Pages

06 Haziran 2023

Faşizmin Emperyalist Kökleri: Sömürgecilik, Doğacılık ve Öjeni

“Bulonjist Propaganda Sahnesi” [Jean Eugène Buland -1889]


Yeryüzünü ilk arşınlamış “nasyonal sosyalist”, 1880’li yıllar boyunca ABD’nin çorak arazilerinde büyükbaş hayvan işinden servet elde etmek için uğraşmış olan, Marquis de Morès isimli bir Fransız’dı. Uçları havaya kalkık ve sivri bıyıklarıyla Morès, düellocu olarak adı çıkmış bir kişiydi. Vahşi Batı ile ilgili anlatılan hikâyelerin etkisi altına girmiş olan bu adamın yaşadığı yerin 50 kilometre yukarısında, sonrasında ünlü olacak olan Theodore Roosevelt yaşıyordu. O dönemde ilerici bir isim olarak bilinen Roosevelt, elindeki büyükbaş hayvanları kesip paketlesin, sonra da gideceği yere göndersin diye Markiz’e veriyordu. Bu iki isim sonrasında dost oldu, öyle ki birbirlerinin evlerine sıklıkla misafir oluyorlardı. İkisi de öjeniye, beyaz ırkın varlığını sürdürmesi ve dünyanın beyazların hâkimiyeti altına girmesi gerektiğine inanıyordu. İkisi de iç bölgelerde yaşayan, tüfek omuzda gezen kovboylarla aynı karaktere sahip olmak istiyordu. İki adam da işlerini batırdı, zor koşullarla yüzleşti. Morès, et paketleme tesisinin giderlerini Roosevelt’in sırtına yüklemeye kalkınca, bu iki dostun arasına kara kedi girdi.[1]

Markiz, hızla, şehirde kimsenin tanımadığı bir isim hâline geldi. Çorak arazinin ortasına ilk dikenli teli çeken çiftlik sahibi olarak Markiz, şehirdeki kovboyların düşmanlığı ile yüzleşti. Bu kavga dâhilinde üç sarhoş kovboya pusu kurdu, Riley Luffsey isimli kovboyu vurdu. Bunun üzerine Markiz hapse atıldı. Hapisteyken Roosevelt’e yazdığı mektupta yaşananlardan onu suçladı ve kendisini düelloya davet etti. Roosevelt bu mektuba yazdığı cevapta, “Ben senin düşmanın değilim. Ben sana hep açık oldum” diyordu.[2] Bu başarısızlığın üzerinden çok geçmeden, 1887 kışını müteakip Markiz ve Roosevelt yürüttükleri projeleri sonlandırdı. 1888’de Benjamin Harrison’ın kampanyasına destek sunan Roosevelt, Kamu Görevlileri Komisyonu’na atandı. Beş yıl sonra da New York emniyet müdürlüğü seçimlerini kazandı. Markiz ise Dreyfus Olayı sonrası yaşanan antisemitik isyanlara katılmak üzere Fransa’ya gitti. Başlarına kovboy şapkaları, ayaklarına çizme geçirdiği bir çeteyle birlikte sokaklarda “Yahudilere Ölüm!” diye bağırarak yürüdü. Bu sahne, yirmi otuz yıl içerisinde İtalya’da ortaya çıkacak olan faşizmi önceden haber veriyordu.

ABD’deki büyük şehirlerde nasyonal sosyalizmle ilgili fikirler, bilhassa Morès’in dostu Maurice Barrès gibi isimlerin yazdıkları makalelerden etkilenen düşünce ve siyaset çevreleri üzerinden kendisine kanal buldu. 1898’de işçi sınıfının ulusal dayanışmayla bütünleştirilmesini öngören ideolojiyi tanımlamak için “nasyonal sosyalizm” terimini icat etmiş olan Maurice Barrès fikirlerini, yürütülen politik kampanyalar, Fransız dergileri ve ABD’de çıkan Scribners ve Atlantic gibi dergiler aracılığıyla yaymaya çalıştı. Ekoloji, ruhlar âlemi, atletizm, iş dünyası, bilim ve sanayi gibi konularda kalem oynatan Barrès’in hayatı egzersiz, macera ve mistisizm üzerine kuruluydu. Bu türden bir hayatı sonrasında ABD başkanı olacak olan Roosevelt de yaşamaktaydı. Gifford Pinchot’ın doğacı görüşlerini savunan Roosevelt, doğada vakit geçirmek gibi bir düşünceye sahipti. Bu düşünce, onda beyaz ırkın üstünlüğünü esas alan emperyalist anlayışla iç içe geçmişti. Ona göre, batının ve pasifik coğrafyasının fethi beyaz ırkın yayılmasıyla birlikte önemli bir dönüm noktasına gelmişti. Beyaz ırk, toplumsal sorumluluk gereği, ama aynı zamanda bilimin emri dâhilinde kusursuz olmalıydı. O günlerde Roosevelt, dönemin önde gelen öjenistlerinden Charles Davenport’a yazdığı mektupta, “toplum, yoz insanların kendi başlarına üremelerine izin vermemeli. Halkımızın bu türden bir temel bilgiyi insanlık konusunda uygulamaya koymayı reddetmesi, sıra dışı bir durum. Zira her başarılı çiftçi, bu temel bilgiyi sürüsünü ıslah etmek için uygulamaya koymak zorundadır” diyordu.[3] Kendisinden üstte duran kişilerin elindeki hisse senetlerinin değerini düşürdüğü, etleri düşük fiyata satmaya zorladığı koşullarda, çorak arazide yürüttüğü işte başarısız olmuş olan Roosevelt’ti bu lafı eden.

Roosevelt’in dostu olan, doğacı ve öjenist Madison Grant, The Passing of the Great Race [“Büyük Irkın Ölümü”] adında bir kitap yazdı. Saf, insandan arındırılmış yaban hayatının doğacı etiği için yüzlerce yıl boyunca kıyımdan geçirilmiş olan yüz milyon kadar Kızılderiliyle değil, “göçmenleri ve alt türleri kabul etmek suretiyle ırksal açıdan intihar eden asil sınıflar”la ilgiliydi. Bilimsel nesnellik ilkesi temelinde yazdığını iddia ettiği kitapta Grant, “toplumun kalkınmasından söz edenlerin ırksal sınırlara dair gerçekleri görmediğini” söylüyordu. Ona göre, alttaki sınıflar miras ilkesini reddediyorlardı, çünkü onlarda asillere has özellikler yoktu. Buna karşılık, kürenin güneyindeki milliyetçilik, “üstün ırka karşı ayaklanan köle sınıfların isyanını ifade etmekteydi: “Eğer Nordik ırkta mevcut olan kıymetli unsurlar alt ırklara has özellikleri edinirse veya ırkın intiharı üzerinden ölüp giderse, medeniyetin kalesi onu savunanlar kalmadığı için yıkılıp gider.”[4] O dönem yaşıyor olsaydı Adolf Hitler, Grant’e mektup yazar ve onu övdükten sonra kitabının “kutsal kitabı” olduğunu söylerdi.

Sonrasında Hitler’in orduları Polonya, ardından da Rusya’yı işgal ettiklerinde Führer, generallerine çocukken dinlediği Boer Savaşları ile ilgili masalların yanında, kendisini epey etkilemiş olan, Karl May’in Vahşi Batı hikâyelerinden öğrendiği savaş stratejisini uygulamaları talimatını verdi.[5] Hitler’e göre Slav topraklarının fethi, tanrının Kuzey Amerika’yı beyazlara tahsis ettiğine dair “Aşikâr Yazgı” anlayışında görüldüğü üzere, esasen zaten sahip olunan toprakların sömürgeleştirilmesinden başka bir şey değildi. Onun jeopolitik geniş alanlar (Grossraum) teorisi ile biyolojik ırkçılığı karıştırarak imal ettiği yaşam alanı (Lebensraum) siyasetine göre germenik haklar sömürgeci birer güçtü. Bu teori, Polonya ve Ukrayna’yı sınır hattındaki ülkeler, Rusya’yı ise kendi Vahşi Batı’sı olarak görüyordu. İşgal edilmiş ve edilmemiş ülkelerden gelen gönüllülerden ve askere alınanlardan oluşan Waffen-SS (“Silâhlı SS) Polonyalıları, Slavları, Yahudileri katletti. Orduların doğuya doğru ilerleyişine Alman çiftçiler eşlik ettiler. Bunlar, Doğu toprağına yerleştiler. Zamanla bölgedeki ırksal ve demografik bileşim dönüştürülüp “üstün ırk” için uygun kıvama getirildi.

Nazileri Yahudileri “yaşanacak kıymette bir hayatı olmayan aşağılık ırk” olarak tarif etmeye iten, öjeniyle alakalı endişeler, esasen ABD’nin batıya doğru genişleme çabalarını meşrulaştırmak için kullandığı “kutsal insan” anlayışına temel teşkil eden endişelerle ortaklaşmaktaydı.[6] “Çıplak hayat”ı temsil eden “kutsal insan”, politik yapıdan dışlandı. Onu öldüren, ceza almayabiliyordu. Bu kutsal insan anlayışının kaynağı Roma hukuku ise de günümüzdeki hâli, daha çok yüksek mahkemenin aldığı bir kararı temel alıyor.

1873’te Modoc Kızılderili kabilesiyle girişilen savaşta esir alınanlarla ilgili verilen bir karar üzerinden beyaz yerleşimcilere cinayet suçlamasıyla karşılaşmadan, kendisini Kızılderili olarak tarif eden insanları öldürme imkânı verildi.[7] Kızılderili Savaşları süresince köylüler kıyımdan geçirildiler. Beyazlar yerleşsin diye tüm kabileler topraklarından edildiler. Avrupa’dan gelenlerin yerleşimci siyasetleri neticesinde Küba ve Güney Afrika’da da toplama kampları kuruldu. Bu toplama kampları, sonrasında Nazilerin inşa edecekleri kampların ilk örnekleriydi.

Gerçekleştirdikleri katliamlarıyla epey bir şöhret edinmiş olan Gönüllü Birlikleri’nin (Freikorps) liderleri Paul von Lettow-Vorbeck ve Hermann Ehrhardt, bugün Namibya olarak anılan (yüz bin kadar insanın öldürüldüğü) ülkede Herero kabilesine yönelik Almanların gerçekleştirdiği soykırımı Birinci Dünya Savaşı’na, onu da Nazilerle bağlantılı paramiliter mücadelelere bağlayan hattın somutlaşmış hâliydi.[8]

Afrika’nın sömürgeleştirildiği süreçle doğrudan bağlantılı diğer bir güç de İtalyan faşizmiydi. Faşistler, ısrarla Libya’nın fethedilmesinin işçi sınıfını güçlendireceğini, ancak sosyalizmde gerçek olacak bir hayal olarak ulusu daha da kudretlendireceğini söylediler. Faşistlerin fetih faaliyetlerinin diğer bir hedefi de Etiyopya’ydı. Burada siviller, zehirli gaz gibi yöntemlerle, acımasızca katledildiler. Burada şu notu düşmek gerekiyor: tarihsel açıdan faşizm, emperyalizmdeki bir istisna değil, onun derinleştirilmiş hâlidir. Avrupa, Afrika’yı askeri seferlerle, sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlı yüzlerce yıllık dönemin ardından sömürgeleştirmiştir.

Ekoloji ve Organik Devlet

Faşist sentezin gerçekleştirilebilmesi için tarım temelli popülizmin belirli biçimleri ile ilk dönem çevreciliğin bir araya getirilmesi gerekiyordu. “Ekoloji” terimini üreten Ernst Haeckel, Darwinizmle doğacılığı “Nordik ırk”ın üstünlüğü fikri içerisinde cem etti.

“Medeniyeti ve ulusların hayatına doğaya ve organik hayata hâkim olan aynı kanunlar yön veriyor. İnsanlık, birbiriyle bağlantılı devasa büyüklükteki kozmik ağın ufak bir parçası.”[9]

İnsanın dünyadaki geleceği konusunda kötümser görüşler dile getiren felsefeci Ludwig Klages’in “İnsan ve Dünya” isimli makalesi, ilk dönem ekoloji hareketine “biyoloji merkezciliği” denilen fikri miras bıraktı. Teorisi, bugün ekoloji hareketinin ele aldığı konu başlıklarının neredeyse tamamını önceden içermekteydi: türlerin hızla yok olması, küresel ekosistemdeki dengenin bozulması, ormansızlaşma, yerli halkların ve yabani hayatın yok edilmesi, kentlerin her yana yayılması ve insanın doğaya hızla yabancılaşması.[10] Ona göre, bu yıkımın büyük bir bölümünün sebebi, akılcılığı, kentleşmeyi, maneviyatın ezilmesini ve tüketimciliği savunan Yahudilerdi.

Biyoloji merkezcilik anlayışı, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu fikrini savunuyordu. Bu fikir, insan haklarını yarı mistik ve doğal bütünlüğe kurban ediyordu. Dolayısıyla ilgili fikir, “insan hakları diye bir şey yok, insan, ancak bir armadillo kadar hakka sahip olabilir. Eşit hak fikri kurgudan ibarettir. Doğada güçlerden başka bir şey yoktur” diyen Georges Vacher de Lapouge gibi gericilerin ırk teorisine uygun düşüyor.[11] Bu türden, milleti doğal ve biyolojik bir varlık olarak gören, aynı zamanda romantik ve antihümanist olan sosyal Darwinci teoriler, ileride bireyin devletin bedenindeki bir hücreyi meydana getirdiğini, uyumun bedeni ve devleti sağlıklı kıldığını söyleyen organik devlet teorisini önceden haber vermekteydi. Nazizmin teorik temelini, işte bu milleti organik bir bütünlük olarak gören fikir teşkil etti.

Organik devletçilik, esasen Ernst Moritz Arndt’ın birçok insanı etkileyen yazılarının ürünü olan bir fikirdi. Arndt, On the Care and Conservation of Forests [“Ormanların Bakımı ve Korunması Üzerine”] isimli çalışmasında şunu söylüyordu:

“Doğada her şey birbiriyle bağlantılıdır ve karşılıklı ilişki içerisindedir. Bu gerçeği görenler, her şeyin, çalının, kurtçuğun, bitkinin, insanın, taşın aynı ölçüde önemli olduğunu, bir şeylerin ilk veya sonuncu olmasının bir öneminin bulunmadığını, her şeyin tek bir birliği meydana getirdiğini görecektir.”[12]

Arndt’ın öğrencisi Wilhelm Heinrich Riehl, ustasındaki milliyetçiliği ifrata vardırıp yabancı düşmanlığına evriltti:

“Sırf kışın ocaklarımız soğumasın diye değil, ayrıca insanların hayatına ait nabız, tüm sıcaklığıyla ve neşesiyle atmaya devam etsin, böylelikle Almanya Almanların kalsın diye ormanlarımızı kurtarmalıyız.”[13]

Kan ve toprak (Blut und Boden) üzerine kurulu olan bu aşırı milliyetçi fikirler, sonrasında kurulacak Gönüllü Birlikleri’ni önemli ölçüde etkiledi. Afrika’daki “fatihlere ve örgütçülere” hayran olan, doğayı av ve avcıdan, güçlü ve zayıftan, erkek ve kadından oluşan bir sistem olarak tanımlayan, kültürü salt “erkek toplumu” üzerine kurulu bir yapı olarak gören Ernst Blüher gibi emperyalistler de bu tür fikirlerden etkilendiler.[14]

İleride göreceğimiz üzere, bugün bile ekoloji, sola tabi ve sadece ona ait olan bir şey değil. Ortaya çıktığı on dokuzuncu yüzyılda olduğu gibi bugün de ekoloji, tıpkı halkçı aşırı milliyetçilik gibi, solcu ve sağcı idealist gençlerce benimseniyor, buna karşılık ekoloji, kendi içinde nasyonal sosyalist doktrini içerdiğine dair bir izlenime yol açmıyor.

Faşist sentezin ortaya konulacağı döneme dek paganizme ait fikirler de yayılma imkânı buldular. Yahudi-Hristiyan mantığını reddeden görüşlerin sahipleri yüzlerini, Viking mitolojisine ve kan ile topraktan doğmuş mitolojik-şiirsel niteliklere sahip olduğu düşünülen antik çağ germen topluluklarına ait yorumlama sistemlerine çevirdiler. Faşizmi tabii ki paganist, büyüye ve doğaüstü güçlere meraklı, spritualist hareketler üretmedi, ama bu hareketler, halkçı, köylülüğe dönüşü savunan milliyetçilikle kaynaşınca, Yahudi-Hristiyan etiğinin, yeni Ari (Hint Avrupalı) üstinsanın dikkatli bir biçimde üretilmesi üzerinden geri dönecek olan ve esasen Avrupalı olan şeyleri yozlaştırdığına dair inancın inşa edilmesine katkıda bulundular. Aynı şekilde, bugün de göçmenleri “istilacı tür” olarak gören faşistler, ekolojik ilkeleri benimsiyorlar.

Ekolojik, maneviyatçı ve ütopik akımlar, tehlikeli bir sentez dâhilinde aşırı milliyetçilikle kaynaştıkça, antisemitik bir isim olan Avusturyalı ideolog Georg Ritter von Schönerer’in ürettiği ideoloji üzerinden ortaya Almanların birliği esası üzerine kurulu bölgecilik anlayışı çıktı. Schönerer, öğrenciler arası kardeşlik temelinde inşa edilmiş dernekleri ve eskiden beri varolan eskrim kulüplerini Avusturya ile Almanya’nın tek bir etnik devlet bünyesinde birleşmesi fikrinin yayılması için gerekli araç olarak kullandı.[15] Şehirlerde, Karl Lueger gibi önde gelen siyasetçiler, Schönerer’in konumunu benimsediler. Lueger, sonrasında Viyana belediye başkanı oldu. Başına geçtiği kenti modernize edecek yarı sosyalist, ama aslında muhafazakâr bir siyaset geliştirdi. Sonrasında Hitler, bu siyaseti model olarak kullandı.

Milliyetçilik ve Sosyalizm, Kolektivizm ve Bireycilik

Genelde faşizm, kolektivizmle tanımlansa da onun gelişip serpilmesinde en önemli rolü tarihsel düzlemde bireycilik oynadı. O çok bilinen çalışması Biricik ve Mülkiyeti’nde Max Stirner, dünya tarihi konusunda alabildiğine ırkçı olan bir görüşü savunuyordu. Bu görüşe göre beyaz birey, tüm insanlığın evrimleştiği sürecin en yüce mertebesi. Stirner, beyaz insanın evrimleştirme misyonunun “beyaz ırkın hâkim olduğu iki çağ”a tanıklık ettiğini söylüyordu. İlk çağda insan, “içindeki zencilikten”, ikinci çağda ise “aynı şekilde sonlandırılması gereken Moğolluktan (Çinlilikten) kurtulmuştu.”[16] Birey, dünyanın ruhunun üzerine ancak insanlık tarihinin Asya’nın Avrupa’ya doğru evrimleşmesi yoluyla çıkabilirdi.

“Hayır, benim iyi kalpli ihtiyar efendim, hiçbir şey eşit değil. Biz, sadece kıymetli birer varlık olmak istiyoruz. Daha fazla kıymetliysen, daha fazla hakka sahip olursun. Biz, sadece sahip olduğumuz fiyatın karşılığını vermek istiyoruz. Ödediğin bedele değecek birer varlık olduğumuzu ortaya koyduğumuzu düşünmek istiyoruz.”[17]

Stirner, tüm ayrımları en düşük ortak paydaya göre silen bir eşitliği inşa edeceğine inandığı için onun şunu söylemesi gayet doğal:

“Ben, insanların özgürleşmesini de eşitlenmesini de istemiyorum. Ben, sadece onlar üzerinde muktedir olmak, onları mülküm kılmak, yani kendi keyfim için birer malzeme hâline getirmek istiyorum. Eğer bu konuda başarısız olursam, o vakit Kilise ve Devletin kendisine tahsis ettiği, hayat ve ölüm üzerindeki gücün bana ait olduğunu söylerim.”[18]

Stirner’e göre kendisi, ancak Yahudiler hilafına özgürleşebilirdi, zira onların dini lekeliydi, insanları cennete götürme konusunda onlarla pazarlık etme ve onları gizli yollardan cennete ulaştırma çabası üzerine kuruluydu.[19]

Orta yaşlarında ölmüş olmasına rağmen Stirner, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında aydınlar arasında belirli bir popülariteye kavuştu. Bu isimlerden biri de bugün bile hâlâ “üstinsan” ile ilgili görüşleri tartışılan felsefeci Friedrich Nietzsche’ydi. 1899 tarihli, geç dönemine ait defterlerinden birinde Nietzsche, üstinsanın “insanın giderek daha fazla ekonomi düzleminde kullanılması”na karşı geliştirilmiş bir hareket olarak ortaya çıktığını söylüyor. Bu karşı hareket, daha güçlü ve daha üst mertebeye ait bir türün ortaya çıkmasını sağlayan bol miktardaki artığın ortaya çıkışının somut bir ifadesi.[20] Nietzsche’ye göre, demokratik toplum çürüyor ve pasif nihilizm aşamasına geçti. Kötü eşitlik, insanın kendisini aşmasına, üst mertebeye çıkmasına mani. O üst mertebeye ait tür, pasifliğin yerine aktifliği koyan Napolyon gibi “güçlü ve asil” insanlardan oluşuyor ve bu üst mertebeye geçmek, acil bir ihtiyaç.[21]

Modern toplumu yok edip onun yıkıntıları üzerine yeni bir dünyayı, ancak üstinsanda tecessüm etmiş bu türden bir “aktif nihilizm” inşa edebilir, yavanlaşmış hukuk düşkünlüğünü eylemin ruhuyla ancak o aşabilir.[22] Fakat öte yandan, böylesi bir hareketin yeni bir istibdat rejimi tesis etmeden ilerleyebilmesi mümkün değil.[23] Anarşinin ilkeleri ve eksiksiz özgürlük bile zincirlenir, “politik ve ekonomik düşünme tarzı”nın sonucu olarak nihai amaçlarını nihilizmde bulur.[24] Dolayısıyla, esasen Napolyon, aktif ve pasif nihilizmin, hem derdin hem de dermanın cisimleşmiş hâlidir. Üstinsan, modern toplumda “üst türün” yokluğu neticesinde gündeme gelir. Yabancılaşmada modernitenin aynı krizinin tekrarlandığını görür.

Politika sahnesinde yeni tasnifler ve dizilimler oluşmaktadır. Bu sahnede olanlar, artık kısmen bireyci, kısmen kolektivist, kısmen milliyetçi, kısmen sosyalist olmalıdırlar. Bu kadar birbirinden farklı ideolojik konumları ancak sinkretik, her şeyi kuşatan bir hâkimiyet anlatısı bir araya getirebilir. Pratikte faşizm, liberal demokrasinin tavizler üzerine kurulu sistemine yönelik düşmanlıktan ve onun nihai yıkım sürecine katılma kararından neşet etmiştir.

Sosyal Monarşizm ve İlk Dönem Radikal Sağ

Marquis de Mòres’in dostu olan ve “Fransa’nın Nietzsche’si” olarak bilinen Maurice Barrès, “hislere önem veren anarşiste asilerin beyni ve lüks-şehvet düşkünlerinin sinirlerini ekleyen”, az çok maneviyatçı bir “nefs kültü”nü savunuyordu.[25] Nefsi kanunların düşmanı olarak görüp öne çıkartan Barrès, ataların dinini ve toprakla ölülere yönelik imanı vaaz ediyordu.[26] Kökünden kopartılmış insanlar (les deracinés) için yas tutan Barrès, Fransa’da teşkil edilmiş eski dostluklar (Amitiés Françaises) üzerine kurulu yeni bir toplumun inşa edilmesini istiyordu. Bu türden bir sağcı “anarşizm”, dönemin asilleri arasında moda hâline geldi. Bu isimlerden biri de “Gyp” müstear adıyla yazılar yazan Sibylle Riqueti de Mirabeau idi. Mirabeau’ya göre gelenek sevgisi, ilerleme denilen lokomotifin yüzyılın sonunda büyük bir canlılıkla sorgulanması gereken bir hedefe doğru ilerlediği koşullarda hükmünü yitiriyordu. Kendilerini monarşinin aslında geçici olarak sona erdiği fikrine bağlayan bu gericiler, doğaüstücü bir aristokrasi anlayışı benimsediler. Bu anlayış sayesinde doğuştan gelen asaletlerinin kendilerini demokrasideki plebyen dürtülerin üzerine çıkarttıklarını düşündüler.

Gericiliği besleyen en önemli isimlerden biri de o gür sakalı ve gözlükleriyle Édouard Drumont’du. 1886 yılında yayımladığı iki ciltlik La France juive (“Yahudi Fransa”) isimli kitabı son baskısını yaptığı 1941 yılına dek iki yüzün üzerinde baskı yaptı. Drumont, hem kapitalizmi hem de Marksizmi Avrupalıları ilkin Adam Smith’in savunduğu, maneviyattan arındırılmış materyalizm ile doğal düzenlerinden kopartan Yahudi zenginlerin işi olarak görüp eleştiriyordu. Drumont’un kitabı yeni baskılar yaparken, bir yandan da bu önde gelen antisemitisti yeni Sarazenlerle mücadele eden şövalye olarak resmeden resimli baskıları çıkıyordu. Antisemitizm, zamanla yeni haçlı seferi hüviyetine kavuştu. Bu savaşta “içteki düşman, basını sermayenin uşağı kılmıştı, dolayısıyla onun dili laldi.”[27] Drumont’a göre, Yahudi Fransa tasfiye edilecek, derin Fransa’ya geri dönülecek, böylelikle ecdadın ruhundaki manevi derinlik, Fransız köylerindeki aileler, kudretli ve kutsal bir hükümdar üzerinden yeniden konuşma imkânı bulacak. Hükümdar, ülkeyi tüm meşruluğu ile “halkın koruyucu lideri” olarak yönetecek, devlet belirli bir düzene göre hareket edecek, bu hareket dâhilinde toplumsal ihtiyaçları karşılayacak. Drumont’a göre, burjuva muhafazakâr ve liberal sınıfa karşı gerçekleşecek sosyalist devrim aşamasından ancak bu türden bir devlet geçebilir.

Drumont’un sık sık dile getirdiği söz şuydu: “Burjuvazinin mağdur ettiği insanlar, kısa bir süre sonra sosyalist ordunun öncüsü olacaklar.”[28] Burjuvazi, sadece gecekondularda yaşayan proleterleri değil, alt orta sınıfı, küçük esnafı ve vasıflı işçileri mağdur etmekteydi. Bu insanlar, proleterleşme sürecinin çilesini çekiyor, imparatorluk döneminde yürürlüğe giren, şehri soylulaştırmayı öngören planların ve III. Napolyon rejiminin ürettiği departmanlı mağazaların altında eziliyorlardı. Drumont’un fikirleri Paris Komünü’nün bastırılmasında rol oynayan önemli askerlerden Georges Boulanger’in radikal sağcı, popülist siyasetini besledi. Boulanger, süreç içerisinde Paris Komünü’nün parçası olmuş, ama sonradan sağa kaymış olan Victor Henri Rochefort’un ve gazetesi L’Intransigeant’ın [“Uzlaşmaz”] desteğini aldı. Radikal sağın sosyal sorumluluk sahibi monarşi veya imparatorluk fikrine sunduğu desteğin ana zemini, esasında Katolik Kilisesi’nin geliştirdiği öğretide de karşılık bulan milli toplum fikriydi. Papa XI. Pius’un yayınladığı Quadragesimo Anno [“Kırkıncı Yılında”] başlığını taşıyan genelgede dile getirilen bu öğreti, kapitalist üretimin devletin himayesinde (ve kontrolünde) emek sendikalarının katkılarını da içeren yeni korporatist sisteme dönüştürülmesi çağrısında bulunuyordu.

Bu dönüm noktasında antisemitizm, gericiler tarafından insan haklarıyla ilgili idealleri yok edecek ve Avrupa’yı eski rejimin geleceğe taşınmış hâlinin egemen olduğu gerçeğe geri döndürecek hareket için bulunmaz nimet olarak öne çıktı. Lueger ve Boulanger gibi antisemitist siyasetçilerin küçük burjuvazi için entisite merkezli bir sosyal yardım sistemi önerdiği, Katolik Kilisesi’nin geçerliliğini yitirmemek adına sola kaydığı koşullarda, devrimci hareketler içindeki popülist akımlar ile eleştirel liberaller, dünyayı bilimin ve doğanın birlikte organize edeceği bir geleceğe doğru götürecek eski milli efsaneleri yeniden yaratacak “yeni insan”ın liderlik ettiği “yeni çağ” fikrine yanaştılar.

Sol Otoritarizm

On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan devrimci eğilimler, birbiriyle çelişen çıkarlara sahip kesimlerin bağrında gelişti. Kısmen Jean-Jacques Rousseau’nun genel irade anlayışını kısmen de Maximilien Robespierre’in Yüce Varlık Dini’ni temel alan devrimci Jakobenizm, diktatörlüğe evrilme potansiyelini her daim muhafaza etti, politik dini ritüellere bağladı ve terör uyguladı.[29] Yaygın olarak Henri de Saint-Simon ile ilişkilendirilen ütopik sosyalizm, yaşadığı gelişim dâhilinde, toplumun bilimsel yönetilmesinin yayacağı ışığın kaynağı olarak, üreticilerden oluşan doğal hiyerarşinin inşasının zaruri olduğunu dile getirdi. Ütopik sosyalizme göre devrimden doğan bu ışık, Napolyon’la gelecek taşınmış, sanayideki gelişme ve Fransa’yı organik millet hâline getirecek büyük projeler üzerinden modern döneme aktarılmıştı. Sensimonculuk, Adolphe Blanqui ve danışmanı olan, “Kendinizi Zenginleştirin” diyen mali bakanı François Guizot gibi iktidara hizmet eden iktisatçıları etkiledi. Ama bir yandan da Sensimonculuk, komplocu stratejiyi esas alan isyancı komünizmi savunmuş olan Adolphe’un kardeşi Auguste Blanqui’yi de etkiledi. Auguste Blanqui, komünist olmasına rağmen Belçika gibi milletleri şovenist bir yaklaşımla hor gören, milliyetçiliği bir yol olarak önermiş bir isimdi. Bazı takipçileri, sonrasında o yola revan oldular.[30]

Auguste Blanqui, on dokuzuncu yüzyılın başlarında Avrupa genelinde pıtrak gibi çoğalan ve sıklıkla işbirliği içerisinde hareket eden gizli cemaatler kurdu. Bu tür bir cemaat kuran isimlerden biri de tüm İtalya’yı tek bir cumhuriyetçi sistem altında birleştirmek için gayret etmiş İtalyan milliyetçi liberal Giuseppe Mazzini’ydi.[31] Pierre-Joseph Proudhon ve Mikhail Bakunin gibi devrimciler, Mazzini’nin milliyetçiliğini ve Blanqui’nin şovenist yönelimlerini redde tabi tutsalar da aynı tavrı antisemitizm gibi meselelere karşı geliştirmediler.[32]

Tarım temelli popülizmi, kentli işçilerin hareketlerini ve elitlerdeki komploculuğu harmanlayan yeni sentezler, devrimciler arasında gelişme imkânı buldular. Temelde sol ve sağ kolektivizmin geliştirdiği büyük popülist teoriler, milliyetçilik ve sosyalizm başlığı altında kümelendiler, bir yandan da komplocu elitlerle ve üstinsanla ilgili, öncüyü merkeze koyan bireyci teorilerle uğraştılar. Pyotr Kaçof ve Sergey Neçayef gibi Rus devrimcileri, (kimi yönlerden Almanya’daki halkçı-völkisch harekete benzeyen) Narodnik popülizmini, Blankizmi, Bakuninizmi ve Markismiz terörü ve suikast pratiklerini içeren şiddet eylemleri aracılığıyla devletin ele geçirilmesini öngören öncücü öğreti içerisinde kaynaştırdılar. İtalya’da yaşanan ve Risorgimento olarak bilinen “Birleşme Savaşı” sonrası Bolonya’da kurulan ve Bakuninizmle Mazzini’nin milliyetçiliğini harmanlayan Fascio Operaio [“İşçi Birliği”] gibi devrimci işçi dernekleri ortaya çıktı.[33]

Faşizm, üç unsurun birleşmesiyle meydana geldi: öncücü devrimcilik, Lueger ve Boulanger’in radikal sağcılığı ve liberal demokrasiye karşı devrimle ittifak olmuş gerici politikanın en tehlikeli biçimi. Devrimci sol ile devrimci sağ arasında yaşanan birleşmenin ilk örneği, Barrès’in 1894 ve 1895 yıllarında çıkarttığı La Cocarde [“Kokart”] dergisiydi. Dergiye katkı sunan isimler arasında Eugéne Fournière, Pierre Denis ve Fernand Pelloutier gibi devrimci sendikacılar vardı. Dergi, esasen eğitimli ama vasıflarına rağmen düşük maaşla çalıştırılan kesimleri hedef alıyordu:

“Biz kiminle konuşacağımızı biliyoruz. Üniversite mezunu işçilere, toplumun bir diplomadan başka bir şey vermediği, kentlerde alt sınıfa geçmiş yoksul kitlelere karışma riski bulunan gençlere hitap ediyoruz. Biz, onların yüksek ücretlerle istihdam edilecekleri özyurtlarında isyan etmeye dair görüşlerini ve dürtülerini kabul ediyoruz.”[34]

Barrès’in dergisi, genç ve lüzumsuz görülen insanlara, birikimlerine ve hırslarına rağmen ekonomik sistemden kopartılmış, yeterince eğitim görmemiş üniversite mezunlarına sesleniyordu. Haklarından mahrum edilmiş olan, solla sağ arasındaki karşıtlığın ötesine bakan ve o karşıtlık dışında fikirler geliştiren bu yeni elit kesim, aydınların isyanı için gerekli sahneyi teşkil etti. Bu isyan, devrimci sendikalizmin ve aşırı milliyetçiliğin içinden çıkmış olan Georges Sorel ve Charles Maurras şahsında konuşma imkânı buldu.

Alexander Reid Ross

[Kaynak: Against the Fascist Creep, AK Press, 2017]

Dipnotlar:
[1] Bu hikâyenin kaynağı: Hermann Hagedorn, Roosevelt in the Bad Lands (Oyster Bay, NY: Roosevelt Memorial Association, 1921).

[2] Bkz.: Theodore Roosevelt, Letters, Cilt. 1 (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1951), s. 92.

[3] Theodore Roosevelt, Letter to Charles Davenport (New York, 3 Ocak 1913).

[4] Madison Grant, The Passing of the Great Race: Or, the Racial Basis of European History (New York: Charles Scribner’s Sons, 1922), s. xxxi.

[5] Ian Kershaw, Hitler, 1889–1936: Hubris (New York: W.W. Norton & Company, 1999), s. 15.

[6] Bkz.: Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Çev.: Daniel Heller-Roazen (Stanford, CA: Stanford University Press, 1998).

[7] Roxanne Dunbar-Ortiz, An Indigenous Peoples’ History of the United States (Boston, MA: Beacon Press, 2014), s. 224.

[8] 2002’de söz konusu süreklilik kendisini rahatsız edici bir gelişmede ortaya koydu: ABD başsavcısı John Yoo, 1873’te Modoc Yerli Tutsaklar ile ilgili alınan kararı emsal göstererek, Guantánamo tutsakları için “kutsal insan”, yani öldürülmesine cevaz verilmiş kişi hüviyeti verilmesi için başvuruda bulundu. A.g.e.

[9] Ernst Haeckel’den aktaran: Janet Biehl ve Peter Staudenmaier, Ecofascism (Oakland, CA: AK Press, 1995), s. 8. AL. Türkçesi: İştiraki.

[10] A.g.e.

[11] Georges Vacher de Lapouge, L’Aryen son Role Social (Paris, 1899), s. 511.

[12] A.g.e., s. 6.

[13] A.g.e.

[14] Klaus Theweleit, Male Fantasies, Cilt. 1, Women, Floods, Bodies, History, Çev.: Stephen Conway (Minneapolis: University of Minnesota, 1987), s. 27.

[15] Thorpe, Pan-Germanism, s. 19–21, 154.

[16] Max Stirner, The Ego and Its Own, Çev.: David Leopold (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 1995), s. 62.

[17] A.g.e., s. 241.

[18] A.g.e., s. 281.

[19] A.g.e., s. 285; Stirner, muhtemelen Talmud’un ilk kuralının ticarette adaletten ayrılmayın olduğunu bilmiyordu. Yahudileri aşağılayan Stirner, onların “karşısına ne çıkarsa çıksın onu dikkate almayan ruhu keşfedemeyeceğini” söylüyordu. A.g.e., s. 23.

[20] Friedrich Nietzsche, Writings from the Late Notebooks, Çev.: Kate Sturge, Yayına Hz.: Rudiger Bittner (Cambridge: Cambridge University Press, 2003), s. 177.

[21] A.g.e., s. 150.

[22] Friedrich Nietzsche, On the Genealogy of Morality and Other Writings, Çev.: Carol Diethe, Yayına Hz.: Keith Ansell-Pearson (Cambridge: Cambridge University Press, 2007), s. 33.

[23] Friedrich Nietzsche, Beyond Good and Evil: A Prelude to a Philosophy of the Future, Çev.: Judith Norman, Yayına Hz.: Rolf-Peter Horstmann ve Judith Norman (Cambridge: Cambridge University Press, 2002), s. 77.

[24] Nietzsche, Writings from the Late Notebooks, s. 84.

[25] Yayına Hz.: Edward Jewitt Wheller, “Maurice Barrès: The New French Immortal,” Index of Current Literature XLII (Ocak-Haziran 1907): s. 401.

[26] A.g.e.

[27] Édouard Drumont’dan aktaran: Michel Winock, Nationalism, Anti-Semitism, and Fascism in France, Çev.: Jane Marie Todd (Stanford, CA: Stanford University Press, 1998), s. 87.

[28] Édouard Drumont, La fin d’un monde: etude psychologique et social, Yayına Hz.: Albert Savine (Paris, 1889), s. 44.

[29] George L. Mosse, The Fascist Revolution (Madison: University of Wisconsin Press, 1999), s. 70.

[30] Georges Sorel’in Blanqui ve Proudhon ile ilgili görüşleri çeşitli çalışmalarda kıyaslandı. Bu konuda bkz.: “Materials for a Theory of the Proletariat,” From Georges Sorel: Essays in Socialism and Philosophy içinde, Yayına Hz.: John L. Stanley, Çev.: John ve Charlotte Stanley (Oxford: Oxford University Press, 1987), s. 250–51 ve “Critical Essays in Marxism,” A.g.e., s. 161.

[31] L. M. Findlay, “Introduction,” The Communist Manifesto içinde, Yayına Hazırlayan ve Çeviren: L. M. Findlay (Peterborough, ON: Broadview Press, 2004), s. 22.

[32] Bu ilginç tarihsel süreç için bkz.: Robert Graham, We Do Not Fear Anarchy—We Invoke It: The First International and the Origins of the Anarchist Movement (Oakland, CA: AK Press, 2015).

[33] Nunzio Pernicone, Italian Anarchism, 1864–1892 (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1993), 43, 67.

[34] Maurice Barrès’den aktaran: Judith Surkis, Sexing the Citizen: Morality and Masculinity in France, 1870–1920 (Ithaca: Cornell University Press, 2006), s. 98.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder