Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filminde kum
ocağı sahibi patron, Çanakkale’nin tarihi ve turistik yerlerinin değeri ve
öneminden bahsediyordu. Aslında yırtma derdinde olan genç edebiyatçı ise
sıradan insanların sıradan hikâyelerinin değeri üzerinde duruyordu. Bugün o
tarih ve insan, yangınla mücadele ediyor. “Ahlat ağaçları” yanıyor. Edebiyatın
ve sinemanın konusu edildikten sonra, onca timsah gözyaşının ardından, ateşe
veriliyor. İstanbul’un boşaltıldığı, çevreye taştığı, periferisini işgal ettiği, Paris iklim anlaşmasının imzalandığı koşullarda akıllı kentlerin inşasından söz edildiği süreçte, şehir kül oluyor.
Çünkü tekellerle işbirliği içerisinde devlet, Marmara
Denizi’nin etrafını sanayi siteleri, lojistik ağları, karayolları ile
kuşatıyor. Uluslararası ticaret yolları, boğaza köprü yapılmasını emrediyor. O
köprü ve alt geçitler, emlak değerini artırıyor. Arazi, rant ve kâr, yeni yağma
ve talan süreçlerini tetikliyor.
Bir vesile, hastanede refakatçi olarak kalındığı bir
günün akşamı, odayı paylaştığımız hasta, kendisinin Çanakkale’de Tarım
Bakanlığı bünyesinde sekiz yıl ziraat mühendisi olarak çalıştığını söylüyor.
Odayı paylaşmanın dürtüsüyle, biraz da propaganda faaliyeti dâhilinde, bir
bilgiyi de paylaşıyor: “İmkânınız varsa, bilhassa Saraycık, Sarıcaeli civarında
arazi alın.” Bu lafın edilmesinin üzerinden üç gün sonra, tam da o bölgede
orman yangını yaşanıyor. Bu emlâk tavsiyesiyle yangın arasındaki rabıtaya odaklanmak
gerekiyor.
Bu ziraat mühendisi, bir AKP vekilinden söz ediyor.
Yakından tanıdığı bu ismin arazi işlerini iyi bildiğini, işleri onun
yürüttüğünü, ondan yardım alınabileceğini söylüyor. AKP tabanı, arazi, rant ve
kârla ilişkilerinde “suç ortakları” arıyor. Bu yangın, biraz da Çanakkale
yağmaya açıldığı için yaşanıyor.
Aslında Çanakkale, yirmi yıldır mütemadiyen yanıyor.
İlkin Kepez yandı. Küçük bir köydü. Oraya CHP’liler için bir getto inşa edildi.
“Devrimci” belediye başkanı, arazi, rant ve kâr ilişkileri dâhilinde gemisini
yürüttü. Kimse, yanan ağaçları, o ağaçların yerine inşa edilen binaları sorgulamadı.
O ziraat mühendisi, şehrin Kepez’de tıkandığını,
doğuya doğru büyüyeceğini, o sebeple, o bölgede arazilerin değerleneceğini
söylüyor. Şehir, yeni yapılan köprüye doğru büyüyor. Büyüdükçe Neron’lar gelip
şehri ateşe veriyorlar. Bu süreçten pay isteyenler, süreci hiçbir şekilde
eleştirmiyorlar.
Sağcılar, gerçeklikle, araziyle, rantla ve kârla bağı
olmayan kurgusal olguların, ecnebi komplocu güçlerin “lazerle anızları
yaktığını” söylerken, solcular, kurumsal zafiyete, AKP’nin gericiliğine, kurumu
ve devleti yönetemezliğine vurgu yapıyor. Başka yerlere sesleniyor, küçük
burjuvadaki haset, hınç ve kin duygularını kaşıyarak büyüme hesabı yapıyor.
Küçük burjuva ideolojisi olarak faşizmden ve Nazizmden öğrendiği Yahudi karşıtı
argümanları sivriltip, bir bir Müslüman’a doğrultuyor. Tüm malı ve parayı
kontrol altında tutan Yahudi efsanesine benzer hikâyeler pişiriliyor.
Çanakkale’de mandıralara, arazilere, koylara vs.
AKP’lilerin el koyduğu söyleniyor. Bu haset, hınç ve kinin iktidar olmayı
sağlayacağı düşünülüyor. Küçük burjuvadaki haset, hınç ve kin, sosyalist
hareketi bir bütün olarak CHP’ye örgütlüyor. Tek muradı ve hedefi bir tatil
kasabasında kadın ve içkiden oluşan cennet sofrasını kurmak olan sosyalist
şefler, dünden teşne, hemen örgütleniyorlar CHP’ye. Belediyeler ve vekiller
üzerinden dağıtılan ranta ortak oluyorlar, fukara kadrolarını CHP uşaklığına
iyiden iyiye alıştırıyorlar. Kavgadan kaçıyorlar.
Onlar, hayata kurumsallık ve müdür koltuğu üzerinden
bakıyorlar. “Kurum ve müdür olma düşkünü siyaseti, halktan kopuk ideolojiyi
nedense hiçbir sosyalist sorgulamıyor.”[1] CHP’nin yanına hizalanan
sosyalistler, o müstakbel ve muhayyel müdür koltuklarından okuyorlar gerçeği.
Her olgu ve olayı o zaviyeden sorguluyorlar. Hata yapıyorlar. Sınıfsız ve
sınırsız bir yerden, “ah o koltukta ben olsam” diyerek, burjuva siyasetini
besliyorlar. Koltuk tartışılmıyor, onu ayakta tutan güçlerle dövüşülmüyor. En
fazla, seçim partisi olarak, yalandan halkı düşünüyormuş gibi yapıp, iktidara
öneriler sunuluyor, “zararlar bedelsiz karşılanmalı” deniliyor, tek çözüm
olarak “devletleşme”ye, dolayısıyla devlete işaret ediliyor.[2] Mesele, basitçe
özel kişilerin teknisist, çözümcü, pratik müdahalelerine indirgeniyor. Yangının
iktisadı da sınıfsallığı da sorgulanmıyor. Çünkü küçük burjuvazi, esasen kendi
iktisadî boyutunun ve sınıfsal gerçekliğinin sorgulanmamasını istiyor.
O sebeple, arazinin, rantın ve kârın gerçekliğine
değil, bunlardan pay alan AKP’lilere odaklanıyor. Dolayısıyla, buradan “biz de
payımızı istiyoruz” diyor, diyenleri kendilerine örgütlüyor. Yanan ahlat
ağaçlarına yanmıyor. Üst siyasette rekabetin ve mülkiyetin tayin ettiği
ayrışmalara göre düşünüyor. Alt siyasette, yoksulun, işçinin ve ezilenin
siyasetinde oluşan kavşakları görmüyor. Hayata oradan bakmıyor.
O sebeple, şehrin boşalmasını istediklerini, ama bu
süreci AKP’nin yönetemeyeceğini söylüyor. Gelgelelim, sivil ve asker
bürokrasisiyle meselelere soğukkanlılık ve uzgörüyle bakan devlet, hiç böyle
düşünmüyor. O, kültürel kavgaları, didişmeleri, CHP-AKP çekişmesini tanımıyor,
oradan bakmıyor. Pandemiyi, depremi, şehrin tasfiyesini, enflasyonu vs. ancak
AKP’nin yönetebileceğini söylüyor. “Partimiz kurulduğu günden beri Cumhuriyet’ten
yana oldu, ona hizmet etti” diyen TKP türünden sol örgütler, o devlete yalvararak, “ben, daha iyi
yönetirim ama!” diye ağlıyor. Bu ağlama pratiğine siyaset diyor. Cumhuriyet’in
iktisadî boyutu ve sınıfsal gerçekliğini sorgulayanları aforoz ve tasfiye
ediyor.
Sol, ne şehrin tasfiyesinin yaratacağı derde ve öfkeye
örgütlenmeyi ne de o derdi ve öfkeyi örgütlemeyi aklediyor. Meselelere, bir
diplomat, bürokrat ve teknokrat olarak yaklaşıyor. Devrimci olarak yaklaşmayı
unutuyor. Çanakkale’deki yangını teknik, kurumsal ve şahsi bir becerisizlik,
kifayetsizlik ve zafiyet olarak okuyor. Sol, gerçeklikten ve insandan kopuyor,
bu kopuşun ideolojisi hâline geliyor. Kopanlar, Çanakkale gibi tatil beldelerine
sığınıyor. Şu videodaki adam gibi sürekli “beni bu ülkeden kurtarın!” diye
yalvarıyor.
Birkaç sene önce Çanakkale’deki yazlığında ziyaret
ettiğimiz eski bir TİP’li sendikacı, bulunduğu köyün kahvesinde bir yandan
kâğıt oynarken, bir yandan da köyün gelişmesini, otellerin, barların,
diskoların açılmasını istediğini söylüyordu. Aynı sendikacı, alışveriş için
gittiği Ezine yolunda yanmış olan ormana girip yangından arta kalan kaplumbağa
kabuklarını ganimet misali toplayıp evine götürüyordu. Bu, esasında ilerici ve
ilerlemeci olduğu ölçüde efendilerinden taltif ve değer göreceğini bilen bir
solculuk. Bu solculuk, eskiden sınır tanımıyordu, şimdi de sınıfı tanımıyor.
İşçiliği aşağılık bir etiket olarak görüyor, kullanıyor. Solu, bu tür eski
sendikacılar yönetiyor.
“Yangınlara müdahale”, sınıfsız bir ifade.
“Yetersizlik” de öyle. Yangının ve yetersizliğin sebeplerine kör. Bu
kelimelerden oluşan cümle, ancak bir CHP’linin ağzından çıkabilir. Ancak ona
ait olabilir. O ağız ve o ağzın sahibi, ezilene, yoksula ve işçiye umut olamaz.
Umutsa kavgadadır.
Eren Balkır
23 Ağustos 2023
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Korgeneral Pandemi, Orgeneral Deprem”, 2 Mart 2023, İştiraki.
[2] “TKP Çanakkale”, 23 Ağustos 2023, Sol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder