Pages

25 Ağustos 2023

Nietzsche ve Sol


İki savaş arası dönemde faşizmin son insanlara karşı gerçekleştirdiği isyanla ilgili yorumumuza muhtemelen solcular ve liberal Niçeciler itiraz edecektir.

Savaş sonrası dönemde Niçeci gelenek, ortadan kaybolmak şöyle dursun, üretken hâlini muhafaza etti. Sadece eskiden politik söylemin merkezindeyken, bu konumunu yitirdi, saygın profesörlerin dünyasından çıktı, kenara itildi, varlığını yeraltında sürdürmek zorunda kaldı.

Demokrasiye ve eşitlikçiliğe cepheden karşı koyup saldırmak, hiyerarşiyi ve otoritarizmi açıktan savunmak, artık makbul görülen yaklaşımlar olmaktan çıktığı için genci yaşlısı tüm sağcı Niçeciler, politikanın ve akademinin ana kulvarlarında yürüme imkânını yitirdiler. Bir yanıyla yeni Niçeci hareket[1] içerisinde değerlendirebileceğimiz, birçok Batı ülkesinde faal olan yeni sağ, iki savaş arası dönemi düşmanın hâkim olduğu bir ara dönem olarak değerlendirdi. Dolayısıyla bu dönemin yeniden örgütlenmeye ve silâhlanmaya ihtiyaç duyduğunu söyledi. Bu yeni sağcılar, söz konusu pratiğe nihilist terörizmin ara sıra da olsa eşlik etmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Harekete can veren isimlerden biri olan Julius Evola’nın dile getirdiği biçimiyle, ana görev, daha güçlü bir şekilde eyleme geçene dek “kaplanın sırtına binip onu yönetmek”ti. Roger Griffin’’in (1999) henüz yayımlamadığı, oldukça etkileyici olan makalesinde ortaya koyduğu biçimiyle, bu türden yazarlar rüzgârın döneceğini düşünüyor, zamanın çembersel yapısı gereği, nihilizmin yeni döneme evrileceği günü bekliyorlardı.[2]

Savaş sonrası üretilen teoride sağ Niçecilerin varlığı silikken, bu teoriye esas olarak sol Niçeciler ve onların mensup olduğu eleştirel teori, varoluşçuluk, postmodernizm, liberalizm gibi akımlar hâkimdi. Ama artık sahneye süreç içerisinde sağ Niçeciler de çıkıyorlardı. Bu noktada sol Niçeciler, gerici rakiplerine karşı konumlarını koruyup koruyamayacakları ve Nietzche’nin hangi tarafa ait olduğu sorusuyla yüzleştiler.

Nietzsche’yi sahiplenirken sol Niçeciler, temel bir dizi argümana sarılıyorlardı. Burada söz konusu iddialar ve zayıf yanları ele alınacak.

Son İnsan Kapitalizmin Ruhundan Neşet Etti

Solcu Niçecilere göre Nietzsche, kapitalizmi eleştirmiş önemli bir isimdi. Onun eleştirisi, sosyalist ve Marksist eleştirileri tamamlıyor, hatta bazı sol Niçecilerin tespitiyle, bu eleştirilerin ötesine uzanıyordu.

Örneğin Adorno, “Nietzsche’nin burjuvaziden Marx’a kıyasla daha fazla tiksindiğini, bu anlamda Marx’ın eleştirisinin ötesine geçtiğini”[3] söylüyordu. Bu hâliyle Adorno’nun teorisinde Nietzsche, varoluşsal ve ahlaki meselelere odaklanan, sadece ekonominin işleyişine, zenginliklerin dağıtımına, üretim araçlarının kontrolüne takılmayan bakış açısıyla Eleştirel Teori’nin önemli bir habercisi mertebesine yükseltiliyordu. Bu açıdan kapitalizmin araçsalcı aklına, ona eşlik eden standardizasyon ve nicelikselleştirme süreçlerine, üretimin yüceltilmesine, dini aşmış materyalist dünyanın yol açtığı hayal kırıklığına, bireyin özerkliğine doğru daralmaya, kültürel uğraşlara teslim olma meselesine ancak Nietzsche ile kafa tutulabilir, ticarileşmiş kitle kültürü ve aşırı tüketimcilik gibi kapitalizm kaynaklı, o hep şikâyet edilen yan olgular, ancak onunla eleştirilebilirdi. Bu türden yorumların sahipleri, Nietzsche’nin ara sıra sırf rahat edilsin diye çok yakın mesafeden ele alınan, düşüncesindeki kötü yönlerin üzerini tümden örtmüyorlardı. Bu kişiler, ondaki gerici veya muhafazakâr yönlere odaklananların mantığını sorguluyor, onun kendi döneminin evladı olduğunu, kimi önyargıları onun da paylaştığını söylüyor, ama bir yandan da kapitalist toplum ve kültüre radikal manada itiraz edebilmek için Nietzsche’de faydalı ve iyi birçok şeyin bulunabileceğini iddia ediyorlardı.

Sol Niçecilerin çalışmalarında gördüğümüz bu düşünce hattı hatalı, çünkü en az iki Nietzsche olduğunu varsayıyor. Birinci Nietzsche’nin sorunlu olsa bile ikinci Nietzsche’nin oldukça kıymetli olduğunu, onunla müttefik olmak gerektiğini söylüyor. Oysa ortada sadece tek bir Nietzsche var, dolayısıyla bu argüman yanlış. İki anlamlı olan şey, aslında kapitalizmin kendisi.

Onu en radikal şekilde yorumlayıp eleştiren isim olan Karl Marx’ın da dediği gibi, kapitalizm oldukça karmaşık ve çelişkili bir olgu. Bu olgu, ilerici ve gerici unsurları, insanın imkânlarını artıran, özgürleşme ihtimalini ortaya çıkartan momentleri ve vektörleri, insanın potansiyelini zincire vuran güçlerle bir araya getiriyor. Bu diyalektik analizi hep aklında tutan Marx, kapitalizmi birçok farklı yerde “yaşayan çelişki” veya “hareket hâlindeki çelişki” olarak tanımlıyor, bunu yaparken, hep “sermayenin medenileştirici yönleri” üzerinde duruyor.

Bu medenileştirici yönler arasında, iş pratiğinin toplumsallaşmasını, üretkenlikteki artışı, çalışma saatlerinin azalmasını saymak mümkün. Tüm bunlar, makinelerin devreye girmesiyle, bilgi ve kültürün demokratikleşmesi, halka açılmasıyla ve ihtiyaçlarla tüketimin artmasıyla mümkün oluyor.

Yani Marx kapitalizme karşı, ama bir yandan da bu üretim tarzının “toplumsal birey”in oluşum sürecinin ayrılmaz parçası olduğunu söylüyor. Bu “toplumsal birey”, Marx’ı inceleyen isimlerin üzerinde durmadığı, yeterince teorinin konusu kılıp incelemedikleri bir konu.

Marx’ın tahayyül ettiği toplumsal birey, ileride tüm yönleriyle maddileşecek, bugünde rüşeym hâlinde bulunan bir olgu. Bu olguyu ancak modern geniş ölçekli endüstrinin yol açtığı üretim ve bu üretimin her şeyi toplumsallaştırması sayesinde düşünebilme imkânı bulduk.[4]

“Bu dönüşümde insan, üretim gücüne sahip oluyor, doğayı anlıyor, üretimin ve servetin o büyük temel taşı anlamında toplumsal bireyin gelişimi, yani toplumsal beden olarak varolması sayesinde doğaya hâkim oluyor. Bugünkü serveti var eden yabancı emek zamanını çalan pratik, büyük ölçekli sanayinin yeni temeli karşısında sefil bir temel olarak çıkıyor karşımıza.”[5]

Marx’a göre seri üretim, insanı küçük düşüren, ama aynı zamanda özgürleştirme potansiyeline sahip olan bir süreç. Seri üretim sayesinde iş pratiği, daha önce hayal bile edilemeyecek ölçüde toplumsallaşıyor, öyle ki artık her şeyi tekil ve yalnız birey değil, toplum yaratıyor, toplum, birey oluyor. Bu bağlamda kapitalizm, kendi niyetleri hilâfına, geleceğin tohumlarını ekiyor.[6]

Çelişkili bir biçimde, kapitalizmin en sert eleştirmenlerinden olan Marx, “medeniyet”in geleceği konusunda, kapitalizm yanlısı burjuva düşünürlerden daha fazla iyimser. Bunun yegâne sebebi de gerçekleşmesi an meselesi olan ve burjuva toplumu ile tüm kötülüklerini tarihin çöplüğüne süpürüp atacak olan proleter devrimine yönelik inancı değil.

Şu gerçeği görmek gerekiyor: Marx’a göre, burjuva toplumunda birçok yönden onun aleyhine işleyen ana devrimci güç, “yaşayan çelişki” olarak sermayenin ta kendisi.[7]. Grundrisse ismini taşıyan hazırlık çalışmasında ilk kez dile getirilen bu görüşler, sonrasında Marx’ın yürüttüğü, Kapital’de serimlenen tartışmaya dâhil ediliyor. Burada söz konusu görüşün aktarıldığı pasajlara dair iki örnek sunabiliriz:

“Modern sanayi, üretim sürecinin varolan biçimini nihai biçim olarak görmez veya ele almaz. Bu anlamda, modern sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa onu önceleyen diğer tüm üretim tarzları esas olarak muhafazakârdır. […] Yol açtığı her türden felâket üzerinden geniş ölçekli sanayi, emekteki değişimin, dolayısıyla, işçinin ölüm-kalım meselesi dâhilinde emeğin tüm farklı türleri için uygun hâle gelmesi gerektiği gerçeğinin kabul edilmesini sağlar. […] Bu gaddarlık dâhilinde, yedekte ve sefalet içerisinde tutulan, tek kullanımlık çalışan nüfusun yerini, kendisine ihtiyaç duyan farklı türde emek pratikleri için elverişli olan bireyler alır. Özel bir toplumsal işleve sahip olan, kısmen gelişmiş birey ise yerini tümüyle gelişmiş bireye bırakmak zorundadır.”[8]

Hemen ardından Marx şu tespitini ekler: “Bu dönüşüm, geniş ölçekli sanayinin temin ettiği temel üzerinden, kendiliğinden gelişmiştir.” Aynı şekilde, Kapital’in üçüncü cildinde Marx şu hususu vurgular.

“Sermayenin medenileştirici yönlerinden biri de önceki kölelik ve serflik gibi formlarda görülen formasyonlara kıyasla, yeni ve daha üst seviyede olan formasyon için unsurların üretilmesi ve toplumsal ilişkiler için daha avantajlı olan koşullarda, bu artık emeği gasp etmesidir.”[9]

Bu baskının bir sonraki sayfasında ise Marx, zorunluluk alanı ile özgürlük alanı arasında ayrım yapar. Kapitalizm, hem kendisine işaret eder hem de pratikte kendisinin ötesine geçer.

Marx’ın kapitalizmde tarihsel gelişimle ilgili teorisi önemlidir. Nietzsche’nin antikapitalizminde asıl sorunlu olan yanı, ancak bu teoriyle anlayabiliriz. Aslında Nietzsche, kapitalizmi Marx’ın “medenileştirici yönler” dediği hususlar temelinde eleştiriyor. Onun “Son İnsan” anlayışı, bir anlamda Marx’ın büyük ümitler beslediği “toplumsal birey”i alaya alma ve distopik bir kurgu olarak takdim etme amacını güdüyor. Burada ben, Nietzsche’nin doğrudan Marx’a cevap verdiğini söylemiyorum. İddiam şu ki Nietzsche, toplumsal-ekonomik meselelere epey ilgili bir isim. Politik ekonomi konusunda kendi döneminde yazılanların önemli bir bölümünü okuyor. Ama muhtemelen Marx’ın yazılarını doğrudan okumamış. Marx’ın yazılarını kapsamlı bir biçimde tartışıp alıntılayan farklı kaynaklardan, ona ait, ekonomi ve politika ile ilgili teorilerden haberdar olmuş. Hatta bu kitapların birinde Nietzsche, Marx’ın adının altını çizmiş.[10] Aslında Nietzsche’nin Marksizme doğrudan cevap üretip üretmediğinin bir önemi yok. Önemli olan, iki büyük düşünürün aynı süreçleri çarpıcı bir ferasetle ele almaları, bu süreçler konusunda toplumdaki ayrışmanın iki farklı yakasından bakmak suretiyle, farklı teşhisler dile getirmiş olmaları.

Marx, özgür, güçlü ve eşit insanlık vizyonuna sahipken, Nietzsche zayıf “hayvan sürüleri”nin yüceye yerleştiği, insanın büyüklüğüne ve bireyciliğe halel getirdiği toplumsal kâbusa karşı çıkıyor. Her iki düşünür de toplumsal bireyin ve Son İnsan’ın gerçekte olmadığını, ama rüşeym hâlinde mevcut olduğunu söylüyor. Marx, bu tespit üzerinden, toplumsal bireyin devrimci toplumsal dönüşüm ile ortaya çıkartılması için gerekli koşulları yaratmayı dert edinirken, Nietzsche, Üstinsan anlayışı ve tüm değerlerin yüceltilmesi temelinde, tehdit altındaki efendilerin karşı devrimini savunmak suretiyle, Marx’ın sözünü ettiği dönüşüme dair her türden ihtimale mani olmak gerektiğini söylüyor.

Marx, kapitalizm konusunda, istenen dönüşümü başlatmak ve yeni toplumsal düzeni kurmak için kapitalizmin iç dinamiklerine bel bağlıyor. Buna karşılık, Nietzsche, içsel çelişkilerinden arınmış, statikleşmiş, onu aşma ihtimallerini bir bir ortadan kaldırmış bir kapitalizme özlem duyuyor. Ondaki dinginci, dairesel, kaderini sevme temelli anlayış, ilerlemeyi dışlayan, aynı şeyin sonsuza dek tekrarlanmasına dair görüş, kurgudan ibaret değil. Bilâkis, Nietzsche özgürleşmiş kölelerin tarihsel ve toplumsal planda ilerleme ihtimalinin gerçek bir ihtimal olduğunun bilincinde, ama o, bu türden bir sonucu tasvip etmiyor ve tüm kalbiyle bu ihtimalin gerçekleşmemesini istiyor.

Örneğin Güç İstenci kitabının (1885) son bölümünde Nietzsche, kapitalizmi miyop bir yaklaşım üzerinden meşrulaştırıyor, insanların daimi ve coşkulu hareketine rağmen her şeyin yerli yerinde durduğunu iddia ediyor, ilerleme anlayışını redde tabi tutuyor, en nihayetinde bu sözleri gerçekliğe dair nesnel bir gözlem üzerinden değil, hâlihazırda olan biteni aşmak için gerçekliğin karşısına çıkartılan bir anlayış bağlamında dile getiriyor. Neticede Nietzsche[11] varolan hâliyle dünyayı göstermiyor, kendisinin görmek istediği hâlini aktarıyor:

“Dünyanın benim için ne ifade ettiğini biliyor musunuz? Onu size kendi aynamdaki hâliyle göstereyim mi? Bu dünya, başı sonu olmayan, neyin ebediyete dek geri dönmesi gerektiğini belirleme hakkını kendisinde gören, uyumun verdiği neşeye dönmek için çelişkiler oyununu oynayan, enerji yüklü bir canavar. Bu benim Diyonizosçu dünyam gayesiz, bir halka kendine kapanırken kendisini iyi hissediyorsa, böylesi bir çember olmanın keyfini yaşamak bir hedefse bir hedefi var tabii.”

Gerçekte Nietzsche’nin yüreği burkularak idrak ettiği biçimiyle, sınırları net bir biçimde çizilmiş bir hedefe sahip olan dünya, Son İnsan’ın değerini küçültecek bir yere doğru evriliyor. Nietzsche, kapitalizmi birbiriyle çelişen iki ayrı yaklaşım üzerinden ele alıyor, ama o, kapitalizmi eşitlikçi ve barışçıl bir sisteme dönüştürmeye yazgılı olan, kapitalizmin gelişimine damgasını vuran unsurları ve yolları redde tabi tutuyor.

Nietzsche’de “antikapitalizm”, sınıf sisteminin temellerini ortadan kaldırıp yönünü demokrasi ve sosyalizme çevirecek her şeyi karşısına alıyor. O, tam da Marx’ın “sermayenin medenileştirici yönleri” dediği şeylerden şikâyetçi: Bu noktada, her fırsatta, toplumun demokratikleşmesine, kültürün kitleselleşmesine, ihtiyaçlardaki artışa, kitlesel tüketime vs. karşı çıkıyor.[12] Buna karşılık Nietzsche, sömürü, rekabet, sınıfsal hiyerarşi gibi Marx’ın yok olmasını istediği unsurları ebedi ve değişmez kabul ediyor (başka bir ifadeyle, Nietzsche, bunların geçici olduğuna inanıyor, ama kalıcı olmasını istiyor.)[13] Nietzsche’nin “sermayenin barbar yönleri” diyebileceğimiz yönlerine bağlılığını anımsatmak için şu alıntı kâfi gelecektir:

“Hayatın kendisi, temelde yabancı ve zayıf olanın temellük edilmesi, yaralanması, boyun eğdirilmesi, birinin ezilmesi, ona şiddet uygulanması, kendi hayat biçimini ona dayatması, o hayata dâhil etmesi, en iyi ve en mütevazı hâliyle sömürülmesidir. […] Sıradan bir Avrupalının bilinci, buradan çıkartılacak derse hiçbir noktada karşı olmayacaktır; şimdi her yerde bilimsel kılıf altında bile olsa sömürünün olmadığı bir toplumu yere göğe sığdıramıyorlar. Bu tür sözler benim kulağıma, organik işlevlere sahip olmayan bir hayat vaadiymiş gibi çalınıyor. ‘Sömürü’, yozlaşmış, kusurlu veya ilkel topluma ait bir şey değil: sömürü, temel organik işlev olarak yaşayanların özüyle alakalıdır, o, esas olarak yaşama iradesini ifade eden, insanın özünden kaynaklanan iradenin bir sonucudur.”[14]

Başka bir yerde sosyalizmi açıktan redde tabi tutan açıklamasında Nietzsche, sosyalizmi de kapitalizmin iki temel önkoşulu olarak özel mülkiyete ve birikimi aşmaya dönük her türden girişimi de doğal olmadıkları sebebiyle çöpe attığını söylüyor:

“Bir hastalığın yol açtığı krize işaret eden, sosyalizme yönelik iradesini ortaya koyan çok insanla karşılaşacağız. Bir de imanın şartları arasında ‘bir şey olmak için bir şeylere sahip olmalısın’ yazılı olan ve bir şeylere sahip olanlar var. Bu, tüm içgüdülerin en eskisi ve en sağlıklısı. Ben, bu söze şunu eklemeliyim: ‘İnsan daha fazla şey olmak istiyorsa daha fazlasını istemelidir.’ Çünkü bu, hayatın canı olan her şeye vaaz ettiği öğretidir. Bu öğreti, gelişimin ahlakıdır. Daha fazlasına sahip olmak, daha fazlasına sahip olmayı istemek: kelimenin tam anlamıyla büyüme, işte hayat ta da budur.”[15]

Son olarak, Nietzsche’yi solcu bir eleştirmen değilse bile kapitalist homojenleşme sürecine karşı bireyciliği aristokratik bir yaklaşımla savunan bir düşünür olduğunu sananlar, aşağıdaki pasajı okusunlar ve bir süre oturup bu alıntıyı düşünsünler:

“Rönesans neyi kanıtlıyor? Bireyin hükümranlığının kısa süreli olmalı. İsraf fazla büyük; toplama ve yararlanma imkânları azalıyor, bu azalmayı hemen tükenmişlik takip ediyor. Bunlar, her şeyin harcandığı ve kişinin topladığı, yararlandığı ve zenginliklerine zenginlik kattığı gücün harcandığı zamanlardır.”[16]

Özetle şunu söylemek gerekiyor: güvenle göz ardı edilebilecek, “kötü ve muhafazakâr Nietzsche” ve solun bağ kurabileceği “iyi ve antikapitalist Nietzsche” diye iki ayrı Nietzsche yok. Her iki Nietzsche de sosyalizme karşı olan kapitalizm eleştirileri dile getiriyor, ayrıca kapitalizmi onaylayan, olumlu gören sözler sarf ediyor. Nietzsche, kapitalist moderniteye yönelik faşist eleştiriyi önceden haber veriyor, onunla ilgili bilgiler sunuyor. Dolayısıyla, çelişkili bir laf olacak ama, Nietzsche’nin sınırlı ölçüde dile getirdiği kapitalizmi reddeden tespitlerini sola kazandırmak yerine, bunlara karşı çıkmak gerekiyor.

Ishay Landa

[Kaynak: Fascism and the Masses: The Revolt Against the Last Humans, 1848-1945, Routledge, 2018, s. 400-406.]

Dipnotlar:
[1] Alman Armin Mohler’in, Fransız Alain de Benoist’nın, İtalya Giorgio Locchi’nin ve son dönemde Amerikalı yazarlar Paul Gottfried ile Richard B. Spencer’ın, bunun yanında İngiliz Nick Land ile Jonathan Bowden’ın ve Rus Aleksandr Dugin’in temsil ettiği hareket. Teorinin uluslararası planda ne kadar geniş bir sahaya yayıldığına dikkat edilsin.

[2] Ludwig Marcuse, “Need and Culture in Nietzsche,” Constellations, 8, 1: 2001, s. 134.

[3] Bu kaynak konusunda Nicolás González Varela’ya teşekkür ederim. Alain Badiou’nün “olay” veya Walter Benjamin’deki mesihçilik türünden, devrimci kurtuluş anına dair solcu Niçecilerin geliştirdiği kavramlarla çembersel döngü gibi kavramlar arasındaki benzerliği ortaya koyuyor.

[4] Max Weber ve Werner Sombart gibi, her türden ahlaki ve manevi avantajına odaklanan, bu anlamda kapitalist üretimin ilk aşamalarını idealize eden, ileride karşımıza çıkacak olan Niçeci ekonomistlerle Marx’ın çeliştiğini görmek gerekiyor.

[5] Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth: Penguin, 1993: s. 705.

[6] Bu “üretimin nesnel planda toplumsallaşması” teriminin faydalı bir tanımı için bkz.: Ernest Mandel, Late Capitalism, London  ve New York: Verso, 1978: s. 595.

[7] Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth: Penguin, 1993: s. 421.

[8] Karl Marx, Capital. Cilt 1, Harmondsworth: Penguin, 1990: s. 617–618.

[9] Karl Marx, Capital. Cilt 3, Harmondsworth: Penguin, 1991: s. 958.

[10] Detaylar konusunda bkz.: Thomas H. Brobjer, “Nietzsche’s Knowledge of Marx and Marxism,” Nietzsche-Studien, 31:2002, s. 298–313.

[11] Friedrich Nietzsche, The Will to Power, Çev.: Walter Kaufmann, New York: Vintage, 1968: s. 549–550.

[12] Eleştirel Teorisyenler, Marx’ı kitlesel tüketimi sert bir dille eleştiren bir isim olarak takdim ediliyor, buradan da Nietzsche ile benzeştiriliyorlar. Oysa bu, benim kanaatime göre, inatla dile getirilen, Marx’ın kitlesel tüketimi sınırladığı için kapitalizmi eleştiren konumunu yanlış anlayan ve yanlış aktaran bir değerlendirme. Konuyla ilgili argümanım konusunda bkz.: Ishay Landa, “The Negation of Abnegation: Marx on Consumption,” Historical Materialism, yakında yayımlanacak.

[13] Marx’ın ve Nietzsche’nin kapitalizme yönelik tutumlarını kıyaslayan daha kapsamlı bir çalışma için bkz.: Ishay Landa, “The Social Individual and the Last Human: Marx and Nietzsche Agree to Disagree,” Critical Sociology [İlk yayım tarihi: 28 Kasım]. s. 1–13 (2016).

[14] Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evil, Çev.: Reginald John Hollingdale, Harmondsworth: Penguin, 1990: s. 194.

[15] Friedrich Nietzsche, The Will to Power, Çev.: Walter Kaufmann, New York: Vintage. 1968: s. 77.

[16] Nietzsche, a.g.e., s. 57.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder