Ishay Landa Söyleşisi
Nils Schniederjann
26 Ağustos 2022
Sosyalizme karşı bıkıp usanmadan yöneltilen
argümanlardan bir tanesi, Nazizmin her nasılsa “sosyalist” olduğu, solun da
buna cevap vermesi gerektiği iddiasında. Adolf Hitler’in adamları ekonomiyi
savaş için seferber etti, devleti bireyin üzerine koydu ve hasmına nihai darbeyi indiren argüman dâhilinde, kendilerine “Nasyonal Sosyalist” bile dediler.
Bu hamle, sosyalistleri mat mı etti? Pek değil. Diğer
muhafazakâr ve liberal partiler, 1933’te Hitler’e tam yetki için oy vermediler,
bunun yanında, Hitler’in rejimine esasen özel sektöre yardımda bulunmak için
yapılan büyük müdahaleler damgasını vurmuştu. Nazilerin müdafaa ettiği Sosyal
Darwinizm, “verimsiz”i sadece savurgan bir harcama kabul ederek, insan hayatını
kâr ölçütüne göre değerlendirme mantığı uyarınca hareket ediyordu.
2009 yılında İsrailli tarihçi Ishay Landa, Nazilerin
gerçekte savundukları ekonomik ve toplumsal çıkarların kapsamlı bir
incelemesini içeren The Apprentice’s Sorcerer:
Liberal Tradition and Fascism [“Çırağın Sihirbazı: Liberal Gelenek ve Faşizm”]
isimli kitabını yayımladı. Jacobin ile yaptığı bu röportajda,
“sosyalizm” teriminin Hitler için ne anlama geldiğini, Hitler’in politik ve
ekonomik görüşlerinin nasıl bağlantılı olduğunu ve bugün ekonomik liberalizmin
yol açması muhtemel tehlikelerinin işaretlerini neden Elon Musk’ta gördüğümüzü
izah ediyor.
* * *
Kitabınızda Almanya’daki Nasyonal Sosyalistlerin
ekonomi politikalarını ve ideolojilerini inceliyorsunuz. Nazilerin politikaları
gerçekten sosyalist miydi?
Hayır, tabii ki sosyalist değillerdi. Nazilerin kimi
zaman bu terimi olumlu manada kullandıkları doğrudur. Bazı insanlar, içten
pazarlıklı bir hâlde, bunu kanıt olarak görüp onun peşine takılırlar: “Onlar
sosyalistti, çünkü kendilerine sosyalist diyorlardı!” derler. Oysa Naziler,
kelimenin tam anlamıyla, anti-sosyalistlerdi.
O zaman neden “sosyalizm” kelimesini kullandılar?
Bu terimi kullandıkları bağlamı anlamamız gerekiyor.
Günümüzde sağcı politikacılar, artık bu terimi kullanmıyorlar. Neden? Çünkü
sosyalizm, artık o kadar popüler değil. Ancak o dönemde, anti-komünistler,
sosyalist kalelere ulaşabilme ve mümkün olduğunca çok işçi sınıfı seçmeni ikna
etme zorluğuyla karşı karşıya kaldılar. Bu nedenle, politikalarını işçi
sınıfının çıkarlarıyla uyumluymuş gibi sunmak zorundaydılar. Püf nokta, büyük
ölçüde geleceğin gücü olarak görülen sosyalizmin popülaritesinden fayda
sağlamak, ama aynı zamanda onun özünden kendilerini mümkün olabildiğince
uzaklaştırmaktı.
Eğer Naziler, kendilerine yalnızca stratejik
nedenlerle “sosyalist” dedilerse, ekonomi politikaları gerçekte neye
benziyordu?
Fazlasıyla kapitalistlerdi. Naziler, özel mülkiyete ve
serbest rekabete büyük önem verdiler. Serbest piyasaya müdahale ettikleri
doğru, ancak aynı zamanda kapitalizmin küresel ölçekte sistematik
başarısızlığının olduğu bir dönemdi. O dönemde neredeyse tüm devletler piyasaya
müdahale ettiler ve bunu kapitalist sistemi kendisinden korumak için yaptılar.
Bunun sosyalist duyarlılıkla hiçbir şekilde ilgisi yok, söz konusu müdahale özünde kapitalizm yanlısı bir
hamleydi. Burada bir bakıma, 2008 ekonomik krizi patlak verdikten sonra büyük
bankaların hükümetler tarafından kurtarılma şekliyle bir benzerlik mevcut.
Bu da hiçbir şekilde sosyalist maksatları yansıtmıyordu. Sadece sisteme biraz
istikrar kazandırma girişimiydi.
Ama kapitalistler, her zaman mümkün olduğu kadar
özgürlük istemezler mi?
Tam olarak değil. O dönemde devlet müdahaleleri,
sanayi ile mutabık şekilde gerçekleşti. Hatta kapitalistler bunu talep ettiler,
çünkü serbest piyasa politikaları, her zaman kapitalistlerin üstün yararına
hizmet etmezler. Bazen serbest piyasanın imdadına yetişmesi için devlete
ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla, müdahaleler, yalnızca faşistler tarafından
ekonomiye dayatılmadı, sanayinin birçok önemli kesiminin gereksinimlerini
yansıtan rızaya dayalı bir gelişmeydi bu. Amaç, özünde sistemi işletmelerin
yararına olacak şekilde yönlendirmekti.
Nazilerin siyasi ideolojisinin sisteme istikrar
sağlama girişimiyle ne tür bir ilişkisi vardır?
Hitler, genellikle ekonomik çıkarları siyasi
görüşlerine tabi kılmakla suçlanıyor, bu, kısmen doğru bir iddia. Ama siyasi
görüşleri tam olarak neydi? Hitler’in Sosyal Darwinizm, öjeni, hatta
antisemitizm gibi en fanatik saplantılarını düşünürsek, ilk bakışta bunlar,
ekonomik düşüncelerden bağımsız şekilde anlaşılabilir gibi görünüyor. Ancak bu
unsurların her birine daha yakında bakarsak, vazgeçilmez ekonomik temelleri
olduğunu görürüz.
Örneğin?
Sosyal Darwinizm aslında bir aşırı kapitalizm
biçimidir. Herkesin herkese karşı mücadelesi olarak rekabete odaklanma fikrini
kapitalizmden alır. Üstelik Naziler şunu öne sürdüler: “Doğal olan da budur.”
Bu kapitalizmden bir kopuş değil, bilâkis, kapitalist ekonomik görüşlerin
yoğunlaştırılmasıydı. Nazilerin görüşüne göre kapitalizm, basit şekilde doğanın
bir parçasıdır. Dolayısıyla, bu, sadece siyasi bir tahakküm meselesi değil,
ekonomik çelişkilerin doğallaştırılması meselesiydi. Daha sonra Hitler, hayatta
kalma mücadelesini ıskartaya çıkarmak için “Yahudi”nin doğaya küçük bir oyun
oynamaya çalıştığını söylemiştir. Ekonominin doğallığını kurcalama arzusu
Yahudileri hilekâr yapmaktadır.
Ama serbest rekabete ve herkesin herkese karşı
mücadelesine dair bu çok olumlu görüş, tam da ekonomik liberalizmin alamet-i
farikası değil mi?
Bütün bunları Hitler icat etmedi elbette; bunlar,
muhafazakâr ve aslında ekonomik olarak liberal ana akımın bir parçasıydı.
Zamanın liberal ekonomik söyleminde amansız rekabete duyulan ihtiyaç hakkında
çok benzer ifadelere rastlamak mümkündü. Hitler gibi birinin büyük bir sanayi ulusunun “lideri” olabilmesi, netice itibarıyla ekonomiye dair yaygın
görüşlerin ve halkın politik gücünün sınırlılığının bir bileşkesiydi. Hitler’in
politikaları birçok sanayicinin isteklerini karşılıyordu, bu da onu
burjuvazinin geniş kesimleri ve eğitimli kuşaklar karşısında oldukça cazip
kıldı. Nasyonal Sosyalistler, ekonomiyi siyasi ve insani duyarlılığın gereksiz
yüklerinden kurtarıyor olarak görülüyorlardı.
Öjeni bu yollardan biri miydi?
