Che
Guevara, yeni mezun olmuş doktorların köylere gitmek istememesi meselesini ele
alırken, kendinden bahsediyor ve “Benim hikâyem, isyan eden, insanların
kendisine ihtiyaç duymasını sağlamak, daha iyi bir geleceği ve daha iyi
koşulları güvence altına almak isteyen yalnız savaşçının hikâyesiydi” diyor.[1]
Israrla devrimci doktor olmaktan söz eden Che, “devrimci bir doktor, en azından
devrimci olabilmek için önce devrim lazım” tespitinde bulunuyor.
Kişinin
insanların kendisine ihtiyaç duymasını sağlama çabası, küçük burjuva bir çaba.
Che, bunu eleştiriyor. Hayata sürekli maddi, tecimsel, çıkar temelli ilişkileri
üzerinden bakanlar, başka bir şey bilmiyorlar. Başkalarının kendisine ihtiyaç
duymasını sağlamaktan başka bir şey bilmeyenlerin, devrimci ve sosyalist olması
mümkün değil.
Gün
geliyor, salgın çıkıyor, “bize burada çok ekmek var” diyerek, sosyal medyaya ve
TV ekranlarına hücum ediyorlar. Zaten akçeli işlerin, çıkar çatışmalı
faaliyetlerin, ilâç şirketleriyle simbiyotik ilişkilerin içerisinde olan kimi
hekimler, dönemin ekmeğini yemek için birbirleriyle yarışıyorlar. İnsanî,
ahlakî, sınıfî olan tüm değerler, ayaklar altına alınıyor.
Bu
koşullarda bilim kapı dışarı ediliyor, bilimcilik türüyor. Bilim, put hâline
geliyor. Onun sınıfsallığı, pratiğinin sınıfsalla ilişkisi, hiçbir şekilde
sorgulanmıyor. Bilimsel şüphe ve bilimsel sorgu, hükmünü yitiriyor. Bir gün
“maske zararlı” diyenler, ertesi gün, gelen emir üzerine, “maske takmayan,
vatandaşlıktan atılsın!” diye bağırıyor. Bir gün “herkesin aşı olmasına gerek
yok” diyen, ertesi gün, gelen emir üzerine, “aşı olmayanlar havayı kirletiyor,
imha edilsinler!” diyor. Bir gün “X ilâcı virüsü yenecek” diyenler, “ama
gelişiyor işte” dedikleri bilimin, daha doğrusu, o bilimin mülk sahiplerinin
emirleri uyarınca, “o ilâcı kullanmayın, birçok kişiyi o ilâç öldürdü” diyor.
Bu insanlar, epidemiyoloji derneği başkanlığı, bilim kurulu üyeliği vs. yapabiliyorlar.
Bu durumu kimse sorgulayamıyor. Herkes, “AKP koşullarında aman kimse bana cahil
damgası vurmasın” derdine düşüp, imaj peşinde koştuğu için, bu tür çelişkileri,
yanlışları, hainlikleri sorgulama gereği duymuyor.
Emperyalizm,
milliyetçilik gibi konu başlıklarında yan çizmek için “evet ama sınıfsallık
önemli!” diyenler, mesele bilim ve bilimsel vaazlar olunca, nedense sınıftan
hiç söz etmiyorlar. Sınıfa kan kusturacak, onun cebindeki kırıntıları
yağmalayacak, onu baskı ve kontrol altına alacak pratiklere bu bilim dincileri
onay veriyorlar. Onlar, sınıfa düşmanlık ediyorlar. İlkokul bilim kolu
düzeyinde bir siyaset olan karanlığa karşı aydınlık siyasetinin sadece
burjuvazinin ekmeğine yağ sürdüğünü bal gibi biliyorlar.
Cemaat
kültürü, bu bilim dincisi cenahta da türüyor. Tarikat benzeri bir yapı
oluşuyor. Bu cemaat, sosyal medyalarında ne kadar bilgili olduklarını,
resimden, edebiyattan, sinemadan çok iyi anladıklarını ispatlamak için türlü
taklalar atıyorlar. AKP koşullarında orta sınıf, “aman bana kimse cahil
demesin, imajım zedelenmesin, ekmeğimden olmayayım, bana ihtiyaç duyan mülk
sahipleri, benden sakın ümidini kesmesin” derdine düşüyor. Sosyal medya, bu
sınıfın podyumu olarak iş görüyor. Sol, burjuvazinin düşürdüğünü zannettiği
bayrağı sallamaya bayılıyor, ama o bayrağın sınıfsallığını ve sahibini hiç
sorgulama gereği duymuyor.
Muhtemelen
TKP, kendi içindeki özel çekirdek kadrolarına Çark-Çekiç bültenleriyle böylesi
bir talimat vermiş. Bu kadrolar, bugünlerde işleri yokmuş gibi (ki yok, hepsi
profesyonel!), çok rahat, dert üstü murat üstü olduklarını göstermek adına,
birilerine gösterişte bulunurcasına, sosyal medya hesaplarında birbirlerine
kitap tavsiyelerinde bulunuyorlar, estetik, sanat, şiir konusunda ne kadar âlim
olduklarını birilerine göstermeye çalışıyorlar. Bunlardan biri, Nâzım’ın
şiirlerini üç kuruşa sattıkları yayınevinden çıkmış bir kitabın reklamını
yapıyor. O “yoldaş”, partisinin Nâzım şiirlerinin sermayeye peşkeş çekildiği
gün kurulma izni aldığını çok iyi biliyor. Kendisini “kadro” zanneden, ama o
çekirdeğin çok uzağında olan ve tebaa olarak görülen kitle, bu gerçeği tabii ki
bilmiyor.
Onlar,
özel ve ayrıksı olmayı satacak bir tezgâh kurduklarını çok iyi biliyorlar. Bu
ülkede komünist faaliyetin ezilenlerle, yoksullarla ve işçilerle bir alakası
yok. Alakası olmasın diye TKP ve TİP gibi yapılar var. Bu tür solcular,
geçmişte “işçi sınıfının içkisi biradır” diyorlardı[2], şimdilerde “Çayın
fabrika işçileri için ayrı bir önemi vardır” diyerek, üç beş işçiyi
avlayabileceklerini düşünüyorlar.[3] Hangi ortamda, hangi yalanın söyleneceğini
iyi biliyorlar.
Utanmadan
bir de “bilim düşmanı, bilimin ışığını karanlığa gömecek yayınlar” yapıyorlar.
Bilim insanının itibarını zedeliyorlar! Misal, Fransız bir fizikçi, uzaydan bir
kare diye sucuk resmi paylaşıyor, amacının “insanlara, onların yetkili
konumdaki kişilerin argümanlarına karşı dikkatli olmaları gerektiğini
hatırlatmak”[4] olduğunu söylüyor. Bu haberi yapan Sol Haber, söz konusu
haberde bilim insanını “madara” etmeye çalışıyor. Öte yandan, bu haber
sitesinin sahibi olan örgüt, yetkili konumdaki pandemi uzmanlarının ağzından
çıkan her şeyi eleştirisiz, sorgusuz sualsiz sahipleniyor. Birden ve her daim
Esin Davutoğlu Şenol oluveriyor. Alpay Azap, Mehmet Ceyhan, Serap Şimşek Yavuz
gibi pandemi süreci boyunca yalan yanlış, temelsiz, çürük birçok iddiayı bilim
dininin emri olarak dikte eden isimlere sahip çıkıyor. Parti, o çorizoya put
gibi taptığını gizlemeye çalışıyor. Putun burjuvazinin dini olduğunu, devletin
temelini teşkil ettiğini iyi biliyor. Ona olan inancı baskın kılmak için tüm
inançlara savaş açıyormuş gibi yapıyor. O savaşın burjuvazi adına
yürütüldüğünü, sadece özel partili azınlık, o azınlık içerisindeki şefler
biliyor.
Bu
pandemi vurguncuları, küçük burjuva bir pratik dâhilinde, kendilerini dayatma,
kendi varlıklarına dönük ihtiyacı daimi kılma derdindeler. Ortaklığa,
kolektife, biyolojiye, tarihe sürekli küfrediyorlar. O nedenle Esin Davutoğlu
Şenol, bir konuşmasında “salgına sahip çıkın!” diyor. Salgın sürsün ki Şenol’un
ağzına bakan müritler, hiç eksilmesin. Onlar da kasalarını doldursun! Çorizo
satılacak ki gün bereketli olsun!
Sol,
bu küçük burjuvaları AKP’ye karşı koruma kollama işini layıkıyla yerine
getiriyor, ama AKP düzeninin o küçük burjuvalar eliyle kurulduğunu, onlar
sayesinde sürdürüldüğünü unutturuyor.
Bu
küçük burjuva pratiğin, bugünlerde “Selefilik güçleniyor!” diye bağıran Cübbeli
Ahmet’in pratiğinden hiç farkı yok. Cübbeli de devlete yalvarıyor, “bana olan
ihtiyacınız hiç eksilmesin” diye bağırıyor, “eskiden İrancılarla mücadele
ettim, selefilerle de mücadele ederim, benden vazgeçmeyin” diyor. Birilerinin
kendisine ihtiyaç duymasını sağlamak için türlü taklalar atıyor. TKP gibi sol
örgütler de 2007 sonrası ordudan ve sermayeden gelen emirle, din ve müslüman
halk düşmanlığı yapmayı tek siyaset belliyor. Kendisine açılan kum havuzunu
mabed belliyor.
Bugünlerde
Çulhaoğlu da benzer bir varoluşsal gerilim yaşıyor. Parti ve genel sol hareket
içerisindeki varlığının hafiflediğini hissediyor. Bu sebeple, kâhinliğe
soyunuyor.[5] Sosyalizmin geleceğini tayin edeceğini söylediği tarihsel
dönemler, ya kendisinin az buçuk içinde olduğu ya da malumat düzeyinde bildiği
dönemler. Ve tabii ki “birileri aydınlanmayı aşmak isteyecektir”, dolayısıyla
Çulhaoğlu gibi elde sopa, burjuva fikriyatı aşılmasın diye bekleyen bekçiler,
illaki olacaktır. Bu tür yazıları, iş dilenme, yalvarma pratikleri olarak
okumak gerekiyor.
Çulhaoğlu,
sonuç bölümünde üç olgudan söz ediyor: “15-16 Haziran büyük işçi direnişi; Kürt
özgürlük hareketi ve 2013 Gezi Direnişi.” Çulhaoğlu’ya göre sol, dönüp dönüp bu
üç olguya bakacak, ama hiçbir şekilde orada Çulhaoğlu ve örgütünü göremeyecek.
Çünkü MÇ, ilkinde TİP’teydi, o büyük işçi direnişinin etkilerini silmek için
uğraştı. İkincisinde SİP’teydi, özgürlük hareketinin batıdaki etkilerini silmek
için çabaladı, üçüncüsünde ekipteydi, şirket olarak batan partiden kaçıp
kurduğu örgüt üzerinden Gezi'nin içerideki etkilerini silmeye çalıştı, hâlen
daha çalışıyor.
“Devrimci
olmak için devrim lazım”. Çulhaoğlu ve geleneği, hep hazır olmuş, gelip gitmiş
bir “devrim” edebiyatına bağlanırmış gibi yapıyor. Söndüğünü görünce devrim
ateşini savunuyor pozu kesiyor. O gelenek, Mustafa Suphilerin tasfiyesinden
sonra yeni cumhuriyetin ihtiyaçlarına uygun kıvama getirilen bir solculuğu
yeniden üretiyor. Türk devletiyle ve sermayesiyle belirli bir ilişki kurmuş bir
devletin kültür ofisi olarak çalışmaktan başka bir şey yapmıyor. Eskinin
Sovyetler’inin yerini, bugün içi boşaltılmış, dişleri sökülmüş, “light”
kılınmış, kültürel ve turistik bir öğeye indirgenmiş Küba alıyor. Tatil
köylerine Küba stantları açıyorlar. Geçmişte de Küba Devrimi'nin silip attığı
barların, fuhuş yuvalarının, kumarhanelerin temsili ismi olan Cubana diye meyhane
açıp işletmişlerdi. Neticede bu gelenek, o çorizoya bayılıyor, bilim ve
aydınlanma diye aslında ona tapıyor. Yakında illaki vegan propagandası yapacak,
yoksula et yemeyi yasaklayacak, böcek yemenin yararlarına dair yazılar kaleme
alacaklar.[6]
Eren Balkır
8
Ağustos 2022
Dipnotlar:
[1] Che Guevara, “Devrimci Tıp Üzerine”, 19 Ağustos 1960, İştiraki.
[2]
Eren Balkır, “Eylem Ocağı”, 29 Nisan 2019, İştiraki.
[3]
Gebze’den Yoldaşları, “Bir Pazar Gününe Mustafa Tozkoparan ile Uyanmak”, 7
Ağustos 2022, Sol.
[4]
“Uzaydan Kare Diye ‘Sucuk’ Resmi Paylaşan Fransız Fizikçi Özür Diledi”, 5
Ağustos 2022, Sol.
[5]
Metin Çulhaoğlu, “Türkiye’de Sosyalizmin Yakın Geleceğine Dair Bir Kestirim”, 6
Ağustos 2022, İleri.
[6]
Yazı yazıldıktan sonra fark edildi ki bu böcek yazılarını çoktan yazmışlar: “Sosyalist
gelecekte uygun gıda politikaları geliştirilmesiyle birlikte farklı besinlerin
içerisinde, böcekten gelecek makro ve mikro besin değerleriyle
zenginleştirilmiş ürünler oluşturulabilir.” [Kutay Sırıklı ve Özgür Selvi, “Beslenmede
Önemli Hayvansal Proteinlerin Kaynakları -Mevcut Durum", 12 Nisan 2021, Sol.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder