“Yabancılaşma ve özgürlük korkusu, insanın üzerine çöken
en ağır duygu olmalı, yaşattığı dünyasızlığıyla!”
[Engin Geçtan-Hayat]
Kimi
insanlarda özgürlük korkusu, ona yönelik arzudan daha güçlüdür. Kapitalizmi
faşizm aracılığıyla savunmaya karar verdiklerinde, bunu kapitalistlerin “vekiller”i
olarak veya kapitalizmi sevdikleri için de yapmıyorlar. Bunu, genel manada
sınıflı toplumun ve hiyerarşinin sonundan korktukları için yapıyorlar.
Özgürlükten korkuyorlar.
Marksizm,
tüm sömürü biçimlerinin temeli olarak ailenin ekonomik rolünü kabul ediyordu;
kadınlara yönelik baskının varlığının ayırdındaydı, buna karşı savaşıyordu ve
on dokuzuncu yüzyılın ataerkil ahlakının riyakârlığına saldırıyordu. Ancak
kadınların ve çocukların ezilmesinin, kapitalizmi hepimiz için muteber kılan
bilinçaltı ideolojiyi nasıl şekillendirdiği hakkında tatminkâr bir açıklama
sunmuyordu.
“Sonuç
olarak”, diyordu Reich, Naziler; sembolleri, elbiseleri, imgelemi ve arzuyu
silahları gibi kullanarak büyük kalabalıklara ‘kan ve toprak’ hakkında atıp
tutarken, komünist liderler yalnızca rakip bir kürsüde durup işsizlere yüksek
sesle işsizlik istatistiklerini okuyabiliyorlardı.[1]
Özgürlükten
korkanların böyle yapıyor olmalarının güçlü temelleri vardı. Birinci Dünya
Savaşı’nın sonunda grevlerin, ayaklanmaların, fabrika ve toprak işgallerinin
büyük dalgası ve silahlı isyanlar ile devrimler, kapitalizmin tanıklık etmiş
olduğu en büyük özgürlük patlamasıydı.
Bu,
bekleneceği üzere, pek çok kişiyi dehşete düşürdü. Orta sınıfa mensup kişiler
işçi sınıfına içerilmek istemiyordu ve aile otomobilinden ulus devletin
kendisine kadar, hayatlarına anlam katan, önemli maddi unsurlardan feragat
etmeyi reddediyordu.
On
dokuzuncu yüzyıl muhafazakârlarının liberalizme, demokrasiye ve bilime karşı
gerçekleştirdikleri uzun erimli artçı eylem birdenbire “devrime karşı bir
devrim” başlatan faşizme dönüşüverdi.
Bu,
Marksizmin senaryosunda yoktu. Şu bir zorunluluk ki; malum fenomeni ikinci kez
deneyimleyen bizler repertuvarımızda buna yer vermek zorundayız.
Faşizm,
özgürlük uğruna savaşanların benimsediği tüm ideolojilere saldırmaya mecburdur.
Yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, Marksizm baskın özgürleşme teolojisi
hâline geldiğinde, “Faşizm anti-Marksizmdir.”[2]
Marksizmi
bulamadığı yerde, günümüzün “Kültürel Marksizm” paranoyasında olduğu gibi, onu
icat etmek durumunda kalır. Her iki durumda da belirli toplumsal grupları
Marksizmin “taşıyıcıları” olarak tanımlar ve gayri insanileştirir: Çingene, Müslüman,
Afrikalı, mülteci…
Özcesi
faşizm; bir özgürlük parıltısının tetiklediği özgürlük korkusudur.
Yusuf K.
26
Nisan 2024
Dipnotlar:
[1] Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Psikolojisi, Çev.: Yüksel Pazarkaya, Cem
Yayınevi, 1998.
[2] Ernst Nolte, Faşist Hareketler, Hür Yayınları, 1980.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder