İki
savaş arası dönemde faşizmin son insanlara karşı gerçekleştirdiği isyanla
ilgili yorumumuza muhtemelen solcular ve liberal Niçeciler itiraz edecektir.
Savaş
sonrası dönemde Niçeci gelenek, ortadan kaybolmak şöyle dursun, üretken hâlini
muhafaza etti. Sadece eskiden politik söylemin merkezindeyken, bu konumunu
yitirdi, saygın profesörlerin dünyasından çıktı, kenara itildi, varlığını
yeraltında sürdürmek zorunda kaldı.
Demokrasiye
ve eşitlikçiliğe cepheden karşı koyup saldırmak, hiyerarşiyi ve otoritarizmi
açıktan savunmak, artık makbul görülen yaklaşımlar olmaktan çıktığı için genci
yaşlısı tüm sağcı Niçeciler, politikanın ve akademinin ana kulvarlarında yürüme
imkânını yitirdiler. Bir yanıyla yeni Niçeci hareket[1] içerisinde
değerlendirebileceğimiz, birçok Batı ülkesinde faal olan yeni sağ, iki savaş
arası dönemi düşmanın hâkim olduğu bir ara dönem olarak değerlendirdi.
Dolayısıyla bu dönemin yeniden örgütlenmeye ve silâhlanmaya ihtiyaç duyduğunu
söyledi. Bu yeni sağcılar, söz konusu pratiğe nihilist terörizmin ara sıra da
olsa eşlik etmesi gerektiğini düşünüyorlardı.
Harekete
can veren isimlerden biri olan Julius Evola’nın dile getirdiği biçimiyle, ana
görev, daha güçlü bir şekilde eyleme geçene dek “kaplanın sırtına binip onu
yönetmek”ti. Roger Griffin’’in (1999) henüz yayımlamadığı, oldukça etkileyici
olan makalesinde ortaya koyduğu biçimiyle, bu türden yazarlar rüzgârın
döneceğini düşünüyor, zamanın çembersel yapısı gereği, nihilizmin yeni döneme
evrileceği günü bekliyorlardı.[2]
Savaş
sonrası üretilen teoride sağ Niçecilerin varlığı silikken, bu teoriye esas
olarak sol Niçeciler ve onların mensup olduğu eleştirel teori, varoluşçuluk,
postmodernizm, liberalizm gibi akımlar hâkimdi. Ama artık sahneye süreç
içerisinde sağ Niçeciler de çıkıyorlardı. Bu noktada sol Niçeciler, gerici
rakiplerine karşı konumlarını koruyup koruyamayacakları ve Nietzche’nin hangi
tarafa ait olduğu sorusuyla yüzleştiler.
Nietzsche’yi
sahiplenirken sol Niçeciler, temel bir dizi argümana sarılıyorlardı. Burada söz
konusu iddialar ve zayıf yanları ele alınacak.
Son
İnsan Kapitalizmin Ruhundan Neşet Etti
Solcu
Niçecilere göre Nietzsche, kapitalizmi eleştirmiş önemli bir isimdi. Onun
eleştirisi, sosyalist ve Marksist eleştirileri tamamlıyor, hatta bazı sol
Niçecilerin tespitiyle, bu eleştirilerin ötesine uzanıyordu.
Örneğin
Adorno, “Nietzsche’nin burjuvaziden Marx’a kıyasla daha fazla tiksindiğini, bu
anlamda Marx’ın eleştirisinin ötesine geçtiğini”[3] söylüyordu. Bu hâliyle
Adorno’nun teorisinde Nietzsche, varoluşsal ve ahlaki meselelere odaklanan,
sadece ekonominin işleyişine, zenginliklerin dağıtımına, üretim araçlarının
kontrolüne takılmayan bakış açısıyla Eleştirel Teori’nin önemli bir habercisi
mertebesine yükseltiliyordu. Bu açıdan kapitalizmin araçsalcı aklına, ona eşlik
eden standardizasyon ve nicelikselleştirme süreçlerine, üretimin
yüceltilmesine, dini aşmış materyalist dünyanın yol açtığı hayal kırıklığına,
bireyin özerkliğine doğru daralmaya, kültürel uğraşlara teslim olma meselesine
ancak Nietzsche ile kafa tutulabilir, ticarileşmiş kitle kültürü ve aşırı
tüketimcilik gibi kapitalizm kaynaklı, o hep şikâyet edilen yan olgular, ancak
onunla eleştirilebilirdi. Bu türden yorumların sahipleri, Nietzsche’nin ara
sıra sırf rahat edilsin diye çok yakın mesafeden ele alınan, düşüncesindeki
kötü yönlerin üzerini tümden örtmüyorlardı. Bu kişiler, ondaki gerici veya
muhafazakâr yönlere odaklananların mantığını sorguluyor, onun kendi döneminin
evladı olduğunu, kimi önyargıları onun da paylaştığını söylüyor, ama bir yandan
da kapitalist toplum ve kültüre radikal manada itiraz edebilmek için
Nietzsche’de faydalı ve iyi birçok şeyin bulunabileceğini iddia ediyorlardı.
Sol
Niçecilerin çalışmalarında gördüğümüz bu düşünce hattı hatalı, çünkü en az iki
Nietzsche olduğunu varsayıyor. Birinci Nietzsche’nin sorunlu olsa bile ikinci
Nietzsche’nin oldukça kıymetli olduğunu, onunla müttefik olmak gerektiğini
söylüyor. Oysa ortada sadece tek bir Nietzsche var, dolayısıyla bu argüman
yanlış. İki anlamlı olan şey, aslında kapitalizmin kendisi.
Onu
en radikal şekilde yorumlayıp eleştiren isim olan Karl Marx’ın da dediği gibi,
kapitalizm oldukça karmaşık ve çelişkili bir olgu. Bu olgu, ilerici ve gerici
unsurları, insanın imkânlarını artıran, özgürleşme ihtimalini ortaya çıkartan
momentleri ve vektörleri, insanın potansiyelini zincire vuran güçlerle bir
araya getiriyor. Bu diyalektik analizi hep aklında tutan Marx, kapitalizmi
birçok farklı yerde “yaşayan çelişki” veya “hareket hâlindeki çelişki” olarak
tanımlıyor, bunu yaparken, hep “sermayenin medenileştirici yönleri” üzerinde duruyor.
Bu
medenileştirici yönler arasında, iş pratiğinin toplumsallaşmasını,
üretkenlikteki artışı, çalışma saatlerinin azalmasını saymak mümkün. Tüm
bunlar, makinelerin devreye girmesiyle, bilgi ve kültürün demokratikleşmesi,
halka açılmasıyla ve ihtiyaçlarla tüketimin artmasıyla mümkün oluyor.
Yani
Marx kapitalizme karşı, ama bir yandan da bu üretim tarzının “toplumsal
birey”in oluşum sürecinin ayrılmaz parçası olduğunu söylüyor. Bu “toplumsal
birey”, Marx’ı inceleyen isimlerin üzerinde durmadığı, yeterince teorinin
konusu kılıp incelemedikleri bir konu.
Marx’ın
tahayyül ettiği toplumsal birey, ileride tüm yönleriyle maddileşecek, bugünde
rüşeym hâlinde bulunan bir olgu. Bu olguyu ancak modern geniş ölçekli
endüstrinin yol açtığı üretim ve bu üretimin her şeyi toplumsallaştırması
sayesinde düşünebilme imkânı bulduk.[4]
“Bu dönüşümde insan,
üretim gücüne sahip oluyor, doğayı anlıyor, üretimin ve servetin o büyük temel
taşı anlamında toplumsal bireyin gelişimi, yani toplumsal beden olarak
varolması sayesinde doğaya hâkim oluyor. Bugünkü serveti var eden yabancı emek
zamanını çalan pratik, büyük ölçekli sanayinin yeni temeli karşısında sefil bir
temel olarak çıkıyor karşımıza.”[5]
Marx’a
göre seri üretim, insanı küçük düşüren, ama aynı zamanda özgürleştirme
potansiyeline sahip olan bir süreç. Seri üretim sayesinde iş pratiği, daha önce
hayal bile edilemeyecek ölçüde toplumsallaşıyor, öyle ki artık her şeyi tekil
ve yalnız birey değil, toplum yaratıyor, toplum, birey oluyor. Bu bağlamda
kapitalizm, kendi niyetleri hilâfına, geleceğin tohumlarını ekiyor.[6]
Çelişkili
bir biçimde, kapitalizmin en sert eleştirmenlerinden olan Marx, “medeniyet”in
geleceği konusunda, kapitalizm yanlısı burjuva düşünürlerden daha fazla
iyimser. Bunun yegâne sebebi de gerçekleşmesi an meselesi olan ve burjuva
toplumu ile tüm kötülüklerini tarihin çöplüğüne süpürüp atacak olan proleter
devrimine yönelik inancı değil.
Şu
gerçeği görmek gerekiyor: Marx’a göre, burjuva toplumunda birçok yönden onun
aleyhine işleyen ana devrimci güç, “yaşayan çelişki” olarak sermayenin ta
kendisi.[7]. Grundrisse ismini taşıyan hazırlık çalışmasında ilk kez
dile getirilen bu görüşler, sonrasında Marx’ın yürüttüğü, Kapital’de
serimlenen tartışmaya dâhil ediliyor. Burada söz konusu görüşün aktarıldığı
pasajlara dair iki örnek sunabiliriz:
“Modern sanayi, üretim
sürecinin varolan biçimini nihai biçim olarak görmez veya ele almaz. Bu anlamda, modern sanayinin teknik temeli devrimcidir, oysa onu önceleyen diğer tüm üretim
tarzları esas olarak muhafazakârdır. […] Yol açtığı her türden felâket
üzerinden geniş ölçekli sanayi, emekteki değişimin, dolayısıyla, işçinin ölüm-kalım
meselesi dâhilinde emeğin tüm farklı türleri için uygun hâle gelmesi gerektiği
gerçeğinin kabul edilmesini sağlar. […] Bu gaddarlık dâhilinde, yedekte ve
sefalet içerisinde tutulan, tek kullanımlık çalışan nüfusun yerini, kendisine
ihtiyaç duyan farklı türde emek pratikleri için elverişli olan bireyler alır.
Özel bir toplumsal işleve sahip olan, kısmen gelişmiş birey ise yerini tümüyle
gelişmiş bireye bırakmak zorundadır.”[8]
Hemen
ardından Marx şu tespitini ekler: “Bu dönüşüm, geniş ölçekli sanayinin temin
ettiği temel üzerinden, kendiliğinden gelişmiştir.” Aynı şekilde, Kapital’in
üçüncü cildinde Marx şu hususu vurgular.
“Sermayenin
medenileştirici yönlerinden biri de önceki kölelik ve serflik gibi formlarda
görülen formasyonlara kıyasla, yeni ve daha üst seviyede olan formasyon için
unsurların üretilmesi ve toplumsal ilişkiler için daha avantajlı olan
koşullarda, bu artık emeği gasp etmesidir.”[9]
Bu
baskının bir sonraki sayfasında ise Marx, zorunluluk alanı ile özgürlük alanı
arasında ayrım yapar. Kapitalizm, hem kendisine işaret eder hem de pratikte
kendisinin ötesine geçer.
Marx’ın
kapitalizmde tarihsel gelişimle ilgili teorisi önemlidir. Nietzsche’nin
antikapitalizminde asıl sorunlu olan yanı, ancak bu teoriyle anlayabiliriz.
Aslında Nietzsche, kapitalizmi Marx’ın “medenileştirici yönler” dediği hususlar
temelinde eleştiriyor. Onun “Son İnsan” anlayışı, bir anlamda Marx’ın büyük
ümitler beslediği “toplumsal birey”i alaya alma ve distopik bir kurgu olarak
takdim etme amacını güdüyor. Burada ben, Nietzsche’nin doğrudan Marx’a cevap
verdiğini söylemiyorum. İddiam şu ki Nietzsche, toplumsal-ekonomik meselelere
epey ilgili bir isim. Politik ekonomi konusunda kendi döneminde yazılanların
önemli bir bölümünü okuyor. Ama muhtemelen Marx’ın yazılarını doğrudan
okumamış. Marx’ın yazılarını kapsamlı bir biçimde tartışıp alıntılayan farklı
kaynaklardan, ona ait, ekonomi ve politika ile ilgili teorilerden haberdar
olmuş. Hatta bu kitapların birinde Nietzsche, Marx’ın adının altını çizmiş.[10]
Aslında Nietzsche’nin Marksizme doğrudan cevap üretip üretmediğinin bir önemi
yok. Önemli olan, iki büyük düşünürün aynı süreçleri çarpıcı bir ferasetle ele
almaları, bu süreçler konusunda toplumdaki ayrışmanın iki farklı yakasından
bakmak suretiyle, farklı teşhisler dile getirmiş olmaları.
Marx,
özgür, güçlü ve eşit insanlık vizyonuna sahipken, Nietzsche zayıf “hayvan
sürüleri”nin yüceye yerleştiği, insanın büyüklüğüne ve bireyciliğe halel
getirdiği toplumsal kâbusa karşı çıkıyor. Her iki düşünür de toplumsal bireyin
ve Son İnsan’ın gerçekte olmadığını, ama rüşeym hâlinde mevcut olduğunu
söylüyor. Marx, bu tespit üzerinden, toplumsal bireyin devrimci toplumsal
dönüşüm ile ortaya çıkartılması için gerekli koşulları yaratmayı dert
edinirken, Nietzsche, Üstinsan anlayışı ve tüm değerlerin yüceltilmesi temelinde,
tehdit altındaki efendilerin karşı devrimini savunmak suretiyle, Marx’ın sözünü
ettiği dönüşüme dair her türden ihtimale mani olmak gerektiğini söylüyor.
Marx,
kapitalizm konusunda, istenen dönüşümü başlatmak ve yeni toplumsal düzeni kurmak
için kapitalizmin iç dinamiklerine bel bağlıyor. Buna karşılık, Nietzsche, içsel
çelişkilerinden arınmış, statikleşmiş, onu aşma ihtimallerini bir bir ortadan
kaldırmış bir kapitalizme özlem duyuyor. Ondaki dinginci, dairesel, kaderini
sevme temelli anlayış, ilerlemeyi dışlayan, aynı şeyin sonsuza dek
tekrarlanmasına dair görüş, kurgudan ibaret değil. Bilâkis, Nietzsche özgürleşmiş
kölelerin tarihsel ve toplumsal planda ilerleme ihtimalinin gerçek bir ihtimal
olduğunun bilincinde, ama o, bu türden bir sonucu tasvip etmiyor ve tüm
kalbiyle bu ihtimalin gerçekleşmemesini istiyor.
Örneğin
Güç İstenci kitabının (1885) son bölümünde Nietzsche, kapitalizmi miyop
bir yaklaşım üzerinden meşrulaştırıyor, insanların daimi ve coşkulu hareketine
rağmen her şeyin yerli yerinde durduğunu iddia ediyor, ilerleme anlayışını
redde tabi tutuyor, en nihayetinde bu sözleri gerçekliğe dair nesnel bir gözlem
üzerinden değil, hâlihazırda olan biteni aşmak için gerçekliğin karşısına
çıkartılan bir anlayış bağlamında dile getiriyor. Neticede Nietzsche[11] varolan
hâliyle dünyayı göstermiyor, kendisinin görmek istediği hâlini aktarıyor:
“Dünyanın benim için ne
ifade ettiğini biliyor musunuz? Onu size kendi aynamdaki hâliyle göstereyim mi?
Bu dünya, başı sonu olmayan, neyin ebediyete dek geri dönmesi gerektiğini
belirleme hakkını kendisinde gören, uyumun verdiği neşeye dönmek için
çelişkiler oyununu oynayan, enerji yüklü bir canavar. Bu benim Diyonizosçu
dünyam gayesiz, bir halka kendine kapanırken kendisini iyi hissediyorsa,
böylesi bir çember olmanın keyfini yaşamak bir hedefse bir hedefi var tabii.”
Gerçekte
Nietzsche’nin yüreği burkularak idrak ettiği biçimiyle, sınırları net bir
biçimde çizilmiş bir hedefe sahip olan dünya, Son İnsan’ın değerini küçültecek
bir yere doğru evriliyor. Nietzsche, kapitalizmi birbiriyle çelişen iki ayrı
yaklaşım üzerinden ele alıyor, ama o, kapitalizmi eşitlikçi ve barışçıl bir
sisteme dönüştürmeye yazgılı olan, kapitalizmin gelişimine damgasını vuran
unsurları ve yolları redde tabi tutuyor.
Nietzsche’de
“antikapitalizm”, sınıf sisteminin temellerini ortadan kaldırıp yönünü
demokrasi ve sosyalizme çevirecek her şeyi karşısına alıyor. O, tam da Marx’ın “sermayenin
medenileştirici yönleri” dediği şeylerden şikâyetçi: Bu noktada, her fırsatta, toplumun
demokratikleşmesine, kültürün kitleselleşmesine, ihtiyaçlardaki artışa, kitlesel
tüketime vs. karşı çıkıyor.[12] Buna karşılık Nietzsche, sömürü, rekabet,
sınıfsal hiyerarşi gibi Marx’ın yok olmasını istediği unsurları ebedi ve
değişmez kabul ediyor (başka bir ifadeyle, Nietzsche, bunların geçici olduğuna
inanıyor, ama kalıcı olmasını istiyor.)[13] Nietzsche’nin “sermayenin barbar
yönleri” diyebileceğimiz yönlerine bağlılığını anımsatmak için şu alıntı kâfi gelecektir:
“Hayatın kendisi, temelde
yabancı ve zayıf olanın temellük edilmesi, yaralanması, boyun eğdirilmesi, birinin
ezilmesi, ona şiddet uygulanması, kendi hayat biçimini ona dayatması, o hayata
dâhil etmesi, en iyi ve en mütevazı hâliyle sömürülmesidir. […] Sıradan bir
Avrupalının bilinci, buradan çıkartılacak derse hiçbir noktada karşı
olmayacaktır; şimdi her yerde bilimsel kılıf altında bile olsa sömürünün
olmadığı bir toplumu yere göğe sığdıramıyorlar. Bu tür sözler benim kulağıma,
organik işlevlere sahip olmayan bir hayat vaadiymiş gibi çalınıyor. ‘Sömürü’,
yozlaşmış, kusurlu veya ilkel topluma ait bir şey değil: sömürü, temel organik
işlev olarak yaşayanların özüyle alakalıdır, o, esas olarak yaşama iradesini
ifade eden, insanın özünden kaynaklanan iradenin bir sonucudur.”[14]
Başka
bir yerde sosyalizmi açıktan redde tabi tutan açıklamasında Nietzsche, sosyalizmi
de kapitalizmin iki temel önkoşulu olarak özel mülkiyete ve birikimi aşmaya
dönük her türden girişimi de doğal olmadıkları sebebiyle çöpe attığını
söylüyor:
“Bir hastalığın yol açtığı
krize işaret eden, sosyalizme yönelik iradesini ortaya koyan çok insanla
karşılaşacağız. Bir de imanın şartları arasında ‘bir şey olmak için bir şeylere
sahip olmalısın’ yazılı olan ve bir şeylere sahip olanlar var. Bu, tüm içgüdülerin
en eskisi ve en sağlıklısı. Ben, bu söze şunu eklemeliyim: ‘İnsan daha fazla şey
olmak istiyorsa daha fazlasını istemelidir.’ Çünkü bu, hayatın canı olan her
şeye vaaz ettiği öğretidir. Bu öğreti, gelişimin ahlakıdır. Daha fazlasına
sahip olmak, daha fazlasına sahip olmayı istemek: kelimenin tam anlamıyla
büyüme, işte hayat ta da budur.”[15]
Son
olarak, Nietzsche’yi solcu bir eleştirmen değilse bile kapitalist homojenleşme
sürecine karşı bireyciliği aristokratik bir yaklaşımla savunan bir düşünür
olduğunu sananlar, aşağıdaki pasajı okusunlar ve bir süre oturup bu alıntıyı
düşünsünler:
“Rönesans neyi kanıtlıyor?
Bireyin hükümranlığının kısa süreli olmalı. İsraf fazla büyük; toplama ve
yararlanma imkânları azalıyor, bu azalmayı hemen tükenmişlik takip ediyor.
Bunlar, her şeyin harcandığı ve kişinin topladığı, yararlandığı ve
zenginliklerine zenginlik kattığı gücün harcandığı zamanlardır.”[16]
Özetle
şunu söylemek gerekiyor: güvenle göz ardı edilebilecek, “kötü ve muhafazakâr
Nietzsche” ve solun bağ kurabileceği “iyi ve antikapitalist Nietzsche” diye iki
ayrı Nietzsche yok. Her iki Nietzsche de sosyalizme karşı olan kapitalizm
eleştirileri dile getiriyor, ayrıca kapitalizmi onaylayan, olumlu gören sözler sarf
ediyor. Nietzsche, kapitalist moderniteye yönelik faşist eleştiriyi önceden haber
veriyor, onunla ilgili bilgiler sunuyor. Dolayısıyla, çelişkili bir laf olacak
ama, Nietzsche’nin sınırlı ölçüde dile getirdiği kapitalizmi reddeden tespitlerini
sola kazandırmak yerine, bunlara karşı çıkmak gerekiyor.
Ishay Landa
[Kaynak:
Fascism and the Masses: The Revolt Against the Last Humans, 1848-1945,
Routledge, 2018, s. 400-406.]
Dipnotlar:
[1] Alman Armin Mohler’in, Fransız Alain de Benoist’nın, İtalya Giorgio Locchi’nin
ve son dönemde Amerikalı yazarlar Paul Gottfried ile Richard B. Spencer’ın,
bunun yanında İngiliz Nick Land ile Jonathan Bowden’ın ve Rus Aleksandr Dugin’in
temsil ettiği hareket. Teorinin uluslararası planda ne kadar geniş bir sahaya
yayıldığına dikkat edilsin.
[2]
Ludwig Marcuse, “Need and Culture in Nietzsche,” Constellations, 8, 1:
2001, s. 134.
[3]
Bu kaynak konusunda Nicolás González Varela’ya teşekkür ederim. Alain Badiou’nün
“olay” veya Walter Benjamin’deki mesihçilik türünden, devrimci kurtuluş anına
dair solcu Niçecilerin geliştirdiği kavramlarla çembersel döngü gibi kavramlar
arasındaki benzerliği ortaya koyuyor.
[4]
Max Weber ve Werner Sombart gibi, her türden ahlaki ve manevi avantajına
odaklanan, bu anlamda kapitalist üretimin ilk aşamalarını idealize eden,
ileride karşımıza çıkacak olan Niçeci ekonomistlerle Marx’ın çeliştiğini görmek
gerekiyor.
[5]
Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth: Penguin, 1993: s. 705.
[6]
Bu “üretimin nesnel planda toplumsallaşması” teriminin faydalı bir tanımı için
bkz.: Ernest Mandel, Late Capitalism, London ve New York: Verso, 1978: s.
595.
[7]
Karl Marx, Grundrisse, Harmondsworth: Penguin, 1993: s. 421.
[8]
Karl Marx, Capital. Cilt 1, Harmondsworth: Penguin, 1990: s. 617–618.
[9]
Karl Marx, Capital. Cilt 3, Harmondsworth: Penguin, 1991: s. 958.
[10]
Detaylar konusunda bkz.: Thomas H. Brobjer, “Nietzsche’s Knowledge of Marx and
Marxism,” Nietzsche-Studien, 31:2002, s. 298–313.
[11]
Friedrich Nietzsche, The Will to Power, Çev.: Walter Kaufmann, New York:
Vintage, 1968: s. 549–550.
[12]
Eleştirel Teorisyenler, Marx’ı kitlesel tüketimi sert bir dille eleştiren bir
isim olarak takdim ediliyor, buradan da Nietzsche ile benzeştiriliyorlar. Oysa
bu, benim kanaatime göre, inatla dile getirilen, Marx’ın kitlesel tüketimi sınırladığı
için kapitalizmi eleştiren konumunu yanlış anlayan ve yanlış aktaran bir değerlendirme.
Konuyla ilgili argümanım konusunda bkz.: Ishay Landa, “The Negation of
Abnegation: Marx on Consumption,” Historical Materialism, yakında
yayımlanacak.
[13]
Marx’ın ve Nietzsche’nin kapitalizme yönelik tutumlarını kıyaslayan daha
kapsamlı bir çalışma için bkz.: Ishay Landa, “The Social Individual and the
Last Human: Marx and Nietzsche Agree to Disagree,” Critical Sociology [İlk
yayım tarihi: 28 Kasım]. s. 1–13 (2016).
[14]
Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evil, Çev.: Reginald John
Hollingdale, Harmondsworth: Penguin, 1990: s. 194.
[15]
Friedrich Nietzsche, The Will to Power, Çev.: Walter Kaufmann, New York:
Vintage. 1968: s. 77.
[16] Nietzsche, a.g.e., s. 57.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder