İliç’te maden arayan emperyalist şirket, daha önce
Kazdağları’nda ağaç katliamı gerçekleştirdi. Yürütme durdurulunca ülkeye
tazminat davası açtı. Vergi ve KDV konusunda gereken bütün “kolaylıklardan”
faydalanıyor. Son yirmi yılda 386 bin maden ocağına ruhsat veriliyor.
İliç, vatandır.
Maden-İş temsilcisine tepki veren işçi, “bizim başka
ülkelerin işçilerinden ne farkımız var, günlük çok az dolara çalışıyoruz, kendi
ülkemizde paramızla malımızla köle olduk” minvalinde tepki gösterince “Şov
yapma!” diye karşılık görüyor.
Diğer işçi ve emekçi sendikalarının da bu tepki
sahibinden farklı bir algısı yok. Onlar da işçiyi emekçiyi oy yönsemesiyle
değerlendiriyor. Onların aradıkları “beyaz işçi sınıfı”.
Sendikalar, anti-emperyalist olmadığı sürece
burjuvazinin yanında saf tutar. Sendikalar, anti-emperyalist olmakla
yükümlüdür. Bugün sendikalar, anti-emperyalizmi ulusalcılık olarak görüyor,
oysa anti-kapitalist olmayan anti-emperyalizm ulusalcılıktır. Bu yeni algı, 30
yılda hükmünü kaybetti. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989’dan beri kimlik ve
demokrasi hareketleri sınıfın yerine geçirilmeye çalışıldı, artık sol da
sendikalar da sivil toplum kuruluşu olacaktı.
12 Eylül sağa alan açarken sola liberal demokrasi
alanını açtı. Bu alan, konformizm solculuğuyla dolduruldu. Kimliklerin ve
demokrasi mücadelesinin sınıf temelinden ayrıştırılarak ele alınması bugün
geldiğimiz aşamanın temel nedenlerindendir.
Emperyalist aşamada yapılması gereken tarihsel görev,
işçi sınıfının ideolojisi öncülüğünde verilecek bir halk mücadelesine dayanır.
Halk ise işçi, emekçi, ezilen ve sömürülenlerin toplamıdır. Paramiliter ve
faşist çeteler, uyuşturucu tüccarları, halk karşıtlığını alenen yapanlar halk
sınıflarına dâhil değildir. Solun bir kısmının yaptığı da işçi sınıfını sadece
fabrika havzalarıyla sınırlandırmasıdır. Mücadele bununla sınırlı değildir.
Adalet, kimlik, demokrasi ve bir bütün olarak eşitlik
mücadelesi sınıfsal temele dayanır ve bu kavramlar, her dönem egemenler ve
burjuvazi tarafından yeniden şekillendirilmeye çalışılır, kavramların pratiğe
geçişi ve halk sınıflarına uygulanışı her dönemde değişkenlik gösterse de sonuç
sabittir: sömürü.
Bugün, anti-emperyalist mücadele en acil görevdir.
Sendikalar ve sollar bu görevi yerine getiremediği sürece, kendindeki bilinci
açığa çıkarmayacak olan sınıflar, sömürünün ideolojisine kulak verip ırkçılık,
mezhepçilik, faşizm ile şekillenecektir, bu kaçınılmaz da olsa işçi sınıfının
ve köylünün bilinci bir şekilde direnişi de beraberinde getiriyor.
Bugün “sol” diye bilinen sendikalar, işçi sınıfının ve
halkın taleplerini sınıfsal ilkelerle anti-emperyalist temelde birleştiremiyor.
Gazze’de katledilen 12 bin çocuğun 3500'ü öğrenci ama hiçbir eğitim sendikası
tepki vermiyor. Bugün, ülkemizdeki çocuklar, MESEM projesiyle iş yerlerinde can
veriyor ama sendikalar sadece söylemde kalıyor, MESEM üzerine seminer vermekle
yetinip gerekirse kapı kapı gezip mahalle mahalle velilere ulaşmıyor, çünkü
sendikacılığı görev değil, meslek ediniyor. MESEM projesi emperyalizmin sömürü
politikasının ürünü. Ülkemizde mülteci çocuk işçiler iş yerlerinde can veriyor
ama sendikalar ve sol, mültecinin emeğiyle değil, kimliğiyle ilgileniyor.
Sol da sendikalar da anti-emperyalist olmak zorunda.
Suriye savaşı başladığında genel greve gidilmedi. Nedeni çok açıktı. Amaç, Suriye’nin
kuzeyinde kurulacak kantonlar için “denge politikası” izlemekti fakat bu bölge
cihatçıların saldırısına uğrayınca iki günlük grev kararı alındı.
Suriye’ye bakıp Baas’ı, Filistin'e bakıp Hamas'ı
görmek. Şu an Suriye petrolü emperyalist şirketler tarafından sömürülüyorsa
bunun sorumlusunun kimler olduğu açıktır, katkısı olanlardan biri petrol
bekçileridir, emperyalizmin bölgedeki kara gücü ve yeni ileri karakolu olmaya
çalışanlardır.
Bugün solu ve sendikaları anti-emperyalist mücadeleden
uzaklaştıran tek yapı radikal demokratlardır. “Sendikalarda milliyetçi
politikalar izlenmiyor ki!” tepkisini vermek de doğrudur fakat her doğru,
gerçek değildir. Sendikaları emek ve sınıf temelli anti-emperyalist mücadele
hattında işletmeyerek geçersiz kılmak da milliyetçi bakışın sonucudur.
Buradan çıkacak sonuç şudur: “Programımızı
uygulayamıyorsak sendikayı da işlemez hale getiririz!” Aynı çevrenin ajandası
hep sabittir, hiç değişmedi. Adım adım solun kendi özünden soyutlanarak halkla
ve sınıfla mesafesinin açılmasıydı. Solun bir kısmı biatle, bir kısmı güce
tapınarak, bir kısmı vekil ve sendikal yöneticilik matematiğiyle, kendini var
eden geçmişine sırtını döndü. Bu yönüyle yurtsuzluğu tercih etti.
Her halkın talepleri vardır. Ezilen halkla sömürülen
halkın birleşeceği asgari zemin, sömürüye maruz kaldıkları gerçeğidir. Geriye
kalan kimliksel talepler partiler tarafından dile getirilir. Sendikaların böyle
bir görevi yoktur. Bunu yapmıyor diye “ücret sendikacılığı” yaptığı ya da “ulusalcı”
olduğu anlamı çıkarılamaz. Anti-kapitalist, anti-faşist, anti-emperyalist
mücadele verecek bir sendika, işçi ve emekçilerin siyasi, ideolojik ve ekonomik
mücadelesini yürütmekle sorumludur. Sendikaların asli görevi budur ama bu
ilkelerin hiçbiri hayata geçirilmiyor. Sendika genel merkez seçimlerinde “sınıfsal
taleplerle demokrasi ve kimlikler mücadelesinin talepleri at başı gitmelidir”
demek bile, ki tartışmalarda bunlar yazılıyor, sendikayı özünden soyutlamaktır.
Emek veren her insan emeğinin karşılığını görmek
ister. Hakkını alamadığında tepki göstermek ister fakat bunu tek başına yapmayı
göze alamaz ki bu da olağan bir durumdur. Ezilen ve sömürülen insan, yanında
aynı haksızlığa uğramış insanı görerek güç olmak ister. Her insan, yaşanan
çarpıklıklara tepki veriyor fakat hiçbir insan bir diğerine gidip “birlikte
tepki verelim” demez. Bunu başaracak olan tek güç, sınıfsız sömürüsüz düzen
mücadelesini yürüten sendika, çevre ve yapıdır.
İnsanlar güven arar, güveni hissedip değer verildiğini
gördüğünde mücadeleye katılır. Birleştirici güç olmadan tepkiler ortak zeminde
örülemez. OHAL döneminde yaşanan ihraçlarda binlerce insan işsiz kaldı fakat
sendikalar bu konuda bir adım atmadı. Ekonomik desteği de üye talep etti hatta
sendika aidatının en üst meblağdan kesilmesi yönünde bir istekte bulunuldu. Bir
iş kolu sendikasının genel merkez yöneticileri baskı ve zulmü göze alıp
mücadele cüreti gösterseydi, yeni ihraçlar yaşanmazdı. Tarih, yanlışlar
toplamıyla ilerleyince üye dinamizmi güvensizliğe kapıldı. Güvenmeyen bir insan
mücadeleye de katılmaz.
Bugün İliç örneğinde görüldüğü gibi emperyalizm, vatan
toprağını ekonomik ve kültürel yönden kuşatmış durumda. Sol da sendikalar da
artık medya gibi birer ideolojik aygıttır, o sadece ezilenin sömürülenin
tepkisini dindirmek için vardır. O yüzden depremde can verenler için mum
yakarak anma yapmayı tercih eder, o yüzden -varsa- balkonunuzda 1 Mayıs
kutlamanızı dayatır, o yüzden salgında eve kapanmanızı talep eder ve sokağa
çıkmak zorunda kalanları -ki çıkılmalı da- “karantinayı bozuyor” diye görür.
Evlere temizliğe giderek yaşamını sürdüren kadınları “emekçi” olarak
tanımadığından 8 Mart’ları LGBT ve postmodernler ile Taksim’de kutlar ama işçi
sınıfını 1 Mayıs için Taksim’e çağırmaz. Mekâna cinsiyet atar, işçi “erkektir”.
Onlar başka bir mecrada akadursun, ülkenin hemen her
yerinde işçi ve emekçiler, köylüler sokağa çıkıyor, grev ilan ediyor. Siyonizme
tepki büyüyor, boykotlar sürdürülmeye çalışılıyor. Öğrenciler, hak aramaya
devam ediyor. Adaletsizliğe maruz kalanlar oturma eylemleri yapıyor, mücadeleyi
bırakmıyor. Tek ihtiyacımız var ki o da tüm bu mücadeleleri anti-emperyalist
hatta birleştirerek sınıfsız sömürüsüz düzen ideolojisini hayata geçirecek
sınıf partisi ve sendikası. Başka İliçlerin yaşanmamasının tek şartı bu. Başka
çıkar yolumuz yok sömürülenler olarak, gerisi çıkmaz sokak.
8 Mart emekçi kadınlarla semt meydanlarında ve iş
yerlerinde, 1 Mayıs Taksim’de kutlandığında; 25 Kasım yürüyüşleri Bağcılar'da
Esenyurt'ta gerçekleştirildiğinde; Filistin için mitingler ve gece yürüyüşleri
düzenlendiğinde; duvarlardaki faşist yazılar silindiğinde; üretici köylüye
giderek onların talepleri mücadelede hattında birleştirildiğinde; mahallelerde
forumlar düzenlendiğinde ki yapılabilecek olan daha çok meşru emek pratiği
hayata geçirildiğinde sınıf mücadelesi ivme kazanacaktır. Bunun yolu da
sendikacılığı ve solculuğu meslek belleyip part-time mücadele vermemektir.
Gerektiğinde kapı kapı, iş yeri iş yeri, insan insan ziyaret etmenin yolunu
arşınlamamak sadece tabelayı ve varoluşu korumayı her gün yaşatır.
EK NOT: İliç
örneğinin yaşanmaya devam edeceğini sollar emperyalist burjuvaziye temin
ediyor. Bu sözün verildiğini görmek için Hatay’a bakmak gerekir. İdeolojik
donanımı olmayan emekli futbolcuyu TİP, belediye başkanı adayı olarak
gösteriyor. TİP ve diğer liberal solların genel seçimde peşinden gittiği CHP de
halkın tepkisine rağmen mevcut belediye başkanını tekrar aday gösteriyor hem de
depremde yıkılan rezidansların projesine onay verdiği halde. TİP başkanı, işçi
havzası Gebze’den belediye başkan adayı oluyor, eğer seçilemezse işçi
sınıfından güven oyu alamayarak nasıl işçi partisi olduğunu iddia edecek?
Kadıköy'e değinmeye bile gerek yok. Tüm bu denklem ve haritalama yeni İliçlerin
kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.
S. Adalı
19
Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder