Pages

09 Ağustos 2022

Ekososyalizm ve Öjeni


Bikrum Gill’in (2021: s. 1) de dediği gibi, “ırk, kapitalist dünya sisteminin yol açtığı ekolojik yıkımı ve üretim fazlasını besleyen, çok katmanlı toplum-doğa ilişkisini güvence altına alan bir olgu.” Gill’in bu iddiası üzerinden, ırkın çevrecilik kapsamında geliştirilen hâkim çözümlerin ve yeni yönetişim tekniklerinin dayandığı zemin olduğunu söylemek mümkün. Irk, aşırı nüfusu çevreyle alakalı bir sorun olarak görenlerin iklim değişikliği konusunda acilen harekete geçilmesi gerektiğini söylerken kullandıkları önemli bir argüman.

Bu yaklaşımı somutta anlamak için yirminci yüzyılın ortalarından sonlarına dek uzanan dönemde beyaz milliyetçilerinin çevre çalışmaları konusunda ortaya koyduğu çabaya bakmak gerek. “Nüfus”, sömürge idarelerinin geliştirdikleri, alt ırk gruplarını ifade eden bir kavram ve bu kavram, çevre çalışmalarında “çevre” kavramıyla birlikte dillendiriliyor. Bu bağı kuramayan liberal çevreciler, bugün hâlâ politikaların yönlendirdiği analizlerinde beyaz milliyetçilerinin öncelikli gördükleri olguları aklamaya devam ediyorlar.

Biz bu çalışmada, bu ilişkinin izlerini, “insanlığı aşırı nüfusun tehlikeleri konusunda uyaran” ekolojist Garrett Gardin’in (1915-2003) beyaz milliyetçisi dilindeki nüfusçuluk ve Hintli-İngiliz iktisatçı Partha Dasgupta’da (1942-) gördüğümüz liberal çevreci nüfusçuluk dâhilinde süreceğiz.

İdeoloji düzleminde bu nüfus denilen olgu, bir oyun hilesi aslında. Bu hile sayesinde çevre ülkelerde beyaz olmayan insanlara ait kaynakları çalan ve oralardan değer çeken kapitalist dünya sistemi meşrulaştırılıyor. Değerin çekildiği süreçte periferideki emek, aşırı ölçüde sömürülüyor, değersizleştiriliyor, toplumsal düzen bozuluyor, ekoloji tahrip ediliyor, halklar, kitleler hâlinde merkez ülkelere göç ediyorlar.[1] Sonrasında bu göç eden kitle, yeniden kalıba dökülüyor ve doğal bir olgu olarak takdim edildikten sonra, kuzeyin zengin ülkelerindeki insanlara nüfusçu söylemler üzerinden birer tehditmiş gibi gösteriliyor, böylece sınırlarda uygulanan şiddet ve politik dışlama faaliyeti meşrulaştırılıyor (bkz.: Turner ve Bailey, 2021).

Bu makalenin birinci bölümü “nüfus”u ekoloji adı altında, üreme denilen alana zorla yapılacak müdahaleler için gerekli zemini hazırlayan, ırkçı “yönetsel bir kavram” (Murphy, 2017: s. 135) olarak ele alıyor. Burada ekofaşizmle liberalizmi Garrett Hardin gibi beyaz milliyetçisi nüfusçular üzerinden birbirine bağlayan ilişki ve mütekabiliyet üzerinde duruluyor.

Çalışmanın ikinci bölümü, çevredeki tahribatı ve üreme alanındaki adaletsizlikleri birbirine bağlayan kaynak çekme ve sömürü üzerine kurulu sisteme odaklanırken, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele (EEM) denilen merceği kullanıyor.

Üçüncü bölüm, öjeni ve emperyalizm karşıtı ekososyalizmin kimi unsurlarına odaklanıyor, bu noktada, nüfus-kalkınma arasındaki bağı gören veya dikkate almayan üçüncü dünya kaynaklı belgelerden ve küresel kalkınma yaklaşımı temelinde belirli bir programı öne çıkartan mücadelelerden yararlanıyor. Sonuç bölümünde ise antiemperyalist ekososyalizmin üreme adaleti hareketlerinin geliştirdikleri öğretilerle uyumlu olması ve son yıllarda kendisini iyiden iyiye hissettiren ve kendisini gizlemeyi başaran ekofaşizm gibi liberal ojeniye karşı da direnç geliştirmesi gerektiği üzerinde duruluyor.

Yenileme Anlatılarından Üremeye Yönelik Müdahalelere

15 Mart 2019’da kendisini “etnik milliyetçi ekofaşist” olarak tanımlayan bir kişi, Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bulunan iki camide 51 müslümanı öldürdü (Forchtener, 2019). Bu beyaz Avustralyalı katilin dağıttığı, “Büyük Yenileme Süreci” adını taşıyan manifestoda, çevrenin aşırı nüfus sebebiyle yok olduğundan söz ediliyordu. Her ne kadar İslam düşmanı bir saldırı dâhilinde özel olarak Müslümanları hedef almış olsa da katil, yazdığı bu manifestoda, kendisindeki nüfus anlayışı kapsamında hepimizin aşina olduğu o beyazlar/beyaz olmayanlar ayrımı üzerinden hareket ediyordu. Batılı ve beyaz uluslarda beyazlardaki doğum oranlarının beyaz olmayanlara kıyasla düşük olmasından şikâyet eden manifesto, etnik yenileme sürecinin başlatılması gerektiğini söylüyordu. Katilin kendi ifadesiyle:

“Çevreyi aşırı nüfus yok ediyor. Dünyada aşırı nüfusa sebep olan, biz Avrupalılar değiliz. Gelip bizim topraklarımızı istila edenler, dünyayı kalabalıklaştırıyorlar. İstilacıları öldürün, aşırı nüfusu yok edin, böylece çevreyi kurtarın.”[2]

Manifestonun dayandığı ideolojinin kaynağının çoğunlukla, Renaud Camus’ye ait Büyük Yenileme Süreci adını taşıyan, 2011 tarihli çalışma olduğu, ABD’de gördüğümüz beyaz soykırımcı komplo teorilerinden beslendiği iddia edildi. Oysa Christchurch Katliamı’na kaynaklık eden fikirlerin daha derin kökleri vardı.

Dünyanın önemli bir bölümünü dört yüz yıldan fazla bir süre şiddetle ve zor ile yöneten Avrupalı sömürgeciler, kategorize edilenleri kontrol altında tutmak için nüfus gibi kategoriler ve teknolojiler geliştirdiler. Dünyayı Du Bois’in dediği gibi (2008 [1903] s. 3) “renk çizgisi”ne göre bölen, bu anlamda, insanlığı beyaz/beyaz olmayan diye tasnife den sömürgeci projeler nüfus meselesini “bilimsel açıdan” yönetilmesi gereken bir nesne derekesinde ele aldılar.

Yirminci yüzyılın başlarında İngilizlerin elindeki sömürgelerin başında bulunan idareciler, beyaz/beyaz olmayan ayrımını kesen ırkî güç dengesinin mevcut hâlinden endişe duymaya başladılar (Bkz.: Ittmann, 2013). Bu endişelerin en önemli sebebi, zaten huzursuzluğun hâkim olduğu sömürgelerde, beyaz olmayan toplumlardaki doğum oranlarının beyazlardaki doğum oranlarından yüksek oluşuydu.

Irkî güç dengesine dair bu türden endişeler üzerinden demografik hesaplama teknikleri geliştirildi. Bugün bu nüfus ölçüm teknikleri, geliştirilerek, demografi disiplini içerisinde yürütülen sömürgeci projelerin hizmetine sunuldular.

Yirminci yüzyılın ortalarında çevre çalışan ve bu alanı inşa eden akademisyenler, Malthusçuluğun, öjeninin, ekonomizmin ve beyaz üstünlükçüsü ideolojilerin nüfuzu altındaydılar.[3] Bu isimler, yaptıkları çalışmalarla nüfusa dair endişeleri disiplinlerine yedirdiler.

Sonrasında bu nüfusçu akademisyenler, üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerine ve Bandung projesine tepki geliştirdiler. Onlara göre bu konferansa katılanlar, emperyalizmin eski sömürgelere ucuz ve kontrolsüz bir biçimde erişme imkânını tehdit ediyorlardı (Greene, 2019).

Bir örnek olarak, çevre çalışmalarında en fazla okutulan ve en fazla alıntılanan metinlerden biri olan Garrett Hardin imzalı 1968 tarihli Müştereklerin Trajedisi isimli kitaba bakalım (bkz.: Bhatia, 2004; Oakes, 2016). Gündelik dile bile sirayet etmiş cümleleri içeren bu kitabın adı dahi bir klişe hâlini almış.

Hardin’in ırkçı mantıkla yoğrulmuş çevreci metinler kaleme alan, açıktan ve hiç sakınmadan kendisini beyaz milliyetçisi olarak takdim eden bir isim olduğu pek bilinmiyor (bkz.: Bhatia, 2004; Mildenberger, 2019; SPLC, n.d.). Müştereklerin Trajedisi, nüfus kontrolü talep ediyor ve “çocuk doğurma özgürlüğünün herkesi mahvedeceğini” söylüyor. Öte yandan Hardin, 1974 tarihli “Filika Ahlakı” isimli makalesinde, gezegen denilen bu sınırlı alana sahip filikada sayıca az zengine yer açabilmek için yoksulların denize atılmasını öneriyor.

Bu türden görüşleri savunan Richard Lynn ve J. Phillippe Rushton[4] gibi Garrett Hardin de NPopulation and Environment [“Nüfus ve Çevre”] dergisine katkı sunan isimlerden (Bhatia, 2004). Bugün hâlâ Springer tarafından yayımlanmakta olan derginin arşivi, beyaz milliyetçiliği ve bilimsel ırkçılık konusunda bilgi veren metinlerle dolu.

Beyaz milliyetçiler ve bilimsel ırkçılar, çevre çalışmalarının önceliklerinin belirlenmesinde önemli bir rol oynadılar ve fikirlerini bu alana taşıdılar. Bu anlamda, Bhatia’nın (2004: s. 194) tespitiyle, “ABD ve başka ülkelerde örgütlü beyaz üstünlükçülüğüne ait milliyetçi ve çevreci argümanlar, uzun süre gerici ekoloji ve nüfus kontrolü politikası ile beslendi.” Bu tespitin, Trump’un açıktan iklim inkârcısı oluşuyla çeliştiğini söyleyenler çıkabilir. Fakat şu husus görülmeli: beyaz milliyetçilerinde gördüğümüz ekofaşizm ve onunla bağlantılı hareketler, Trump’ta karşılık bulan “fosil yakıtçı faşist” hareketlerle çelişmek yerine onları tamamlıyor. Her iki hareket de nüfus konusunda belirgin endişelere sahip, her ikisi de göç karşıtı, her ikisi de sıkı sınır politikalarıyla beyaz çoğunluğu korumaya çalışıyor, bir yandan da güneyin yoksul ülkelerindeki insanların feda edilebileceğini düşünüyor. İki hareket de dünyadaki zenginliklere erişim konusunda sahip olunan imtiyazlar temelinde, mevcut emperyalist “yaşam tarzı”nı korumak derdinde.

Hardin gibi isimler, akademi sahasını, ırkçı ajandaların kabul ve saygı görmesini sağlayan, bu amaçla, onları aklayan bir alan olarak görüyorlar. Aynı şekilde, birçok liberal çevreci de bu fikirleri kendi çalışmalarına eleştirmeden yedirme arzusunda.

İngiltere’de çevre politikası denilen alana yönelik son tanık olduğumuz liberal müdahale, Biyoçeşitliliğin Ekonomisi: Dasgupta’nın Eleştirisi isimli çalışma. İktisatçı Partha Dasgupta, müesses nizama hizmet eden liberalizm nezdinde beyaz milliyetçilerinin öncelikli gördükleri fikirleri aklayan isimlerden biri. Hardin’i analizinin ana zemini olarak ele alan Dasgupta, biyoçeşitliliğin yüzleştiği tehditler konusunda bir değerlendirme sunuyor ve bu noktada, esas olarak güneyin yoksul ülkelerinde, bilhassa Afrika’da gözlemlenen “doğurganlık” denilen soruna odaklanıyor.

Dasgupta’nın raporu, tüm canlı hayatının muhasebe açısından belirli bir değere sahip olduğu ekonomizme ve hesaplama pratiğine yaslanan bir çalışma. Rapor, doğanın belirli şekilde nicelik değerlere dönüştürülmeden değer kazanamayacağı ilkesini esas alıyor. İnsanların faydayı azami düzeye çıkartan bireyler olarak görüldüğü liberal ekonomiye ait soyutlamaları kullanan Dasgupta (2021a: s. 232) güneyin yoksul ülkelerindeki “üreme davranışı” ile kuzeydeki “tüketim pratiklerini kıyaslıyor ve bunların arasında farkı görmediği gibi, ikisinin de aynı ölçüde bencil kişisel tercihler olduğunu söylüyor. Dasgupta bu analizi dâhilinde, ayrıca güneyde üreme davranışının hızını uygunsuz komünal toplum biçimlerinin belirlediğini iddia ediyor.

Hardin’in çalışmasını çıkış noktası olarak belirleyen rapor, “üreme davranışı karşısında konformist tercihlerde bulunulması, müştereklerin trajedisini artıracağını” iddia ediyor (Dasgupta, 2021a: s. 234). Burada insanlığı deri rengine göre bölen ve beyaz olmayan kişilerin üremesini sorun olarak gören politik tercihin dayandığı beyaz milliyetçilerine ait fikri, Dasgupta bir kenara koyuyor ve böylelikle liberal analiz için uygun düşen, masum bir tespitte bulunuyormuş izlenimi yaratıyor.[5]

Dasgupta, ayrıca son otuz yıl içerisinde üreme hakları hareketlerinin elde ettiği mevzilerin onların elinden alınmasını istiyor. Aslında bugün Malthusçu, öjenist ve ekonomist isimlerin nüfusla ilgili yorumları üzerinden düşünüldüğünde, 1994’te Kahire’de düzenlenen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın elde ettiği sonuçların nefretle karşılanması gerekiyor.

Konferans, üreme hakkını aile planlaması ile ilgili çalışmaların temelini teşkil etmesi gerektiğini söyledi, eskiden gerçekleştirilen nüfus kontrolü amaçlı müdahalelerde örtük olarak uygulanan baskıyı ortadan kaldırdı. Bu anlamda Kahire Konferansı’nda baskının yerini hakların alması, kadınlara uzun süre aşı veya implant yoluyla doğum kontrolü uygulamalarını kullanmaya zorlamak gibi kimi baskıcı uygulamaların bireysel feminist bir tercih ve kontrol aracı olarak ifade edildiğini söylüyor (Bkz.: Wilson, 2017). Kadın haklarını esas alan dili kendi stratejisi için temellük eden Dasgupta (Wilson, 2017: s. 57) bu dili yanlış yönde kullanıyor.

“Doğanın arzı ile bizim taleplerimiz arasındaki dengesizlik” olarak tarif ettiği “Etki Eşitsizliği” kavramına başvuran Dasgupta (2021b: s. 1) Amartya Sen’in kirliliği zulüm olarak gören anlayışını, nüfusu zulüm olarak gören anlayışla birleştirmeye çalışıyor:

“Etki Eşitsizliğinin hüküm sürdüğü, üstelik hükmünü güçlü bir biçimde sürdüğü bir dünyada en makul olan, biyosfer üzerindeki etkimizi azaltmak için çağrıların yapıldığı koşullarda, gelecek nesillerin hakları üzerinde durmaktır. Örneğin Amartya Sen (1982), kalıcı kirleticileri zulmün araçları olarak görüyor: ‘Kalıcı kirlilik, gelecek nesillerin yüzleşeceği, bugünden hesaplanabilecek bir zulüm türüdür.’ Peki o zaman fazladan yapılan doğumların kalıcı kirleticilerin yok edilmesine ne tür bir katkısı var, bir çiftin üreme hakkı, gelecekte insanların zulüm görmeme hakkını neden gölgede bıraksın? İşte üreme hakkından söz eden dil, bu türden bir ahlakî açmazı gözden kaçırıyor.” (Dasgupta, 2021a: s. 193)

Burada yazar, üreme meselesini, zulüm olarak görüyor ve bu lafı, insanların talepleriyle doğanın arzı arasındaki “etki eşitsizliği”ne yönelik saldırı olarak gördüğü üreme haklarını eleştirmek için ediyor. Rapor, insanların mutlak sayısını hesaplama işine odaklanıyor, insanların biyosfer üzerindeki nispi etkisine hiç bakmıyor, dolayısıyla, insanların üretim araçlarıyla ilişkilerini, dünya ölçeğinde birikim süreçlerinde bu araçların kullanılma biçimlerini hiç dikkate almıyor. Oysa aslında yüksek doğum oranlarının ve yoksul toplumların yol açtığı karbon salınım miktarı ihmal edilecek düzeyde seyrediyor.

Tipik bir liberal yazar olarak Dasgupta, baskıcı nüfus kontrolü tedbirlerini uygulamaları konusunda devletlere ve örgütlere doğrudan bir talimat iletmiyor. Bunun yerine, aşırı nüfus sorunu üzerinde duran birçok akademisyen gibi o da müdahale için gerekli zemini hazırlıyor ve okurlarını müdahalenin gerçekleştirileceği muhtemel alanları düşünmeye itiyor. Rapor, devamında müdahalenin meşru olduğu Afrika’ya, bilhassa Sahra Altı Afrikası’na odaklanıyor. Dünyanın bu kısmı ırkçı genellemeler üzerinden ele alınıyor. Zamansız görülen gelenekler, yüksek doğum oranının sebebi olarak tespit ediliyor. Tarım arazilerindeki akrabalık ilişkilerine dayalı pratikler, çokeşlilik, modern doğum kontrolü yöntemlerine erişememe, elde edilen ürünün akrabalar arasında pay edilmesi gibi hususlar, aynı “gelenek” torbasına atılıyorlar (Dasgupta, 2021a: s. 242).

Dasgupta, akrabalık ilişkilerini ve çekirdek ailenin yokluğunu Afrika’da yüksek doğum oranlarına yol açan ana faktörler olarak görüyor. Bunun sebebini de liberal ekonomist dünya görüşü üzerinden, çocuk yetiştirme işinin çekirdek aileye kıyasla akrabalarla birlikte yürütülmesi durumunda ebeveynlerin daha az maliyetle yüzleşmesi olarak belirliyor. Bu düşünce dizgesi üzerinden Dasgupta şunları söylüyor:

“Ebeveynlerin çocuk sahibi olarak sahip oldukları fayda, yüklendikleri maliyeti aştığında, bu sefer de evladın başkası tarafından yetiştirilmesi, beleşçilik sorununu gündeme getiriyor. Çocuğun getirdiği fayda, akrabalığın sınırlarına tabi. Diğer her şey eşit kalmak üzere, bu fayda azaldığında çocuk talebi de azalıyor.” (Dasgupta, 2021a: s. 242 [vurgu bize ait])

Burada aslında Dasgupta, zahirde faydadan, dışsallıklardan söz ederken batında, yapılan müdahalelerin doğum kontrolü programlarının ötesine geçmesi ve akrabalık temelli toplumların yeniden yapılandırılması gerektiğini söylüyor. Eğer bu türden topluluklar, daha da bireyselleştirilirse, çekirdek aile merkezî unsur hâline gelirse, ebeveynler de kendi biyolojik çocuklarının sorumluluğunu üstlenir, topluluğun desteğiyle ayakta duran yapıların ürettiği “beleşçilik sorunu” da ortadan kalkar. Neticede burada ekonomik hesaplama araçları, Afrikalı kadınların özel ve kolektif hayatlarına uygulanıyor, böylece Dasgupta’nın ulaştığı toplam uyarınca üreme düzeyinin ulaşması gereken optimum düzey belirleniyor.

Burada temelde şu türden bir fikir hâkim: Batı’nın hâkim olduğu devletler ve kurumlar, üretim faaliyetleri çevreye en az etkide bulunan insanlarda üremeyi sınırlandırmak için Afrika toplumundaki yapıları değiştirmek adına, bu kıtaya müdahale etmeli. Uluslararası topluma ait ırkçı yapılar ve egemenlik için inşa ettiği hiyerarşiler, bu tür müdahaleler için gerekli.

Sömürgecilik döneminden kalan ırk, ulus, sınıf ve cinsiyetin değişmekte olan hiyerarşileri, müdahale konusunda kimin muktedir olduğunu, kimlerin müdahale dâhilinde feda edileceğini, toplumsal ve bedensel özerkliğe kimin sahip olacağını, kimin bedeninin ve topluluğunun müdahale sahasına dönüştürüleceğini tayin ediyor. Bu türden yapısal hiyerarşiler, bugün başka halklara mensup “gelecek nesiller” adına kimlerin üretim haklarının ve özgürlüklerinin feda edileceğini de belirliyor. Dahası, bu tür bir amaca hizmet eden müdahalenin mevcut niteliği konusunda gerekli bilgiyi, yoksul ve kadın düşmanı, ırkçı projelerden beslenen, nüfusla ilgili fikirler temin ediyor.

2018’da tüm dünyadaki toplam sera gazı salınımının yüzde 86’sından sorumlu olan, doğum oranı kadın başına 1,9’un altında seyreden zengin ülkelerin mevcut gerçekliği dikkate alındığında, Dasgupta’daki nüfus takıntısı, anlamını iyice yitiriyor. 2018’de dünyadaki toplam salınımların sadece yüzde 0,5’inden sorumlu olan halkların dünya nüfusundaki payı yüzde 9. Bu halklarda doğum oranı ise 4,6 civarında (Bölgelere göre salınımlar konusunda bkz.: Ritchie, 2018; bölgelere göre doğum oranları için bkz.: World Bank, 2019).

Şurası açık ki yüksek doğum oranına sahip en yoksul ülkelerin ekoloji üzerindeki etkisi ihmal edilecek düzeyde. Dasgupta ise dolaylı olarak, Afrika’daki doğum oranlarına ve toplumsal örgütlenmeye müdahale edilmesini istiyor, oysa bu müdahalelerin ekolojiye pek bir faydası yok.

Kişi başına düşen salınım miktarının düşüklüğüne bakmayan ve bu konuda zıt görüşte olan kişiler, yoksul kalabalıkların arazileri ve kaynakları yağmaladığını, üçüncü dünyada biyoçeşitliliğin yok oluş sürecini hızlandırdığını iddia ediyorlar. Ancak bu türden argümanlar, doğum oranı düşük olan birinci dünyada tüketimin yüksek olduğu bölgelere ihraç edilen büyükbaş hayvan yemlerinin, yiyecek olarak tüketilen mahsulün, biyoyakıtların ve benzer ürünlerin üretilmesi için kullanılan arazinin çok büyük olduğu ve bu alanın giderek büyüdüğü gerçeğini görmezden geliyorlar. Biyoçeşitlilikteki kayıp konusunda bu emtia üretimi ve kapitalist sistem suçlanmalı, yoksul toplulukların geçinmek için döktükleri ter değil.

Üçüncü dünyadan düşünürler, belirli arazilerin zengin ülkelere ve şirketlere kaynak temini için peşkeş çekilmesinin de aşırı nüfus temelli müdahalelerle ilişkili olduğunu söylüyorlar. Bu arazilerin verilmesiyle yoksul nüfusun elindeki kaynak ihtiyacının düşeceği, böylelikle kuzeydeki zengin halklara kaynak aktarımının kolaylaşacağı, kuzeyin sermaye biriktirme konusunda elinin rahatlayacağı üzerinde duruluyor.

Samin Amin’in de dediği gibi, “eğer Üçüncü Dünya’da kitleler, bu kaynaklara el koyup kendi hayırlarına kullansalar, merkezde kapitalist sistemin işlemesini sağlayan koşullar ortadan kalkar.” (1977: s. 358). Patnaik (2007) ise Aşırı Nüfus İdeolojisi’nde bu düşünceyi geliştiriyor ve nüfus artışının zengin ülkeleri rahatsız ettiğini söylüyor. Bunun sebebini de şu şekilde izah ediyor: “Bu zengin ülkeler, kendilerinin bugüne dek başarıyla tükettiği yenilenemeyen ve kıt kaynaklardaki paylarının az da olsa azalması ihtimali ile yüzleşeceklerdir.” Bu ihtimali ortadan kaldırmak adına, nüfus ırkçı temelde hesaplamaya tabi tutulur. Irkî güçler dengesinin nüfus alanındaki karşılığı ile bu dengenin kaynaklar alanındaki karşılığı arasında belirli bir bağ söz konusudur. Çelişkili bir biçimde bu bağ, kaynak çekerek ayakta duran küresel sistemdeki kırılganlıkla ilişkilidir.

Her ne kadar Dasgupta gibi isimler, çoğunlukla nüfusçuluğu soyut bir tartışma gibi takdim etse de gerçekte bu anlayış, işçi sınıfının, ırkçılıkla boğuşan alt kasttan kadınların (bazen de erkeklerin) üreme sahasında sahip olduğu özerkliğe yönelik baskıcı, hatta bazen ölümlere yol açan müdahalelere ilham verir. Sömürge devletlerde uygulanan kısırlaştırma teknolojileri ve üremeyi kısıtlayan baskıcı uygulamalar geliştirilip, ezilen ırk olarak üçüncü dünya toplumlarına ve yerlilere “kalkınma” bayrağı altında taşınmıştır.

Örneğin, Fransa altmışlarda ve yetmişlerde, Reunion Adası’ndaki sanayi üssünü geliştirmemeye karar verince, bölgedeki işçiler aşırı nüfus olarak görülmüş, bu dönemde insanların rızası olmaksızın, binlerce kadına kürtaj yapılmıştır (Vergès, 2020: 1). ABD ve Kanada genelinde yerleşimcilerin yerlilere karşı yürüttükleri imha çalışmalarının bir parçası olarak bu yerliler zorla kısırlaştırılmış, bu işlem yakın dönemde bile uygulanmıştır (Clarke, 2021).

2014 yılında Hindistan’da aynı hafta içerisinde kısırlaştırma işlemi esnasında on beş kadın hayatını kaybetmiştir. Hindistan, milyonlarca dalite, yerli adivasiye ve yoksul kadınlara kısırlaştırma kamplarında tübektomi işleminin uygulandığı bir yerdir (Wilson, 2018: s. 91).

1996-2001 arası dönemde Peru devleti, aile planlaması adı altında yürütülen “kurumsal soykırım” dâhilinde, 272.000 yerli ve yoksul kadını, bunun yanında, 22.000’in üzerinde yerli ve yoksul erkeği kısırlaştırmıştır (Carranza Ko, 2020: s. 91, 95).

Bu tür gelişmeler karşısında, beyaz olmayan ve yerli kadınlar üreme adaleti hareketleri inşa ettiler. Bu hareketlerin amacı, çocuk sahibi olma veya olmama hakkının kadına ait olduğunu ortaya koymak, aynı zamanda doğum ve sağlıklı çocuk yetiştirme için gerekli koşulların güvence altına alınmasını sağlamak (Ross ve SisterSong, 2009: s. 4). Üreme konusunda baskıcı tedbirlerin alındığı, iklim değişikliği adı altında bu konuda kısıtlamaların getirildiği koşullarda bu hareketler, süreç içerisinde giderek çevre adaleti ile ilgili hedefleri de dillendirmeye başlıyorlar.

Neticede nüfus kavramını diline dolamış bir çevrecilik, en iyi hâliyle, ekolojik sorunun sömürgeci-kapitalist köklerini dikkatlerden uzaklaştırma çabasıdır. Burada sorunun ana kaynağı, hâlen daha ırkçılıkla malul, yapısallaşmış, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele (kaynak temini) denilen süreçtir.

Özetlersek; “Nüfus” ekolojik krize sunulacak her türden anlamlı çözüme mani olan bir olgudur. Çevrecilik diye ambalajlanıp satılan nüfusçuluk, aynı zamanda nüfus ve kaynak konusunda ırkî güç dengesine kafayı takmış kişilere hizmet etmektedir. En kötü hâliyle, nüfusçuluk, kapsamı giderek genişleyen, daha fazla şiddete tanık olunan, güneyin beyaz olmayan kadınlarının bedenlerine ve toplumsal hayatlarına yönelik zararlı müdahaleler için gerekli zemini temin etmektedir.

Bu sebeple, bir sonraki bölüm, Kuzey-Güney kutuplaşmasına yol açan sürece ilişkin teoriler ele alınacak, buradan da dünya düzeninin çevresel zarar ve kaynak kullanımı konusunda mevcut olan eşitsizliklerin ve farklılığın kalıcı kılınmasına bağımlı oluşu üzerinde durulacaktır. Çevresel zarar ve kaynak kullanımı, hem ülke içerisinde sınıflar arasında hem de uluslararası düzeyde ülkelerin mevcut büyüklüklerine göre farklılık arz eden konulardır.

Eşitsiz Mübadele ve Ekolojik Kriz

Ekolojik kriz, başka ülkelerden kaynak çekmeyi öngören, eşitsiz ve kutuplaşmış küresel birikim sürecinin bir sonucu. Biz, bu sürecin dinamiklerini net bir biçimde ortaya koymak için hem ekolojik açıdan eşitsiz mübadele hem de bugün ve geçmişte üçüncü dünya konusunda geliştirilmiş yaklaşımlardan istifade ediyoruz.

Ekolojik açıdan eşitsiz mübadele kavramı, hem kuzeydeki aşırı tüketimi değerinin altında temin edilen emtia ve emek ile besleyip atmosferdeki müşterekleri çitleyen (Sharife, 2011) hem de dünya ölçeğinde birikimin parçası olarak güneyde yoğun bir ekolojik tahribata yol açan, başka ülkelerden kaynak çekme üzerine kurulu yapıları tanımlıyor.

Bu sistemin üretilmesi ve sürdürülmesi, bu noktada plantasyon emeğinin mühendislik çabalarıyla yeniden yaratılması, ilkel birikim için arazi üzerinde yaşayan yerlilerin zorla kısırlaştırılması üzerinden üreme meselesinin kontrol altına alınması gibi işlemler üzerinden aşağı ırk görülen halkların üretilmesi sürecinin yönetilmesine bağlı olan bir süreçtir. Dünya sistemi içerisinde ekoloji, kaynak çekme ve nüfus kavramları iç içe geçerler, dolayısıyla bu ilişkilere dair yorumlar ve bu ilişkiler üzerinden yapılacak her türden eylem, politiktir.

Bugün kapitalizmi ve iklim üzerindeki etkilerini anlamak için yürütülecek analiz çalışmasının geçerli tek birimi, dünyadır. Biz, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele kavramını, küresel iklim krizinin kökenlerini, tezahürlerini ve gelecekte alacağı biçimleri belirlemek için kullanıyoruz. Bu kavram, merkez/çevre veya merkez/yarı-çevre/çevre arasındaki ilişkiler üzerinde duran dünya sistemleri teorisine atılmış ekolojik çentik dâhilinde ortaya çıkmıştır (Bunker, 1988; Frey vd., 2019).

Dünya sistemleri teorisi, yerinde bir tespitle, dünya sisteminin tarihsel ve küresel bir sınıf mücadelesi dâhilinde geliştiğini söylüyordu. Değerin merkezde yoğunlaşması, sömürgeciliğin özünü teşkil ediyordu. “Öteki ülkeler konusunda Avrupa’nın dile getirdiği tasvirler, daha çok merkez-çevre kutuplaşmasının damgasını taşıyor, pratikte de bu kutuplaşmayı meşrulaştıran birer araç olarak iş görüyordu.” (Amin, 1989: s. 176). Bu yaklaşıma göre, çevrenin azgelişmiş olmasının sebebi, gelişme sürecindeki kusurlar veya yavaşlamalar değildi. Çevre ülkeleri sahip oldukları değeri, merkez ülkelerin topraklarını artırıp ticareti yoğunlaştırması üzerinden yitiriyorlardı, dolayısıyla azgelişmişlik ve gelişmişlik, dünyadaki tarihsel sürecin ürünü olan aynı madalyonun iki yüzüydü (Amin, 1974).

Bugün üçüncü dünyada ekoloji düzleminde geliştirilen düşünceler, aynı endişeleri dile getiriyorlar ve Cocoyoc Deklarasyonu’da dile getirildiği biçimiyle, “çevre krizinin asıl sebeplerini ülkelerin kendi içerisinde ortaya koydukları tavırda ve ülkelerin birbirlerine karşı tavırlarında ayrıca ekonomik ve toplumsal yapılarda arıyorlar” (1974). Belgede dile getirildiği biçimiyle, “malzemelerin oldukça ucuz olması, ithal edilen malzemelerin aşırı ve dikkatsizce kullanılması konusunda sanayileşmiş ülkeleri cesaretlendiren bir unsur.” Bu konum, o dönemde kabul gören eşitsiz mübadele teorileri ve sonrasında üzeri örtülen ekolojik açıdan eşitsiz mübadele temelli argümanlar konusunda bilgi veriyor.

Ekolojik açıdan eşitsiz mübadele (EEM) kavramı, bize şunu söylüyor: ister sömürgecilik aşamasında olsun isterse emperyalizm aşamasında, kapitalizm dün olduğu gibi bugün de enerjinin ve biyofiziksel maddenin eşitsiz mübadelesi, aynı zamanda bu eşitsiz mübadele yoluyla kullanılan emeğin eşitsizliklerle yüzleşmesi demektir (Emmanuel, 1972).[6]

EEM, değişim değerlerinin sınırsız bir biçimde takas edildiği fiyat sistemi, malzemelerin, yarı bitmiş veya bitmiş ürünlerin merkez ülkeye ithalatını kolaylaştırır. “Kalkınma” ile ilgili olarak kullanılan toplumsal-fiziksel tekniklerse, “bu teknikleri üreten, aynı zamanda onlar tarafından üretilen toplumsal kaynak akışlarının bir sonucudur” (Hornborg, 2009: s. 242). Ticaret ve eşitsiz mübadele gibi küresel terimler, merkezin fiziksel yan ürünleri işlemesini sağlar, bir yandan da bu ticaretin şartlarının çevre ülkelerine yönelik etkilerini gizler.

Süreklileştirilmiş şiddet ve müdahalelerle koruma altına alınmış olan değer kanunu sayesinde merkezin değeri ithal, entropiyi ihraç ettiği, öte yandan çevre ülkelerin değer ihraç edip entropiyi ithal ettiği süreç meydana gelir. Kuzeyde kalkınma süreci devam ediyorsa, demek ki güneyde insan ve ekoloji geriliyor veya azgelişiyordur. Büyümenin kaçınılmaz bir sonucu olan karbondioksit salınımları ise iklim değişikliği kaynaklı gerileme sürecinin ortaya çıkmasına neden olur (Roberts ve Parks, 2006).

Ekolojik açıdan eşitsiz mübadelenin dayandığı fiziksel sistemin tarihsel kökleri, sömürgecilik dönemine dek uzanıyor. Bu dönemde kuzeyin gelişme sürecini hızlandıran emtia, güneydeki fiziksel ortamlardan ve insanlardan temin ediliyordu. Bu dönemden sonra, Fanon’un (1985 [1961]: s. 81) da tespit ettiği üzere, “Avrupa, kelimenin tam anlamıyla, üçüncü dünya tarafından yeniden imal edildi.” Avrupalı sömürgeciler, medenileştirme görevi dilini kullanmaya başladılar ve bu görevin çevresel nizamsızlığı düzeltme amacı güttüğünü söylediler. Oysa gerçekte amaç, yerli halkın yaşadığı sürdürülebilir olan ekolojileri tahrip etmekti. Sömürgeciler bu dille zenginliğin kendi ellerinde biriktiği süreci meşrulaştırdılar.

Sömürgecilik dönemi boyunca Cava, orta ve güney Hindistan’ı kapsayan Dekken bölgesi, Mısır gibi yerlerdeki tarlalar ve işgücünün ürettiği emtia, merkez ülkelere ihraç edildi, buralarda imalat sektöründe kullanılan ürünler, yeniden satışa sunuldu. Buralar, merkez ülkelerdeki tüketim mamullerine kaynaklık eden “hayalet alanlar” hâline geldiler (Ajl, 2021a; Borgstrom, 1974; Tilley, 2020). Merkez-çevre ikiliği belirginleştikçe, bu coğrafyadaki zenginlik de suyunu çekti (Bagchi, 2008). Çevre ülkelerinden yapılan ithalatların büyük kısmı tarımsal ürünlerden, bilhassa şeker, baharat ve çay gibi kuzeyin ikliminde yetişmeyen ürünlerden ve tik ağacı gibi ağaçlardan oluşuyordu. Bu ağaçların kesilmesiyle ormanlar tükendi (Gadgil ve Guha, 1993). Plantasyonlarda tek tip ürünün yetiştirilmesi üzerine kurulu sistemler de ekolojiyi tahrip etti, kalkınma sürecini sekteye uğrattı. Ayrıca Hindistan ve Endonezya gibi sömürgelerde soykırımlara tanık olundu (Patnaik, 2018; Tilley, 2020).

Avrupa’nın yürürlüğe koyduğu genişleme amaçlı projeler, hastalık yayma ve doğrudan işgal gibi araçlar üzerinden kimi soykırımların yaşanmasına neden oldu (Dunbar-Ortiz, 2014). Yerleşimci sömürgeci projeler ve bu sömürgelerden kaynak çekme pratikleri dâhilinde belirli etnik gruplar, alt ırk olarak etiketlendiler, böylece sömürgecinin ekonomik hedefleri doğrultusunda bu gruplar, yeni bir içerik ve biçim kazandılar (Bendix, 2016; TallBear, 2018). Bu sömürgecilik dönemi boyunca Avrupa, yerleşimcilerin gücünü artırma ve yerli halkın mallarına el koyma sürecini hızlandırmak adına alt ırk olarak yaftalanan kesimlere karşı çeşitli imha teknikleri geliştirdi. Bununla bağlantılı olarak sömürgeci güçler, tek tip ürünün yetiştirildiği plantasyonlarda ve madenlerin kullanıldığı sektörlerde kullanılacak işgücü ihtiyacını karşılamak için bu alt ırk gördüğü kesimleri zorla çocuk doğurmaya teşvik ettiler. Bugün Dasgupta gibi isimlerin hâlen daha kullandıkları nüfus kavramı, alt ırk olarak görülen biyolojik grupların yönetilmesi için bir araç olarak devreye sokuluyor. Esasında bugün yüzleşilen ekolojik krize asıl sebep olan, bu başka ülkelerden kaynak çekme üzerine kurulu sistemlerle bu nüfus meselesi bağlantılı konular.

Sömürgelerden çekilen zenginlik, ihraç mal olarak Avrupa’ya gönderildi, sonra işlenip yeniden sömürgelere ihraç edildi. Merkez ülkeler, kendi içlerindeki toplumsal çelişkileri de çevre ülkelere taşıdı. İşçi sınıfının fazla veya bol olan kısmı ile ilgili tartışmalar, bu ülkelerde de baş gösterdi. Sömürgecilik üzerinden toplumsal sistemlerin yok olmasıyla ekolojiler değişti (Cronon ve Demos, 2003; Merchant, 1989). Değerin merkez ülkelere tahliye edilmesi sürecini hızlandırmak adına insanlara yardım edilmesine ihtiyaç duyan toplumsal-ekolojik yapıyı düzenleme anlayışları terk edildi (Anderson, 2005; Estes, 2019). Bu değerin tahliye edildiği süreçte sadece tarımsal araziler yok edilmedi, hem ekonomik hem de ekolojik düzeylerde mevcut dünya sisteminin ürettiği nüfus hareketleri, bu süreç dâhilinde yönetildi.

Daha da önemlisi, sömürgelerde üretilen değerin tahliye süreci, bir yandan da dünya sistemini belirli bir yoldan üretti, bu anlamda enerji rejimini dönüştürdü. Söz konusu rejim, geçmişte yaşanmış fotosentez süreçlerinin tarihsel planda çökelmiş ürünleri olan hidrokarbonlardan istifade etmeye başladı. Birikim sürecinin dayandığı enerji zemininin genişlemesiyle İngiliz sanayi kapitalizmi ortaya çıktı. Bu kapitalizmin doğduğu günden beri yakılan kömür, müşterek atmosferi mahvetti ve dünya sistemi içerisindeki çevre ülkeler üzerinde, bugün ancak iklim krizinin ölümcül etkileri olarak görünür hâle gelen kalıcı etkilere yol açtı. Bu anlamda Avrupa’da gelişen sanayi kapitalizmi, sadece sömürgeleştirdiği güney ülkelerini yağmalayıp geri kalmalarına sebep olmakla kalmadı, aynı zamanda kalkınmanın “ucuz” yoldan gerçekleştirilmesi için gerekli olan atmosfer alanını kendisine mal edip, çitlemek suretiyle, bu ülkelerin geleceğini de ipotek altına aldı (Warlenius, 2018).

Sömürgecilik sonrası dönem, dünyadaki işbölümünün, başka ülkelerin kaynaklarının kullanılması ve üretimin gene başka ülkelerde yapılması üzerinden yaşanan dönüşüm süreçlerine tanıklık etti. Bu süreçler üzerinden karbondioksit salınımının kaynağı değişti, değer akışlarının büyüklüğünde ve yönünde ise hiçbir değişiklik yaşanmadı. Neticede dünya ölçeğinde eşitsiz gelişim, güvence altına alındı.

Bilhassa 1970 yılından itibaren güneydeki ülkeler bağımsızlıklarını kazandılar. Böylece insanlar, üretimde daha fazla paya sahip oldular. Ülke içerisinde ve ülkeler arasında mevcut olan gelir eşitsizliği arttı. Bu yeni kurulan ülkelerin sırtına ekolojik bir yük bindi (Haberl vd., 2006). Bu oluşan manzara dâhilinde, her ne kadar güney ülkelerindeki tarımın sanayileşmesi, çevreyi tahrip eden sürecin önemli bir parçası olsa da, üretimin sanayideki ve tarımdaki dönüşümleri arasında ayrım yapmak gerekiyor.

1960 yılından itibaren açığa çıkan karbondioksit salınımlarından ağırlıklı olarak ABD, Batı Avrupa ve Japonya sorumludur, çünkü bu ülkeler, herkesten önce sanayileşmiş, bu sanayileşme sürecinde kömür ve petrol kullanılmış, atmosfer atıkların depolandığı yer hâline gelmiş, dünyada üretim alanına bu coğrafya el koymuştur. Yirminci yüzyılın sonlarında ise karbondioksit salınımına yol açan sürece çevre ve yarı çevre ülkeler de dâhil olmuşlardır. Buna karşın, merkez ülkeler, değer zincirinin “temiz”, yüksek değere sahip bileşenlerine yoğunlaşmayı sürdürmüş, salınım açısından temiz olan bölgeler inşa etmekle övünmüş, öte yandan “kirli” olan güney ülkeleri salınımın yüksek olduğu yerler hâline gelmişlerdir.

Bugün çevre ülkeler, başka ülkelerin sanayi ile ilgili işlerini üstlenmek suretiyle, doğayı kirletiyorlar. Ama bir yandan da emtia zincirinin ürettiği değerden çok az pay alıyorlar. Zaten bu yüzden büyük ülkeler, üretimlerini çevre ülkelerde gerçekleştiriyorlar (Jorgenson ve Rice, 2005). Çevre ve yarı çevre ülkelerde artan karbon salınımları, bu bölgelerdeki tüketim düzeyiyle orantılı değil. Çünkü bu ülkelerde doğaya salınan karbon miktarı çoğunlukla merkezde tüketilen emtia üretiminin bir sonucu. Bugün en üstteki yüzde 10’luk dilim, tüketicilerin yüzde 1’ini meydana getiren kesim, geri kalan yüzde 90’a veya yüzde 99’a kıyasla daha fazla salınıma sebep oluyor. Çokuluslu şirketlerin yatırım yaptıkları bir ülke olarak Çin, merkeze değer ihraç eden ülkelerden biri. Bir yandan da Çin de Kamboçya ile kendi ekolojik açıdan eşitsiz mübadele ilişkisini kuruyor ve burada kereste üretimi için ormanları yok ediyor. Çin, aynı ilişkiyi soya üretimi konusunda Brezilya ile de kuruyor (Cope, 2019; Frame, 2019). Metaller ve nadir bulunan madenler konusunda da aynı durum geçerli: temiz teknoloji ile üretimin yoğunlaştığı Batı Çin’de nadir bulunan madenlere ihtiyaç duyulduğundan, bu durum Sarı Nehir Havzası’nı büyük bir riske sokuyor, ama öte yandan ABD ekolojik açıdan sırtındaki yükü arttırdığı için nadir bulunan madenlerin çıkartıldığı ocaklarını bir bir kapatıyor (Kalantzakos, 2018; Klinger, 2018).

Hükümetlerarası İklim Değişikliği raporlarında öne çıkan en önemli husus, tarım (IPCC, 2018, 2019). Dünyadaki sera gazı salınımlarının yaklaşık dörtte birinin kaynağı tarım, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve orman kesimleri (IPCC, 2019). Karbondioksitin toprakta ve bitkilerde depolandığı tarım, zamanla ABD ve dünyadaki salınımların ana kaynağı hâline eldi. Köylülüğün bitirilmesi ile işgücünün yerini sermaye girdileri aldı ve bu girdiler, karbondioksit üretiyorlar. Vandermeer vd.’nin çalışmasında dile getirildiği biçimiyle:

“Enerji üretiminde ‘ekosistemi gören işleyiş’i terk edip, fosil yakıtları temel alan bir işleyişe geçiş yaptık, böylelikle, ana amacı insanlara, enerjiyi tüketen bir sisteme enerji temin etmek olan bir tarım sistemi inşa ettik.” (Vandermeer vd., 2009: 33)

Pratikte sanayileşmiş gıda sistemi, verimliliği artırmak şöyle dursun, ekolojiyi tahrip ediyor, tüketiyor.

Tarım kaynaklı karbondioksit salınımları çevre ülkelerde arttı. Bu ülkelerde açığa çıkan ekolojik kriz, kenti ve kırı etkileyen toplumsal krizlerle bağlantılı. Yirminci yüzyıl boyunca geri kalmışlık ve ekolojik zenginlik bu ülkelerin önemli bir parçasıydı. Birçok çevre ülkede ilerleme merkeze kıyasla daha yavaş seyretti, ama sömürgecilik karşıtı hareketlere ve sömürgecilik sonrası yürütülen çalışmalara tanıklık edilen dönemde altyapı ve toprak sömürgeci güçlerin elinden alındı (Ajl, 2019; Tilley, 2021), neticede tarımsal sistem modernleşti. Bu dönüşüm, her şeyden önce Yeşil Devrim denilen müdahale ile gerçekleştirildi. Bu müdahalenin amacı ise komünist olmayan Asya’da ve başka yerlerde “kızıl” devrimlerin önünü almaktı.[7]

“Kalkınma projeleri”, emek yoğun, sermaye girdisi az, birden fazla ürün çeşidinin üretildiği tarımsal faaliyetin yerine emeğin az kullanıldığı, sermaye girdiğinin yoğun olduğu tek tip ürün üreten tarımın hâkim olmasını sağladı (McMichael ve Weber, 2020). Sömürge döneminden kalan plantasyon sistemleri, tek tip ürün üretilen tarım için dönüştürüldü. Biyolojik sürecin basitleştirilmesi ile birlikte teknoloji de yenilendi. 1973 civarı bu süreçler, ekolojiyi büyük ölçüde tahrip ettiler, bir yandan da ülkede kişi başına düşen gıda-tahıl üretimini yavaş yavaş artırdılar. Bu noktada mevcut eğilim, tersyüz edildi. Güneyin yükselişe geçmesi karşısında gerçekleştirilen neoliberal karşı-devrim üzerinden birçok ülkede gıda-tahıl üretimi yerini tek tip ürün ihracına bıraktı. Tarım faaliyeti, giderek belirli bölgelere yoğunlaştı (De Janvry, 1981; Patnaik, 2003). Teknolojinin emeğin yerini almasıyla fazla emek rezervi büyüdü. Tarım faaliyetlerinden insan emeğinin çekildiği süreç ekolojiyi tahrip etti, karbon salınımını arttırdı. Aynı zamanda köylüleri aşırı nüfus hanesine soktu. Bu durumdan kurtulmak için birçok insan, sömürgecilerin üreme konusunda dayattığı emirlere uymak zorunda kaldı.

Hem “ulusal tarım”a hem de “neoliberal tarım”a tanıklık eden dönemlerde tüm dünya tarımsal faaliyetlerde insan emeğinin ağırlığı azaldı (Araghi, 1995), bu hâliyle, yanlış ele alınan “evrensellik” fikri üzerine kurulu olan ve kuzey ülkelerinde yürürlüğe konulan kalkınma modelleri çevre ülkelere aktarıldı. Evrensel görülen kalkınma modelleri ise kuzeyin yürüdüğü kalkınma yolunun sömürgeci ve ırkçı etkilerini görmezden geliyor, bu yolu ideal yol olarak satıyorlardı (Jha vd., 2020). Bağımsızlık sonrası içine girilen ulusal kalkınma dönemi boyunca yürürlüğe konulan projeler, yeterli iş imkânı yaratmaya çalıştılar. Bu iş imkânları, genelde ithal ikameci sanayileşme çabası üzerinden yaratıldı. Burada amaç, köyden göç etmiş işsizleri istihdam edip, kentlerde onlar için gerekli toplumsal altyapıyı inşa etmekti. Merkez ülkelerde meydana gelen karşı-devrimler ve önemli kaynakların ihraç edilmesiyle “kıyaslamalı bir avantaj”a sahip olunmasına dönük baskılar sebebiyle, işsizlik de kentlerde ikamet eden artık nüfus da arttı. Çevre ve yarı çevre ülkelerde işgücü rezervinin şişmesi ücretleri baskıladı, böylece çevreyi kirleten imalat sektörlerinin merkezden buralara kayması için gerekli zemini hazırladı.

Her ne kadar sömürgeciler, kısa vadede yürürlüğe koydukları projelerin soykırıma ve yoksullaşmaya yol açan etkilerinin gayet net farkında olsalar da bugüne dek sömürgeci kapitalist kalkınma konusunda önerilen yollar, ucuz gibi görünen enerjiyi kullanmaya devam etti, çünkü insan hayatının ve kalkınmanın yol açacağı sonuçların uzun vadede yaratacağı maliyet, ilk başta gerektiği şekilde hesaplanamamıştı (Georgescu-Roegen, 1971). Sonuçta alt ırk görülen eski sömürgeler ve toplulukla iklim değişikliğinden sorumlu tutuldular, oysa bu insanlar, dünyadaki üretim kapasitesinin çok azını kullanıyor, bu açıdan doğaya en az zararı veren, ama öte yandan dün olduğu gibi bugün de iklim değişikliğinin çilesini en fazla çeken kesimi meydana getiriyorlardı. Uzun bir süreçte oluşan azgelişmişliğe ait mirasa bağlı olarak, iklim değişikliğinin yol açtığı zararlar karşısında kendilerini koruyacak önlemler için tahsis edecek en az kaynağa bu insanlar sahipti.

2000 sonrasında iklim konusunda yürütülen yığınla müzakere sürecinde sömürge ülkeler, iklim borçlarının tazmin edilmesini istediler. Bu ülkeler, bugün gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere tazminat, ıslah işlemleri, direncin artırılması ve yeniden yapılandırılması ile ilgili maliyetler konusunda borçlu olduklarını söylüyorlar. Bu dil, merkez ülkelerde faal olan solcu çevre hareketlerinde oldukça etkili (Martinez-Alier, 2012). Bu bağlamda ekolojik borç, çevre adaleti ve ekolojik açıdan eşitsiz mübadele meselelerini bir arada ele alan yaklaşımlar da açığa çıkıyorlar (Roberts ve Parks, 2009).

Ne var ki son dönemde ABD’de şirketlerin yön verdiği, Alexandria Ocasio-Cortez ve Bernie Sanders’ın savunuculuğunu yaptığı Yeşil Yeni Mutabakat, bu hususların üzerini örtüyor. Bu insanların kullandığı dil, 1993’te dünyadaki 182 örgüt tarafından kurulan, aile çiftçiliği temelli sürdürülebilir tarımı savunan La Via Campesina [“Köylülerin Yolu”] isimli hareketin, su altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan ada ülkelerinin, BM üyesi gelişmekte olan 77 ülkenin meydana getirdiği G-77’inin ve 2010’da Halkın Cochabamba Anlaşması’nı hazırlayan ve güney ülkelerini merkeze koyan iklim hareketinin taleplerinin işitilmesine mani oluyor (Ajl, 2021a). Bu tür hareketler ve örgütler, anlamlı bir antiemperyalist ekososyalizminin ana unsurlarını meydana getiriyorlar.

Nereye Gidiyoruz? Antiemperyalist Ekososyalizmin İmkânları ve Nüfusun Sonu

Nüfus meselesini merkeze koyan bir tür liberal çevreciliğin savunucusu olarak Partha Dasgupta, nüfusu çevreyle alakalı her türden eylemin odağına yerleştiriyor. Bunu yaparak, Dasgupta, çevresel yıkıma yol açan toplumsal ilişkilerin üzerini örtüyor.

Sömürgeci/emperyalist kapitalizm, dün olduğu gibi bugün de söz konusu yıkımın merkezinde duruyor. O, toplumları insanî olmayan bir yaklaşım üzerinden, aşırı nüfuslu/az nüfuslu diye tefrik ediyor, ölçüm tekniklerini geliştirmek suretiyle belirli müdahalelerde bulunuyor, öte yandan, kadın bedenini devletin nüfus kontrolüne yönelik çalışmalarında başvurulan bir alete indirgiyor.

Kapitalizm, ekolojik açıdan eşitsiz mübadeleyi esas alıyor. Bu mübadele, yoksul güneyin gerekli değeri görmeyen emeğini ve emtiasını sömüren zengin kuzeyin semirmesi ile neticeleniyor. Söz konusu teori, tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin eşitsiz gelişiminden kaynaklanan toplumsal-ekolojik tahribatı açıklığa kavuşturuyor.

Ekolojik açıdan eşitsiz mübadele teorisi, aynı zamanda ekoloji, fizikî altyapı ve yeniden üretim için gerekli, toplumsal cinsiyete göre şekillenmiş toplumsal koşulları içeren yeniden üretim meselelerinin dünya ölçeğinde gerçekleşen birikimin parçası olduğunu söylüyor. Sömürgecilik karşıtı feministler ve politik ekolojistler, uzun zamandır bu türden bir konumu savunuyorlar (Federici, 2004; Mass, 1976; Salleh, 2017; Vergès, 2020).

Bize göre, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele teorisi, sömürgeci kapitalist sömürüden ve ekolojik tahribattan kurtulma imkânlarını, aynı zamanda antiemperyalist ekososyalizme dair imkânları ortaya koyuyor.

Bu yaklaşım uyarınca, basit bir dille ifade edecek olursak, gezegen, ancak dünya ölçeğinde eşit mübadeleyi mümkün kılmak suretiyle düzelebilir. Güneyin temin ettiği ucuz kaynaklarla beslenen aşırı tüketim meselesi, bu sayede çözüme kavuşturulabilir. Bu yaklaşım devamında bizi, geçmişte emperyalistlerin müdahaleleriyle ezilmiş olan üçüncü dünyacı projelerin asli endişeleriyle ilgilenmeye itiyor. Ekolojik açıdan eşitsiz mübadeleden kurtulmak için periferideki belirli bir uzamsal-toplumsal birimde faaliyet içine girilmesi gerekiyor ki bu da ulus meselesini gündeme getiriyor ve bizi Amilcar Cabral’ın bahsini ettiği, üretici güçler üzerindeki egemenlik ve halk kontrolü meselesine eğilmemizi gerekli kılıyor. (Cabral, 1979).

Ekososyalizmin belirli bağları kopartması gerekiyor. Bu anlamda, hangi üretim süreçlerinin ekoloji ve halkın çıkarına göre belirlenmiş emek değerini temel alarak yürütüleceğine kolektif olarak karar vermek gerekiyor (Ajl, 2021b).

Cocoyoc Deklarasyonu’nun önerilerine kulak vermesi gereken (1974: s. 5) bu tür bir sistem, kendi gelişimi konusunda elindeki doğal kaynaklardan mahrum kalmasına neden olan sömürü pratiklerini ortan kaldırmak, böylece “ulusun kendine güvenini artırma” amacını güden uygulamaları devreye sokmak zorunda. “Çevre düzleminde böylesi bir sistem, teknolojiyi yeniden ele alacak, bu bağlamda, doğayı tahrip eden teknolojiler, yerini temiz ve az atık bırakan teknolojilere bırakacak, öte yandan, eldeki işgücü doğal kaynakların korunmasını, çevrenin zenginleştirilmesini, aynı zamanda temel ihtiyaçları karşılayan ürünlere yoğunlaşan yerli sanayi kapasitesinin güçlendirilmesini amaçlayan programları uygulayacak” (Cocoyoc Deklarasyonu, 1974: s. 8).

Özetle, sadece kendisine güvenen, toplumsal açıdan başka unsurlara bağımlı bir ekonomik sistem için sunulan bu önerilerde amaç, temel ihtiyaçların karşılanması ve doğanın korunmasıdır. Burada söz konusu olan otarşi, iktisadî yeterlik meselesi değildir. Öne çıkartılan ana husus, uluslararası sistemle ilişkilerin ulusun ve halkın kontrolüne teslim edilmesidir.

Böylesi bir amaç doğrultusunda alınacak tedbirler, itirazlarla yüzleşecek, üretici kartelleri fiyatları belirlediği için bu adımlar kabul görmeyecektir. İtirazın bir sebebi de kullanım değerlerinin takas edilmesi, eşit mübadelenin isteniyor olması, belirli ucuz ürünlerin üretilmesinin reddedilmesidir (Yaffe, 2009: s. 173).

Ulusal kurtuluş meselesini merkeze koymak, bir yandan da kendi iç çelişkilerini ve kusurlarını dikkate almayı gerekli kılıyor (Fanon, 1985 [1961]). Bu noktada sömürgecilik karşıtı milliyetçi projelerin de güney ülkeleri arasındaki işbirliğinin ve birliğin ötesine uzanabileceğini, ulus-devletin dışlayıcı ve sınırlı yapısını aşabileceğini anımsamak gerekiyor (örneğin bkz.: Getachew, 2019; Salem, 2020).

Ulusal kurtuluş meselesini merkeze koyduğumuzda, dördüncü dünya meselesiyle de yüzleşiriz. Bu da bizi ulusal kalkınma projelerinde dikkate alınmayan ve feda edilen Batı Papualılar türünden yerli halkları dikkate almamızı gerekli kılar (bkz.: Hernawan, 2016).

Ulus sorunu, bir yandan da bizi çoğunluğu teşkil eden toplulukların yerlilerle ve ülke içerisinde alt ırk görülen ötekilerle yaşadığı egemenlikle ilgili çatışmalara, aynı zamanda patriarkanın hâkim olduğu devletlerde üreme adaleti talepleri yanında kadın hakları ve kadınların çıkarları konusunda yaşanan gerilimlere eğilmemize neden olur (Örneğin bkz.: Wilson, 2018; Wilson vd., 2018).

Bu tür teorik çalışmalar bizi, ekolojik açıdan eşitsiz mübadeleye son verecek projeleri dayatan toplumsal failler meselesine eğilmemizi sağlar. Çevreyle ilgili çelişkilerin dağılımı ile ilgili kapsamlı çalışmalar, bugün bize çevre adaleti hareketlerinin, bilhassa yerli ve köylü hareketlerinin çevre ve merkez ülkelerde sürekli toprak hakları, su hakları, temiz hava hakları ve sürdürülebilir ekolojinin korunması için mücadele etmelerine neden olduğunu söylemektedirler (Estes, 2019; Parasram ve Tilley, 2018).

Mekânsal açıdan sınırlandırılmış alanlarda değer kanununun işlemesine karşı çıkan bu hareketler, fiiliyatta varolan antiemperyalist ekososyalizmin toplumsal özneleridirler. Ziraiekoloji ve gıda güvenliği de bu tür bir mücadele tarif etmektedir. Çevre ülkelerde gıda güvenliği, değerin ülke dışına akışını durdurma ile ilgili bir meseledir, çünkü bu değer akışlarında, merkez ülkelerde yetiştirilemeyen tropikal tarım ürünleri mübadele edilmektedir (Ajl, 2018, 2019). Tahıllar ithal edilmekte, bu da değerin dışarı akmasına neden olmaktadır (Friedmann, 1990).

La Via Campesina hareketi türünden yapılarda örgütlenen küçük toprak sahibi ekolojik ürün üreticileri, kapitalist tarım ve sanayileşmiş zirai işletmeler üzerinden işleyen sömürü ve mülksüzleştirme sürecine karşı harekete geçmektedirler. Bu süreç ise köylülerin malını gasp etmeyi amaçlayan kredilerle, tarımın belirli bölgelere yoğunlaştırılmasıyla, girdilere yönelik bağımlılığın artırılmasıyla veya ihracatın ucuz tek tip ürüne odaklı hâle getirilmesiyle birlikte işletilmektedir. Bunun yerine La Via Campesina (2018: s. 27) “Köylü Ziraiekolojisi”ni gündeme getirmektedir. Harekete göre bu yaklaşım, iklim adaletinin tesisi için atılacak ilk ve en önemli adımdır.

Ayrıca bu bağlamda, sömürgecilikten kopulduğu her tarihsel deneyimde merkezî bir unsur olan, toprağın yeniden dağıtıldığı reformlara da ihtiyaç vardır. Ekolojik açıdan eşitsiz mübadele kaynakların çekilmesi ile birlikte işleyen bir süreç olduğu için, örneğin El Salvador’da topluluklar kaynakların başka ülkeye aktarılmasına karşı çıkıp, ülkedeki altın madenini kapatmışlardır. Bu anlamda, kaynakların, madenlerin kuzeye aktarılması, bunların değersizleştirilmesi sürecine son vermek için üretim süreçlerinin kontrol altına alınmasını ve güney ülkeleri arasında ilişkiler kurulmasını sağlayacak ulusal bir politikaya ihtiyaç vardır. Söz konusu eşitsiz mübadele, ancak bu yolla sonlandırılır.

Biz, bu makalede tartışmamızı önemli ölçüde çevre ve yarı çevre ülkelerle sınırlı tuttuk, bunun sebebi, ekososyalizmin merkez ülkelerde gerekli toplumsal faillerden mahrum olması değil. Öncelikle uzun zamandır varolan, toplumsal yeniden üretim ile ilgili endişeler, merkez ülkelerde birçok insanın ekososyalizm alanına yönelmesine neden olmaktadır. Fakat bu yönelim, toplumsal-ekolojik çelişkileri kaynakların artırılması yoluyla çevre ülkelere tekrar taşınmasını sağlama, toprak alımları ve piyasa ya da devlet üzerinden çevre ülkelere ait fizikî üretim araçlarına sahip olmayı esas alan bir anlayışı temel almamaktadır.

Bu mesele, bizim başta yürüttüğümüz Malthusçu nüfusçuluk ve beyaz üstünlükçülüğü ile ilgili tartışmayla ilgilidir. Bu iki yaklaşım, üretimin eşitsiz bir biçimde mülk edinilmesi sürecini meşrulaştırmak için vardır. İhracat için ucuz biyoyakıt ve ucuz palm yağı üretimi kimseye bir şey kazandırmaz. Merkeze imalat ve sanayi açısından yakınlaşabilmek için girdilere ihtiyaç vardır (La Via Campesina, 2010).

Bu açıdan merkez ülkelerde ekososyalizm, çevre ülkelerin ulusal egemenliğine ve yerli halkların egemenliğine ve ulusal kurtuluş isteğine saygı duymak zorundadır. Bu anlamda ekososyalizm, antiemperyalist olmalıdır.

Sonuç

Fanon, “Avrupa, kelimenin tam anlamıyla üçüncü dünya tarafından yeniden imal edildi” (1985 [1961]: s. 81) derken, esasen güneyden kuzeye doğru işleyen, çalınan veya büyük ölçüde değersizleştirilen malzemelerin ve emeğin aktarıldığı sömürgecilik faaliyetlerini kastediyordu.

Biz, burada bu yaklaşımı derinleştirmek adına, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele teorisini ele aldık ve buradan, dünyanın zengin kuzey ülkelerinde ekolojik düzlemde felâkete yol açan ucuz tüketim mallarını mümkün kılan, öte yandan bu ülkelerin müşterek atmosferi kendine kapatmasına, mülk edinmesine neden olan dünya ekonomisinin yapısal temelini ortaya koymaya çalıştık.

Sömürgecilik döneminden beri ucuz enerji, biyofiziksel malzemeler ve alt ırk hâline getirilmiş işgücünün ürettiği ürünler, kuzeye akmasaydı, bugün gezegeni boğan ve kuzeyde icra edilen faaliyetler, asla mümkün olamazdı.

Ekolojik açıdan eşitsiz mübadele, aynı zamanda güneydeki madenlerde, plantasyonlarda ve fabrikalarda çalışacak işgücü ihtiyacı uyarınca alt ırk görülen “nüfus”un yönetilmesi, yeniden üretilmesi, göç ettirilmesi ve kısıtlanması ile ilgili olarak sömürgecilik sonrası dönemde ortaya konulan çabalara da tabi olan bir süreçtir. Sömürgeci ideologların nüfusun yönetilmesi ile, bilhassa deri rengine göre oluşturulmuş ırkî güç dengesini sürekli kılmayla ilgili olarak dile getirdikleri endişeler, bugüne dek varlığını sürdürmüş, süreç içerisinde, beyaz milliyetçisi ve ekofaşist hareketlerde karşılık bulmuş ve yeni bir biçim altında yeniden gün ışığına çıkmıştır.

Aşırı sağcı ve liberal söylem arasında her zaman belirli bir geçirgenlik söz konusudur. Yirminci yüzyılın ortalarında ortaya çıkan Çevre Çalışmaları içerisinde öne çıkan Garett Hardin gibi beyaz milliyetçisi isimler, öncelikli gördükleri hususları aklayıp pakladıktan sonra hâkim teoriye yedirmeyi bilmişlerdir. Bu insanların nüfusla çevreyi kaynaştırma girişimleri geriye, iyice çoraklaşmış bir saha bırakmışlardır. Dasgupta türünden müesses nizama hizmet eden liberaller, işte tam da bu sahada karbon ayak izi çok çok düşük olan alt ırka mensup kadınların toplumsal düzenlerine üreme düzleminde müdahale etmeyi geçerli ve faydalı bir eylem olarak satabilmektedirler.

Biz burada ister ekofaşist, ister liberal isterse sosyalist mahfillerde dillendiriliyor olsun, her türden nüfusçuluğu yekten redde tabi tutulması gerektiğini söylüyoruz. Geçmişte ve bugün başvurulan, baskıcı ve tehlikeli biçimler alan kısırlaştırma çalışmaları, bize bu tür söylemlerin beyaz olmayan yoksul kadınlara şiddet uygulanmasına neden olduğunu göstermektedir.

Biz bu yaklaşım yerine, hem çevreye zarar veren hem de üreme adaletsizliğine sebep olan, kaynakların çekilip başka ülkelere aktarıldığı mevcut sistem olarak eşitsiz mübadele meselesinin dürüstlükle ele alınması gerektiğini söyleyen başka bir yaklaşımı öneriyoruz.

Ekolojiyi ve toplumu tamir ve ıslah edecek süreç, ancak dünya ölçeğinde eşit mübadeleyi esas alan antiemperyalist proje ile mümkündür. Değeri düşürülmüş kaynakların güneyden kuzeye akışına ve bu kaynakların mümkün kıldığı, doğayı kirleten faaliyetlerdeki aşırılıklara ancak bu proje son verebilir.

Anlamlı bir antiemperyalizmse, kuzey ve güney genelinde alt ırk görülen, yerli halklara mensup kadınların ve topluluklarının toplumsal ve maddi egemenliğini kapsamak zorundadır. Bu noktada çevre adına beyaz olmayan kadınların bedensel özgürlüklerine ve toplumsal yapılarına yönelik müdahaleler sert bir dille reddedilmelidir.

Bu fikri pekiştirmek adına, son olarak şunu söylüyoruz: antiemperyalist bir ekososyalizm, üreme adaleti hareketlerinin savunduğu öğretilerle uyumlu olmalı, öte yandan hem içe sızan liberal öjenizme hem de son yıllarda hâlen daha canlı olduğunu ispatlamış olan ve perde gerisinde gizli gizli güçlenen ekofaşizme karşı direnç geliştirmelidir.

Lisa Tilley
Max Ajl

12 Ağustos 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] “Merkez” kelimesini birinci dünya ve küresel kuzey, “Çevre” kelimesini ise üçüncü dünya ve küresel güney anlamında kullanıyoruz.

[2] Alıntılar, Christchurch katilinin yayınlanmamış manifestosundan.

[3] Malthusçu nüfusçuluk, yoksulların fazla üremesinin zenginlere kaynaklara erişimini tehlikeye attığını söylüyor. Öjeni, “istenilen” özelliklere sahip kişilerin üremesini teşvik etmek suretiyle, “ırksal birikimi iyileştirmeyi, bu amaçla, kalıtım süreçlerini yönetmeyi anlatıyor. Ekonomik nüfusçuluk, ulus ölçeğinde ekonomik büyüme sürecine destek sunmak amacıyla hedefe konulan nüfusların farklı şekilde yönetilmesiyle ilgili bir mesele (bkz.: Murphy, 2017; Wilson, 2017, 2018). Birbirine karşıymış gibi görünen, birbirinden farklı bu projeler, çoğunlukla bir arada ele alınıyorlar ve bugün nüfusçuluk içerisinde iç içe geçiyorlar. Bu teori içerisinde ilgili projeler arasındaki ayrım çizgileri silikleşiyor.

[4] Burada şu önemli notu aktarmak gerekiyor: nüfus konusunda alarm zillerini çalan yaklaşımı öne çıkartan politik müdahalelerin çevrecilik yazınına taşındığı süreç sadece Hardin ile ilgili bir mesele değil. onu aşan bu süreç, Paul Ehrlich’in Nüfus Bombası kitabını ve Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları” isimli raporu gibi çalışmaları da içeriyor. Bu türden etkili olan nüfusçu müdahaleler, günümüzde çevreciliğin içinde yer alan farklı ama bazen çakışan akımları etkiliyorlar. Betsy Hartmann’ın kitabı bu türden tarihsel bağları ve müdahaleleri ele alıyor (Örneğin: Hartmann, 1995).

[5] Öjenizmin liberal ekonominin öncelikleri ve savunduğu yapılar üzerindeki etkilerine dair kapsamlı bir çalışma için Singerman’ın kitabına bakılabilir (Singerman, 2016). Bu kitap, çevre çalışmalardaki öjenist nüfusçuluğun teoriye aktarılmasını sağladı. Kitapla ilgili tartışmanın bu makalenin sınırlarını aştığını söylememiz gerek.

[6] Kapitalizmin farklı dönemleri arasındaki sürekliliklerin izini sürmek isteyenler, şu çalışmaya bakabilirler: Patnaik ve Patnaik (2016: s. 195–196).

[7] Çin ve merkezî planlama üzerine kurulu ekonomilere sahip diğer ülkeler bu kapsamda ele alınıyorlar (Amin, 1983; Eisenman, 2018; Sharma, 2017).

Kaynakça:
Ajl M (2018) “Delinking, food sovereignty, and populist agronomy: Notes on an intellectual history of the peasant path in the global South.” Review of African Political Economy 45(155): s. 64–84.

Ajl M (2019) “Auto-centered development and indigenous technics: Slaheddine el-Amami and Tunisian delinking. The Journal of Peasant Studies 46(6): s. 1240–1263.

Ajl M (2021a) A People’s Green New Deal. Londra: Pluto Press.

Ajl M (2021b) “The hidden legacy of Samir Amin: Delinking’s ecological foundation. Review of African Political Economy 48(167): s. 82–101.

Amin S (1974) Accumulation on a World Scale: A Critique of the Theory of Underdevelopment. New York: Monthly Review Press.

Amin S (1977) Unequal Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism. New York: Monthly Review Press.

Amin S (1983) The Future of Maoism. New York: Monthly Review Press.

Amin S (1989) Eurocentrism. New York: NYU Press.

Anderson K (2005) Tending the Wild: Native American Knowledge and the Management of California’s Natural Resources. Oakland, CA: University of California Press.

Araghi FA (1995) Global depeasantization, 1945–1990. The Sociological Quarterly 36(2): s. 337–368.

Bagchi AK (2008) Perilous Passage: Mankind and the Global Ascendancy of Capital. Washington, DC: Rowman & Littlefield.

Bendix D (2016) “From fighting underpopulation to curbing population growth: Tracing colonial power in German development interventions in Tanzania”. Postcolonial Studies 19(1): s. 53–70.

Bhatia R (2004) “Green or brown? White nativist environmental movements. In: Ferber AL (ed.) Home-grown Hate: Gender and Organized Racism. Abingdon: Routledge, s. 205–225.

Borgstrom G (1974) “The food-population dilemma”. Science and Public Policy 1(12): s. 406–412.

Bunker SG (1988) Underdeveloping the Amazon: Extraction, Unequal Exchange, and the Failure of the Modern State. Şikago, IL: University of Chicago Press.

Cabral A (1979) Unity and Struggle: Speeches and Writings of Amilcar Cabral. New York: NYU Press.

Carranza Ko ÑP (2020) “Making the case for genocide, the forced sterilization of indigenous peoples of Peru. Genocide Studies and Prevention: An International Journal 14(2): s. 90–103.

Clarke E (2021) “Indigenous women and the risk of reproductive healthcare: Forced sterilization, genocide, and contemporary population control”. Journal of Human Rights and Social Work 6(1): s. 144–147.

Cocoyoc Deklarasyonu (1974) Declaration by UNCTAD/UNEP expert seminar. Cocoyoc, Mexico, UN General Assembly. Development Dialogue 2: s. 88–96.

Cope Z (2019) The Wealth of (Some) Nations: Imperialism and the Mechanics of Value Transfer. Londra: Pluto Press.

Cronon W ve Demos J (2003) Changes in the Land: Indians, Colonists, and the Ecology of New England. New York: Hill and Wang.

Dasgupta P (2021a) The Economics of Biodiversity: The Dasgupta Review. London: HM Treasury.

Dasgupta P (2021b) The Economics of Biodiversity: The Dasgupta Review Headline Messages. Londra: HM Treasury.

Du Bois WEB (2008 [1903]) The Souls of Black Folk. Oxford: Oxford University Press.

Dunbar-Ortiz R (2014) An Indigenous Peoples’ History of the United States. Boston, MA: Beacon Press.

Eisenman J (2018) Red China’s Green Revolution: Technological Innovation, Institutional Change, and Economic Development Under the Commune. New York: Columbia University Press.

Emmanuel A (1972) Unequal Exchange. New York: Monthly Review Press.

Estes N (2019) Our History Is the Future: Standing Rock Versus the Dakota Access Pipeline, and the Long Tradition of Indigenous Resistance. London: Verso Books.

Fanon F (1985 [1961]) The Wretched of the Earth. London: Penguin.

Federici S (2004) Caliban and the Witch. New York: Autonomedia.

Forchtener (2019) “Eco-fascism: Justifications of terrorist violence in the Christchurch mosque shooting and the El Paso shooting.” Open Democracy. OD.

Frame M (2019) “The role of the semi-periphery in ecologically unequal exchange: A case study of land investments in Cambodia” Yayına Hazırlayanlar: Frey RS, Gellert PK ve Dahms HF Ecologically Unequal Exchange: Environmental Injustice in Comparative and Historical Perspective içinde. New York: Springer International Publishing, s. 75–106.

Frey RS, Gellert PK ve Dahms HF (2019) “Introduction: Ecologically unequal exchange in comparative and historical perspective”.Frey RS, Gellert PK ve Dahms HF Ecologically Unequal Exchange: Environmental Injustice in Comparative and Historical Perspective içinde. New York: Springer International Publishing, s. 1–10.

Friedmann H (1990) “Family wheat farms and third world diets: A paradoxical relationship between unwaged and waged labor”. Yayına Hazırlayanlar: Collins JL, Giminez M ve Gimenez ME Work Without Wages: Comparative Studies of Domestic Labour and Self-Employment içinde. New York: SUNY Press, s. 193–213.

Gadgil M ve Guha R (1993) This Fissured Land: An Ecological History of India. Oakland, CA: University of California Press.

Georgescu-Roegen N (1971) The Entropy Law and the Economic Process. Cambridge, MA: Harvard University Press.

Getachew A (2019) Worldmaking after Empire: The Rise and Fall of Self-determination. Princeton, NJ: Princeton University Press.

Gill BS (2021) “A world in reverse: The political ecology of racial capitalism. Politics. Epub ahead of print 12 Mart. Sage.

Greene RW (2019) Malthusian Worlds: US Leadership and the Governing of the Population Crisis. Abingdon: Routledge.

Haberl H, Krausmann F ve Gingrich S (2006) “Ecological embeddedness of the economy: A socioecological perspective on humanity’s economic activities 1700-2000”. Economic and Political Weekly 41(47): s. 4896–4904.

Hartmann B (1995) Reproductive Rights and Wrongs: The Global Politics of Population Control. Boston, MA: South End Press.

Hernawan B (2016) “Papua and Bandung: A contest between decolonial and postcolonial questions”. Yayına Hazırlayanlar: Pham Q ve Shilliam R (eds) Meanings of Bandung: Postcolonial Orders and Decolonial Visions içinde. Washington, DC: Rowman & Littlefield, s. 175–184.

Hornborg A (2009) “Zero-sum world: Challenges in conceptualizing environmental load displacement and ecologically unequal exchange in the world-system”. International Journal of Comparative Sociology 50(3–4): s. 237–262.

IPCC (2018) Global Warming of 1.5°C: An IPCC Special Report on the Impacts of Global Warming of 1.5°C Above Pre-industrial Levels. ipcc.

IPCC (2019) Climate Change and Land: An IPCC Special Report on Climate Change, Desertification, Land Degradation, Sustainable Land Management, Food Security, and Greenhouse Gas Fluxes in Terrestrial Ecosystems. ipcc.

Ittmann K (2013) A Problem of Great Importance. Oakland, CA: University of California Press.

De Janvry A (1981) The Agrarian Question and Reformism in Latin America. Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press.

Jha P, Yeros P ve Chambati W (2020) Rethinking the Social Sciences with Sam Moyo. New Delhi, India: Tulika Books.

Jorgenson AA ve Rice J (2005) “Structural dynamics of international trade and material consumption: A cross-national study of the ecological footprints of less-developed countries”. Journal of World-Systems Research 11(1): s. 57–77.

Kalantzakos S (2018) China and the Geopolitics of Rare Earths. Oxford: Oxford University Press.

Klinger JM (2018) Rare Earth Frontiers: From Terrestrial Subsoils to Lunar Landscapes. New York: Cornell University Press.

La Via Campesina (2010) Industrial Agrofuels: Fuel Hunger and Poverty. Via.

La Via Campesina (2018) Peasant Agroecology Achieves Climate Justice. Available at: Via.

McMichael P ve Weber H (2020) Development and Social Change. Thousand Oaks, CA: SAGE Publishing.

Martinez- Alier J (2012) “Environmental justice and economic degrowth: An alliance between two movements”. Capitalism Nature Socialism 23(1): s. 51–73.

Mass B (1976) Population Target: The Political Economy of Population Control in Latin America. Brampton, ON, Canada: Charter Publishing Co.

Merchant C (1989) Ecological Revolutions: Nature, Gender, and Science in New England. Chapel Hill, NC: The University of North Carolina Press.

Mildenberger M (2019) “The tragedy of the tragedy of the commons”. Scientific American. SA.

Murphy M (2017) The Economization of Life. Durham, NC: Duke University Press.

Oakes J (2016) Garrett Hardin’s tragic sense of life. Endeavour 40(4): s. 238–247.

Parasram A ve Tilley L (2018) “Global environmental harm, internal frontiers and indigenous protective ontologies.” Yayına Hazırlayanlar: Rutazibwa OU ve Shilliam R Routledge Handbook of Postcolonial Politics. Abingdon: Routledge, s. 302–317.

Patnaik U (2003) “Global capitalism, deflation and agrarian crisis in developing countries.” Journal of Agrarian Change 3(1–2): s. 33–66.

Patnaik U (2007) The Republic of Hunger and Other Essays. Monmouth: Merlin Press.

Patnaik U (2018) “Profit inflation, Keynes and the holocaust in Bengal, 1943–44”. Economic and Political Weekly 53(42): s. 33.

Patnaik U ve Patnaik P (2016) A Theory of Imperialism. New York: Columbia University Press.

Ritchie H (2018) “Global inequalities in CO2 emissions”. Our World in Data. World.

Roberts JT ve Parks B (2006) A Climate of Injustice: Global Inequality, North-south Politics, and Climate Policy. Cambridge, MA: MIT Press.

Roberts JT ve Parks BC (2009) “Ecologically unequal exchange, ecological debt, and climate justice: The history and implications of three related ideas for a new social movement”. International Journal of Comparative Sociology 50(3–4): s. 385–409.

Ross L ve SisterSong (2009) “What is reproductive justice?” Yayına Hazırlayanlar: Ross L ve SisterSong  Reproductive Justice Briefing Book: A Primer on Reproductive Justice and Social Change içinde. rhedi.

Salem S (2020) Anticolonial Afterlives in Egypt: The Politics of Hegemony. Cambridge: Cambridge University Press.

Salleh A (2017) Ecofeminism as Politics: Nature, Marx and the Postmodern. London: Zed Books Ltd.

Sharife K (2011) “Colonizing Africa’s atmospheric commons”. Capitalism Nature Socialism 22(4): s. 74–92.

Sharma D (2017) Techno-Politics, Agrarian Work and Resistance in Post-green Revolution Punjab India. Doktora Tezi, Cornell University.

Singerman DR (2016) “Keynesian eugenics and the goodness of the world”. Journal of British Studies 55(3): s. 538–565.

SPLC (n.d.) Garrett Hardin. Southern Poverty Law Centre. Spl.

TallBear K (2018) “Making love and relations beyond settler sex and family”. Yayına Hazırlayanlar: Clarke AE ve Haraway D Making Kin Not Population içinde, Şikago, IL: University of Chicago Press, s. 145–164.

Tilley L (2020) “‘A strange industrial order’ Indonesia’s racialized plantation ecologies and anticolonial estate worker rebellions”. History of the Present 10(1): s. 67–83.

Tilley L (2021) “Extractive investibility in historical colonial perspective: The emerging market and its antecedents in Indonesia”. Review of International Political Economy 28(5): s. 1099–1118.

Turner J ve Bailey D (2021) “‘Ecobordering’: Casting immigration control as environmental protection”.

Environmental Politics. Epub versiyonu 29 Nisan’da yayınlandı. Tandfonline.

Vandermeer J, Smith G, Perfecto I, Quintero E, Bezner-Kerr R, Griffith D, vd. (2009) Effects of Industrial Agriculture on Global Warming and the Potential of Small-scale Agroecological Techniques to Reverse Those Effects. New World Agriculture and Ecology Group. Via.

Vergès F (2020) The Wombs of Women: Race, Capital, Feminism. Durham, NC: Duke University Press.

Warlenius R (2018) “Decolonizing the atmosphere: The climate justice movement on climate debt. The Journal of Environment & Development 27(2): s. 131–155.

Wilson K (2017) “In the name of reproductive rights: Race, neoliberalism and the embodied violence of population policies. New Formations 91(91): s. 50–68.

Wilson K (2018) “For reproductive justice in an era of gates and Modi: The violence of India’s population policies. Feminist Review 119(1): s. 89–105.

Wilson K, Loh JU ve Purewal N (2018) “Gender, violence and the neoliberal state in India”. Feminist Review 119(1): s. 1–6.

World Bank (2019) Fertility Rate, Total (Births Per Woman). WB.

Yaffe H (2009) Che Guevara: The Economics of Revolution. New York: Springer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder