Bikrum Gill’in
(2021: s. 1) de dediği gibi, “ırk, kapitalist dünya sisteminin yol açtığı
ekolojik yıkımı ve üretim fazlasını besleyen, çok katmanlı toplum-doğa
ilişkisini güvence altına alan bir olgu.” Gill’in bu iddiası üzerinden, ırkın
çevrecilik kapsamında geliştirilen hâkim çözümlerin ve yeni yönetişim
tekniklerinin dayandığı zemin olduğunu söylemek mümkün. Irk, aşırı nüfusu
çevreyle alakalı bir sorun olarak görenlerin iklim değişikliği konusunda acilen
harekete geçilmesi gerektiğini söylerken kullandıkları önemli bir argüman.
Bu yaklaşımı
somutta anlamak için yirminci yüzyılın ortalarından sonlarına dek uzanan
dönemde beyaz milliyetçilerinin çevre çalışmaları konusunda ortaya koyduğu
çabaya bakmak gerek. “Nüfus”, sömürge idarelerinin geliştirdikleri, alt ırk
gruplarını ifade eden bir kavram ve bu kavram, çevre çalışmalarında “çevre”
kavramıyla birlikte dillendiriliyor. Bu bağı kuramayan liberal çevreciler,
bugün hâlâ politikaların yönlendirdiği analizlerinde beyaz milliyetçilerinin
öncelikli gördükleri olguları aklamaya devam ediyorlar.
Biz bu çalışmada,
bu ilişkinin izlerini, “insanlığı aşırı nüfusun tehlikeleri konusunda uyaran”
ekolojist Garrett Gardin’in (1915-2003) beyaz milliyetçisi dilindeki nüfusçuluk
ve Hintli-İngiliz iktisatçı Partha Dasgupta’da (1942-) gördüğümüz liberal
çevreci nüfusçuluk dâhilinde süreceğiz.
İdeoloji
düzleminde bu nüfus denilen olgu, bir oyun hilesi aslında. Bu hile sayesinde
çevre ülkelerde beyaz olmayan insanlara ait kaynakları çalan ve oralardan değer
çeken kapitalist dünya sistemi meşrulaştırılıyor. Değerin çekildiği süreçte
periferideki emek, aşırı ölçüde sömürülüyor, değersizleştiriliyor, toplumsal
düzen bozuluyor, ekoloji tahrip ediliyor, halklar, kitleler hâlinde merkez
ülkelere göç ediyorlar.[1] Sonrasında bu göç eden kitle, yeniden kalıba
dökülüyor ve doğal bir olgu olarak takdim edildikten sonra, kuzeyin zengin
ülkelerindeki insanlara nüfusçu söylemler üzerinden birer tehditmiş gibi gösteriliyor,
böylece sınırlarda uygulanan şiddet ve politik dışlama faaliyeti
meşrulaştırılıyor (bkz.: Turner ve Bailey, 2021).
Bu makalenin
birinci bölümü “nüfus”u ekoloji adı altında, üreme denilen alana zorla
yapılacak müdahaleler için gerekli zemini hazırlayan, ırkçı “yönetsel bir
kavram” (Murphy, 2017: s. 135) olarak ele alıyor. Burada ekofaşizmle
liberalizmi Garrett Hardin gibi beyaz milliyetçisi nüfusçular üzerinden
birbirine bağlayan ilişki ve mütekabiliyet üzerinde duruluyor.
Çalışmanın ikinci
bölümü, çevredeki tahribatı ve üreme alanındaki adaletsizlikleri birbirine
bağlayan kaynak çekme ve sömürü üzerine kurulu sisteme odaklanırken, ekolojik
açıdan eşitsiz mübadele (EEM) denilen merceği kullanıyor.
Üçüncü bölüm,
öjeni ve emperyalizm karşıtı ekososyalizmin kimi unsurlarına odaklanıyor, bu
noktada, nüfus-kalkınma arasındaki bağı gören veya dikkate almayan üçüncü dünya
kaynaklı belgelerden ve küresel kalkınma yaklaşımı temelinde belirli bir
programı öne çıkartan mücadelelerden yararlanıyor. Sonuç bölümünde ise
antiemperyalist ekososyalizmin üreme adaleti hareketlerinin geliştirdikleri
öğretilerle uyumlu olması ve son yıllarda kendisini iyiden iyiye hissettiren ve
kendisini gizlemeyi başaran ekofaşizm gibi liberal ojeniye karşı da direnç
geliştirmesi gerektiği üzerinde duruluyor.
Yenileme Anlatılarından
Üremeye Yönelik Müdahalelere
15 Mart 2019’da
kendisini “etnik milliyetçi ekofaşist” olarak tanımlayan bir kişi, Yeni
Zelanda’nın Christchurch şehrinde bulunan iki camide 51 müslümanı öldürdü
(Forchtener, 2019). Bu beyaz Avustralyalı katilin dağıttığı, “Büyük Yenileme
Süreci” adını taşıyan manifestoda, çevrenin aşırı nüfus sebebiyle yok
olduğundan söz ediliyordu. Her ne kadar İslam düşmanı bir saldırı dâhilinde
özel olarak Müslümanları hedef almış olsa da katil, yazdığı bu manifestoda,
kendisindeki nüfus anlayışı kapsamında hepimizin aşina olduğu o beyazlar/beyaz
olmayanlar ayrımı üzerinden hareket ediyordu. Batılı ve beyaz uluslarda
beyazlardaki doğum oranlarının beyaz olmayanlara kıyasla düşük olmasından
şikâyet eden manifesto, etnik yenileme sürecinin başlatılması gerektiğini
söylüyordu. Katilin kendi ifadesiyle:
“Çevreyi aşırı nüfus yok ediyor. Dünyada aşırı
nüfusa sebep olan, biz Avrupalılar değiliz. Gelip bizim topraklarımızı istila
edenler, dünyayı kalabalıklaştırıyorlar. İstilacıları öldürün, aşırı nüfusu yok
edin, böylece çevreyi kurtarın.”[2]
Manifestonun
dayandığı ideolojinin kaynağının çoğunlukla, Renaud Camus’ye ait Büyük
Yenileme Süreci adını taşıyan, 2011 tarihli çalışma olduğu, ABD’de
gördüğümüz beyaz soykırımcı komplo teorilerinden beslendiği iddia edildi. Oysa
Christchurch Katliamı’na kaynaklık eden fikirlerin daha derin kökleri vardı.
Dünyanın önemli
bir bölümünü dört yüz yıldan fazla bir süre şiddetle ve zor ile yöneten
Avrupalı sömürgeciler, kategorize edilenleri kontrol altında tutmak için nüfus
gibi kategoriler ve teknolojiler geliştirdiler. Dünyayı Du Bois’in dediği gibi
(2008 [1903] s. 3) “renk çizgisi”ne göre bölen, bu anlamda, insanlığı
beyaz/beyaz olmayan diye tasnife den sömürgeci projeler nüfus meselesini
“bilimsel açıdan” yönetilmesi gereken bir nesne derekesinde ele aldılar.
Yirminci yüzyılın
başlarında İngilizlerin elindeki sömürgelerin başında bulunan idareciler,
beyaz/beyaz olmayan ayrımını kesen ırkî güç dengesinin mevcut hâlinden endişe
duymaya başladılar (Bkz.: Ittmann, 2013). Bu endişelerin en önemli sebebi, zaten
huzursuzluğun hâkim olduğu sömürgelerde, beyaz olmayan toplumlardaki doğum oranlarının
beyazlardaki doğum oranlarından yüksek oluşuydu.
Irkî güç
dengesine dair bu türden endişeler üzerinden demografik hesaplama teknikleri
geliştirildi. Bugün bu nüfus ölçüm teknikleri, geliştirilerek, demografi
disiplini içerisinde yürütülen sömürgeci projelerin hizmetine sunuldular.
Yirminci yüzyılın
ortalarında çevre çalışan ve bu alanı inşa eden akademisyenler, Malthusçuluğun,
öjeninin, ekonomizmin ve beyaz üstünlükçüsü ideolojilerin nüfuzu
altındaydılar.[3] Bu isimler, yaptıkları çalışmalarla nüfusa dair endişeleri
disiplinlerine yedirdiler.
Sonrasında bu
nüfusçu akademisyenler, üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketlerine ve
Bandung projesine tepki geliştirdiler. Onlara göre bu konferansa katılanlar,
emperyalizmin eski sömürgelere ucuz ve kontrolsüz bir biçimde erişme imkânını
tehdit ediyorlardı (Greene, 2019).
Bir örnek olarak,
çevre çalışmalarında en fazla okutulan ve en fazla alıntılanan metinlerden biri
olan Garrett Hardin imzalı 1968 tarihli Müştereklerin Trajedisi isimli
kitaba bakalım (bkz.: Bhatia, 2004; Oakes, 2016). Gündelik dile bile sirayet
etmiş cümleleri içeren bu kitabın adı dahi bir klişe hâlini almış.
Hardin’in ırkçı
mantıkla yoğrulmuş çevreci metinler kaleme alan, açıktan ve hiç sakınmadan
kendisini beyaz milliyetçisi olarak takdim eden bir isim olduğu pek bilinmiyor
(bkz.: Bhatia, 2004; Mildenberger, 2019; SPLC, n.d.). Müştereklerin
Trajedisi, nüfus kontrolü talep ediyor ve “çocuk doğurma özgürlüğünün
herkesi mahvedeceğini” söylüyor. Öte yandan Hardin, 1974 tarihli “Filika Ahlakı”
isimli makalesinde, gezegen denilen bu sınırlı alana sahip filikada sayıca az
zengine yer açabilmek için yoksulların denize atılmasını öneriyor.
Bu türden
görüşleri savunan Richard Lynn ve J. Phillippe Rushton[4] gibi Garrett Hardin
de NPopulation and Environment [“Nüfus ve Çevre”] dergisine katkı sunan
isimlerden (Bhatia, 2004). Bugün hâlâ Springer tarafından yayımlanmakta olan
derginin arşivi, beyaz milliyetçiliği ve bilimsel ırkçılık konusunda bilgi
veren metinlerle dolu.
Beyaz
milliyetçiler ve bilimsel ırkçılar, çevre çalışmalarının önceliklerinin
belirlenmesinde önemli bir rol oynadılar ve fikirlerini bu alana taşıdılar. Bu
anlamda, Bhatia’nın (2004: s. 194) tespitiyle, “ABD ve başka ülkelerde örgütlü
beyaz üstünlükçülüğüne ait milliyetçi ve çevreci argümanlar, uzun süre gerici
ekoloji ve nüfus kontrolü politikası ile beslendi.” Bu tespitin, Trump’un
açıktan iklim inkârcısı oluşuyla çeliştiğini söyleyenler çıkabilir. Fakat şu
husus görülmeli: beyaz milliyetçilerinde gördüğümüz ekofaşizm ve onunla
bağlantılı hareketler, Trump’ta karşılık bulan “fosil yakıtçı faşist”
hareketlerle çelişmek yerine onları tamamlıyor. Her iki hareket de nüfus
konusunda belirgin endişelere sahip, her ikisi de göç karşıtı, her ikisi de
sıkı sınır politikalarıyla beyaz çoğunluğu korumaya çalışıyor, bir yandan da
güneyin yoksul ülkelerindeki insanların feda edilebileceğini düşünüyor. İki
hareket de dünyadaki zenginliklere erişim konusunda sahip olunan imtiyazlar
temelinde, mevcut emperyalist “yaşam tarzı”nı korumak derdinde.
Hardin gibi
isimler, akademi sahasını, ırkçı ajandaların kabul ve saygı görmesini sağlayan,
bu amaçla, onları aklayan bir alan olarak görüyorlar. Aynı şekilde, birçok
liberal çevreci de bu fikirleri kendi çalışmalarına eleştirmeden yedirme
arzusunda.
İngiltere’de
çevre politikası denilen alana yönelik son tanık olduğumuz liberal müdahale, Biyoçeşitliliğin
Ekonomisi: Dasgupta’nın Eleştirisi isimli çalışma. İktisatçı Partha
Dasgupta, müesses nizama hizmet eden liberalizm nezdinde beyaz milliyetçilerinin
öncelikli gördükleri fikirleri aklayan isimlerden biri. Hardin’i analizinin ana
zemini olarak ele alan Dasgupta, biyoçeşitliliğin yüzleştiği tehditler
konusunda bir değerlendirme sunuyor ve bu noktada, esas olarak güneyin yoksul
ülkelerinde, bilhassa Afrika’da gözlemlenen “doğurganlık” denilen soruna
odaklanıyor.
Dasgupta’nın
raporu, tüm canlı hayatının muhasebe açısından belirli bir değere sahip olduğu
ekonomizme ve hesaplama pratiğine yaslanan bir çalışma. Rapor, doğanın belirli
şekilde nicelik değerlere dönüştürülmeden değer kazanamayacağı ilkesini esas
alıyor. İnsanların faydayı azami düzeye çıkartan bireyler olarak görüldüğü
liberal ekonomiye ait soyutlamaları kullanan Dasgupta (2021a: s. 232) güneyin
yoksul ülkelerindeki “üreme davranışı” ile kuzeydeki “tüketim pratiklerini
kıyaslıyor ve bunların arasında farkı görmediği gibi, ikisinin de aynı ölçüde
bencil kişisel tercihler olduğunu söylüyor. Dasgupta bu analizi dâhilinde,
ayrıca güneyde üreme davranışının hızını uygunsuz komünal toplum biçimlerinin
belirlediğini iddia ediyor.
Hardin’in
çalışmasını çıkış noktası olarak belirleyen rapor, “üreme davranışı karşısında
konformist tercihlerde bulunulması, müştereklerin trajedisini artıracağını”
iddia ediyor (Dasgupta, 2021a: s. 234). Burada insanlığı deri rengine göre
bölen ve beyaz olmayan kişilerin üremesini sorun olarak gören politik tercihin
dayandığı beyaz milliyetçilerine ait fikri, Dasgupta bir kenara koyuyor ve
böylelikle liberal analiz için uygun düşen, masum bir tespitte bulunuyormuş
izlenimi yaratıyor.[5]
Dasgupta, ayrıca
son otuz yıl içerisinde üreme hakları hareketlerinin elde ettiği mevzilerin
onların elinden alınmasını istiyor. Aslında bugün Malthusçu, öjenist ve
ekonomist isimlerin nüfusla ilgili yorumları üzerinden düşünüldüğünde, 1994’te
Kahire’de düzenlenen Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nın elde ettiği
sonuçların nefretle karşılanması gerekiyor.
Konferans, üreme
hakkını aile planlaması ile ilgili çalışmaların temelini teşkil etmesi
gerektiğini söyledi, eskiden gerçekleştirilen nüfus kontrolü amaçlı müdahalelerde
örtük olarak uygulanan baskıyı ortadan kaldırdı. Bu anlamda Kahire
Konferansı’nda baskının yerini hakların alması, kadınlara uzun süre aşı veya
implant yoluyla doğum kontrolü uygulamalarını kullanmaya zorlamak gibi kimi
baskıcı uygulamaların bireysel feminist bir tercih ve kontrol aracı olarak
ifade edildiğini söylüyor (Bkz.: Wilson, 2017). Kadın haklarını esas alan dili
kendi stratejisi için temellük eden Dasgupta (Wilson, 2017: s. 57) bu dili
yanlış yönde kullanıyor.
“Doğanın arzı ile
bizim taleplerimiz arasındaki dengesizlik” olarak tarif ettiği “Etki
Eşitsizliği” kavramına başvuran Dasgupta (2021b: s. 1) Amartya Sen’in kirliliği
zulüm olarak gören anlayışını, nüfusu zulüm olarak gören anlayışla
birleştirmeye çalışıyor:
“Etki Eşitsizliğinin hüküm sürdüğü, üstelik
hükmünü güçlü bir biçimde sürdüğü bir dünyada en makul olan, biyosfer
üzerindeki etkimizi azaltmak için çağrıların yapıldığı koşullarda, gelecek
nesillerin hakları üzerinde durmaktır. Örneğin Amartya Sen (1982), kalıcı
kirleticileri zulmün araçları olarak görüyor: ‘Kalıcı kirlilik, gelecek
nesillerin yüzleşeceği, bugünden hesaplanabilecek bir zulüm türüdür.’ Peki o
zaman fazladan yapılan doğumların kalıcı kirleticilerin yok edilmesine ne tür
bir katkısı var, bir çiftin üreme hakkı, gelecekte insanların zulüm görmeme
hakkını neden gölgede bıraksın? İşte üreme hakkından söz eden dil, bu türden
bir ahlakî açmazı gözden kaçırıyor.” (Dasgupta, 2021a: s. 193)
Burada yazar,
üreme meselesini, zulüm olarak görüyor ve bu lafı, insanların talepleriyle
doğanın arzı arasındaki “etki eşitsizliği”ne yönelik saldırı olarak gördüğü
üreme haklarını eleştirmek için ediyor. Rapor, insanların mutlak sayısını
hesaplama işine odaklanıyor, insanların biyosfer üzerindeki nispi etkisine hiç
bakmıyor, dolayısıyla, insanların üretim araçlarıyla ilişkilerini, dünya
ölçeğinde birikim süreçlerinde bu araçların kullanılma biçimlerini hiç dikkate
almıyor. Oysa aslında yüksek doğum oranlarının ve yoksul toplumların yol açtığı
karbon salınım miktarı ihmal edilecek düzeyde seyrediyor.
Tipik bir liberal
yazar olarak Dasgupta, baskıcı nüfus kontrolü tedbirlerini uygulamaları
konusunda devletlere ve örgütlere doğrudan bir talimat iletmiyor. Bunun yerine,
aşırı nüfus sorunu üzerinde duran birçok akademisyen gibi o da müdahale için
gerekli zemini hazırlıyor ve okurlarını müdahalenin gerçekleştirileceği
muhtemel alanları düşünmeye itiyor. Rapor, devamında müdahalenin meşru olduğu
Afrika’ya, bilhassa Sahra Altı Afrikası’na odaklanıyor. Dünyanın bu kısmı ırkçı
genellemeler üzerinden ele alınıyor. Zamansız görülen gelenekler, yüksek doğum
oranının sebebi olarak tespit ediliyor. Tarım arazilerindeki akrabalık
ilişkilerine dayalı pratikler, çokeşlilik, modern doğum kontrolü yöntemlerine
erişememe, elde edilen ürünün akrabalar arasında pay edilmesi gibi hususlar,
aynı “gelenek” torbasına atılıyorlar (Dasgupta, 2021a: s. 242).
Dasgupta,
akrabalık ilişkilerini ve çekirdek ailenin yokluğunu Afrika’da yüksek doğum
oranlarına yol açan ana faktörler olarak görüyor. Bunun sebebini de liberal
ekonomist dünya görüşü üzerinden, çocuk yetiştirme işinin çekirdek aileye
kıyasla akrabalarla birlikte yürütülmesi durumunda ebeveynlerin daha az
maliyetle yüzleşmesi olarak belirliyor. Bu düşünce dizgesi üzerinden Dasgupta
şunları söylüyor:
“Ebeveynlerin çocuk sahibi olarak sahip
oldukları fayda, yüklendikleri maliyeti aştığında, bu sefer de evladın başkası
tarafından yetiştirilmesi, beleşçilik sorununu gündeme getiriyor.
Çocuğun getirdiği fayda, akrabalığın sınırlarına tabi. Diğer her şey eşit
kalmak üzere, bu fayda azaldığında çocuk talebi de azalıyor.” (Dasgupta, 2021a:
s. 242 [vurgu bize ait])
Burada aslında
Dasgupta, zahirde faydadan, dışsallıklardan söz ederken batında, yapılan
müdahalelerin doğum kontrolü programlarının ötesine geçmesi ve akrabalık
temelli toplumların yeniden yapılandırılması gerektiğini söylüyor. Eğer bu
türden topluluklar, daha da bireyselleştirilirse, çekirdek aile merkezî unsur
hâline gelirse, ebeveynler de kendi biyolojik çocuklarının sorumluluğunu
üstlenir, topluluğun desteğiyle ayakta duran yapıların ürettiği “beleşçilik
sorunu” da ortadan kalkar. Neticede burada ekonomik hesaplama araçları,
Afrikalı kadınların özel ve kolektif hayatlarına uygulanıyor, böylece
Dasgupta’nın ulaştığı toplam uyarınca üreme düzeyinin ulaşması gereken optimum
düzey belirleniyor.
Burada temelde şu
türden bir fikir hâkim: Batı’nın hâkim olduğu devletler ve kurumlar, üretim
faaliyetleri çevreye en az etkide bulunan insanlarda üremeyi sınırlandırmak
için Afrika toplumundaki yapıları değiştirmek adına, bu kıtaya müdahale etmeli.
Uluslararası topluma ait ırkçı yapılar ve egemenlik için inşa ettiği
hiyerarşiler, bu tür müdahaleler için gerekli.
Sömürgecilik
döneminden kalan ırk, ulus, sınıf ve cinsiyetin değişmekte olan hiyerarşileri,
müdahale konusunda kimin muktedir olduğunu, kimlerin müdahale dâhilinde feda
edileceğini, toplumsal ve bedensel özerkliğe kimin sahip olacağını, kimin
bedeninin ve topluluğunun müdahale sahasına dönüştürüleceğini tayin ediyor. Bu
türden yapısal hiyerarşiler, bugün başka halklara mensup “gelecek nesiller”
adına kimlerin üretim haklarının ve özgürlüklerinin feda edileceğini de
belirliyor. Dahası, bu tür bir amaca hizmet eden müdahalenin mevcut niteliği
konusunda gerekli bilgiyi, yoksul ve kadın düşmanı, ırkçı projelerden beslenen,
nüfusla ilgili fikirler temin ediyor.
2018’da tüm
dünyadaki toplam sera gazı salınımının yüzde 86’sından sorumlu olan, doğum
oranı kadın başına 1,9’un altında seyreden zengin ülkelerin mevcut gerçekliği
dikkate alındığında, Dasgupta’daki nüfus takıntısı, anlamını iyice yitiriyor.
2018’de dünyadaki toplam salınımların sadece yüzde 0,5’inden sorumlu olan
halkların dünya nüfusundaki payı yüzde 9. Bu halklarda doğum oranı ise 4,6
civarında (Bölgelere göre salınımlar konusunda bkz.: Ritchie, 2018; bölgelere
göre doğum oranları için bkz.: World Bank, 2019).
Şurası açık ki
yüksek doğum oranına sahip en yoksul ülkelerin ekoloji üzerindeki etkisi ihmal
edilecek düzeyde. Dasgupta ise dolaylı olarak, Afrika’daki doğum oranlarına ve
toplumsal örgütlenmeye müdahale edilmesini istiyor, oysa bu müdahalelerin
ekolojiye pek bir faydası yok.
Kişi başına düşen
salınım miktarının düşüklüğüne bakmayan ve bu konuda zıt görüşte olan kişiler,
yoksul kalabalıkların arazileri ve kaynakları yağmaladığını, üçüncü dünyada
biyoçeşitliliğin yok oluş sürecini hızlandırdığını iddia ediyorlar. Ancak bu
türden argümanlar, doğum oranı düşük olan birinci dünyada tüketimin yüksek
olduğu bölgelere ihraç edilen büyükbaş hayvan yemlerinin, yiyecek olarak
tüketilen mahsulün, biyoyakıtların ve benzer ürünlerin üretilmesi için
kullanılan arazinin çok büyük olduğu ve bu alanın giderek büyüdüğü gerçeğini görmezden
geliyorlar. Biyoçeşitlilikteki kayıp konusunda bu emtia üretimi ve kapitalist
sistem suçlanmalı, yoksul toplulukların geçinmek için döktükleri ter değil.
Üçüncü dünyadan
düşünürler, belirli arazilerin zengin ülkelere ve şirketlere kaynak temini için
peşkeş çekilmesinin de aşırı nüfus temelli müdahalelerle ilişkili olduğunu
söylüyorlar. Bu arazilerin verilmesiyle yoksul nüfusun elindeki kaynak
ihtiyacının düşeceği, böylelikle kuzeydeki zengin halklara kaynak aktarımının
kolaylaşacağı, kuzeyin sermaye biriktirme konusunda elinin rahatlayacağı
üzerinde duruluyor.
Samin Amin’in de
dediği gibi, “eğer Üçüncü Dünya’da kitleler, bu kaynaklara el koyup kendi
hayırlarına kullansalar, merkezde kapitalist sistemin işlemesini sağlayan
koşullar ortadan kalkar.” (1977: s. 358). Patnaik (2007) ise Aşırı Nüfus
İdeolojisi’nde bu düşünceyi geliştiriyor ve nüfus artışının zengin ülkeleri
rahatsız ettiğini söylüyor. Bunun sebebini de şu şekilde izah ediyor: “Bu
zengin ülkeler, kendilerinin bugüne dek başarıyla tükettiği yenilenemeyen ve
kıt kaynaklardaki paylarının az da olsa azalması ihtimali ile
yüzleşeceklerdir.” Bu ihtimali ortadan kaldırmak adına, nüfus ırkçı temelde
hesaplamaya tabi tutulur. Irkî güçler dengesinin nüfus alanındaki karşılığı ile
bu dengenin kaynaklar alanındaki karşılığı arasında belirli bir bağ söz
konusudur. Çelişkili bir biçimde bu bağ, kaynak çekerek ayakta duran küresel
sistemdeki kırılganlıkla ilişkilidir.
Her ne kadar
Dasgupta gibi isimler, çoğunlukla nüfusçuluğu soyut bir tartışma gibi takdim
etse de gerçekte bu anlayış, işçi sınıfının, ırkçılıkla boğuşan alt kasttan
kadınların (bazen de erkeklerin) üreme sahasında sahip olduğu özerkliğe yönelik
baskıcı, hatta bazen ölümlere yol açan müdahalelere ilham verir. Sömürge
devletlerde uygulanan kısırlaştırma teknolojileri ve üremeyi kısıtlayan baskıcı
uygulamalar geliştirilip, ezilen ırk olarak üçüncü dünya toplumlarına ve
yerlilere “kalkınma” bayrağı altında taşınmıştır.
Örneğin, Fransa
altmışlarda ve yetmişlerde, Reunion Adası’ndaki sanayi üssünü geliştirmemeye
karar verince, bölgedeki işçiler aşırı nüfus olarak görülmüş, bu dönemde
insanların rızası olmaksızın, binlerce kadına kürtaj yapılmıştır (Vergès, 2020:
1). ABD ve Kanada genelinde yerleşimcilerin yerlilere karşı yürüttükleri imha
çalışmalarının bir parçası olarak bu yerliler zorla kısırlaştırılmış, bu işlem
yakın dönemde bile uygulanmıştır (Clarke, 2021).
2014 yılında
Hindistan’da aynı hafta içerisinde kısırlaştırma işlemi esnasında on beş kadın
hayatını kaybetmiştir. Hindistan, milyonlarca dalite, yerli adivasiye ve yoksul
kadınlara kısırlaştırma kamplarında tübektomi işleminin uygulandığı bir yerdir
(Wilson, 2018: s. 91).
1996-2001 arası
dönemde Peru devleti, aile planlaması adı altında yürütülen “kurumsal soykırım”
dâhilinde, 272.000 yerli ve yoksul kadını, bunun yanında, 22.000’in üzerinde
yerli ve yoksul erkeği kısırlaştırmıştır (Carranza Ko, 2020: s. 91, 95).
Bu tür gelişmeler
karşısında, beyaz olmayan ve yerli kadınlar üreme adaleti hareketleri inşa ettiler.
Bu hareketlerin amacı, çocuk sahibi olma veya olmama hakkının kadına ait
olduğunu ortaya koymak, aynı zamanda doğum ve sağlıklı çocuk yetiştirme için
gerekli koşulların güvence altına alınmasını sağlamak (Ross ve SisterSong,
2009: s. 4). Üreme konusunda baskıcı tedbirlerin alındığı, iklim değişikliği
adı altında bu konuda kısıtlamaların getirildiği koşullarda bu hareketler,
süreç içerisinde giderek çevre adaleti ile ilgili hedefleri de dillendirmeye
başlıyorlar.
Neticede nüfus
kavramını diline dolamış bir çevrecilik, en iyi hâliyle, ekolojik sorunun
sömürgeci-kapitalist köklerini dikkatlerden uzaklaştırma çabasıdır. Burada
sorunun ana kaynağı, hâlen daha ırkçılıkla malul, yapısallaşmış, ekolojik
açıdan eşitsiz mübadele (kaynak temini) denilen süreçtir.
Özetlersek;
“Nüfus” ekolojik krize sunulacak her türden anlamlı çözüme mani olan bir
olgudur. Çevrecilik diye ambalajlanıp satılan nüfusçuluk, aynı zamanda nüfus ve
kaynak konusunda ırkî güç dengesine kafayı takmış kişilere hizmet etmektedir.
En kötü hâliyle, nüfusçuluk, kapsamı giderek genişleyen, daha fazla şiddete
tanık olunan, güneyin beyaz olmayan kadınlarının bedenlerine ve toplumsal
hayatlarına yönelik zararlı müdahaleler için gerekli zemini temin etmektedir.
Bu sebeple, bir
sonraki bölüm, Kuzey-Güney kutuplaşmasına yol açan sürece ilişkin teoriler ele
alınacak, buradan da dünya düzeninin çevresel zarar ve kaynak kullanımı
konusunda mevcut olan eşitsizliklerin ve farklılığın kalıcı kılınmasına bağımlı
oluşu üzerinde durulacaktır. Çevresel zarar ve kaynak kullanımı, hem ülke
içerisinde sınıflar arasında hem de uluslararası düzeyde ülkelerin mevcut
büyüklüklerine göre farklılık arz eden konulardır.
Eşitsiz Mübadele
ve Ekolojik Kriz
Ekolojik kriz,
başka ülkelerden kaynak çekmeyi öngören, eşitsiz ve kutuplaşmış küresel birikim
sürecinin bir sonucu. Biz, bu sürecin dinamiklerini net bir biçimde ortaya
koymak için hem ekolojik açıdan eşitsiz mübadele hem de bugün ve geçmişte
üçüncü dünya konusunda geliştirilmiş yaklaşımlardan istifade ediyoruz.
Ekolojik açıdan
eşitsiz mübadele kavramı, hem kuzeydeki aşırı tüketimi değerinin altında temin
edilen emtia ve emek ile besleyip atmosferdeki müşterekleri çitleyen (Sharife,
2011) hem de dünya ölçeğinde birikimin parçası olarak güneyde yoğun bir
ekolojik tahribata yol açan, başka ülkelerden kaynak çekme üzerine kurulu
yapıları tanımlıyor.
Bu sistemin
üretilmesi ve sürdürülmesi, bu noktada plantasyon emeğinin mühendislik
çabalarıyla yeniden yaratılması, ilkel birikim için arazi üzerinde yaşayan
yerlilerin zorla kısırlaştırılması üzerinden üreme meselesinin kontrol altına
alınması gibi işlemler üzerinden aşağı ırk görülen halkların üretilmesi
sürecinin yönetilmesine bağlı olan bir süreçtir. Dünya sistemi içerisinde
ekoloji, kaynak çekme ve nüfus kavramları iç içe geçerler, dolayısıyla bu
ilişkilere dair yorumlar ve bu ilişkiler üzerinden yapılacak her türden eylem,
politiktir.
Bugün kapitalizmi
ve iklim üzerindeki etkilerini anlamak için yürütülecek analiz çalışmasının
geçerli tek birimi, dünyadır. Biz, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele kavramını,
küresel iklim krizinin kökenlerini, tezahürlerini ve gelecekte alacağı
biçimleri belirlemek için kullanıyoruz. Bu kavram, merkez/çevre veya
merkez/yarı-çevre/çevre arasındaki ilişkiler üzerinde duran dünya sistemleri
teorisine atılmış ekolojik çentik dâhilinde ortaya çıkmıştır (Bunker, 1988;
Frey vd., 2019).
Dünya sistemleri
teorisi, yerinde bir tespitle, dünya sisteminin tarihsel ve küresel bir sınıf
mücadelesi dâhilinde geliştiğini söylüyordu. Değerin merkezde yoğunlaşması, sömürgeciliğin
özünü teşkil ediyordu. “Öteki ülkeler konusunda Avrupa’nın dile getirdiği
tasvirler, daha çok merkez-çevre kutuplaşmasının damgasını taşıyor, pratikte de
bu kutuplaşmayı meşrulaştıran birer araç olarak iş görüyordu.” (Amin, 1989: s. 176).
Bu yaklaşıma göre, çevrenin azgelişmiş olmasının sebebi, gelişme sürecindeki
kusurlar veya yavaşlamalar değildi. Çevre ülkeleri sahip oldukları değeri, merkez
ülkelerin topraklarını artırıp ticareti yoğunlaştırması üzerinden
yitiriyorlardı, dolayısıyla azgelişmişlik ve gelişmişlik, dünyadaki tarihsel
sürecin ürünü olan aynı madalyonun iki yüzüydü (Amin, 1974).
Bugün üçüncü
dünyada ekoloji düzleminde geliştirilen düşünceler, aynı endişeleri dile
getiriyorlar ve Cocoyoc Deklarasyonu’da dile getirildiği biçimiyle, “çevre
krizinin asıl sebeplerini ülkelerin kendi içerisinde ortaya koydukları tavırda
ve ülkelerin birbirlerine karşı tavırlarında ayrıca ekonomik ve toplumsal
yapılarda arıyorlar” (1974). Belgede dile getirildiği biçimiyle, “malzemelerin
oldukça ucuz olması, ithal edilen malzemelerin aşırı ve dikkatsizce
kullanılması konusunda sanayileşmiş ülkeleri cesaretlendiren bir unsur.” Bu
konum, o dönemde kabul gören eşitsiz mübadele teorileri ve sonrasında üzeri
örtülen ekolojik açıdan eşitsiz mübadele temelli argümanlar konusunda bilgi
veriyor.
Ekolojik açıdan
eşitsiz mübadele (EEM) kavramı, bize şunu söylüyor: ister sömürgecilik
aşamasında olsun isterse emperyalizm aşamasında, kapitalizm dün olduğu gibi
bugün de enerjinin ve biyofiziksel maddenin eşitsiz mübadelesi, aynı zamanda bu
eşitsiz mübadele yoluyla kullanılan emeğin eşitsizliklerle yüzleşmesi demektir
(Emmanuel, 1972).[6]
EEM, değişim
değerlerinin sınırsız bir biçimde takas edildiği fiyat sistemi, malzemelerin,
yarı bitmiş veya bitmiş ürünlerin merkez ülkeye ithalatını kolaylaştırır.
“Kalkınma” ile ilgili olarak kullanılan toplumsal-fiziksel tekniklerse, “bu
teknikleri üreten, aynı zamanda onlar tarafından üretilen toplumsal kaynak
akışlarının bir sonucudur” (Hornborg, 2009: s. 242). Ticaret ve eşitsiz
mübadele gibi küresel terimler, merkezin fiziksel yan ürünleri işlemesini
sağlar, bir yandan da bu ticaretin şartlarının çevre ülkelerine yönelik
etkilerini gizler.
Süreklileştirilmiş
şiddet ve müdahalelerle koruma altına alınmış olan değer kanunu sayesinde
merkezin değeri ithal, entropiyi ihraç ettiği, öte yandan çevre ülkelerin değer
ihraç edip entropiyi ithal ettiği süreç meydana gelir. Kuzeyde kalkınma süreci
devam ediyorsa, demek ki güneyde insan ve ekoloji geriliyor veya
azgelişiyordur. Büyümenin kaçınılmaz bir sonucu olan karbondioksit salınımları
ise iklim değişikliği kaynaklı gerileme sürecinin ortaya çıkmasına neden olur
(Roberts ve Parks, 2006).
Ekolojik açıdan eşitsiz
mübadelenin dayandığı fiziksel sistemin tarihsel kökleri, sömürgecilik dönemine
dek uzanıyor. Bu dönemde kuzeyin gelişme sürecini hızlandıran emtia, güneydeki
fiziksel ortamlardan ve insanlardan temin ediliyordu. Bu dönemden sonra, Fanon’un
(1985 [1961]: s. 81) da tespit ettiği üzere, “Avrupa, kelimenin tam anlamıyla,
üçüncü dünya tarafından yeniden imal edildi.” Avrupalı sömürgeciler,
medenileştirme görevi dilini kullanmaya başladılar ve bu görevin çevresel
nizamsızlığı düzeltme amacı güttüğünü söylediler. Oysa gerçekte amaç, yerli
halkın yaşadığı sürdürülebilir olan ekolojileri tahrip etmekti. Sömürgeciler bu
dille zenginliğin kendi ellerinde biriktiği süreci meşrulaştırdılar.
Sömürgecilik dönemi
boyunca Cava, orta ve güney Hindistan’ı kapsayan Dekken bölgesi, Mısır gibi
yerlerdeki tarlalar ve işgücünün ürettiği emtia, merkez ülkelere ihraç edildi,
buralarda imalat sektöründe kullanılan ürünler, yeniden satışa sunuldu. Buralar,
merkez ülkelerdeki tüketim mamullerine kaynaklık eden “hayalet alanlar” hâline
geldiler (Ajl, 2021a; Borgstrom, 1974; Tilley, 2020). Merkez-çevre ikiliği
belirginleştikçe, bu coğrafyadaki zenginlik de suyunu çekti (Bagchi, 2008). Çevre
ülkelerinden yapılan ithalatların büyük kısmı tarımsal ürünlerden, bilhassa şeker,
baharat ve çay gibi kuzeyin ikliminde yetişmeyen ürünlerden ve tik ağacı gibi
ağaçlardan oluşuyordu. Bu ağaçların kesilmesiyle ormanlar tükendi (Gadgil ve
Guha, 1993). Plantasyonlarda tek tip ürünün yetiştirilmesi üzerine kurulu
sistemler de ekolojiyi tahrip etti, kalkınma sürecini sekteye uğrattı. Ayrıca Hindistan
ve Endonezya gibi sömürgelerde soykırımlara tanık olundu (Patnaik, 2018;
Tilley, 2020).
Avrupa’nın
yürürlüğe koyduğu genişleme amaçlı projeler, hastalık yayma ve doğrudan işgal
gibi araçlar üzerinden kimi soykırımların yaşanmasına neden oldu (Dunbar-Ortiz,
2014). Yerleşimci sömürgeci projeler ve bu sömürgelerden kaynak çekme pratikleri
dâhilinde belirli etnik gruplar, alt ırk olarak etiketlendiler, böylece
sömürgecinin ekonomik hedefleri doğrultusunda bu gruplar, yeni bir içerik ve
biçim kazandılar (Bendix, 2016; TallBear, 2018). Bu sömürgecilik dönemi boyunca
Avrupa, yerleşimcilerin gücünü artırma ve yerli halkın mallarına el koyma
sürecini hızlandırmak adına alt ırk olarak yaftalanan kesimlere karşı çeşitli
imha teknikleri geliştirdi. Bununla bağlantılı olarak sömürgeci güçler, tek tip
ürünün yetiştirildiği plantasyonlarda ve madenlerin kullanıldığı sektörlerde kullanılacak
işgücü ihtiyacını karşılamak için bu alt ırk gördüğü kesimleri zorla çocuk
doğurmaya teşvik ettiler. Bugün Dasgupta gibi isimlerin hâlen daha kullandıkları
nüfus kavramı, alt ırk olarak görülen biyolojik grupların yönetilmesi için bir
araç olarak devreye sokuluyor. Esasında bugün yüzleşilen ekolojik krize asıl sebep
olan, bu başka ülkelerden kaynak çekme üzerine kurulu sistemlerle bu nüfus
meselesi bağlantılı konular.
Sömürgelerden çekilen
zenginlik, ihraç mal olarak Avrupa’ya gönderildi, sonra işlenip yeniden
sömürgelere ihraç edildi. Merkez ülkeler, kendi içlerindeki toplumsal çelişkileri
de çevre ülkelere taşıdı. İşçi sınıfının fazla veya bol olan kısmı ile ilgili
tartışmalar, bu ülkelerde de baş gösterdi. Sömürgecilik üzerinden toplumsal
sistemlerin yok olmasıyla ekolojiler değişti (Cronon ve Demos, 2003; Merchant,
1989). Değerin merkez ülkelere tahliye edilmesi sürecini hızlandırmak adına insanlara
yardım edilmesine ihtiyaç duyan toplumsal-ekolojik yapıyı düzenleme anlayışları
terk edildi (Anderson, 2005; Estes, 2019). Bu değerin tahliye edildiği süreçte
sadece tarımsal araziler yok edilmedi, hem ekonomik hem de ekolojik düzeylerde
mevcut dünya sisteminin ürettiği nüfus hareketleri, bu süreç dâhilinde yönetildi.
Daha da önemlisi,
sömürgelerde üretilen değerin tahliye süreci, bir yandan da dünya sistemini
belirli bir yoldan üretti, bu anlamda enerji rejimini dönüştürdü. Söz konusu rejim,
geçmişte yaşanmış fotosentez süreçlerinin tarihsel planda çökelmiş ürünleri
olan hidrokarbonlardan istifade etmeye başladı. Birikim sürecinin dayandığı
enerji zemininin genişlemesiyle İngiliz sanayi kapitalizmi ortaya çıktı. Bu kapitalizmin
doğduğu günden beri yakılan kömür, müşterek atmosferi mahvetti ve dünya sistemi
içerisindeki çevre ülkeler üzerinde, bugün ancak iklim krizinin ölümcül
etkileri olarak görünür hâle gelen kalıcı etkilere yol açtı. Bu anlamda Avrupa’da
gelişen sanayi kapitalizmi, sadece sömürgeleştirdiği güney ülkelerini
yağmalayıp geri kalmalarına sebep olmakla kalmadı, aynı zamanda kalkınmanın “ucuz”
yoldan gerçekleştirilmesi için gerekli olan atmosfer alanını kendisine mal
edip, çitlemek suretiyle, bu ülkelerin geleceğini de ipotek altına aldı
(Warlenius, 2018).
Sömürgecilik
sonrası dönem, dünyadaki işbölümünün, başka ülkelerin kaynaklarının
kullanılması ve üretimin gene başka ülkelerde yapılması üzerinden yaşanan
dönüşüm süreçlerine tanıklık etti. Bu süreçler üzerinden karbondioksit
salınımının kaynağı değişti, değer akışlarının büyüklüğünde ve yönünde ise
hiçbir değişiklik yaşanmadı. Neticede dünya ölçeğinde eşitsiz gelişim, güvence
altına alındı.
Bilhassa 1970
yılından itibaren güneydeki ülkeler bağımsızlıklarını kazandılar. Böylece insanlar,
üretimde daha fazla paya sahip oldular. Ülke içerisinde ve ülkeler arasında
mevcut olan gelir eşitsizliği arttı. Bu yeni kurulan ülkelerin sırtına ekolojik
bir yük bindi (Haberl vd., 2006). Bu oluşan manzara dâhilinde, her ne kadar güney
ülkelerindeki tarımın sanayileşmesi, çevreyi tahrip eden sürecin önemli bir
parçası olsa da, üretimin sanayideki ve tarımdaki dönüşümleri arasında ayrım
yapmak gerekiyor.
1960 yılından itibaren
açığa çıkan karbondioksit salınımlarından ağırlıklı olarak ABD, Batı Avrupa ve
Japonya sorumludur, çünkü bu ülkeler, herkesten önce sanayileşmiş, bu
sanayileşme sürecinde kömür ve petrol kullanılmış, atmosfer atıkların
depolandığı yer hâline gelmiş, dünyada üretim alanına bu coğrafya el koymuştur.
Yirminci yüzyılın sonlarında ise karbondioksit salınımına yol açan sürece çevre
ve yarı çevre ülkeler de dâhil olmuşlardır. Buna karşın, merkez ülkeler, değer
zincirinin “temiz”, yüksek değere sahip bileşenlerine yoğunlaşmayı sürdürmüş, salınım
açısından temiz olan bölgeler inşa etmekle övünmüş, öte yandan “kirli” olan
güney ülkeleri salınımın yüksek olduğu yerler hâline gelmişlerdir.
Bugün çevre
ülkeler, başka ülkelerin sanayi ile ilgili işlerini üstlenmek suretiyle, doğayı
kirletiyorlar. Ama bir yandan da emtia zincirinin ürettiği değerden çok az pay
alıyorlar. Zaten bu yüzden büyük ülkeler, üretimlerini çevre ülkelerde
gerçekleştiriyorlar (Jorgenson ve Rice, 2005). Çevre ve yarı çevre ülkelerde
artan karbon salınımları, bu bölgelerdeki tüketim düzeyiyle orantılı değil. Çünkü
bu ülkelerde doğaya salınan karbon miktarı çoğunlukla merkezde tüketilen emtia
üretiminin bir sonucu. Bugün en üstteki yüzde 10’luk dilim, tüketicilerin yüzde
1’ini meydana getiren kesim, geri kalan yüzde 90’a veya yüzde 99’a kıyasla daha
fazla salınıma sebep oluyor. Çokuluslu şirketlerin yatırım yaptıkları bir ülke
olarak Çin, merkeze değer ihraç eden ülkelerden biri. Bir yandan da Çin de
Kamboçya ile kendi ekolojik açıdan eşitsiz mübadele ilişkisini kuruyor ve
burada kereste üretimi için ormanları yok ediyor. Çin, aynı ilişkiyi soya
üretimi konusunda Brezilya ile de kuruyor (Cope, 2019; Frame, 2019). Metaller ve
nadir bulunan madenler konusunda da aynı durum geçerli: temiz teknoloji ile
üretimin yoğunlaştığı Batı Çin’de nadir bulunan madenlere ihtiyaç
duyulduğundan, bu durum Sarı Nehir Havzası’nı büyük bir riske sokuyor, ama öte
yandan ABD ekolojik açıdan sırtındaki yükü arttırdığı için nadir bulunan
madenlerin çıkartıldığı ocaklarını bir bir kapatıyor (Kalantzakos, 2018;
Klinger, 2018).
Hükümetlerarası
İklim Değişikliği raporlarında öne çıkan en önemli husus, tarım (IPCC, 2018,
2019). Dünyadaki sera gazı salınımlarının yaklaşık dörtte birinin kaynağı
tarım, büyükbaş hayvan yetiştiriciliği ve orman kesimleri (IPCC, 2019). Karbondioksitin
toprakta ve bitkilerde depolandığı tarım, zamanla ABD ve dünyadaki salınımların
ana kaynağı hâline eldi. Köylülüğün bitirilmesi ile işgücünün yerini sermaye
girdileri aldı ve bu girdiler, karbondioksit üretiyorlar. Vandermeer vd.’nin
çalışmasında dile getirildiği biçimiyle:
“Enerji üretiminde ‘ekosistemi gören işleyiş’i
terk edip, fosil yakıtları temel alan bir işleyişe geçiş yaptık, böylelikle,
ana amacı insanlara, enerjiyi tüketen bir sisteme enerji temin etmek olan bir
tarım sistemi inşa ettik.” (Vandermeer vd., 2009: 33)
Pratikte
sanayileşmiş gıda sistemi, verimliliği artırmak şöyle dursun, ekolojiyi tahrip
ediyor, tüketiyor.
Tarım kaynaklı karbondioksit
salınımları çevre ülkelerde arttı. Bu ülkelerde açığa çıkan ekolojik kriz, kenti
ve kırı etkileyen toplumsal krizlerle bağlantılı. Yirminci yüzyıl boyunca geri
kalmışlık ve ekolojik zenginlik bu ülkelerin önemli bir parçasıydı. Birçok
çevre ülkede ilerleme merkeze kıyasla daha yavaş seyretti, ama sömürgecilik
karşıtı hareketlere ve sömürgecilik sonrası yürütülen çalışmalara tanıklık
edilen dönemde altyapı ve toprak sömürgeci güçlerin elinden alındı (Ajl, 2019; Tilley,
2021), neticede tarımsal sistem modernleşti. Bu dönüşüm, her şeyden önce Yeşil
Devrim denilen müdahale ile gerçekleştirildi. Bu müdahalenin amacı ise komünist
olmayan Asya’da ve başka yerlerde “kızıl” devrimlerin önünü almaktı.[7]
“Kalkınma projeleri”,
emek yoğun, sermaye girdisi az, birden fazla ürün çeşidinin üretildiği tarımsal
faaliyetin yerine emeğin az kullanıldığı, sermaye girdiğinin yoğun olduğu tek tip
ürün üreten tarımın hâkim olmasını sağladı (McMichael ve Weber, 2020). Sömürge
döneminden kalan plantasyon sistemleri, tek tip ürün üretilen tarım için
dönüştürüldü. Biyolojik sürecin basitleştirilmesi ile birlikte teknoloji de
yenilendi. 1973 civarı bu süreçler, ekolojiyi büyük ölçüde tahrip ettiler, bir
yandan da ülkede kişi başına düşen gıda-tahıl üretimini yavaş yavaş artırdılar.
Bu noktada mevcut eğilim, tersyüz edildi. Güneyin yükselişe geçmesi karşısında
gerçekleştirilen neoliberal karşı-devrim üzerinden birçok ülkede gıda-tahıl
üretimi yerini tek tip ürün ihracına bıraktı. Tarım faaliyeti, giderek belirli
bölgelere yoğunlaştı (De Janvry, 1981; Patnaik, 2003). Teknolojinin emeğin
yerini almasıyla fazla emek rezervi büyüdü. Tarım faaliyetlerinden insan emeğinin
çekildiği süreç ekolojiyi tahrip etti, karbon salınımını arttırdı. Aynı zamanda
köylüleri aşırı nüfus hanesine soktu. Bu durumdan kurtulmak için birçok insan,
sömürgecilerin üreme konusunda dayattığı emirlere uymak zorunda kaldı.
Hem “ulusal tarım”a
hem de “neoliberal tarım”a tanıklık eden dönemlerde tüm dünya tarımsal
faaliyetlerde insan emeğinin ağırlığı azaldı (Araghi, 1995), bu hâliyle, yanlış
ele alınan “evrensellik” fikri üzerine kurulu olan ve kuzey ülkelerinde
yürürlüğe konulan kalkınma modelleri çevre ülkelere aktarıldı. Evrensel görülen
kalkınma modelleri ise kuzeyin yürüdüğü kalkınma yolunun sömürgeci ve ırkçı
etkilerini görmezden geliyor, bu yolu ideal yol olarak satıyorlardı (Jha vd.,
2020). Bağımsızlık sonrası içine girilen ulusal kalkınma dönemi boyunca
yürürlüğe konulan projeler, yeterli iş imkânı yaratmaya çalıştılar. Bu iş
imkânları, genelde ithal ikameci sanayileşme çabası üzerinden yaratıldı. Burada
amaç, köyden göç etmiş işsizleri istihdam edip, kentlerde onlar için gerekli
toplumsal altyapıyı inşa etmekti. Merkez ülkelerde meydana gelen karşı-devrimler
ve önemli kaynakların ihraç edilmesiyle “kıyaslamalı bir avantaj”a sahip olunmasına
dönük baskılar sebebiyle, işsizlik de kentlerde ikamet eden artık nüfus da
arttı. Çevre ve yarı çevre ülkelerde işgücü rezervinin şişmesi ücretleri
baskıladı, böylece çevreyi kirleten imalat sektörlerinin merkezden buralara
kayması için gerekli zemini hazırladı.
Her ne kadar
sömürgeciler, kısa vadede yürürlüğe koydukları projelerin soykırıma ve yoksullaşmaya
yol açan etkilerinin gayet net farkında olsalar da bugüne dek sömürgeci
kapitalist kalkınma konusunda önerilen yollar, ucuz gibi görünen enerjiyi
kullanmaya devam etti, çünkü insan hayatının ve kalkınmanın yol açacağı
sonuçların uzun vadede yaratacağı maliyet, ilk başta gerektiği şekilde
hesaplanamamıştı (Georgescu-Roegen, 1971). Sonuçta alt ırk görülen eski sömürgeler
ve toplulukla iklim değişikliğinden sorumlu tutuldular, oysa bu insanlar,
dünyadaki üretim kapasitesinin çok azını kullanıyor, bu açıdan doğaya en az
zararı veren, ama öte yandan dün olduğu gibi bugün de iklim değişikliğinin
çilesini en fazla çeken kesimi meydana getiriyorlardı. Uzun bir süreçte oluşan
azgelişmişliğe ait mirasa bağlı olarak, iklim değişikliğinin yol açtığı
zararlar karşısında kendilerini koruyacak önlemler için tahsis edecek en az
kaynağa bu insanlar sahipti.
2000 sonrasında
iklim konusunda yürütülen yığınla müzakere sürecinde sömürge ülkeler, iklim
borçlarının tazmin edilmesini istediler. Bu ülkeler, bugün gelişmiş ülkelerin
azgelişmiş ülkelere tazminat, ıslah işlemleri, direncin artırılması ve yeniden yapılandırılması
ile ilgili maliyetler konusunda borçlu olduklarını söylüyorlar. Bu dil, merkez
ülkelerde faal olan solcu çevre hareketlerinde oldukça etkili (Martinez-Alier,
2012). Bu bağlamda ekolojik borç, çevre adaleti ve ekolojik açıdan eşitsiz
mübadele meselelerini bir arada ele alan yaklaşımlar da açığa çıkıyorlar
(Roberts ve Parks, 2009).
Ne var ki son
dönemde ABD’de şirketlerin yön verdiği, Alexandria Ocasio-Cortez ve Bernie
Sanders’ın savunuculuğunu yaptığı Yeşil Yeni Mutabakat, bu hususların üzerini
örtüyor. Bu insanların kullandığı dil, 1993’te dünyadaki 182 örgüt tarafından
kurulan, aile çiftçiliği temelli sürdürülebilir tarımı savunan La Via Campesina
[“Köylülerin Yolu”] isimli hareketin, su altında kalma tehlikesiyle karşı
karşıya olan ada ülkelerinin, BM üyesi gelişmekte olan 77 ülkenin meydana
getirdiği G-77’inin ve 2010’da Halkın Cochabamba Anlaşması’nı hazırlayan ve güney
ülkelerini merkeze koyan iklim hareketinin taleplerinin işitilmesine mani oluyor
(Ajl, 2021a). Bu tür hareketler ve örgütler, anlamlı bir antiemperyalist ekososyalizminin
ana unsurlarını meydana getiriyorlar.
Nereye Gidiyoruz?
Antiemperyalist Ekososyalizmin İmkânları ve Nüfusun Sonu
Nüfus meselesini
merkeze koyan bir tür liberal çevreciliğin savunucusu olarak Partha Dasgupta,
nüfusu çevreyle alakalı her türden eylemin odağına yerleştiriyor. Bunu yaparak,
Dasgupta, çevresel yıkıma yol açan toplumsal ilişkilerin üzerini örtüyor.
Sömürgeci/emperyalist
kapitalizm, dün olduğu gibi bugün de söz konusu yıkımın merkezinde duruyor. O,
toplumları insanî olmayan bir yaklaşım üzerinden, aşırı nüfuslu/az nüfuslu diye
tefrik ediyor, ölçüm tekniklerini geliştirmek suretiyle belirli müdahalelerde
bulunuyor, öte yandan, kadın bedenini devletin nüfus kontrolüne yönelik
çalışmalarında başvurulan bir alete indirgiyor.
Kapitalizm,
ekolojik açıdan eşitsiz mübadeleyi esas alıyor. Bu mübadele, yoksul güneyin
gerekli değeri görmeyen emeğini ve emtiasını sömüren zengin kuzeyin semirmesi
ile neticeleniyor. Söz konusu teori, tarihsel bir sistem olarak kapitalizmin
eşitsiz gelişiminden kaynaklanan toplumsal-ekolojik tahribatı açıklığa
kavuşturuyor.
Ekolojik açıdan eşitsiz
mübadele teorisi, aynı zamanda ekoloji, fizikî altyapı ve yeniden üretim için
gerekli, toplumsal cinsiyete göre şekillenmiş toplumsal koşulları içeren
yeniden üretim meselelerinin dünya ölçeğinde gerçekleşen birikimin parçası
olduğunu söylüyor. Sömürgecilik karşıtı feministler ve politik ekolojistler,
uzun zamandır bu türden bir konumu savunuyorlar (Federici, 2004; Mass, 1976;
Salleh, 2017; Vergès, 2020).
Bize göre,
ekolojik açıdan eşitsiz mübadele teorisi, sömürgeci kapitalist sömürüden ve
ekolojik tahribattan kurtulma imkânlarını, aynı zamanda antiemperyalist
ekososyalizme dair imkânları ortaya koyuyor.
Bu yaklaşım
uyarınca, basit bir dille ifade edecek olursak, gezegen, ancak dünya ölçeğinde
eşit mübadeleyi mümkün kılmak suretiyle düzelebilir. Güneyin temin ettiği ucuz
kaynaklarla beslenen aşırı tüketim meselesi, bu sayede çözüme kavuşturulabilir.
Bu yaklaşım devamında bizi, geçmişte emperyalistlerin müdahaleleriyle ezilmiş
olan üçüncü dünyacı projelerin asli endişeleriyle ilgilenmeye itiyor. Ekolojik
açıdan eşitsiz mübadeleden kurtulmak için periferideki belirli bir
uzamsal-toplumsal birimde faaliyet içine girilmesi gerekiyor ki bu da ulus
meselesini gündeme getiriyor ve bizi Amilcar Cabral’ın bahsini ettiği, üretici
güçler üzerindeki egemenlik ve halk kontrolü meselesine eğilmemizi gerekli
kılıyor. (Cabral, 1979).
Ekososyalizmin
belirli bağları kopartması gerekiyor. Bu anlamda, hangi üretim süreçlerinin
ekoloji ve halkın çıkarına göre belirlenmiş emek değerini temel alarak
yürütüleceğine kolektif olarak karar vermek gerekiyor (Ajl, 2021b).
Cocoyoc Deklarasyonu’nun
önerilerine kulak vermesi gereken (1974: s. 5) bu tür bir sistem, kendi
gelişimi konusunda elindeki doğal kaynaklardan mahrum kalmasına neden olan
sömürü pratiklerini ortan kaldırmak, böylece “ulusun kendine güvenini artırma”
amacını güden uygulamaları devreye sokmak zorunda. “Çevre düzleminde böylesi
bir sistem, teknolojiyi yeniden ele alacak, bu bağlamda, doğayı tahrip eden
teknolojiler, yerini temiz ve az atık bırakan teknolojilere bırakacak, öte
yandan, eldeki işgücü doğal kaynakların korunmasını, çevrenin
zenginleştirilmesini, aynı zamanda temel ihtiyaçları karşılayan ürünlere
yoğunlaşan yerli sanayi kapasitesinin güçlendirilmesini amaçlayan programları
uygulayacak” (Cocoyoc Deklarasyonu, 1974: s. 8).
Özetle, sadece
kendisine güvenen, toplumsal açıdan başka unsurlara bağımlı bir ekonomik sistem
için sunulan bu önerilerde amaç, temel ihtiyaçların karşılanması ve doğanın
korunmasıdır. Burada söz konusu olan otarşi, iktisadî yeterlik meselesi
değildir. Öne çıkartılan ana husus, uluslararası sistemle ilişkilerin ulusun ve
halkın kontrolüne teslim edilmesidir.
Böylesi bir amaç
doğrultusunda alınacak tedbirler, itirazlarla yüzleşecek, üretici kartelleri fiyatları
belirlediği için bu adımlar kabul görmeyecektir. İtirazın bir sebebi de
kullanım değerlerinin takas edilmesi, eşit mübadelenin isteniyor olması,
belirli ucuz ürünlerin üretilmesinin reddedilmesidir (Yaffe, 2009: s. 173).
Ulusal kurtuluş meselesini
merkeze koymak, bir yandan da kendi iç çelişkilerini ve kusurlarını dikkate
almayı gerekli kılıyor (Fanon, 1985 [1961]). Bu noktada sömürgecilik karşıtı
milliyetçi projelerin de güney ülkeleri arasındaki işbirliğinin ve birliğin ötesine
uzanabileceğini, ulus-devletin dışlayıcı ve sınırlı yapısını aşabileceğini anımsamak
gerekiyor (örneğin bkz.: Getachew, 2019; Salem, 2020).
Ulusal kurtuluş
meselesini merkeze koyduğumuzda, dördüncü dünya meselesiyle de yüzleşiriz. Bu da
bizi ulusal kalkınma projelerinde dikkate alınmayan ve feda edilen Batı Papualılar
türünden yerli halkları dikkate almamızı gerekli kılar (bkz.: Hernawan, 2016).
Ulus sorunu, bir
yandan da bizi çoğunluğu teşkil eden toplulukların yerlilerle ve ülke içerisinde
alt ırk görülen ötekilerle yaşadığı egemenlikle ilgili çatışmalara, aynı
zamanda patriarkanın hâkim olduğu devletlerde üreme adaleti talepleri yanında
kadın hakları ve kadınların çıkarları konusunda yaşanan gerilimlere eğilmemize
neden olur (Örneğin bkz.: Wilson, 2018; Wilson vd., 2018).
Bu tür teorik
çalışmalar bizi, ekolojik açıdan eşitsiz mübadeleye son verecek projeleri
dayatan toplumsal failler meselesine eğilmemizi sağlar. Çevreyle ilgili çelişkilerin
dağılımı ile ilgili kapsamlı çalışmalar, bugün bize çevre adaleti
hareketlerinin, bilhassa yerli ve köylü hareketlerinin çevre ve merkez
ülkelerde sürekli toprak hakları, su hakları, temiz hava hakları ve
sürdürülebilir ekolojinin korunması için mücadele etmelerine neden olduğunu
söylemektedirler (Estes, 2019; Parasram ve Tilley, 2018).
Mekânsal açıdan
sınırlandırılmış alanlarda değer kanununun işlemesine karşı çıkan bu hareketler,
fiiliyatta varolan antiemperyalist ekososyalizmin toplumsal özneleridirler. Ziraiekoloji
ve gıda güvenliği de bu tür bir mücadele tarif etmektedir. Çevre ülkelerde gıda
güvenliği, değerin ülke dışına akışını durdurma ile ilgili bir meseledir, çünkü
bu değer akışlarında, merkez ülkelerde yetiştirilemeyen tropikal tarım ürünleri
mübadele edilmektedir (Ajl, 2018, 2019). Tahıllar ithal edilmekte, bu da değerin
dışarı akmasına neden olmaktadır (Friedmann, 1990).
La Via Campesina hareketi türünden
yapılarda örgütlenen küçük toprak sahibi ekolojik ürün üreticileri, kapitalist
tarım ve sanayileşmiş zirai işletmeler üzerinden işleyen sömürü ve mülksüzleştirme
sürecine karşı harekete geçmektedirler. Bu süreç ise köylülerin malını gasp
etmeyi amaçlayan kredilerle, tarımın belirli bölgelere yoğunlaştırılmasıyla, girdilere
yönelik bağımlılığın artırılmasıyla veya ihracatın ucuz tek tip ürüne odaklı
hâle getirilmesiyle birlikte işletilmektedir. Bunun yerine La Via Campesina
(2018: s. 27) “Köylü Ziraiekolojisi”ni gündeme getirmektedir. Harekete göre bu
yaklaşım, iklim adaletinin tesisi için atılacak ilk ve en önemli adımdır.
Ayrıca bu
bağlamda, sömürgecilikten kopulduğu her tarihsel deneyimde merkezî bir unsur
olan, toprağın yeniden dağıtıldığı reformlara da ihtiyaç vardır. Ekolojik
açıdan eşitsiz mübadele kaynakların çekilmesi ile birlikte işleyen bir süreç
olduğu için, örneğin El Salvador’da topluluklar kaynakların başka ülkeye
aktarılmasına karşı çıkıp, ülkedeki altın madenini kapatmışlardır. Bu anlamda,
kaynakların, madenlerin kuzeye aktarılması, bunların değersizleştirilmesi
sürecine son vermek için üretim süreçlerinin kontrol altına alınmasını ve güney
ülkeleri arasında ilişkiler kurulmasını sağlayacak ulusal bir politikaya ihtiyaç
vardır. Söz konusu eşitsiz mübadele, ancak bu yolla sonlandırılır.
Biz, bu makalede
tartışmamızı önemli ölçüde çevre ve yarı çevre ülkelerle sınırlı tuttuk, bunun
sebebi, ekososyalizmin merkez ülkelerde gerekli toplumsal faillerden mahrum
olması değil. Öncelikle uzun zamandır varolan, toplumsal yeniden üretim ile
ilgili endişeler, merkez ülkelerde birçok insanın ekososyalizm alanına yönelmesine
neden olmaktadır. Fakat bu yönelim, toplumsal-ekolojik çelişkileri kaynakların
artırılması yoluyla çevre ülkelere tekrar taşınmasını sağlama, toprak alımları
ve piyasa ya da devlet üzerinden çevre ülkelere ait fizikî üretim araçlarına
sahip olmayı esas alan bir anlayışı temel almamaktadır.
Bu mesele, bizim başta
yürüttüğümüz Malthusçu nüfusçuluk ve beyaz üstünlükçülüğü ile ilgili
tartışmayla ilgilidir. Bu iki yaklaşım, üretimin eşitsiz bir biçimde mülk
edinilmesi sürecini meşrulaştırmak için vardır. İhracat için ucuz biyoyakıt ve
ucuz palm yağı üretimi kimseye bir şey kazandırmaz. Merkeze imalat ve sanayi
açısından yakınlaşabilmek için girdilere ihtiyaç vardır (La Via Campesina,
2010).
Bu açıdan merkez
ülkelerde ekososyalizm, çevre ülkelerin ulusal egemenliğine ve yerli halkların
egemenliğine ve ulusal kurtuluş isteğine saygı duymak zorundadır. Bu anlamda
ekososyalizm, antiemperyalist olmalıdır.
Sonuç
Fanon, “Avrupa, kelimenin
tam anlamıyla üçüncü dünya tarafından yeniden imal edildi” (1985 [1961]: s. 81)
derken, esasen güneyden kuzeye doğru işleyen, çalınan veya büyük ölçüde
değersizleştirilen malzemelerin ve emeğin aktarıldığı sömürgecilik faaliyetlerini
kastediyordu.
Biz, burada bu
yaklaşımı derinleştirmek adına, ekolojik açıdan eşitsiz mübadele teorisini ele
aldık ve buradan, dünyanın zengin kuzey ülkelerinde ekolojik düzlemde felâkete
yol açan ucuz tüketim mallarını mümkün kılan, öte yandan bu ülkelerin müşterek
atmosferi kendine kapatmasına, mülk edinmesine neden olan dünya ekonomisinin yapısal
temelini ortaya koymaya çalıştık.
Sömürgecilik
döneminden beri ucuz enerji, biyofiziksel malzemeler ve alt ırk hâline getirilmiş
işgücünün ürettiği ürünler, kuzeye akmasaydı, bugün gezegeni boğan ve kuzeyde
icra edilen faaliyetler, asla mümkün olamazdı.
Ekolojik açıdan
eşitsiz mübadele, aynı zamanda güneydeki madenlerde, plantasyonlarda ve
fabrikalarda çalışacak işgücü ihtiyacı uyarınca alt ırk görülen “nüfus”un
yönetilmesi, yeniden üretilmesi, göç ettirilmesi ve kısıtlanması ile ilgili olarak
sömürgecilik sonrası dönemde ortaya konulan çabalara da tabi olan bir süreçtir.
Sömürgeci ideologların nüfusun yönetilmesi ile, bilhassa deri rengine göre
oluşturulmuş ırkî güç dengesini sürekli kılmayla ilgili olarak dile
getirdikleri endişeler, bugüne dek varlığını sürdürmüş, süreç içerisinde, beyaz
milliyetçisi ve ekofaşist hareketlerde karşılık bulmuş ve yeni bir biçim
altında yeniden gün ışığına çıkmıştır.
Aşırı sağcı ve
liberal söylem arasında her zaman belirli bir geçirgenlik söz konusudur. Yirminci
yüzyılın ortalarında ortaya çıkan Çevre Çalışmaları içerisinde öne çıkan Garett
Hardin gibi beyaz milliyetçisi isimler, öncelikli gördükleri hususları aklayıp
pakladıktan sonra hâkim teoriye yedirmeyi bilmişlerdir. Bu insanların nüfusla
çevreyi kaynaştırma girişimleri geriye, iyice çoraklaşmış bir saha
bırakmışlardır. Dasgupta türünden müesses nizama hizmet eden liberaller, işte
tam da bu sahada karbon ayak izi çok çok düşük olan alt ırka mensup kadınların
toplumsal düzenlerine üreme düzleminde müdahale etmeyi geçerli ve faydalı bir
eylem olarak satabilmektedirler.
Biz burada ister
ekofaşist, ister liberal isterse sosyalist mahfillerde dillendiriliyor olsun,
her türden nüfusçuluğu yekten redde tabi tutulması gerektiğini söylüyoruz. Geçmişte
ve bugün başvurulan, baskıcı ve tehlikeli biçimler alan kısırlaştırma
çalışmaları, bize bu tür söylemlerin beyaz olmayan yoksul kadınlara şiddet
uygulanmasına neden olduğunu göstermektedir.
Biz bu yaklaşım
yerine, hem çevreye zarar veren hem de üreme adaletsizliğine sebep olan,
kaynakların çekilip başka ülkelere aktarıldığı mevcut sistem olarak eşitsiz
mübadele meselesinin dürüstlükle ele alınması gerektiğini söyleyen başka bir
yaklaşımı öneriyoruz.
Ekolojiyi ve
toplumu tamir ve ıslah edecek süreç, ancak dünya ölçeğinde eşit mübadeleyi esas
alan antiemperyalist proje ile mümkündür. Değeri düşürülmüş kaynakların
güneyden kuzeye akışına ve bu kaynakların mümkün kıldığı, doğayı kirleten
faaliyetlerdeki aşırılıklara ancak bu proje son verebilir.
Anlamlı bir antiemperyalizmse,
kuzey ve güney genelinde alt ırk görülen, yerli halklara mensup kadınların ve
topluluklarının toplumsal ve maddi egemenliğini kapsamak zorundadır. Bu noktada
çevre adına beyaz olmayan kadınların bedensel özgürlüklerine ve toplumsal
yapılarına yönelik müdahaleler sert bir dille reddedilmelidir.
Bu fikri
pekiştirmek adına, son olarak şunu söylüyoruz: antiemperyalist bir ekososyalizm,
üreme adaleti hareketlerinin savunduğu öğretilerle uyumlu olmalı, öte yandan
hem içe sızan liberal öjenizme hem de son yıllarda hâlen daha canlı olduğunu
ispatlamış olan ve perde gerisinde gizli gizli güçlenen ekofaşizme karşı direnç
geliştirmelidir.
Lisa
Tilley
Max Ajl
12 Ağustos 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] “Merkez” kelimesini birinci dünya ve küresel kuzey, “Çevre” kelimesini ise
üçüncü dünya ve küresel güney anlamında kullanıyoruz.
[2] Alıntılar,
Christchurch katilinin yayınlanmamış manifestosundan.
[3] Malthusçu
nüfusçuluk, yoksulların fazla üremesinin zenginlere kaynaklara erişimini
tehlikeye attığını söylüyor. Öjeni, “istenilen” özelliklere sahip kişilerin
üremesini teşvik etmek suretiyle, “ırksal birikimi iyileştirmeyi, bu amaçla, kalıtım
süreçlerini yönetmeyi anlatıyor. Ekonomik nüfusçuluk, ulus ölçeğinde ekonomik
büyüme sürecine destek sunmak amacıyla hedefe konulan nüfusların farklı şekilde
yönetilmesiyle ilgili bir mesele (bkz.: Murphy, 2017; Wilson, 2017, 2018). Birbirine
karşıymış gibi görünen, birbirinden farklı bu projeler, çoğunlukla bir arada
ele alınıyorlar ve bugün nüfusçuluk içerisinde iç içe geçiyorlar. Bu teori
içerisinde ilgili projeler arasındaki ayrım çizgileri silikleşiyor.
[4] Burada şu
önemli notu aktarmak gerekiyor: nüfus konusunda alarm zillerini çalan yaklaşımı
öne çıkartan politik müdahalelerin çevrecilik yazınına taşındığı süreç sadece
Hardin ile ilgili bir mesele değil. onu aşan bu süreç, Paul Ehrlich’in Nüfus
Bombası kitabını ve Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları” isimli raporu gibi çalışmaları
da içeriyor. Bu türden etkili olan nüfusçu müdahaleler, günümüzde çevreciliğin içinde
yer alan farklı ama bazen çakışan akımları etkiliyorlar. Betsy Hartmann’ın kitabı
bu türden tarihsel bağları ve müdahaleleri ele alıyor (Örneğin: Hartmann,
1995).
[5] Öjenizmin
liberal ekonominin öncelikleri ve savunduğu yapılar üzerindeki etkilerine dair
kapsamlı bir çalışma için Singerman’ın kitabına bakılabilir (Singerman, 2016). Bu
kitap, çevre çalışmalardaki öjenist nüfusçuluğun teoriye aktarılmasını sağladı.
Kitapla ilgili tartışmanın bu makalenin sınırlarını aştığını söylememiz gerek.
[6] Kapitalizmin
farklı dönemleri arasındaki sürekliliklerin izini sürmek isteyenler, şu çalışmaya
bakabilirler: Patnaik ve Patnaik (2016: s. 195–196).
[7] Çin ve
merkezî planlama üzerine kurulu ekonomilere sahip diğer ülkeler bu kapsamda ele
alınıyorlar (Amin, 1983; Eisenman, 2018; Sharma, 2017).
Kaynakça:
Ajl M (2018) “Delinking, food sovereignty, and populist agronomy: Notes on an
intellectual history of the peasant path in the global South.” Review of
African Political Economy 45(155): s. 64–84.
Ajl M (2019) “Auto-centered development and
indigenous technics: Slaheddine el-Amami and Tunisian delinking. The Journal
of Peasant Studies 46(6): s. 1240–1263.
Ajl M (2021a) A People’s Green New Deal.
Londra: Pluto Press.
Ajl M (2021b) “The hidden legacy of Samir
Amin: Delinking’s ecological foundation. Review of African Political Economy
48(167): s. 82–101.
Amin S (1974) Accumulation on a World
Scale: A Critique of the Theory of Underdevelopment. New York: Monthly
Review Press.
Amin S (1977) Unequal Development: An Essay
on the Social Formations of Peripheral Capitalism. New York: Monthly Review
Press.
Amin S (1983) The Future of Maoism. New
York: Monthly Review Press.
Amin S (1989) Eurocentrism. New York:
NYU Press.
Anderson K (2005) Tending the Wild: Native
American Knowledge and the Management of California’s Natural Resources.
Oakland, CA: University of California Press.
Araghi FA (1995) Global depeasantization,
1945–1990. The Sociological Quarterly 36(2): s. 337–368.
Bagchi AK (2008) Perilous Passage: Mankind
and the Global Ascendancy of Capital. Washington, DC: Rowman &
Littlefield.
Bendix D (2016) “From fighting underpopulation
to curbing population growth: Tracing colonial power in German development
interventions in Tanzania”. Postcolonial Studies 19(1): s. 53–70.
Bhatia R (2004) “Green or brown? White
nativist environmental movements. In: Ferber AL (ed.) Home-grown Hate:
Gender and Organized Racism. Abingdon: Routledge, s. 205–225.
Borgstrom G (1974) “The food-population
dilemma”. Science and Public Policy 1(12): s. 406–412.
Bunker SG (1988) Underdeveloping the
Amazon: Extraction, Unequal Exchange, and the Failure of the Modern State. Şikago,
IL: University of Chicago Press.
Cabral A (1979) Unity and Struggle:
Speeches and Writings of Amilcar Cabral. New York: NYU Press.
Carranza Ko ÑP (2020) “Making the case for
genocide, the forced sterilization of indigenous peoples of Peru. Genocide
Studies and Prevention: An International Journal 14(2): s. 90–103.
Clarke E (2021) “Indigenous women and the risk
of reproductive healthcare: Forced sterilization, genocide, and contemporary
population control”. Journal of Human Rights and Social Work 6(1): s. 144–147.
Cocoyoc Deklarasyonu (1974) Declaration by
UNCTAD/UNEP expert seminar. Cocoyoc, Mexico, UN General Assembly. Development
Dialogue 2: s. 88–96.
Cope Z (2019) The Wealth of (Some) Nations:
Imperialism and the Mechanics of Value Transfer. Londra: Pluto Press.
Cronon W ve Demos J (2003) Changes in the
Land: Indians, Colonists, and the Ecology of New England. New York: Hill
and Wang.
Dasgupta P (2021a) The Economics of
Biodiversity: The Dasgupta Review. London: HM Treasury.
Dasgupta P (2021b) The Economics of
Biodiversity: The Dasgupta Review Headline Messages. Londra: HM Treasury.
Du Bois WEB (2008 [1903]) The Souls of
Black Folk. Oxford: Oxford University Press.
Dunbar-Ortiz R (2014) An Indigenous
Peoples’ History of the United States. Boston, MA: Beacon Press.
Eisenman J (2018) Red China’s Green
Revolution: Technological Innovation, Institutional Change, and Economic
Development Under the Commune. New York: Columbia University Press.
Emmanuel A (1972) Unequal Exchange. New
York: Monthly Review Press.
Estes N (2019) Our History Is the Future:
Standing Rock Versus the Dakota Access Pipeline, and the Long Tradition of
Indigenous Resistance. London: Verso Books.
Fanon F (1985 [1961]) The Wretched of the
Earth. London: Penguin.
Federici S (2004) Caliban and the Witch.
New York: Autonomedia.
Forchtener (2019) “Eco-fascism: Justifications
of terrorist violence in the Christchurch mosque shooting and the El Paso
shooting.” Open Democracy. OD.
Frame M (2019) “The role of the semi-periphery
in ecologically unequal exchange: A case study of land investments in Cambodia”
Yayına Hazırlayanlar: Frey RS, Gellert PK ve Dahms HF Ecologically Unequal
Exchange: Environmental Injustice in Comparative and Historical
Perspective içinde. New York: Springer International Publishing, s. 75–106.
Frey RS, Gellert PK ve Dahms HF (2019) “Introduction:
Ecologically unequal exchange in comparative and historical perspective”.Frey
RS, Gellert PK ve Dahms HF Ecologically Unequal Exchange: Environmental
Injustice in Comparative and Historical Perspective içinde. New York:
Springer International Publishing, s. 1–10.
Friedmann H (1990) “Family wheat farms and
third world diets: A paradoxical relationship between unwaged and waged labor”.
Yayına Hazırlayanlar: Collins JL, Giminez M ve Gimenez ME Work Without
Wages: Comparative Studies of Domestic Labour and Self-Employment
içinde. New York: SUNY Press, s. 193–213.
Gadgil M ve Guha R (1993) This Fissured Land:
An Ecological History of India. Oakland, CA: University of California
Press.
Georgescu-Roegen N (1971) The Entropy Law
and the Economic Process. Cambridge, MA: Harvard University Press.
Getachew A (2019) Worldmaking after Empire:
The Rise and Fall of Self-determination. Princeton, NJ: Princeton
University Press.
Gill BS (2021) “A world in reverse: The
political ecology of racial capitalism. Politics. Epub ahead of print 12
Mart. Sage.
Greene RW (2019) Malthusian Worlds: US
Leadership and the Governing of the Population Crisis. Abingdon: Routledge.
Haberl H, Krausmann F ve Gingrich S (2006) “Ecological
embeddedness of the economy: A socioecological perspective on humanity’s
economic activities 1700-2000”. Economic and Political Weekly 41(47): s.
4896–4904.
Hartmann B (1995) Reproductive Rights and
Wrongs: The Global Politics of Population Control. Boston, MA: South End
Press.
Hernawan B (2016) “Papua and Bandung: A
contest between decolonial and postcolonial questions”. Yayına Hazırlayanlar: Pham
Q ve Shilliam R (eds) Meanings of Bandung: Postcolonial Orders and
Decolonial Visions içinde. Washington, DC: Rowman & Littlefield, s. 175–184.
Hornborg A (2009) “Zero-sum world: Challenges
in conceptualizing environmental load displacement and ecologically unequal
exchange in the world-system”. International Journal of Comparative
Sociology 50(3–4): s. 237–262.
IPCC (2018) Global Warming of 1.5°C: An
IPCC Special Report on the Impacts of Global Warming of 1.5°C Above
Pre-industrial Levels. ipcc.
IPCC (2019) Climate Change and Land: An
IPCC Special Report on Climate Change, Desertification, Land Degradation,
Sustainable Land Management, Food Security, and Greenhouse Gas Fluxes in
Terrestrial Ecosystems. ipcc.
Ittmann K (2013) A Problem of Great
Importance. Oakland, CA: University of California Press.
De Janvry A (1981) The Agrarian Question
and Reformism in Latin America. Baltimore, MD: Johns Hopkins University
Press.
Jha P, Yeros P ve Chambati W (2020) Rethinking
the Social Sciences with Sam Moyo. New Delhi, India: Tulika Books.
Jorgenson AA ve Rice J (2005) “Structural dynamics
of international trade and material consumption: A cross-national study of the
ecological footprints of less-developed countries”. Journal of World-Systems
Research 11(1): s. 57–77.
Kalantzakos S (2018) China and the
Geopolitics of Rare Earths. Oxford: Oxford University Press.
Klinger JM (2018) Rare Earth Frontiers:
From Terrestrial Subsoils to Lunar Landscapes. New York: Cornell University
Press.
La Via Campesina (2010) Industrial
Agrofuels: Fuel Hunger and Poverty. Via.
La Via Campesina (2018) Peasant Agroecology
Achieves Climate Justice. Available at: Via.
McMichael P ve Weber H (2020) Development
and Social Change. Thousand Oaks, CA: SAGE Publishing.
Martinez- Alier J (2012) “Environmental
justice and economic degrowth: An alliance between two movements”. Capitalism
Nature Socialism 23(1): s. 51–73.
Mass B (1976) Population Target: The
Political Economy of Population Control in Latin America. Brampton, ON,
Canada: Charter Publishing Co.
Merchant C (1989) Ecological Revolutions:
Nature, Gender, and Science in New England. Chapel Hill, NC: The University
of North Carolina Press.
Mildenberger M (2019) “The tragedy of the
tragedy of the commons”. Scientific American. SA.
Murphy M (2017) The Economization of Life.
Durham, NC: Duke University Press.
Oakes J (2016) Garrett Hardin’s tragic sense
of life. Endeavour 40(4): s. 238–247.
Parasram A ve Tilley L (2018) “Global
environmental harm, internal frontiers and indigenous protective ontologies.”
Yayına Hazırlayanlar: Rutazibwa OU ve Shilliam R Routledge Handbook of
Postcolonial Politics. Abingdon: Routledge, s. 302–317.
Patnaik U (2003) “Global capitalism, deflation
and agrarian crisis in developing countries.” Journal of Agrarian Change 3(1–2):
s. 33–66.
Patnaik U (2007) The Republic of Hunger and
Other Essays. Monmouth: Merlin Press.
Patnaik U (2018) “Profit inflation, Keynes and
the holocaust in Bengal, 1943–44”. Economic and Political Weekly 53(42):
s. 33.
Patnaik U ve Patnaik P (2016) A Theory of
Imperialism. New York: Columbia University Press.
Ritchie H (2018) “Global inequalities in CO2 emissions”.
Our World in Data. World.
Roberts JT ve Parks B (2006) A Climate of
Injustice: Global Inequality, North-south Politics, and Climate Policy.
Cambridge, MA: MIT Press.
Roberts JT ve Parks BC (2009) “Ecologically
unequal exchange, ecological debt, and climate justice: The history and
implications of three related ideas for a new social movement”. International
Journal of Comparative Sociology 50(3–4): s. 385–409.
Ross L ve SisterSong (2009) “What is
reproductive justice?” Yayına Hazırlayanlar: Ross L ve SisterSong Reproductive Justice Briefing Book: A
Primer on Reproductive Justice and Social Change içinde. rhedi.
Salem S (2020) Anticolonial Afterlives in
Egypt: The Politics of Hegemony. Cambridge: Cambridge University Press.
Salleh A (2017) Ecofeminism as Politics:
Nature, Marx and the Postmodern. London: Zed Books Ltd.
Sharife K (2011) “Colonizing Africa’s
atmospheric commons”. Capitalism Nature Socialism 22(4): s. 74–92.
Sharma D (2017) Techno-Politics, Agrarian
Work and Resistance in Post-green Revolution Punjab India. Doktora Tezi,
Cornell University.
Singerman DR (2016) “Keynesian eugenics and
the goodness of the world”. Journal of British Studies 55(3): s. 538–565.
SPLC (n.d.) Garrett Hardin. Southern
Poverty Law Centre. Spl.
TallBear K (2018) “Making love and relations
beyond settler sex and family”. Yayına Hazırlayanlar: Clarke AE ve Haraway D Making
Kin Not Population içinde, Şikago, IL: University of Chicago Press, s. 145–164.
Tilley L (2020) “‘A strange industrial order’
Indonesia’s racialized plantation ecologies and anticolonial estate worker
rebellions”. History of the Present 10(1): s. 67–83.
Tilley L (2021) “Extractive investibility in
historical colonial perspective: The emerging market and its antecedents in
Indonesia”. Review of International Political Economy 28(5): s. 1099–1118.
Turner J ve Bailey D (2021) “‘Ecobordering’:
Casting immigration control as environmental protection”.
Environmental Politics. Epub versiyonu
29 Nisan’da yayınlandı. Tandfonline.
Vandermeer J, Smith G, Perfecto I, Quintero E,
Bezner-Kerr R, Griffith D, vd. (2009) Effects of Industrial Agriculture on
Global Warming and the Potential of Small-scale Agroecological Techniques to Reverse
Those Effects. New World Agriculture and Ecology Group. Via.
Vergès F (2020) The Wombs of Women: Race,
Capital, Feminism. Durham, NC: Duke University Press.
Warlenius R (2018) “Decolonizing the
atmosphere: The climate justice movement on climate debt. The Journal of
Environment & Development 27(2): s. 131–155.
Wilson K (2017) “In the name of reproductive
rights: Race, neoliberalism and the embodied violence of population policies. New
Formations 91(91): s. 50–68.
Wilson K (2018) “For reproductive justice in
an era of gates and Modi: The violence of India’s population policies. Feminist
Review 119(1): s. 89–105.
Wilson K, Loh JU ve Purewal N (2018) “Gender,
violence and the neoliberal state in India”. Feminist Review 119(1): s. 1–6.
World Bank (2019) Fertility Rate, Total
(Births Per Woman). WB.
Yaffe H (2009) Che Guevara: The Economics
of Revolution. New York: Springer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder