin beyaz önlüğü bugün için otoritenin cübbesine dönüşmüş vaziyette.

Kazancı, 29 Nisan’da bir kez daha ziyaret edilecek fakat 77’de katledilen işçi-emekçi kadınları anmak için! Sendika ve meslek odalarının feminist oluşumları tarafından. 1 Mayıs’a böyle gidiyoruz. Sendika ve meslek odalarındaki durum bu.

Öte yandan, 1 Mayıs günü toplanma alanlarının da duyurusu sendikalar tarafından yapıldı. KESK Beşiktaş’ta toplanıyor; sendika önlüğü ve şapkasıyla. Olumsuz bir durum yaşanırsa kendi üyesini tanıyıp(!) olumsuz duruma maruz kalan başka işçi-emekçiyi “bizden değil” diyerek savunmamak için belki de!

1 Mayıs’a yaklaşırken 2024’ün ilk çeyreği de kapanmış durumda. Filistin’de mücadele halen sürüyor ve Colombia Üniversitesi ve İngiltere’de öğrenciler İsrail’le ticari ve askeri anlaşmaların iptal edilmesine yönelik protestolar gerçekleştiriyor.

Bu süreçte İliç’te işçiler toprak altında kalarak, Beşiktaş’ta yanarak can verdi. İşçi cinayetleri bu yıl da devam etti çünkü sömürü son bulmadı.

Adalet ve emek mücadelesi parçalı şekilde de olsa büyüyor. 27 Nisan'da TBB/avukatlar Ankara’da “savunma” ve adalet mitingi düzenledi. 20 Mart’ta Ankara’da bir araya gelen ataması yapılmayan öğretmenler mülakatın kaldırılması için miting düzenledi.

28 Nisan’da yine Ankara’da bir araya gelen öğretmenler, atanma taleplerini yağmur ve dolu yağışına rağmen dile getirdi. Aynı gün KESK ise İstanbul’da düzenleyeceği 1 Mayıs öncesi etkinliğini hava şartları nedeniyle iptal etti. Ataması yapılmayan öğretmenler ve emekliler için CHP miting düzenleyeceğini iddia ediyor. Yani ortada sendikalar yok çünkü partiler de sendikalar da meslek odaları da tarihsel görevlerini CHP’ye devrettiler.

1 Mayıs’a bu şekilde gidiyoruz: Sendikaların, sol çevrelerin ve yayınların, meslek odalarının ve partilerin 1 Mayıs özelinde emeği ve sınıf mücadelesini tasfiye edişiyle.

Yoksul mahallelerin ve iş yerlerinin durumuna gelince, bu alanlarda da 1 Mayıs’a yönelik güçlü bir çalışma yok. Kıyıya köşeye yapıştırılmış birkaç afişi saymazsak.

S. Adalı
28 Nisan 2024

Fransa-İsrail-Filistin: Güzellik Adına Çözün Şu Beş Düğümü


Tüm bu güzelliğe ne olacak?

[James Baldwin]


Ezilenin ve sömürgeleştirilenin şiddetini mahkûm edip ona dikkat çekmek
sadece ahlak dışı değil aynı zamanda ırkçı bir pratiktir.
”[1]

[Hamza Hamuşen]


Ekim 2023’te, “Amerikan Kızılderilileri” veya Avustralya ve Tazmanya yerlileri gibi ezilen ve yok olmaya mahkûm edilen bir halkın savaş güçlerinin inisiyatifiyle başlayan olaylar dizisi, Badiou’nün “olay” dediği şeye denk düşer.

“Öncesi ve sonrası vardır” sözü, 11 Eylül’den bu yana bu kadar anlamlı bir şekilde ortaya çıkmamıştı. Filistinlilerin normalleşme sürecinin gölgesinde ağır ağır öldüğü önceki huzurlu hâlden eser kalmadı. Artık bir halk, imha edilen halkların kaderini yaşamayı reddetti ve bu reddiyeyi kendisine işkence edenlerden kalan yegâne biçim altında dile getiriyor. O günden beri biz, hakikatin dil bulduğu o uzun ve acı dolu anları yaşıyoruz.

Bu her bir momentte bir düğümle yüzleşiyoruz.

Batı’da ve Fransa’da birleşmediğimiz takdirde bizi süpürüp atacak olan o dalga karşısında bir kez daha umutlanacaksak, o düğümleri çözmekle ve hakikatle tüm çıplaklığıyla yüzleşmekle işe başlamalıyız.

Benim görebildiğim beş düğüm var. Fazlası varsa eksikleri okur gidersin.

1. İdeolojik Düğüm veya Süleyman Düğümü

7 Ekim saldırılarının ertesi günü yüzlerce, belki de binlerce İsrailli, Yahudi devletinin havaalanlarına akın etti. Amerika’ya, İngiltere’ye, Fransa’ya, Almanya’ya, Polonya’ya, Rusya’ya, Fas’a kaçtı... Hepsinde geldikleri ülkelerin pasaportları vardı. Ekranlara yansıyan bir tek görüntüyle “topraksız halk efsanesi” birden çöktü. Tuz buz olan o yalan, yerini gerçeklere bıraktı: Gazzeliler, o topraklardan kaçma imkânına sahip değil. Başka bir ülkenin pasaportundan da yoksunlar. 1948’de paylaşmayı reddettikleri ata toprağında yaşıyor, hayatta kalmak için uğraşıyor ve ölüyorlar. Hakikatin dil bulduğu bir an bu.

Tevrat’ı, Nevi’im’i ve Ketuvim’i içeren İbrani kutsal kitabı Tanah’ta Kral Süleyman’ın bir bebek için kavga eden iki kadın arasındaki kavgaya akıllıca bir çözüm bulmak zorunda kalışından bahsediliyor. Bebeğin hangi kadına verileceğine karar vermeden önce Süleyman, bir kılıç istiyor ve bebeğin ikiye bölünmesini emrediyor. Devamında, parçaların iki kadına verilmesini söylüyor. Kadınlardan biri kabul ederken, diğeri bebeğinin öldüğünü görmemek için hakkından vazgeçiyor. Süleyman, o an hakkından vazgeçenin gerçek anne olduğunu söylüyor. Çocuğun hayatını kurtaran Süleyman, hakikatin bu şekilde açığa çıkmasını sağlıyor.

1948’de Filistin’in bölünmesi teklif edildiğinde Siyonistler bunu kabul, Filistinliler ise reddettiler. Hakikatin dil bulduğu bir andı bu.

Sonra bir efsane imal edildi, bir düğüm atıldı.

Oysa İsrail’in gelişip serpilmesini sağlayan şey, tam da bu hakikatin, asli hususun silinip gitmiş olmasıdır. Filistinlilerin aynı anda Yahudi, Müslüman veya Hıristiyan olabileceğini ve onların yalnızca toprakla olan tarihsel ve toplumsal bağlarıyla tanımlandıklarını, herhangi bir inançtan ari olduğunu unutmayın.

Yahudilerse toprağa ve her türden devlet milliyetçiliğine fersah fersah uzaklardı. Ama bir düğüm atıldı ve İsrail milli kimliği, diasporada yaşayan ve çoğunlukla enternasyonalist olan Yahudi kimliğine halel getiren bir seyir üzerinden oluştu.

Fransız emperyalist devleti ve 1845’teki katliamdan beri hükmünü yürüten solcu ve sağcı politik güçler, o bebeğin ikiye bölünmesi için baskı uygulayanlar arasında bulunuyorlar. Dolayısıyla, artık yaşanan çatışmayı Seine nehrinin kıyılarına taşıma fikrine karşı çıkanların hilelerine son vermenin vaktidir.

Şu korkakların ve insanların elindeki gücü çalanların fikridir: “Fransa ve Dünya’daki Yahudiler ve Müslümanlar çatışmayı yaşadıkları ülkelere taşıyorlar. Çalkantılı, kabilesel, ilkel ve arkaik içgüdülere sahip iki azınlığın uygunsuz eylemleri nedeniyle masum beyazların gündelik rutinleri bozuluyor.” Bu fikir yanlış. Çatışmanın ana kaynağı, Batılı güçlerin çıkarlarıdır. Başından beri o güçlerin eseriydi. Bu sebeple, bebeğin bölünmesi (genel manada çocukların kaybı) meselesine geri dönülmeli, ilk düğümü bilinçli bir müdahaleyle buradan çözmeliyiz.

2. Ahlaki Düğüm veya Zidane Düğümü

4 Eylül 1997’de 14 yaşındaki Smadar, İsrail’deki bombalı intihar saldırısında öldürüldü. Eski bir İsrail generalinin kızı olan annesi Nurit Peled Elhanan, Binyamin Netanyahu’nun çocukluk arkadaşıydı. Eski Başbakan Netanyahu, başsağlığı dilemek için kendisini aradığında gözyaşları içinde şunları söyledi: “Ne yaptın sen Bibi? Kızımı öldürdün!”

Hiçbir sömürgeleştirme pratiği masum değildir. Çocuklar hariç. Ne var ki 7 Ekim saldırıları sonrası İsrail’de doğmuş çocuklar öldü. Bu gerçek herkesi yaralar, en meşru direniş bile yara alır. Bu tespit, Filistin direnişi için de geçerlidir.

Zulüm, insanı vahşileştirir. Dresden, Güney Afrika, Cezayir ve Vietnam’da da yaşanan buydu. Peki ama asıl sorumlular kimler? Nurit Peled, sorunun cevabını veriyor. Sorumlu, Bibi. Devam eden etnik temizliğe ve dökülen onca kana rağmen Hamas’ı kınamayı reddeden Gazzeliler, bize sorumluyu söylüyorlar: Bu kıyımın sorumlusu Bibi. Bu da hakikatin dil bulduğu bir başka an.

Hiçbir sömürgeleştirme pratiği masum değil. Herkes Sezar’ın formülünü bilir. Edwy Plenel bile. Bu formüle göre, yerleşimci zulmettiği halkın direnişine illaki maruz kalır. Demek ki zulüm sürdükçe o halkın hayatı her daim tehlikededir. Sömürgeci genişleme pratiği devam ettiği sürece kimse güvende olamaz. Sömürgenin varolma hakkını inkâr eden sömürgeci, eylemlerinden sorumludur. Çünkü sömürge, kendisine yönelik zulmü asla kabullenmez ve uluslararası hukukun kendisine bahşettiği “her türden araçla” direnme hakkına başvurur. Dolayısıyla, istisnasız tüm çocukların masum olduğu doğrudur, ama ayrıca ebeveynleri onlara karşı sorumludur.

Nurit Peled de meseleyi bu şekilde anladı, dolayısıyla, yavan bir barış eylemcisi değil, devrimci bir barış eylemcisi hâline geldi. Bu sorumluluk, sadece İsraillilere ait değil elbette. Fransızlar da sorumlu olan bitenden. Çünkü kendisini yorulmak nedir bilmeden, masummuş gibi sunmak adına yol açtığı tüm düğümlerin üzerini örten Fransa halkına da sorumluluk düşüyor.

Bu düğümlerden biri de Zidane düğümü. Fransızlar, Zidane’ı çok seviyorlar. Öyle çok seviyorlar ki 1998’den beri hiçbir ünlü onun düzeyine erişebilmiş değil, bu hâliyle, Zidane “Fransa’nın en sevilen kişi”si unvanını kimseye bırakmıyor. Oysa Zidane, Cezayirli bir ailenin oğlu. Ailesi, bağımsızlık mücadelesi vermek suretiyle onurlarını kurtaran ve ona yeniden kavuşan bir halka mensup. Bu bağımsızlık mücadelesi, barış mücadelesi biçimini de aldı, silâhlı mücadele yürütüp Süt Barı’na düzenlenen saldırı türünden terörist saldırılar da düzenledi.

Fanon’un da dediği gibi: “Sömürgeleştirme pratiği, doğal hâliyle icra edilen şiddettir ve ancak kendisinden daha büyük bir şiddete boyun eğer.” Demek ki bugün Fransızlar, silâhlı mücadele neticesinde insan sıfatına sahip olmuş birini seviyorlar. İşte bu, önemli bir düğüm. Bu, benim attığım bir düğüm değil, Dien Bien Phu’yu kendi zaferleri olarak görmeyi reddeden ve Zidane’ı tıpkı Haneke’nin Saklı filminde Daniel Auteuil’in oynadığı, kendi geçmişinin yeniden su üstüne çıkıp hayatını kuşattığını gören karakter gibi, hiç ceza almadan ve tüm masumiyetiyle sevmeye devam etmek isteyen Fransız halkına ait. Bu Zidane düğümü bana değil, Fransızlara ait. Bu düğümü çözme konusunda Sartrcı anlamda “özgür”ler.

3. Bir Düğüm Olarak Yahudi Göstergesi

Medyadaki birçok Siyonist, aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu yaklaşık 1.400 İsraillinin öldürüldüğü 7 Ekim saldırısı üzerinden yapılan İsrail yanlısı mitinglerde “Yahudi olmayanlar”ın bulunmamasıyla ilgili kaygılarını dile getirdi. Bu mitinglerde, sadece sağcı politik liderlerle Siyonizme örgütlenmiş Yahudi cemaatinin belirli bir kısmı yer alıyordu. 12 Kasım günü düzenlenen “Antisemitizm karşıtı” gösterideki toplumsal bileşim, tek bir ayrıntı dışında, diğer gösterilerdeki bileşimin aynısıydı: bu seferki gösteriye tüm antisemitik aşırı sağ katılmıştı. Ülkenin “yerli”si olan, orta ve alt sınıflara mensup yurttaşlar, eylemde yer almadılar. Peki ama neden? Çünkü eylemin içeriği bu insanları hiç ilgilendirmiyor. İşte hakikatin kendisini dile döktüğü bir an daha.

Uzun zamandır bu insanlar, koca dünyanın kaderiyle zerre ilgilenmemişler, ırkçı devletin bütünlüğü denilen mantığa duçar olmuşlar. Emperyalist hâkimiyetle ilgili olanlar, “ötekilerin ortadan kaybolması”yla hiç ilgilenmiyorlar, “hâkimiyet” teriminin Gramşici anlamına hiç bakmıyorlar. Solda ve sağda karşımıza çıkan üst ve eğitimli sınıfları tanımlayan (ve Yahudilerle de pek ilgilenmeyen) o Yahudi hayranlığından bile eser yok bunlarda. Yahudiler veya İsrailliler “ortadan kayboluyor”, ama bu insanlar, uyumaya, alışveriş yapmaya devam ediyorlar. Yaşananlara Ruanda soykırımı, Libya ve Irak’taki yıkım gibi yaklaşıyorlar. Bu kategorideki kişiler nezdinde “her şey Yahudiler için” görüşü hükmünü yitiriyor.

Diğerleri ise iki kategoriye ayrışmış durumda:

* En geniş manada sol içerisinde yer alan, Siyonizm karşıtı olmayan ama az çok sömürgecilik karşıtı olanlar: bunların büyük bir kısmı, İsrail’in “Ortadoğu’daki yegâne demokrasi” olduğu yalanının açığa çıktığı koşullarda (Ruffin, Garrido, Corbière ve Autain hariç[2]) İsrail yanlısı önyargılarını gizleyen maskeleri takma gereği duymuyorlar.

* Aşırı sağın kitle tabanını teşkil edenler. Siyonizmle sorunu olmayan, Yahudi hayranlığı maskesini iktidarı ele geçirme hedefi doğrultusunda takan antisetimist idarecilere kıyasla daha az stratejik davranan bu kesim, numara yapmıyor. Yahudilere yönelik güçlü bir nefretleri var. Gösteri sonrasında Oise’de 1914-1918 arası dönemden kalma Alman askeri mezarlığındaki Yahudi mezarlarını bunlar tahrip etti. Ulusal Birlik’teki Yahudi hayranlığı üzerine kurulu normalleşme politikasına karşı çıkanların kıçına tekme atılacak mı? Soru bu.

Tarihsel antisemitizmin genel kamuoyu nezdinde güç kaybettiği koşullarda, Yahudilerin dostları sayıca giderek azalıyor. Bunun bir sebebi, Yahudilerin Siyonizme örgütlenmesiyse bir sebebi de Batı’daki ulus devletlerde görülen yapısal antisemitizm/Yahudi hayranlığı.

Buna karşılık, Filistinlilerin dostlarının sayısı giderek artıyor.

Halkın bilincinde İsrail imajının darmaduman olduğu koşullarda, dünya genelinde, güney ve kuzeydeki birçok ülkede çok sayıda Filistin yanlısı gösteri düzenleniyor. Batı’nın ve Arap coğrafyasının egemen sınıflarının duygularıyla halkın duyguları arasında bir uçurum oluşuyor. İlk kesim İsrail’i büyük güçler veya işbirlikçi güçler olarak sahip oldukları çıkarların bekçisi olarak görüp desteklerken, halklar, kendi devletleriyle sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliği düzeyinden bağımsız, Filistin’i ezilen bir toplum olarak görüp destekliyorlar. Başka bir ifadeyle, halkın bilincine hükmetmek için kullandıkları ideolojik aygıtın bir ürünü olarak İsrail propagandası çöküyor. Bu propagandanın ürünleri ya ilgisizliğe ya da Yahudilere yönelik husumete yol açıyor. Bir yandan da Filistin halkının mücadelesi, halkın devrimci romantizmini beslemeye devam ediyor.

İsrail, bu süreçte Yahudileri genel insanlıktan kopartıyor. Filistin ise Filistinlileri genel insanlık ailesine dâhil ediyor. Bu anlamda, Siyonizm ayrıştırıyor, antisiyonizm birleştiriyor. İkna olamayanlar, açıp gözlerini, gerçeğe baksın: 7 Ekim’den beri beyazların medyası, soteye yatıp antisemitik, Yahudi düşmanı provokasyon bekledi durdu. Ama ne yazık ki Gazze’den korkunç görüntüler gelmesine, ölü sayısı on bini aşmasına rağmen, hiçbir gösteri ve eylemde tek bir olay bile yaşanmadı. Bu, tüm dünya için geçerli bir tespit. Dünya genelinde, Montreal’den Rabat’a, Paris’ten Şikago’ya, Londra’dan İstanbul’a, Madrid’den Brüksel’e milyonlarca insan, Filistin’e desteklerini haykırırken tek bir Yahudi karşıtı söz işitilmedi. Buradan şu sonuca ulaşmak mümkün: antisiyonizm mevzi kazandıkça o “kara cahil” veya “barbar” denilen kitleler şahsında Yahudi düşmanlığı da o ölçüde azalıyor. Kitleler politikleştikçe gerici eğilimler sahneden çekiliyor. Başka bir ifadeyle, Siyonizmi ve antisemitizmi üretenin kapitalist devletler olduğu görüldükçe bir toplum olarak Yahudiler, yalanlara bir vakitler teslim olmuş kişilerin gözünde bile aklanıyor. Asıl “Yahudiler eşittir İsrailliler” denklemini kuranlar antisemitik ve bu kişiler, Yahudi toplumu için fazlasıyla tehlikeliler. Bu kişiler antisemitik, çünkü bir toplumun farklı politik tercihlerini belirli bir öze bağlıyorlar, ayrıca Siyonizmin vücut bulmuş hâli olan İsrail devletinin somut suçları konusunda Yahudilerin suçlanmasına neden oluyorlar.

Bugün Yahudilerin kendilerini güvende hissedecekleri bir yer varsa o da dünya genelinde süren Filistin yanlısı gösterilerdir. Politik düşünme pratiği Filistin mücadelesine destek sundukça Siyonisti Yahudiye denkleyen yaklaşımı hükümsüz kılıyor. İnsanlar, adalet ve hakikat temelinde bir araya geliyorlar. Demek ki bizim ortadaki düğümü çözüp “Yahudi” denilen göstergeyi emperyalist güçlerin ve onlara ait aygıtların pençesinden kurtarmamız gerekiyor.

Bu da yetmez. Sol Siyonizm de eleştirilmeli. Fransa’da antisemitizmin yapısal bir maraz olduğu görülmeli. Bu antisemitizmin iki kaynağı var. İkisi de sömürgecilik karşıtı hareketin ve solun politika alanının dışında gelişiyor:

* Bugün beyaz olmayan kişiler Filistin yanlısı harekete katılmıyorlar, çünkü “Yahudi eşittir Siyonizm” yalanına inanıyorlar. Bu da Filistin dayanışmasının belini kırıyor. FKP’li Alain Soral’da görülen Siyonizm karşıtlığı, 7 Ekim’den sonra tekrar sahneye çıktı ve bu denklemi ısrarla savunuyor.

* Sokakta karşılık bulan antisemitik yazın üzerinden aşırı sağ ve Katolik antisemitizm gelişip serpiliyor.[3]

Bu solcu Siyonistlerin çevirdikleri dolapları ifşa etmek gerekiyor. Bu çevreler, teorisyenleriyle, yazarlarıyla, yayınlarıyla, basın kuruluşlarıyla antisemitizmi projeleri üzerinden üretiyorlar. Sırf 2023’te yüzden fazla antisemitik çalışma yayımlanmış!

Buna karşın, solda ve sömürgecilik harekette kabul gören tek bir antisemitik çalışma bile yok. Böylesi bir içeriğe sahip tek bir teorik yayın yapılmamış, tek bir program ortaya konmamış. Aksini iddia edenler, acemilikleri, tacizleri ve hassasiyetleri antisemitizm olarak takdim eden madrabazlardır. Bu kişiler, faşist güçlerle mücadele eden radikal muhalefeti siliyorlar. Bu, aptallık değil. Tehlikeli ve sorumsuzca bir davranış bu. Çünkü sağın, hatta aşırı sağın yeni bir bileşkeye kavuşmasını, onun geçmişinden kurtulmasını ve gerçek niteliğinin masum gösterilmesini sağlıyor.

Demek ki önceliklerimizden birisi de 12 Kasım günü Paris’te düzenlenecek ırkçı yürüyüşten bir gün önce sol çevrelerin dikkat çektiği karşı-devrimciliğin elinde silâha dönüşmüş olan bu kafa karışıklığıyla mücadele etmek.[4]

Öte yandan, ister gerçek isterse abartılmış olsun, Yahudilerdeki güvensizlik hissini hakir göremeyiz. Bu noktada şu sorulmalı: antisiyonist Yahudiler, Siyonist Yahudilerle benzer kaygılar taşıyorlar mı? Filistin yanlısı harekete sıklıkla destek sunan antisiyonist Yahudiler de Arap ve Müslümanlar gibi aşırı sağdan ve onun elindeki güçten korkuyor, çünkü bu kesimler, ırkçılık tanımı konusunda sömürgecilik karşıtı hareketle ortaklaşıyorlar. Birlikte eyleme gittikleri beyaz olmayan kişileri tehdit olarak görmüyorlar, onları asıl korkutan şey, antisemitizmin ürediği kurumsal mekânlar.

Şu da görülmeli: bugün Siyonist Yahudiler, devletten ve aşırı sağdan çok Araplardan korkuyorlar. Bu tür kesimler içerisinde Yahudi nefretinin özel olarak ürediği tek bir alanın bile olmadığını onlar da biliyor. Tam da bu sebeple, aşırı sağcı antisemitiklerle birlikte “Antisemitizm Karşıtı Yürüyüş”te kol kola giriyorlar. Yahudiler kadar masum olsalardı, o eyleme de sömürgeci ideolojiye de destek sunmazlardı. Alın size bir düğüm daha.

4. “Yeryüzünün Lanetlileri”nin Birleşeceği Yalanının Zirveye Ulaştığı An

Peki onca siyah, onca Afrikalı nerede? Fransa’da Filistinlilere ya Arap-Müslümanlar ya da solcular destek sunuyor. Polis şiddeti karşıtı eylemlerden farklı olarak, Filistin yanlısı gösterilere siyahlar ve ırkçılık mağduru kesimler pek katılmadılar. Bu kesimlerin bağlı oldukları örgütler, Karayipliler haricinde, eylemlerde yer almadılar. Afrika bağlamında, Güney Afrika, biraz da Nijerya haricinde gelen destek sınırlıydı, küçük bir kesim eylemlere katıldı ve süreç içerisinde katılanların sayısı da azaldı. Peki bunun sebebi ne?

Sömürgecilik karşıtı kesimlerin arasındaki dayanışma pratikleri birbirlerine denk değil. Ayrıca Siyahların onurlu halklar hiyerarşisindeki yeri de bu dayanışmaya mani oluyor. Bu da hakikatin dil bulduğu bir an.

Orada burada Arapların ve Müslümanların bu duruma dair üzüntülerini içeren ifadeler işitiyorum. Burada bir tür ahlakçılık geliştirecek değilim. Sadece yeryüzünün lanetlilerinin birleştiği o altın çağı var eden sömürgecilik karşıtı mücadelelerden miras kalmış üçüncü dünyacılıktaki geri çekilmenin üzücü bir gelişme olduğunu söylemeye çalışıyorum. Ama öte yandan, sömürge devrimi karşıtı hareketin de işini iyi yaptığı, sömürgeleştirilmiş halkları kapitalist modele entegre olma yarışında birbirine düşürüp böldüğü gerçeğini görmezden gelmemek gerekiyor.

Afrika’da birçok devletin lideri, esasında uzun zaman ince İsrail’le ilişkiler kurdu. Normalleşme süreci çok önce başladı. Arap devletlerinin liderleri gibi İsrail’le çıkarlar konusunda ortaklaştı. Ama halklar, bu türden düzenlemelerden hiçbir şekilde istifade edemediler. Halklardaki Filistinlilere yönelik sevgi eksikliğinin sebebini başka yerlerde aramak gerekiyor.

Esasında Filistin kurtuluş hareketinin niteliği Afrika’nın kurtuluşu hareketinin niteliğinden farklı. İlki yerleşimcilerin gasp ettiği sömürgelerden biri iken, ikincisi yeni sömürgecilik bağlamında bağımsızlık sonrası dönemde gelişen bir mücadele olarak vücut buluyor. İsrail’de somutluk kazanan medeniyetle alakalı ve jeostratejik mesele, bölgede Batı’nın geleceği konusunda merkezinde duruyor. Ayrıca, bitmek bilmeyen emperyalist savaşlara ve yağmaya maruz kalan Afrika halkları, kendi kaderine kayıtsız kalmış olmalarını Filistin’in destekçilerinin başına kakıyorlar. Bu insanlar, 10.000’den fazla insanın ölümüne, sadece 2014’te 3.000, 2009’da 1.500 insanın ölümüne sebep olmuş bir savaş için hiçbir uluslararası gücün kılını kıpırdatmaması karşısında belirli bir tepki ortaya koyuyorlar. Bu koşullarda, 1998-2003 arası dönemde tek başına Kongo Demokratik Cumhuriyeti 5,4 milyon insanını yitiriyor, ama kimseden ses çıkmıyor. Böylesine baş döndürücü ve şaşkına çevirici bir soykırımın yaşandığı koşullarda kimse Filistin’le dayanışma içine girme veya onunla duygusal bir bağ kurma gereği duymuyor. Ölüleri yarıştırmayalım ama, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin verdiği rakamlara göre Filistin’de Ekim’den beri ölen insan sayısı 1.300’ün üzerinde.

Bu koşullarda bir siyahın hayatının bir Arap’ın hayatından daha değersiz olduğunu düşündüğü için bir Afrikalıya asla sitem edemeyiz. Onu Filistin meselesinden uzak durduğu için suçlayamayız. Oturup sadece aradaki kopukluğu, güvensizliği ve dünyanın sessizliğini sorgulayabiliriz.

Buna karşın, gene de Filistin halkının mücadelesine sunulacak desteğin önemli bir stratejik mesele olduğunu söylemek gerekiyor. Ama bu desteğin de insanlara tepeden bakan, küstahlık eden militan bir ahlakçılıkla sağlanabileceği zannına kapılmamalıyız. Uluslararası dayanışma, mücadeleyle hak edilip kazanılacak bir olgudur. Mandela’nın Güney Afrika’nın ancak Filistin özgür olduğunda özgür olacağına dair sözünü aktarmak yerine, onun sözünün ve eyleminin dayandığı temel formülün kapsamını genişletmek ve cümleyi “Filistin ancak Afrika özgür olduğu vakit özgür olabilir” olarak değiştirmek zorundayız.

5. Politik Düğüm

Ekim ayının ortalarında Meloni hükümetinin dışişleri bakanı Antonio Tajani, ayrıksı ve çarpıcı bir konum aldı. Kendisi faşist politik hatta mensupsa da Macron’u Filistin’e destek eylemlerine getirdiği yasakları sert bir dille eleştirdi. RTL radyosuna yaptığı açıklamada Tajani, görüşünü şu şekilde dile getirdi: “Fransa, tabii ki kendi tercihlerini kendisi yapacaktır, fakat demokratik bir ülkede gösterilerin hiçbir şiddet ihtimali bulunmamasına karşın yasaklanması, adalet konusunda soruların gündeme gelmesine neden oluyor.” Tajani, ayrıca barışçıl gösterilerin, İsrail’e sundukları destek herkesin malumu olan ABD ve İngiltere’de de devam ettiğini dile getirdi.

Macron yaptıklarını doğal karşılıyor olabilir. Bu düzlemde, ama demokratik özgürlüklere sevdalı olmayan bir faşistin Fransız devletini otoriterizme sürüklemesini sorgulamak gerekmektedir. Bu sürecin ardındaki sebepler gayet yalın ve nettir. İtalyan solunun ezildiği koşullarda faşizmin gölgesinde liberalizm, hiçbir engelle karşılaşmadan, gelişip serpilme imkânı buldu. Tajani, bu sebeple biraz muzip, sakin ve dingin bir dille konuşuyor. O, zaten zayıf olan toplumsal güçleri zapturapt altına alma gereği duymadığı için büyük efendi rolü kesebiliyor. Bu da hakikatin açığa çıktığı bir an.

Zira Fransa’da da sol, liberal projeden ve sosyal demokrat projeden kopuyor. Daha da kötüsü bu sol, aynı zamanda “İslamî solcu” görülüyor. Kendisini ırk temelli anlaşma zemininden kopartıyor. Çünkü ülkede emek kanunu karşıtı devasa bir hareket ortaya çıkıyor. Sarı Yelekliler ayaklanması yaşanıyor. Milyonlarca gösterici, emeklilik kanununun geri çekilmesi için sokaklara dökülüyor. Polis şiddeti ve İslam düşmanlığı karşıtı mahalle örgütleri kuruluyor. Filistin’le dayanışma eylemleri yapılıyor. Nahil’in ölümü sonrası kent isyanları yaşanıyor. Bu süreçte hükümet, gösteri yasaklarını artırıyor. Kargaşanın hâkim olduğu ülkede Macron’un temsil ettiği liberalizme ve yapısal ırkçılığa yönelik itirazı kuvveden fiile taşımayan politik hareket ve sendika hareketinin karşısında baskı aygıtının güçlendirilmesine, temel hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına ihtiyaç duyuluyor. Bu kitle hareketi, oyların yüzde 20’sini almış olan İsyankâr Fransa partisinde temsil ediliyor.

İsyankâr Fransa, liberalizm ve ırkçılıktan kopan kitle hareketinin Avrupa’da cisimleşmiş ilk örneklerinden. “Kara cahil” ve “barbar” olarak görülen halk kitleleriyle ittifak yolları arıyor. Haziran 2023’teki isyanların, Medina olayının, abaya meselesinin, tartışıldığı koşullarda herkesi şaşırtan bir zemin buluyor kendisine. O, ayakkabı içindeki çakıl taşı. Liderlerin savaş tellâllığı ve artan terörist eylem olasılıkları karşısında önemli bir yükü omuzluyor. Politik gerilimin yüksek olduğu koşullarda gerçek bir zafere dair imkân olarak duruyor karşımızda. Parti, önemli bir politik yönelim olarak, Fransa’nın Avrupa ölçeğinde model hâline gelebileceği, liberal güçlerin yenilmesine dair ümidin yeniden yeşereceği zemini örüyor. Bu hâliyle halktan epey destek görüyor. Bu sefer de yenilirsek “sosyalizm mi barbarlık mı?” sorusuna hemen cevap verebileceğiz.

Sonuç olarak, Milonşoncu tavırdaki güzelliğin 2019’dan[5] beri güzellik adına hareket ettiği iddiasında bulunan gerici güçlerden gelen her türden ihtara hiçbir şekilde teslim olmadığını söylemem lazım: bu gerici güçler, feminist ve ilerici görünen İslam düşmanlarından, cihadist terörizmle mücadele adına otoriter olmayı göze alan kesimlerden, antisemitizmle mücadele adına Siyonist olanlardan oluşuyor.

Felâkete yol açan onca projesine rağmen emperyalistler, çirkinliklerini ahlaki bir örtüyle örtbas etme ihtiyacı duyuyorlar. Kendi güzelliklerine kendileri kıymet biçiyorlar. Burada, onların karşısına, güzelliği tekellerine alma çabalarını hükümsüz kılacak başka bir güzellik fikriyle çıkmak gerekiyor.

İdealize etmemek kaydıyla, Mélenchon’daki güzellik, gezegendeki tüm insanların eşit ölçüde onurlu olduğu gerçeği ve adalet fikri üzerine kurulu. Bu, tarihi ta Fransız Devrimi’ne ve bizim kendimize köken bildiğimiz yeryüzünün lanetlilerinin mücadelelerine dayanan bir güzellik bu.

Özetle şu söylenebilir: Boldvinci manada zulme her türden biçimle karşı koyanların sırtlarını dayadıkları direnişteki güzellik, her yerde kendi benzerlerini tanıyor, böylece her şey yeniden mümkün hâle geliyor.

Bugün güzellik konusunda rekabet eden iki hattın arasındaki çatışmaya tanıklık eden sürreel bir durumla karşı karşıyayız. Bir taraf güzelliğe ihanet ederken, diğeri onu yüceltiyor.

Mesele bu kadar basit. Dolayısıyla, artık yapılması gerekenin ne olduğunu biliyoruz: güzelliği kurtaracağız.

Savaş zamanlarında düşmanın ana önceliği, güzelliği yok etmektir.

Huriye Butelca
16 Kasım 2023
Kaynak

Huriye Butelca
Önsöz
Kurtuluş Ütopyaları

Dipnotlar:
[1] Hamza Hamouchene, “De l’Algérie à la Palestine, la fausse équivalence entre le colonisé et le colonisateur” 9 Kasım 2023, Contretemps. Türkçesi: İştirakiİştiraki.

[2] Roussel’i artık radikal sol dairesinde görmediğimi herkes anlamış olmalı.

[3] René Monzat, “Au cœur de la littérature antisémite (1) : les mythes de la domination juive”, 25 Ekim 2023, Contretemps.

[4] Lénaïg Bredoux ve Fabien Escalona, “Antisémitisme : les fautes de Jean-Luc Mélenchon”, 10 Kasım 2023, Mediapart.

[5] İslam karşıtı yürüyüş.

28 Nisan 2024

Mumya Ebu Cemal’den Gazze Çağrısı

Bugünlerde ABD’nin birçok üniversitesinde Filistin ve Gazze ile dayanışma eylemleri yapılıyor. Bazı kampüslerde dayanışma kampları kuruluyor. Öğrenciler ve hocalar gözaltına alınıyor. Emperyalizmin siyonizmle ilişkisine karşı kitleler örgütleniyor.

Şuan 70 yaşında olan Mumya Ebu Cemal, 42 yıldır hapiste. Eski Kara Panter Partisi üyesi olan Cemal’in hapisten gönderdiği sesli mesaj bugün kampüslerde yankılanıyor. Aşağıda mesajdan bir bölüme yer veriliyor. Frantz Fanon’un öğrencisi olarak Cemal, “yeryüzünün lanetlilerinin işgale ve sömürüye karşı verdikleri mücadeleyi küreselleştirin” çağrısı yapıyor:

*  *  *


Amerika’daki insanları kitleler hâlinde hapse tıkan sistemin içinden sesleniyorum size.

Bugünse kitleleri eğiten bir başka sistemin parçasıyız. Şehir Koleji, Columbia Üniversitesi, Emory Üniversitesi ve Güney Kaliforniya Üniversitesi bu eğitim sürecinin parçası hâline geldi.

Bu eğitim, Gazze’nin çilesini çektiği baskı ve zulümle ilgili.

Sizin sessiz kalmamayı, gözlerinizle bizzat şahit olduğunuz baskı ve zulme karşı söz söylemeyi tercih etmiş olmanız muhteşem bir şey. Artık siz, muazzam bir şeyin parçasısınız, siz, tarihin doğru tarafında olan bir faaliyetin parçasısınız.

Siz, sömürgeci-yerleşimci rejime, toprakları o bölgenin yerlisi olan halktan çalmak isteyen güce karşı çıkıyorsunuz ve bunun yanlış olduğunu söylüyorsunuz.

Benim sizden dileğim ve isteğim şudur: 

Gazze’yi ızdıraba sürükleyen terörizme tüm gücünüzle, tüm iradenizle ve tüm kudretinizle karşı çıkın.

Sizin sessiz kalmanızı isteyenlere asla boyun eğmeyin.

Bugün, bu saat, şuan, sözümüzün işitilmesini sağlamanın, Gazze, Refah, Batı Şeria, tüm Filistin halkı sizin dayanışmanızı görsün diye tüm dünyayı sarsmanın vaktidir.

Ben Frantz Fanon öğrencisiyim. Onu her gün okuyorum, onun fikirleri dolaşıyor zihnimde.

Gazze’de bugün olan bitene bakıyorum ve Gazze halkının yeryüzünün lanetlileri olduğunu görüyorum. Gazze halkı, nesiller boyu devam eden işgalden kurtulmak için mücadele ediyor.

Demek ki dostlar, öğrenci kardeşlerim, ateşkes talebi yeterli değil. Şuna ne dersiniz? İşgalin son bulmasını talep edelim.

“İşgal son bulsun, işgal son bulsun!”

Bu bizim şiarımız olsun.

Çünkü bu, tarihin, sizin hep birlikte parçası olduğunuz tarihin çağrısıdır. Siz, ruhu, zihni ve tarihi değiştiren o muhteşem eylemin parçasısınız.

Bu anın parmaklarınızın arasından kayıp gitmesine izin vermeyin. Onu büyütün. O anı daha heybetli ve daha kudretli kılın. Çığlığının yıldızlarda yankılanmasını sağlayın.

Yaptığınız eylemin beni fazlasıyla heyecanlandırdığını bilmenizi isterim.

Sizi seviyorum, takdir ediyorum. Eylem hâlinde kalın!

Mumya Ebu Cemal
27 Nisan 2024
Kaynak

Cezayir’den Filistin’e: Sömürgeyle Sömürgeciyi Eşitlemedeki Yanlışlık


Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e yönelik olarak gerçekleştirdiği, sivil ve asker 1.400’ten fazla ölü ve yaralıya sebep olan saldırıların ardından ana akım medya, siyasi liderler ve Batılı uzmanlar, öncelikle Hamas’ın kınanması yönünde talimatlar yağdırdılar ve bu kınamayı Gazze’de sürmekte olan soykırım ve ülkede işlenen savaş suçları yanında yaşanan saldırılar konusunda görüş bildirebilmenin önkoşulu olarak sundular. Bu saldırıları açıktan kınamayanlar, olayları tarihsel bir bağlam içine oturmak için uğraşanlar, çatışma sürecinin ana sebeplerine vurgu yapanlar, Hamas’ın eylemlerine onay veriyor, ona suç ortaklığı yapıyor denilerek mahkûm edildiler ve antisemitizm yapmakla suçlandılar.

Bu kişiler, bizim İsrail-Filistin çatışmasının tarihinin 1917’de İngiliz sömürgeci hükümetinin Filistin’de “Yahudi halkı için bir milli vatan” kurulması fikrine yönelik desteğini ilân ettiği Balfour Deklarasyonu’yla değil, 7 Ekim’le başladığına ikna olmamızı istiyorlar. Söz konusu deklarasyon, 1948’de yaşanan ve Filistinlilerce ve Araplarca Nekbe (“Felâket”) olarak nitelendirilen olaya, aynı zamanda binlerce Filistinlinin yerinden yurdundan edildiği, etnik temizliğin ve kitlesel katliamların yaşandığı sürecin başlamasına, bununla birlikte, İsrail devletinin kurulmasına sebep oldu.

Nekbe’yi yeni toprakların işgali, başka şiddet olayları ve katliamlar izledi. Sonuçta halk yerinden yurdundan oldu, yasa dışı yerleşimler pıtrak gibi çoğaldı, bombalanan yer sayısı arttı, yüz binlerce Filistinli hayatını kaybetti, milyonlarcası mülteci olmak zorunda kaldı.

Bu hikâyeyi daha fazla aktarmayacağım, zira konuyu benden önce ele almış olan çok sayıda zengin araştırma mevcut. Burada benim hedefim, Cezayir’de yaşanan sömürgecilik karşıtı mücadelenin tarihiyle Filistin’deki mücadele arasındaki benzerliklere vurgu yapmak, ayrıca, sömürülenin ve sömürgeleştirilmiş olanın uyguladığı şiddeti kınamadaki anlamsızlığa, körlüğe ve insafsızlığa işaret etmek, ezenin ve sömürgeleştirenin uyguladığı şiddeti sömürülenin ve sömürgeleştirilenin uyguladığı şiddetle bir tutmanın yanlış olduğunu vurgulamaktır.

Şiddet, tartışmalara, ikilemlere yol açmış bir konu. Ezilenin veya sömürgeleştirilenin nasıl direneceği, neler yapıp neler yapamayacağı konusunda bir anlaşma olduğundan söz edilemez. Bu tartışmalar yeni değil.

Filistin denilince hemen kendi ülkem olan Cezayir’le, özellikle onun sömürge dönemiyle (1830-1962) paralellik kuruyorum. Cezayir işçi sınıfının Filistin davasına destek sunuyor oluşu, hiç de tesadüfi değil. Zira her iki ülke de dün olduğu gibi bugün de şiddet araçlarına başvuran ırkçı yerleşimci sömürgeciliğin çilesini çekiyor.

Bunun nedenini anlamak için Frantz Fanon’un Cezayir ve Afrika’daki deneyimleri ışığında kaleme aldığı önemli çalışması Yeryüzünün Lanetlileri’nde “devrimci şiddet” konusunda geliştirdiği analizlere bakmak gerekiyor. Kitap, sömürgecilik karşıtı mücadelenin referans kitabı. Yeryüzünün Lanetlileri, Cezayir’den Gine-Bisav’a, Güney Afrika’dan Filistin’e ve oradan ABD’deki siyahların kurtuluş hareketine uzanan bir hat dâhilinde tüm kurtuluş mücadeleleri için gerekli teorik zemin olarak iş görmüş bir çalışma.

Fanon kitapta, ezilen halkları boyunduruk altına almak için sömürgeciliğin başvurduğu şiddet mekanizmalarını derinlemesine analiz ediyordu.

“Sömürgecilik akılla donatılmış bir beden değil, düşünen bir makinedir. Sömürgeleştirme pratiği, doğal hâliyle icra edilen şiddettir ve ancak kendisinden daha büyük bir şiddete boyun eğer.”

Fanon’a göre sömürge dünyası, “temel mantığı dâhilinde yerli halkı insanlıktan çıkartan veya daha doğru bir ifadeyle, onu hayvanlaştıran” Maniheist bir dünyadır. Bu anlamda Fanon, “ulusal kurtuluşun, ulusun yeniden doğuşunun, millet olma vasfının halkça yeniden kazanılmasının vs. sömürge olmaktan çıkma pratiğinin her daim şiddetin ürünü olan bir olgu olduğunu” söyler.

Cezayir halkının Fransız sömürgeciliğine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi, yirminci yüzyılda görülen ve başka halklara en fazla ilham veren anti-emperyalist devrimlerden birisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan (ve Hindistan, Çin, Küba, Vietnam gibi ülkelerde açığa çıkan) sömürgelikten kurtuluş dalgasının bir parçası olarak gündeme gelen Bandung Konferansı, bu kurtuluş hareketlerinin “onlarca yıldır, hatta kimi örneklerde yüz yılı aşkın bir zamandır emperyalistlerin hâkimiyeti altında olmuş olan Güney’in halklarının uyanışı”na katkıda bulunduğu tespitinde bulunuyordu.

1 Kasım 1954’te savaş ilân edilmesi ardından Cezayir’de her iki taraftan insanlar öldü. Ölen ve yurtsuz kalan Cezayirlilerin sayısı 1,5 milyonu bulurken bu sayı Fransız tarafında on binler civarındaydı. Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) askeri güç dengesi konusunda gerçekçi bir yaklaşıma sahipti. Cephe, söz konusu güç dengesinin Dünya’daki en güçlü dördüncü büyük orduya sahip olan Fransa’dan yana olduğunu biliyordu.

FLN’nin stratejisinin ilham kaynağı, Vietnam’ın milliyetçi lideri Ho Chi Minh’in şu ünlü sözüydü: “Siz öldürdüğümüz her bir asker karşılığında on askerimizi öldüreceksiniz, ama nihayetinde bitap düşecek olan siz olacaksınız.”

FLN, Fransızların tahammül edemeyecekleri bir şiddet ve güvensizlik ortamı yaratmak, Cezayir’in bağımsızlık mücadelesinin tüm dünyaca dikkate alınasını sağlamak suretiyle savaşı beynelmilel kılmak istiyordu.

Bu mantık uyarınca Abane Ramdane ve Larbi Ben M’Hidi, Eylül 1956’da gerilla savaşını kentlere yaymaya ve Cezayir savaşını başlatmaya karar verdi. 1966’da çekilen, gerçekçi sinemanın klasiklerinden olan, Gillo Pontecorvo’nun aynı ismi taşıyan filmi, bizim bu tarihsel dönüm noktasının acılarla ve fedakârlıklarla yüklü önemini en iyi şekilde idrak etmemizi sağlıyor.

Filmdeki önemli bir sahnede gerçekte yaşamış olan General Massu’yu temsil eden kurgu karakter Albay Mathieu, yeni yakalanmış olan FLN lideri Larbi Ben M’Hidi’yi basının önüne çıkartıyor. Orada bir gazeteci, M’Hidi’ye kadınların alışveriş sepetlerinde bomba saklamanın ahlaki olup olmadığını soruyor. “Karılarınızın çantalarını ve sepetlerini bombalarınızı taşımak için kullanmak korkakça değil mi, bu bombalar da çok sayıda masumun ölümüne sebep olmuyor mu?” sorusuna Ben M’Hidi şu cevabı veriyor:

“Korumasız köylere napalm bombaları atarak binlerce insanı öldürmek, daha alçakça değil mi? Uçaklarımız olsaydı, bizim için sömürgecileri kovmak daha kolay olurdu. Bize bombardıman uçaklarını verin, sepetler sizin olsun.”

Afrikalı-Amerikalıların basın yayın organlarında Cezayir devriminin giderek daha fazla yer bulması, ABD’de Cezayir Savaşı filminin birçok kez gösterilmesi, aynı zamanda Fanon’un yazıları sayesinde Cezayir, kendi mücadelesini Afrika’daki milletlerin bağımsızlık mücadelelerine bağlı kabul eden Afrikalı-Amerikalı insan hakları hareketinin önemli kollarının simgelerinde, dilinde ve ideolojisinde ağırlıklı bir yer işgal etme imkânı buldu.

1964’te Cezayir’i ve 1956-1957’de Fransızlara karşı Cezayir Savaşı’nın verildiği Kasbah bölgesini ziyareti ardından Malcolm X şunları söyledi:

“Cezayir’de hüküm süren ve halkı, Cezayir’in o asil halkını etlerine saplanmış dikeni çıkartmak için gerekli olan teröristlere has taktiklere başvurmak zorunda bırakan koşulların aynısı bugün Amerika’daki tüm siyahî toplulukları içerisinde hüküm sürüyor.”

Birkaç oy sonra, 1965 yılında bu tespitine şunları ekledi:

“Ben şiddetten yana değilim. Halkımızı barışçıl araçlarla yürütülen mücadele üzerinden tanıyıp ona saygı göstereceklerse bu, tabii ki hayırlı bir gelişme olarak kabul görecektir. Herkes hedeflerine barışçıl araçlarla ulaşmak ister. Ama ben aynı zamanda gerçekçi biriyim. Bu ülkede şiddet dışı araçlara başvurması istenen tek bir halk var o da siyahî halk.”

1968’de Martin Luther King, Jr.’ın suikasta uğradığı haberini alan Kara Panter Partisi lideri Eldridge Cleaver şunları söyledi:

“Savaş başladı. Siyahların kurtuluş mücadelesinin şiddetle yüklü sahnesi burada kuruldu ve ileride bu sahne daha da genişleyecek. Süreç, o mermi ve o akan kanla başladı. Amerika kızıla boyanacak. Sokakları cesetler kaplayacak, ortaya çıkacak sahneler, Fransız sömürge rejiminin nihai çöküşünden hemen önce genel şiddet olaylarının zirveye ulaştığı dönemde Cezayir’den gelen, iğrenç, korkunç ve insana kâbus gördürecek cinsten haberleri hatırlatacak.”

Filistinlileri kabahatli birer mağdurmuş gibi gösteren, mağduru suçlayan dille mücadele etmek zorundayız. Amerika’da yaşayan Filistinli akademisyen Nura İrakat’ın da dile getirdiği biçimiyle bu dil, “İsrail’in sömürgeci hâkimiyetini aklıyor, bizim ona suç ortaklığı yapmamızı sağlıyor.” Filistin tarafının uyguladığı şiddete odaklanmayı tercih etmek suretiyle biz onlara şu mesajı iletmiş oluyoruz: “Barışçıl araçlarla direnmelisiniz, zira sizin İsrail işgaline ve zulmüne direnmeye hakkınız yok.”

Ezilenin ve sömürgeleştirilenin şiddetini mahkûm edip ona dikkat çekmek, sadece ahlak dışı değil, aynı zamanda ırkçı bir pratiktir. Sömürgeleştirilmiş halklar, bilhassa tüm politik ve barışçıl tepki kanallarının tıkandığı veya yok edildiği koşullara, ellerindeki her türden gerekli araçla direnme hakkına sahiptirler.

Son 75 yıl boyunca Filistin’in barış anlaşmasını müzakere etme girişimleri ret ve sabote edildi. 2018’de ağır bir şekilde bastırılan, 200’den fazla insanın öldürüldüğü, on binlercesinin yaralandığı ve sakat kaldığı, Hamas’ın iradesiyle başlatılmış olan “geriye dönüş yürüyüşü” ve birçok Batılı ülkede Siyonist lobinin baskılarıyla yasa dışı ilân edilen uluslararası Boykot, Tecrit ve Yaptırım (BDS) kampanyası gibi şiddet dışı direnişe yönelik tüm çabalar bastırıldı, suç ilân edildi.

Sömürgeci işgalinin ve ırk ayrımcılığının o genel barbarca pratiği bağlamında sivillere yönelik şiddet olaylarında sorumluluk ve adalet ile ilgili yürütülen tüm tartışmalarda en uygun olanı, ezenin şiddetini sorgulamakla işe başlamaktır. Frantz Fanon’un isyan ve ayaklanmanın rasyonelliği ile ilgili geliştirdiği anlayış uyarınca ezilen, sırf nefes alamadığı için isyan eder.

Kendisini Filistin tarafının uyguladığı şiddeti mahkûm etmekle sınırlamayı tercih etmiş olan kişi, esasında Filistinlilerden kurbanlık koyun gibi kaderlerini kabul etmelerini, direnmeyip sessizce ölmelerini istemektedir. Böylesi bir tavır yerine bizim tüm çabalarımızı acil ateşkesin ilânına, ikinci Nekbe’nin yinelenmesine mani olmaya, işgalin ve kuşatmanın sonlandırılmasına teksif etmemiz, bir yandan da Filistinlilerle verdikleri özgürlük, adalet ve kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinde dayanışma içinde olduğumuzu ortaya koymamız gerekmektedir. Filistinlilerin Hayatı Önemlidir!

Hamza Hamuşen
9 Kasım 2023
Kaynak

27 Nisan 2024

Savaş Savaştır


Düşmanını anlamak ve onu nasıl doğru değerlendireceğini bilmek, zafer için gerekli koşullara sahip olmak demektir. Kendi kuvvetlerini ve savaş alanındaki konumlarını nasıl değerlendireceğini anlamak ve bilmek, zafer için çok önemli bir koşula daha sahip olmak demektir.

Şurası açık ki faşistler, diğer şehirlerde kolay zaferler kazanmalarını güvence altına alan genel bir planı Torino’da tam anlamıyla uygulamak istiyorlar. Yabancı birlikler göreve çağrıldı (Bolonya’dan birlikler seçilip eğitildi). Güçlerini, bildiğimiz askeri tarzda, sıra sıra dizdiler, birer gösteri gibi örgütledikleri geçit törenlerinin sayısını gün geçtikçe artırdılar.

Faşistler, toplantılara silâhlı gelinsin emri üzerinden, her an ihtiyaç duydukları insanları sürekli yanlarına çağırıyorlar. Bu sayede gizemli olaylara dair beklentiler oluşturuyorlar, bir savaş psikolojisi meydana getiriyorlar. Etrafı telâşa verenlerin sesleri orman yangını gibi yayılıyor her yana (önce sosyalist bir öğrenci öldürülecek, sonra “Yeni Düzen” gazetesinin bürosu, işçi sendikası binası, ardından da, Torino Kooperatif İttifakı’na ait kitapçı ateşe verilecek.)

Bu stratejinin ulaşmak istediği iki amacı var:

1. Proletarya güçlerini panikle ve beklemenin yol açtığı, o çileden çıkarıcı belirsizlikle dağıtmak.

2. Faşistlerin ulaşmaya çalıştıkları o amaca aşina olmalarını sağlamak.

Torinolu faşistler, diğer şehirlerde kolayca ulaştıkları zafere bu şehirde ulaşabilecekler mi? Görebildiğimiz kadarıyla, onların yardım çağrısı, Torino’da faşizmin yapısı gereği sahip olduğu zayıflığa delalet. Bu şehirde faşistler, yalnızca küçük burjuvazi içindeki bir gruba, esnafa bel bağlıyor, sırtını ancak bu gruba dayayabiliyor. Oysa esnaf kesimi, hiç de Tanrı’nın bahşettiği o savaşçı faziletleriyle bilinen bir kesim değil.

Şurası açık ki Torino’da işçi sınıfı, faşistler karşısında moral açısından üstün ve bu gerçeği faşistler gayet iyi biliyorlar. Genel İşçi Konfederasyonu içerisindeki karşı-devrimciler, (kitlelerin cesaretini kırmak ve onlardan her türlü saldırı ve savunma kapasitesini ortadan kaldırmak için) daha önce savaşa karışmamış olmaları sebebiyle işçilerin silâhlı şiddet kullanarak faşizme karşı savaşamayacakları ve onu asla yenemeyecekleri yönündeki iddialarını dile getirmeyi sürdürüyorlar.

Torino açısından bu bozguncu ve karşı-devrimci açıklama, nesnel açıdan değerlendirilse bile, yanlış. Torinolu işçiler, her daim “savaşa dair deneyimler”e sahip olageldiler. Mayıs 1915’teki genel grev, Ağustos 1917’de beş gün süren silâhlı ayaklanma, 2-3 Aralık 1919’daki örgütlü kitlesel eylem, Nisan 1920’de İrlandalıların taktiklerine başvurulduğu, herkesin ortaklaştığı bir planın uygulandığı genel grev ve işçilerin askeri sahada yığınla deneyime kavuştukları, geçen Eylül ayı içerisinde fabrikalarda yapılan oturma eylemleri, bu deneyimlerden bazıları.

Mücadelenin yürütüleceği koşulların nesnel bir tasvirini yapmak, karşılaşılan tehlikenin ciddiyetini küçümsemeye çalışmak demek değildir. Şurası açık ki bugün Torino işçi sınıfı, savaş konusunda iyi bir konumda, ama gene de bu iyi konumun bir orduyu yenilgiden kurtarmayacağını söylemek gerekiyor. Mevcuttaki iyi konum, mümkün olan her yoldan istismar edilmeli.

Diğer şehirlerde yaptıkları gibi Torino’da da faşistlerin planlarını yürürlüğe koymalarına bir an bile izin verirse, işçi sınıfının vay hâline. En ufak bir zayıflık, en ufak bir kararsızlık belirtisi bile ölümcül olabilir. Faşistlerin ilk girişimine karşı işçiler acilen, aniden ve merhamet etmeden cevap verebilmeli; Öyle bir cevap verilmeli ki bu cevabın geride bırakacağı hatıra, kapitalist efendilerin torunlarına aktarılsın. Neticede savaş savaştır ve savaşta darbelerin ne vakit indirileceğine önceden karar verilemez.

Bu arada Torino işçi sınıfı, politik partisinin sunduğu önerge dâhilinde, kendisinin faşistleri basit bir araç olarak gördüğünü çoktan dile getirdi. Faşizm, kendi hakiki tahrikçilerini, gerçek sorumlularını başka yerlerde bulmamız gereken bir hareketin kullandığı bir araçtan başka bir şey değil. La Stampa [“Basın”] isimli gazete, 27 Ocak’ta, yani dört gün önce, “faşistlere ait güçlü grubun yalnızca esnaftan, sanayici kesiminden ve çiftçilerden destek gördüğünü” yazdı.

Savaşta ve devrimde on kişiye acırsanız, bin kişiye zulmetmiş olursunuz. Macar işçi sınıfı kendisine zulmedenlere kibar davranmak istedi, şimdi ise aldığı bu kararın bedelini ödüyor. İşçi sınıfına mensup kadın ve çocuklar o kibarlıklarının bedelini ödüyorlar. Bin kişiye duyulan merhamet, sefalet ve keder getirdi. Macar proletaryasına mensup milyonları ise tümüyle ümitsizliğe sürükledi.

Darbelerin ne vakit indirileceğine henüz karar verilmiş değil. İşçi sınıfının çektiği acıyla kapitalistlerin çektikleri acı arasında hiçbir ilişki bulunmadığı için, işçiler, her zamankinden daha fazla acımasız olmalı. İşçi sendikası, birkaç işçi kuşağının büyük çabalarının bir ürünüdür. O, yüz binlerce işçinin fedakârlıklarının ve döktüğü onca terin bir sonucudur. Bu sendikanın üzerindeki mülkiyet hakkı sadece işçilere aittir. Eğer o sendika yok edilecek olursa onca çaba, onca fedakârlık, onca ter ve ona sahip olma hakkı, bir anda berhava olur.

Faşistler sendikayı, buradan da tüm işçi grubunu yok etmek istiyorlar, böylece ekmeğe, başını sokacak bir eve, üzerine geçireceği bir libasa sahip olmakla ilgili güvenceyi ve kesinliği işçinin elinden çalacaklarını düşünüyorlar. Onlar, tüm bunları işçinin karısından da çocuğundan da çalmak istiyorlar. Öyleyse işçi sendikasına dokunmaya cüret eden varsın gebersin, onu yıkmaya cesaret eden ve bu fikri savunan, yağlı ilmekte sallansın! Bir işçiye karşı yüz faşist yerin dibini boylasın. Sanayicilerin ve esnafın evleri halkın evi yanında bir hiç, zira bugün halk kendi evini kaybederse, her şeyini kaybetmiş olacak. İşçinin elinden, işçinin evladının elinden ekmeğini almaya çalışanlar, gebersin.

Savaş savaştır. Savaş gibi bir maceraya dalanlar, uyandırdığı canavarın tüm gücünü içinde hissedebilmeli. İşçinin fedakârlığıyla yarattığı, nesiller boyu işçi sınıfının yavaş yavaş ve büyük zorluklarla elde ettiği, kan ve gözyaşıyla yarattığı her şey kutsal sayılıp saygı görmeli. Kutsala el uzatıldığında, saygısızlık edildiğinde, bilinsin ki fırtına kopacak, deli dalgalar kıyıları dövecek, o saygısızlıktan sorumlu olanlar yele verilmiş, beş para etmez saman gibi savrulup gidecek. Varsın, işçinin mülküne dokunmaya cüret eden, işçinin hiçbir şeye sahip olamayacağı kulağına fısıldanmış olan o adam, ipte sallansın.

Savaş savaştır. Onu tahrik edenlere yazıklar olsun. Öte dünyaya geçmek zorunda kalan, işçi sınıfına mensup bir eylemciye bu yolculuğunda birinci sınıf bir refakatçi eşlik etmeli. Madem o sokağın üzerindeki semayı ateşin kızılı sardı, şehrin birçok yerinde kömür sobaları kurulsun ki savaşta olan işçilerin karıları ve çocukları ısınsın.

Savaşı tahrik edenlere yazıklar olsun. Madem İtalya, ciddiyetten ve onun gerekli kıldığı sorumluluktan uzak, madem İtalya, kimseyi ciddiye almamaya alışmış, madem burjuva İtalya, belki de o İtalyalı devrimcilerin ciddiye bile alınmaması gerektiğine dair o yavan tespite duçar oldu, o vakit ok yaydan çıksın. Şurası kesin ki yalnız kurdun kurnazlığından bahseden masal gerçek olmayacak, o kurt bu sefer o tuzağa düşecek.

Antonio Gramsci
31 Ocak 1921
Kaynak

26 Nisan 2024

Özgürlük Tutulması

 

Yabancılaşma ve özgürlük korkusu, insanın üzerine çöken
en ağır duygu olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla!

[Engin Geçtan-Hayat]

 

Kimi insanlarda özgürlük korkusu, ona yönelik arzudan daha güçlüdür. Kapitalizmi faşizm aracılığıyla savunmaya karar verdiklerinde, bunu kapitalistlerin “vekiller”i olarak veya kapitalizmi sevdikleri için de yapmıyorlar. Bunu, genel manada sınıflı toplumun ve hiyerarşinin sonundan korktukları için yapıyorlar. Özgürlükten korkuyorlar.

Marksizm, tüm sömürü biçimlerinin temeli olarak ailenin ekonomik rolünü kabul ediyordu; kadınlara yönelik baskının varlığının ayırdındaydı, buna karşı savaşıyordu ve on dokuzuncu yüzyılın ataerkil ahlakının riyakârlığına saldırıyordu. Ancak kadınların ve çocukların ezilmesinin, kapitalizmi hepimiz için muteber kılan bilinçaltı ideolojiyi nasıl şekillendirdiği hakkında tatminkâr bir açıklama sunmuyordu.

“Sonuç olarak”, diyordu Reich, Naziler; sembolleri, elbiseleri, imgelemi ve arzuyu silahları gibi kullanarak büyük kalabalıklara ‘kan ve toprak’ hakkında atıp tutarken, komünist liderler yalnızca rakip bir kürsüde durup işsizlere yüksek sesle işsizlik istatistiklerini okuyabiliyorlardı.[1]

Özgürlükten korkanların böyle yapıyor olmalarının güçlü temelleri vardı. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda grevlerin, ayaklanmaların, fabrika ve toprak işgallerinin büyük dalgası ve silahlı isyanlar ile devrimler, kapitalizmin tanıklık etmiş olduğu en büyük özgürlük patlamasıydı.

Bu, bekleneceği üzere, pek çok kişiyi dehşete düşürdü. Orta sınıfa mensup kişiler işçi sınıfına içerilmek istemiyordu ve aile otomobilinden ulus devletin kendisine kadar, hayatlarına anlam katan, önemli maddi unsurlardan feragat etmeyi reddediyordu.

On dokuzuncu yüzyıl muhafazakârlarının liberalizme, demokrasiye ve bilime karşı gerçekleştirdikleri uzun erimli artçı eylem birdenbire “devrime karşı bir devrim” başlatan faşizme dönüşüverdi.

Bu, Marksizmin senaryosunda yoktu. Şu bir zorunluluk ki; malum fenomeni ikinci kez deneyimleyen bizler repertuvarımızda buna yer vermek zorundayız.

Faşizm, özgürlük uğruna savaşanların benimsediği tüm ideolojilere saldırmaya mecburdur. Yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, Marksizm baskın özgürleşme teolojisi hâline geldiğinde, “Faşizm anti-Marksizmdir.”[2]

Marksizmi bulamadığı yerde, günümüzün “Kültürel Marksizm” paranoyasında olduğu gibi, onu icat etmek durumunda kalır. Her iki durumda da belirli toplumsal grupları Marksizmin “taşıyıcıları” olarak tanımlar ve gayri insanileştirir: Çingene, Müslüman, Afrikalı, mülteci…

Özcesi faşizm; bir özgürlük parıltısının tetiklediği özgürlük korkusudur.

Yusuf K.
26 Nisan 2024

Dipnotlar:
[1] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi, Çev.: Yüksel Pazarkaya, Cem Yayınevi, 1998.

[2] Ernst Nolte, Faşist Hareketler, Hür Yayınları, 1980.