Kesinlikle. Fiziksel, zihinsel ve psikolojik
engellilerin katledilmesi de doğrudan ekonomik kaygılarla ilişkiliydi, neticede
ekonomiyi yük olarak görülen insanlardan kurtarmayı amaçlıyordu. Nazi dili, bu
açıdan oldukça ekonomi ve maliye odaklıdır. Örneğin tipik bir propaganda afişinde (Yukarıdaki resim) şu ifadeye yer verilmekteydi: “Kalıtsal hastalığı olan bir kişinin ulusa (Volksgemeinschaft’a)
maliyeti 60.000 mark. Yoldaşlar (Volksgenosse) bu harcanan para sizin paranız.”
Holokost bile ekonomik kaygılarla bağlantılıydı.
Nazilerin ideolojisine göre Yahudiler, esas engel olarak görülüyorlardı. Neye
engel? Özellikle kapitalizme. Marksizmin bel kemiği olarak
değerlendiriliyorlardı. Naziler, Marksizmi kapitalist ekonomiye, dolayısıyla
doğal düzene karşı temelde bir Yahudi komplosu olarak yorumluyorlardı. Elbette
Holokost birçok faktörün sonucuydu ve çeşitli Nazi saplantılarının,
korkularının ve nefretlerinin zirveye ulaştığı noktaydı. Ama tüm bunların
içerisinde bu sosyoekonomik faktörü gözden kaçırmamak gerekir.
Peki Naziler, sosyalizmi kendi hareketleri için olumlu
bir slogan olarak kullanırken, neden Marksizmi yok edilmesi gereken büyük bir
kötülük olarak adlandırdılar?
“Sosyalizm” terimiyle bizim az bir düzeyde de olsa
sosyalist olarak tanımlayabileceğimiz bir şeyi değil, aksine kapitalistlerin
faydasına olacak şekilde, serbest piyasaya müdahale etme politikalarını
kastetmişlerdi. Diğer taraftan, “Marksizm” terimiyle ise sosyal demokrasiyi ve
temel işçi haklarının korunmasını kastediyorlardı. Hitler Kavgam’da
Yahudilerin sosyal demokrasinin üst aklı olduğunu fark ettiği anda antisemitik
dünya görüşünün kesin olarak şekillendiğini söylüyor. Nazi söylemi, kavramları
manipüle etmenin ve onlara tamamıyla yeni anlamlar yüklemenin, dürüst olmamakla
birlikte, çok uygun bir yoluydu.
Eğer bu durum bu kadar açıksa, Almanya’da son dönemde
Nazilerin sözde sosyalist politikasına dair tartışmalara neden tanık olunuyor?
Evet, aslında bu tartışma, çok yeni değil ve uzun bir tarihi
var. Faşizm dönemi boyunca da Nazileri sosyalist olarak tasvir etme girişimleri
vardı, Ludwig von Mises, bunun bir örneği. Ama genellikle, Marksizm ile
Nasyonal Sosyalizm arasında bir direkt bağ kurma çabaları azınlıkta kalmış bir
pozisyondu. Ardından seksenlerde başlayan revizyonist bir akımın faşizm
çalışmalarında ortaya çıkmasıyla bir dönüm noktasına tanık olundu. Bu akım,
faşizmi politik solla, devrimle ve anti-kapitalizmle çok daha güçlü bir şekilde
ilişkilendirmeye çabaladı. Bu, neoliberalizmin refah devletini parçalamaya
başladığı dönemde gerçekleşti. Bu da bu ideolojik hareketi çok elverişli hâle
getirdi. Bu politikanın savunucuları sunu söyleme imkânı buldular: “Naziler,
aslında sosyalizmin otoriter bir biçimini savunuyorlardı!” Refah devletine
saldırmak, bu sayede, antifaşist bir eylem, Nazizme karşı bir direniş ve onun
siyasi kalıntılarının temizlenmesi girişimi olarak takdim edilebiliyordu.
Yani, Nazileri sosyalistlere dönüştürmek de işçi
karşıtı politikaları zorlamak için bir araç mıydı?
Evet, bu doğru. Entelektüeller, gerçekten Nazileri
sosyalist ekonomi politikaları izlemekle suçlayan kitapları yazmaya ne zaman
başladılar? Nazileri burjuvaziyi kaybetme pahasına kitlelere yardım etmekle
suçlamaya ne zaman başladılar? Tam da politikacılarının neoliberal reformları
emek piyasasına dayatmaya çalıştıkları zamanda. Bu anlamda tarihçilik, ekonomik
gerçeklikle bağlantılıdır. Politikacılar, bu teorileri refah devletine yönelik
saldırılarını desteklemek için kullandılar. Alman tarihçi Götz Aly, bin yılın
başında verdiği röportajlarından birinde, “Volksgemeinschaft”a nihayet son
vermenin Gerhard Schröder yönetimindeki Sosyal Demokrat hükümetin görevi
olduğunu söyledi. Böylelikle, ekonominin liberalleştirilmesiyle, Nasyonal
Sosyalizmin son kalıntıları da Alman siyasetinden çıkarılmış olacaktı. Bu
düşünce, mevcut siyasi davranışların geçmişi algılama biçimlerimizle nasıl
ilintili olduğunu ortaya koyuyor.
Fakat liberaller, Hitler’in kısmen kendi politik
programlarını ilerlettiği gerçeğiyle hiç yüzleştiler mi?
Bu mirasla hiçbir zaman samimi ve doğrudan bir
hesaplaşma içine girmediler. Savaş sonrası yıllarda, devletin liberal bir
çerçeve içerisinde bile işçilerin durumunu bir dereceye kadar iyileştirmesi
gerektiğine dair bir fikir birliği söz konusuydu. Liberal bir yaklaşımla suçlu
olduğunu kabul edilse bile, bu tavır, esasen Nazi politikalarının gerçek
liberalizm olmadığı ön kabulü üzerine inşa edilmekteydi. İki ideoloji arasında
ilişki olduğunu kabul eden az sayıdaki bilim insanının çokça söylediği gibi,
Nazizm, iyi hazırlanmamış, aciz bir biçimde demode ve liberalizme içkin
demokratik boyuttan vazgeçmiş durumdaydı.
Ancak daha sonra radikal bir değişim yaşandı.
Birdenbire liberaller, şunu söylemeye meylettiler: “Nasyonal sosyalizm
sosyalistti. Dolayısıyla, herhangi bir siyasi müdahaleden mümkün olduğu kadar
arındırılmış bir piyasa yaratmak için sosyalizme karşı savaşıyorsanız, iyi bir
anti-faşistsiniz demektir.” Bu, geçmişle kurulan liberal bağın içine girdiği, giderek
kalıcılaşan “popülizm” karşıtlığı aşamasını ifade ediyordu.
Ekonomik olarak liberal reformları zorlamanın başka
bir yolu da sosyal ve ekonomik liberalleşmeyi birbirine bağlamaktır. Ekonomik
liberalizmin her zaman toplumsal ilerleme ile el ele gittiğini düşünüyor
musunuz?
Liberalizmin ekonomik ve politik boyutları arasında
bir ayrım yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Başlangıçta bunlar bazen el ele gittiler.
Ancak belli bir aşamada ekonomik ve politik yönleri birbirinden ayrı düştü.
Liberaller, sonrasında önceliklerinin nerede olduğuna karar vermek zorunda
kaldılar. Her ne pahasına olursa olsun ekonomik liberalizm yanlıları, özel mülkiyeti, sınıflı toplumu ve
serbest piyasayı mı savunuyorlar, yoksa tüm insanlar için kendi
kaderini tayin etme ve özgürlük vaadini fiili olarak yerine getirmek adına liberal demokrasiyi mi tercih ediyorlar? Bu çelişki, henüz çözümlenebilmiş değil.
İki seçenek arasında seçim yapma ihtiyacı, halen daha baki.
Neden ikisini birden yapamıyorsun?
Geleneksel yaklaşım, liberalizmin her zaman politik ve
bireysel özgürlükle el ele gittiğidir, ki bu, kimi zaman doğrudur. Ancak
unutulan şey, liberalizmin en başından beri sadece siyasi olasılıkları açmakla
kalmadığı, aynı zamanda onları ciddi bir şekilde kısıtladığıdır. Liberalizmin
en başından beri açıklık getirmek zorunda olduğu şey, özel mülkiyetin
dokunulmaz olduğuydu; siyasal düzenin tartışma götürmez temelini bu dokunulmazlık oluşturur.
Bu nedenle liberal düşünürler, John Locke kadar erken
bir dönemde, zenginleri rızaları olmadan vergilendiremeyeceğinizde ısrar
ettiler. Eğer bunu yaparsanız, bu politikanın kurbanlarına isyan etmeleri ve
gaspçılara karşı şiddet kullanmaları için iyi bir neden verirsiniz. Dolayısıyla
liberal siyaset, en başından beri içine kazınmış olan diktatörlük seçeneğini
içeriyordu. Böylece siyasetin temel görevinin mülkiyeti korumak ve en büyük
günahının da onu tenkit etmek olduğu varsayımı bir dogmaya dönüştü. Ancak
elbette bu siyasetin ne yapabileceği veya yapması gerektiğine dair oldukça dar
bir tanım. Ve bu sınırlamanın sıkıntısını bugüne kadar çekiyoruz. Tipik bir
batı demokrasisinde, özel mülkiyeti ihlal etmekten sakındığınız sürece birçok
şey yapabilirsiniz.
Yani ekonomik liberalizmin temel yapısında insanların
özgürlüğünü aslında engelleyen bir şey mi var?
Kapitalizm, özünde antidemokratik bir ekonomik yapıdır:
her şeyden önce işçiler üzerinde tahakküm anlamına gelir. Kapitalizm
hiyerarşiktir, eşitlikçi değildir. Aynı zamanda çok önemli bir soru gündeme
geliyor: servet, belli ellerde bu denli büyük çapta yoğunlaşmışken, yeniden
dağıtım nasıl yapılabilir? Klasik liberalizm şunu söyler: “Durumu değiştirmek
için hiçbir şey yapmayın.” Ancak bu politik alanı sıkı bir biçimde kısıtlar ve
olasılıklarını büyük ölçüde azaltır. Eğer biz, ekonomiyi siyasi mülahazalardan
uzak tutarsak, demokrasi ciddi şekilde sekteye uğratılır. Dolayısıyla liberal
ekonomik görüş kitlelere şunu söyler: “Demokrasi hakkında düşündüğünüzde çok
fazla mantıklı olmaya çalışmayın! Demokrasinin sözüne iman etmeyin. O, sadece
çok fazla dert yaratır!”
Ayrıca burjuva haricinde hiç kimse için ekonomik
durumu iyileştirmeye çalışmayın.
Kesinlikle. Bu durum bugün de fazlasıyla geçerli. Elon
Musk’ın açıklamaları, burada tartıştığımız şeyler için çok değerli örnekler
sunuyor, çünkü kendisi, bu konuda oldukça dürüst ve açık. Kısa bir süre önce
Amerikalıların çok çalışmadıklarını, işten kaytardıklarını, dolayısıyla onların “gecesini gündüzüne
katan” Çinli işçilerden feyz almaları gerektiğini söyledi. Bu, oldukça açık bir
ifade, çünkü Musk, Çinli işçilerin çok çalışma talebi karşısında demokratik olarak
direnmelerinin hiçbir yolu olmadığını biliyor. Demokratik sistemin fazlasıyla
gevşek ve hoşgörülü olduğunu; işçileri disiplin altına almak, daha çok
çalıştırmak ve düşük maaşları kabul etmeleri için Çin’de gördüğümüz sisteme
benzer daha sıkı bir sistemin gerekliliğini ima ediyor.
Musk, geçtiğimizde günlerde Donald Trump’ın hâlâ
partide merkezi bir rol oynamasına rağmen Cumhuriyetçileri destekleyeceğini de
duyurmuştu.
Bu, liberal düşüncede yerleşik olan diktatörlük seçeneğinin güzel bir emaresi. Bütün liberallerin böyle bir şeyi destekleyeceğini tabii ki söylemiyorum. Ancak ekonomik ve politik liberalizmi uzlaştırmak çok zor. Bu ikilemin bir sonucu olarak, bazı politik liberaller, ekonomik olarak farklı bir yol seçerler ve diğerleri, temel çatışmayı gerçekten çözemeden iki kutup arasında bocalarlar.
Bir dereceye kadar, sosyalizmin
kendisinin politik liberalizmin bir çocuğu olduğu savunulabilir. Marx ve
Engels, politik liberaller olarak yola çıktılar ve liberalizmin temel fikirleri
özgürlük ve herkes için demokratik katılımı asla terk etmediler. Sadece
kavramlarını daha da geliştirdiler, çünkü kapitalizm altında hakiki bir
demokratik projenin gerçekleşmesine yönelik umudun ciddi şekilde sınırlı
olduğunu fark ettiler.
Kaynak
Çeviri: Alper Kara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder