Emperyalizm
Ardından İmparatorluk Aşamasına mı Geçildi
Yoksa
Emperyalizmin Alanı Yeniden mi Genişledi?
Michael
Hardt ve Antonio Negri, mevcut küresel sistemi “imparatorluk” olarak
adlandırmayı tercih ediyor.[1] Bu terimi seçmelerindeki amaç, “imparatorluğun” temel
kurucu özelliklerini “emperyalizm”i tanımlayan özelliklerden ayırmak. Bu
tanımda emperyalizm, dar politik boyutuna, yani bir devletin biçimsel
iktidarını kendi sınırlarının dışına doğru genişletmesine indirgenmiş,
böylelikle de emperyalizm, sömürgecilikle karıştırılmıştır. Demek ki artık ne
sömürgecilik var ne de emperyalizm.
Bu
içi boş önerme, Avrupa devletlerinden farklı olarak ABD’nin asla kendi çıkarı
için bir sömürge yaratmaya girişmediği ve dolayısıyla (tam da bugün Bush’un
dediği gibi) onun geçmişte de bugün de “emperyalist olmadığı” yönünde Amerika
tarafından yaygın olarak dillendirilen ideolojik söyleme başvuruyor.
Tarihsel
materyalizm geleneği ise sermaye birikimi sürecinin, özellikle hâkim olan
unsurlarının baskın olduğu sürecin koşullarını ortaya çıkarmaya odaklanan, çok
farklı bir modern dünya analizi öneriyor. Dünyaya teşmil edildiği vakit bu
analiz, zenginlik ve iktidar sahasında kutuplaşmaya sebep olan ve emperyalizmin
politik ekonomisini inşa eden mekanizmaları keşfetmeyi mümkün kılıyor.
Hardt
ve Negri, bu çerçevede yapılmış tüm analizleri, sadece Marksistlerinkini değil,
diğer politik ekonomi ekollerininkini de ısrarla görmezden geliyor. Onun yerine,
Maurice Duverger’deki legalizmi veya Anglosakson dünyasına hâkim olan kaba
siyaset bilimini kabul ediyor. Böylelikle “emperyalizm”, zaman-mekân sınırlarını
aşarak, Roma, Osmanlı, sömürgelerdeki İngiltere ve Fransa,
Avusturya-Macaristan, Rus ve Sovyet gibi muhtelif “imparatorluk”ların ortak
özelliği hâline geliyor. Tüm bu imparatorlukların kaçınılmaz çöküşü, “benzer
sebeplere” dayandırılıyor. Oysa bu, ciddi bir tarih okumasından ziyade,
yüzeysel gazeteciliğe çok daha yakın bir konum. Bu anlamda Hardt ve Negri,
(Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası ortaya çıkan) modaya teslim oluyor.
Kapitalizmin
ve dünya sisteminin son yirmi yıllık evrim süreci içerisinde her alanda niteliksel
dönüşümlerden geçtiğine hiç şüphe yok. Ama “bilimsel ve teknolojik” devrimin
kendiliğinden, bugüne kadar “ulusal çıkarların” savunulmasına yönelik olanı “aşacak”
ekonomik ve politik dünya yönetim biçimleri doğuracağını ve dahası, bu evrimin “olumlu”
olacağını ileri süren egemen söylemin altına imza atmak başka bir şey. Bu akıl
yürütme pratiği, ciddi basitleştirmeler temelinde ilerliyor.
Sermayenin
egemen kesimleri, hakikaten ulus ötesi dünya kapitalizmi mekânında faaliyet gösterirler;
ama bu kesimlerin kontrolü, hâlâ son derece “ulusal” (yani ABD veya Büyük
Britanya veya Almanya' da, ayrıca henüz bu seviyede varolma imkânı bulamamış
olan Avrupa’da konuşlanmış) finans gruplarının elindedir. Dahası, sistemin
ekonomik yeniden üretimi, dün olduğu gibi bugün de, farklı türevlerini düzenleyen
paralel “politika” uygulamaları olmadan düşünülemez. “Devletsiz” bir kapitalist
ekonomi, liberalizmin ideolojik ve kof gevezelikleri dışında hiçbir yerde
yaşamamaktadır.
Henüz
bir ulus ötesi “dünya” devleti de doğmuş değil. Küreselleşmenin egemen söylemince
üstü örtülen asıl mesele, merkezî kapitalizmin egemen kesimlerinin küresel
birikim mantığı ile (“oligopoller”le) sistemin “politikasına” hükmedenler
arasındaki çelişkidir.
Hardt
ve Negri’nin kulağa hoş gelen “imparatorluk” terimiyle pazarlanan sistem,
egemen söylemin sunduğu naif küreselleşme görüşünden yola çıkıyor. Bu görüşte,
ulusötesileşme, artık emperyalizmi yıkmış, yerine merkezin hiçbir yerde ve her
yerde olduğu bir sistemi koymuştur. Emperyalist ilişkiyi tanımlayan merkez-çevre
karşıtlığı, artık “aşılmıştır”.
Hardt
ve Negri, burada “Üçüncü Dünya” içinde “varlıklı” bir “Birinci Dünya” ve Birinci
Dünya’da da yoksul bir “Üçüncü Dünya" var olduğuna göre, Birinci Dünya/Üçüncü
Dünya arasında karşıtlık kurmanın anlamsız olduğu yönündeki kaba söylemi
benimsiyor. Şüphesiz Hindistan’da fakirler ve zenginler var, tıpkı ABD’de
olduğu gibi, zira hâlâ dünya kapitalizmine entegre olmuş sınıflı toplumlarda
yaşıyoruz. Peki bu Hindistan ve ABD’deki toplumsal formasyonların aynı olduğu
anlamına mı gelir? Bazılarının dünyayı şekillendirmedeki aktif rolü ile tek yapabileceği
küresel sistemin gerekliliklerine “ayak uydurmak” olan diğerlerinin pasif rolü
arasındaki fark anlamsız mıdır?
Gerçekte
bugün bu farklılık, hiç olmadığı kadar önemlidir. Yakın tarihin ilk aşamasında
(1945-1980) emperyalist ülkelerle tahakküm altındakiler arasındaki iktidar
ilişkileri, çevre ülkelerin “kalkınma”sını gündeme alarak, bunların dünyanın dönüşümünde
aktif birer katılımcı olmalarına kapı aralayacak şekilde gelişti. Bugünse bu
ilişkiler, büyük ölçüde egemen sermayenin lehine değişmiştir. Kalkınma söylemi
piyasadan çekilerek, yerini “uyum” söylemine bırakmıştır. Başka bir deyişle,
bugün Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” olarak tanımladıkları dünya sistemi,
önceki sistemden daha az değil, daha fazla emperyalisttir!
Egemen
sermaye temsilcilerinin yazdıklarına bir göz atsalardı, Hardt ve Negri de bunun
farkına varabilirdi. Ne kadar şaşırtıcı görünse de, anlaşılan, böyle bir şey
yapmamışlar. Ancak ABD egemenlerinin tüm önde gelen kesimleri (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler)
diğer halkların zararına da olsa, müsrif hayat tarzlarını sürdürebilmek için
gezegenin doğal kaynakları üzerindeki hâkimiyeti tekellerine alma gayelerini,
başka bir büyük veya orta ölçekli gücün Washington’ın emirlerine direnç
gösterecek bir rakip hâline gelmesini önleme hedeflerini ve bu hedeflere
gezegeni askerî düzlemde kontrol altına alarak ulaşma planlarını hiç saklamıyorlar.
Hardt
ve Negri, “milliyetçilik” ve “komünizm” kat’i surette yenildiğine göre, küreselleşmiş
liberalizmin dönüşünün nesnel gelişmeyi meydana getirdiğini ileri süren güncel
söylemi kabulleniyor. Yazarlarımız, sistem içerisinde diyelim ki kimi
yetersizlikler var, bunların sistemle mücadele ederek değil, sistemin kendi
mantığı içerisinde düzeltilebilir oldukları kanaatinde. İşte bunun için Negri’nin
Atlantikçi Avrupa saflarına katılma ve onun Washington’a kölelik eden aşırı liberal
anayasa projesini destekleme çağrısında bulunma nedenlerini saptamak kolaydır.
Oysa
“milliyetçilik” ve “komünizm”in gerçek tarihi, liberal propagandanın bu konuda
söyledikleriyle zerre alakası bulunmayan bir tarihtir. Batılı sosyal
demokrasilerin inşa ettikleri refah devletinde, reel sosyalizm ülkelerinde, Üçüncü
Dünya’daki radikal milliyetçi-halkçı deneyimlerde otuz yıl boyunca
milliyetçilik ve komünizmden ilham alan toplumsal dönüşümler, sermayeyi kendi
egemenlik mantığından kaynaklanan toplumsal taleplere uymaya zorladı ve
emperyalizmin ihtirasına kolan vurdu. Bu dönüşümler muazzamdı ve eldeki projelerin
yeterince radikal olmamasından kaynaklı sınırlarına rağmen, büyük oranda olumlu
sonuçlara yol açtı. Yakın tarihin bir önceki aşamasında tanık olduğumuz bu
projelerin aşınması, ardından da çökmesi sayesinde sahneye yeniden (ama geçici
olarak) çıkma imkânı bulan liberalizm, “ileri bir adım” değil, esasen bir
çıkmaz sokaktır.
Günümüz
dünyası hakkında gerçek soruları formüle etmek, ancak Hardt ve Negri’nin
liberal söyleminden vazgeçmekle mümkün olur. Bu konularda, aralarında Hardt ve
Negri’nin görmezden geldiği, yeni bir tarihsel materyalizm dâhil, muhtelif perspektiften,
ciddi ve elbette farklı tezler üretilmiştir. Ben, burada bu konuda öne sürdüğüm
tezleri kaba hatlarıyla hatırlatmakla yetineceğim.
Geçmişte
emperyalizm, birden fazla emperyalist güç arasında kesintisiz yaşanan çatışma
olarak zuhur ediyordu. Oligopolcü sermayenin giderek merkezîleşmesi, bugün üç
büyük gücün (ABD, Avrupa ve Japonya’nın) “kolektif emperyalizm”ini doğurdu. Bu
anlamda, sermayenin egemen kesimlerinin ortak çıkarı, kârlarının bu yeni
emperyalist sistemle idare edilmesinde yatıyor. Ama sistemin birleşik politik yönetimi
de devletlerin çoğulluğuyla çatışıyor. Üçlü içindeki çelişkiler, egemen
oligopolcü sermayeler arasındaki çıkar farklılıklarıyla değil, devletlerin temsil
ettikleri çıkarlar arasındaki farklılıklarla ilişkili. Ben, bu çelişkiyi şu
şekilde ifade etmiştim: Ekonomi, emperyalist sistem içerisindeki ortakları
birleştirir, politika ise işin içindeki ulusları böler.
Çokluk
Demokrasi mi Teşkil Ediyor
Yoksa
Sermayenin Hegemonyasını Yeniden mi Üretiyor?
Kapitalizme
has bir ideoloji olarak liberalizm, bireyi en öne koyar. Aydınlanma dönemindeki
tarihsel oluşumu esnasında söz konusu bireyin, eğitimli ve mülk sahibi bir insan,
yani Akıl’ı rahatça kullanabilen bir burjuva olarak belirmesinin bir önemi
yoktur. Bu, yok edilmesi mümkün olmayan, özgürleştirici bir ilerlemeydi.
Kapitalizmi
aşan bir hareket olarak sosyalizm de geçmişe dönüş, bireyin olumsuzlanması olarak
düşünülemez. Kapitalizmin çektiği sınırlar içinde dahi burjuva demokrasisi,
eksik olmakla birlikte, “biçimsel” değil, oldukça gerçektir. Sosyalizm, ya
demokrat olacak ya da olmayacak. Ama bu cümleyi onu tamamlayacak, zorunlu
olarak ardı sıra eklenmesi gereken ifadeyle birlikte dile dökmek gerekiyor:
Artık kapitalizmi sorgulamadan, demokratik gelişme yaşanmayacak. Demokrasi ve toplumsal
ilerleme, birbirlerinden ayrıştırılamayacak hususlardır.
Geçmişin
tanık olduğu reel sosyalizmler, kesinlikle bu gerekliliğe önem vermediler ve
demokrasi olmadan da ya da kapitalizmdeki kadar az demokrasiyle de ilerleme
sağlayabileceklerini düşündüler. Ama şunu da eklemek gerek: bugün demokrasiyi
savunanlar da pek öyle demokrasi talep ediyor değiller. Bugün onlar, (bırakın kapitalizmin
ilkelerini sorgulamayı) gözle görülür bir toplumsal ilerleme olmadan da
demokrasinin mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Peki Hardt ve Negri’nin bu
liberal demokrasi denilen kategoriyi geride bıraktığını söyleyebilir miyiz?
Liberal
ideolojinin bireyci temeli, son tahlilde bireyi tarihin nesnesi olarak kabul
eder. Bu önerme, ne daha önceki (Aydınlanma’nın tanımına göre, bireyin farkında
olmayan) sistemler ne de hatta tarihin kapitalizm denilen bölümünde ortaya
çıkan gerçek özneler olarak sınıflar arasındaki çelişkiyi temel alan bir sistem
anlamında kapitalizmin tarihi için geçerlidir. Çünkü birey, ancak gelecekte,
ileri bir sosyalizmde tarihin öznesi olabilecektir.
Hardt
ve Negri, bu tarihî dönüm noktasına ulaştığımızı, sınıfların (milletler ve
halklarla birlikte) artık tarihin öznesi olmaktan çıktığını düşünüyor. Artık
birey, özne olmuştur (ya da olma yolundadır). Bu dönüm noktası, onların “çokluk”
dedikleri, “üretken ve yaratıcı öznelliklerin bütünlüğüyle” tanımlanan oluşuma
yol açar.
Peki,
bu dönüm noktası, nasıl ve niçin çıktı ortaya? Hardt ve Negri’nin metni, bu
meselelerde oldukça muğlak. “Bilişsel kapitalizm”den, “gayrimaddi üretim”den,
yeni “ağ” toplumundan ve “sınırsızlaşma”dan söz ediyor. Foucault’nun disiplin toplumundan
denetim toplumuna geçişle ilgili önermelerine atıfta bulunuyor. Son otuz yılda
söylenmiş iyi ya da kötü, bakış açısına göre basmakalıp, dolayısıyla münakaşa
götürmez ya da tartışmaya açık olan her şey, alınıp, geleceğe hazırlık niyetine,
bir kabın içine özensizce boca edilmiş.
Moda
görüşler içerisinden yapılan bir derleme, insanı hemen ikna etmez. Manuel
Castells’in “ağlaşmış toplum” ile ilgili tezleriyle, Jeremy Rifkin, Robert B.
Reich ve diğer Amerikalı yorumcuların fikirleriyle benzerlik o düzeyde ki
insan, şu soruyu sormadan edemiyor: Tüm bu fikir bulamacında yeni ve önemli
olan ne var?
Burada
ben, bu “çokluk”un icadı ile ilgili farklı bir hipotez sunacağım. Şu an yirminci
yüzyılı biçimlendiren güçlü toplumsal ve politik hareketler (işçi hareketleri,
ulusal kurtuluş hareketleri, sosyalist hareketler) açısından bir yenilgi
momentindeyiz. Her yenilginin içerdiği perspektif kaybı, geçici bir kargaşaya
ve bunun yanında, hem bu kargaşayı meşrulaştıran hem de kendisinin (istemese
bile) üstelik kelimenin olumlu anlamıyla “dünyayı dönüştürmek” için “etkili”
bir araç olduğu inancını doğuran alt-teorik önermeler bolluğuna yol açar. Hem
tutarlı hem de etkili yeni formülasyonlar, geçmişin “yeniden kurulmasını” önererek
değil, ancak onunla araya mesafe koyarak ve tüm boyutlarıyla toplumsal evrimin
ürettiği yeni gerçekleri etkin şekilde entegre ederek yavaş yavaş
somutlaştırılabilirler.
Hardt
ve Negri’nin “çokluk” terimi üzerine inşa ettikleri söylemlerden türettikleri önermeler,
daha formülasyon aşamasında düştükleri çıkmazı ele veriyorlar. İlk önerme,
tarihte ilk defa küresel ölçekte somut bir ihtimal olmanın eşiğine geldiği öne
sürülen demokrasiyle ilgili. Dahası, çokluk, demokrasinin “kurucu” gücü olarak
tanımlanıyor. Oysa bu, alabildiğine naif bir önermedir. Gerçekten bu yönde mi
ilerlemekteyiz?
Sadece
liberal iktidarları (özellikle de Washington'ı) tatmin eden birkaç yüzeysel
görünümün (şurada burada yapılan bir iki seçimin) dışında, hem gereklilik hem
de ihtimal olarak demokrasi, krizdedir. Meşruiyetini dinî ve etnik
köktenciliklere (ki bu arada eski Yugoslavya’daki belirli bir etnisiteye dayalı
teknokrat rejimlerini demokratik bir ilerleme olarak görmediğimi söylemeliyim) kaptırma
tehdidiyle karşı karşıyadır.
Diyelim,
Rus otokrasisinin hizmetindeki bir suç çetesinin iktidarını devirip, yerine CIA
tarafından finanse edilen bir başka iktidarı tesis eden seçimler demokraside
bir ilerlemeyi mi ifade eder, yoksa maniple edilmiş bir komediyi mi? ABD’deki
temel demokratik hakları törpüleyen saldırıların altında gezegeni kontrol
etmeye yönelik emperyalist projenin hayata geçirilmesi yatmıyor mu? Avrupa’da
sağ ve soldaki önemli politik güçlerin üzerinde anlaştıkları liberal konsensüs,
seçim süreçlerinin meşruiyetini ortadan kaldırmıyor mu? Hardt ve Negri, tüm bu meselelerde
sessiz kalmayı tercih ediyor.
İkinci
önerme, “çokluğun çeşitliliği” ile ilgilidir. Ancak ne çokluğun (çeşitli)
unsurlarını tanımlayan biçimler ve içerikler açıklanmıştır ne de bu çeşitliliği
üreten veya azaltan güçler. Dolayısıyla, Hardt ve Negri'nin tüm metinleri, birçok
çelişkiyle maluldür. Örneğin, bugünkü küreselleşme, onlara göre merkez
ülkelerle çevre ülkeler arasındaki “farklılıkları” azaltmaktadır (aksi takdirde
bu küreselleşme de emperyalist olurdu). Gerçek dünya ise tam aksine, “farklılıkları”
vurgulayıp, dünya çapında bir ırk ayrımcılığı rejimi kurma yönünde ilerliyor.
Hardt
ve Negri’nin andığı sistemin yerel unsurlarında (aslında sadece Kuzey Amerika
ve Avrupa toplumlarında) görülen çeşitliliğin bizzat kendisi “çok yönlü” bir
yapıdadır: (Bazen ABD’de görüldüğü gibi) etnik ve alt etnik “cemaatler”den dem
vuruluyor. Çeşitli din ve dil bölgelerinin mevcudiyetinden söz ediliyor. Ayrıca
bir de sınıflar var, ama onlar da toplumsal gerçekliklerin dönüşümü temelinde
yeniden tanımlanması gereken şeyler olarak ele alınıyorlar.
Hardt
ve Negri, tüm bu çeşitlilikleri art arda sıralayarak, aslında pek bir şey söylemiş
olmuyor. Bu çeşitlilikler, toplumsal sistemlerin üretiminde, yeniden üretiminde
ve dönüşümünde birbirleriyle nasıl eklemleniyorlar, önemli olan bu. Tüm bu temel
soruları, benim “politik kültürler” dediğim şeyi kavramlaştırmadan cevaplamak
imkânsız. Bu alanda da ciddi ve olumlu katkılar mevcut. Şüphesiz bu katkılar tartışmaya
açıktırlar, ama görmezden gelinemezler. Ama Hardt ve Negri, bu noktada
tezlerinin lehine vurgulanabilecek hiçbir katkıda bulunmuyorlar.
Bireyi
tarihin öznesi, çokluğu da demokratik projesinin kurucu gücü olarak kabul eden
bu geri dönüş, “idealist” bir icattır. Bu yaklaşım, gerçek toplumsal ilişkilerde
bir dönüşüm olmaksızın, fikirler dünyasında bir geri gidişin yaşandığını varsayıyor.
Fikirlerin
gerçekliğin edilgen birer yansıması olduklarını ileri sürüyor değilim. Tam aksini
söyleyen bir bakış açısı geliştirmiş durumdayım. Her durumun ve olayın kendi
içinde özerk olduğunu kabul ediyorum. Fikirler, zamanının ilerisinde olabilirler.
Buradaki mesele, bu genel önerme değil, bugün epey revaçta olan (Hardt ve Negri’ninkiler
de dâhil) postmodernist fikirlerin ta kendisi.
Peki
bu fikirler zamanının ilerisindeler mi? Yoksa bu anın, hâlâ aşılamamış yenilgi
anının gerçekliğinin naif, karmakarışık ve çelişkili birer yansıması mıdırlar? Bu
koşullarda “çokluk”, kesin olmayan, farklı ve kopuk “çeşitliliklerin” kurucu
gerçekliği hâlini alabilir. Bir “gerçek güç” misali davranıyormuş gibi
görünebilir. Birkaç yıl içinde yetmişlerin işçiciliği gibi, “çokluk” da
sahneden inecektir, üstelik aynı sebepten: Atilio Boron’un Empire and Imperialism
[“İmparatorluk ve Emperyalizm”, -Zed Books, 2005) kitabında tespit ettiği gibi,
kısmî ve geçici olana duyulan marazî düşkünlük yüzünden.
Hardt
ve Negri’nin söyleminin ardında duran politik kültür, Amerikan liberalizmidir.
Bu politik kültür, Amerikan Devrimi’ni ve o dönem benimsenen anayasayı
modernitenin açılışında belirleyici olay olarak görür. Hardt ve Negri’nin ilham
kaynağı Hannah Arendt, bu devrimin “politik özgürlük için sınırsız arayış” çağını
açtığını yazar. Bugün “ilk defa dünya çapında mümkün olan” demokrasinin kurucu
gücü olarak çokluğun ortaya çıkışı sayesinde “dünya Amerikanlaşır”, olumlu bir
gelişme dâhilinde Amerika başına zafer tacını geçirir.
Amerikan
liberalizmine yönelik rağbete, tabii ki diğer milletlerin özellikle de Fransız
Devrimi’ni indirgediği “yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı yetersiz mücadele” ile
Amerikan Devrimi’ni karşılaştırırken Hannah Arendt'ın yaptığı gibi, “yaşlı Avrupa’nın”
izlediği farklı yolların değersiz gösterilmesi eşlik etti. Soğuk Savaş
döneminde, modern zamanların tüm büyük devrimlerine (Fransız, Rus ve Çin) çamur
atmak gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşı-devrimin öncü kuvveti olan
Amerikan liberal söylemince bu büyük devrimler, daha baştan “totaliter
eğilimleri” yüzünden hükümsüz sayıldılar. Devrimi ve anayasası kapitalist
gelişmenin hiçbir ihtiyacını sorgulamayan “Amerikan modeli”nin ayakta kalması,
kapitalist gereklilikleri sorgulayan bu devrimlerin (Fransız Devrimi’ndeki
Jakoben radikalleşmeyle birlikte başlayan süreç, tam da budur) mirasının reddi anlamına
geliyordu. Fransız Devrimi’nin mahkûm edilmesi (François Furet), yavan Sovyetizm
karşıtlığı ve Maoizme yöneltilen suçlamalar, politik kültürdeki bu karşı-devrimin
önde gelen dayanaklarından birkaçını oluşturur.
İşte
bu alanda Hardt ve Negri, tamamen sessiz kalmayı tercih ediyor. Israrla göz
ardı ettikleri (üstelik ciddi bir kısmı ABD’de üretilmiş olan) Amerikan Devrimi
hakkındaki eleştirel literatür, ABD Anayasası’nın her türlü “halkçı” sapma
tehdidini savuşturmak için sistematik olarak yapılandırıldığını uzun zaman önce
saptamış bulunuyor. Bu anlamda elde edilen başarı, asla bunu becerememiş olan
Avrupalı gericileri kıskandıracak kadar büyüktür (Giscard d’Estaing, aşırı
liberal Avrupa projesinin anayasasının ABD Anayasası “kadar iyi” olduğunu
söylemişti).
Geleceğin
kurucu gücü olarak düşünülen çokluğun “beklentileri” çok sınırlıdır:
Serbestlik, bilhassa göç etme serbestliği ve toplumsal düzeyde güvence altına
alınmış bir gelir. Amerikan liberalizminin izin verdiği kadarının dışına
çıkmamaya gösterilen bariz özenle proje, işçi ve sosyalist hareketlerinin
mirası olarak nitelenebilecek her şeyi, özellikle de ABD’nin politik kültürünce
reddedilen eşitliği bilerek görmezden geliyor. Uygulanan politikalar,
vatandaşlığın altını oyarken, ortaya çıkacak olan bir dünya (ve Avrupa)
vatandaşlığının dönüştürücü bir güce sahip olacağına inanmak zor.
Çağımızın
küreselleşmiş liberal kapitalizm sistemine gerçek bir alternatif oluşturmak
için çok başka şeylere ihtiyaç var. En başta da tüm dünyadaki halk sınıflarının
devasa çeşitlilikteki ihtiyaçlarının ve beklentilerinin tanınmasına. Aslında
Hardt ve Negri, çevre ülkelerdeki toplumları (bu anlamda, insan nüfusunun %85’ini)
tasavvur etmekte büyük zorluk yaşıyor. Dünyanın farklı ülke ve bölgelerinin
somut ve kendine özgü koşullarında etkili olacak demokratik ve ilerici bir
alternatif inşa etmek için gerekli taktik ve stratejiyle ilgili tartışmalar,
görünen o ki onları zerre ilgilendirmiyor.
ABD
müdahalesiyle gelişen bir demokrasi”, mesela Ukrayna’da yaşanan seçim komedisinin
ötesine geçmeyi sağlayabilir mi? Gezegende yaşayan “yoksul” insanların hakları,
zengin Batı’ya “göç etme” hakkına indirgenebilir mi? Toplumsal düzeyde güvence altına
alınmış gelir, haklı bir taleptir. Ancak bu uyarlamanın, sermayenin emeği
kullanmasına (ve dolayısıyla sömürmesine ve baskı altında tutmasına) izin veren
kapitalist ilişkiyi işçi lehine yok edeceğine ve ondan sonra da işçinin
sermayeyi kendi yaratıcılık potansiyelini göstermek için serbestçe
kullanabilecek pozisyona gelebileceğine inanacak kadar naif olabilir miyiz?
Tarihin
öznesinin “birey”e kapatılması ve bu tip bireylerin bir “çokluk” oluşturmak
üzere birleştirilmeleri, çağımızın tehditleriyle boy ölçüşebilecek tarihsel
öznelerini yeniden inşa etme ile ilgili hakiki meseleleri bir kenara itiyor.
Hardt ve Negri’nin bu konudaki sessizliğine karşı pek çok önemli katkı
gösterilebilir.
Şüphesiz
tarihî pratikleriyle sosyalist ve komünist hareketler, modern tarihin ana
öznesini “işçi sınıfına” indirgeme eğilimindeydiler. Üstelik bu ayıp, Negri’nin
işçiciliğinde karşılığını bulur. Buna karşı ben, gitgide yükselen halk
mücadelesi aşamaları ile toplumsal güç ilişkilerini egemenlik altındaki sınıf
ve halklar lehine çevirebilecek belirli toplum bloklarından oluşan bir tarihsel
özneyi analiz ediyorum.
Bugün
itibarıyla tehdide karşı durmak, hem hegemonik emperyalist blokların hem de
hegemonik komprador blokların iktidarının üstesinden gelmeye muktedir,
demokratik, halka dayalı ve milli hegemonya blokları kurma yolunda ilerlemek demektir.
Böyle blokların oluşumu, ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteren somut koşullar
çerçevesinde gerçekleşeceğinden, (ister “çokluk” tipinde ister başka) hiçbir
genel model anlamlı olmaz. Bu perspektifle, demokratik atılımlar ve toplumsal ilerleme
arasında oluşan terkip de dünya sosyalizmine uzanan o uzun geçiş sürecinin
parçası olacaktır. Tıpkı halkların, milletlerin ve devletlerin özerkliğinin tanınmasının,
üzerinde uzlaşılmış bir küreselleşmeyi (İmparatorluk eserinin övgü
düzdüğü!) egemen sermayece dayatılmış tek taraflı küreselleşmenin yerine
koymayı ve böylelikle kademeli olarak mevcut emperyalist sistemi parçalamayı
mümkün kılması gibi. Bu hakiki meselelerle ilgili tartışmaların
derinleştirilmesi, hiç şüphe yok ki “çokluk”un ne olabileceğini soruşturma uğraşından
çok daha ümit verici olacaktır.
İmparatorluk
ve Çokluk Üzerine Kurulu Politik Kültür Güçlüğü Ortadan Kaldıracak Yetkinlikte
mi?
Bugün
artık “kültürcülük”, yani, kültürün bilhassa dinî ve etnik türevlerini temel
alan ve insanların çoğulluğu üzerinde duran anlayış moda. “Cemaatçilik”in
gelişmesi ve “çokkültürlülüğü” tanıma daveti, hep bu tarih anlayışının
ürünüdür. Hiç şüphe yok ki böylesi bir bakış açısının, modern zamanlarda sınıf
mücadelesini küreselleşmiş kapitalist sistemin etkilediği halkların katılımıyla
alakalı biçim ve koşullara eklemlemeye çalışan tarihsel materyalist geleneğin
bakış açısı değildir.
Bu
sorular bağlamında üretilen analizler, farklı milletlerin takip ettikleri yolları
anlamayı ve hem söz konusu toplumlarda hem de küresel sistem düzeyinde var olan
çelişkilerin doğasını saptamayı mümkün kılar. Yani bu analizler, benim “modern dünya
halklarının politik kültürünün oluşumu” dediğim şeyin etrafında döner.
Burada
sorduğum soru, Hardt ve Negri’nin yazılarına temel oluşturan politik kültürle alakalıdır.
Bu kültür, tarihsel materyalist geleneğin mi, yoksa kültürcülüğün mü sınırlarına
tabi?
Liberal
Virüs adlı kitabımda, halkların politik kültürünü yaratmada, biri “Avrupalı”
diğeri Amerikalı, iki farklı yola dair bir yorum sunmuştum. Burada ilgili
yorumu kaba hatlarıyla özetlemekle yetineceğim.
Avrupa
kıtasındaki politik kültürün oluşumu, bir dizi büyük momentin sonucudur:
Aydınlanma ve modernitenin keşfi, Fransız Devrimi, işçi ve sosyalist
hareketinin gelişimi ve Marksizmin ortaya çıkması, Rus Devrimi. Birbirini takip
eden bu gelişmeler, hiç şüphe yok ki bu momentlerin ortaya çıkardığı “sol” yorumlarının
Avrupa toplumunun politik yönetimini ele geçirmesini sağlamadı. Ama kıta
üzerinde sağ-sol karşıtlığını yarattı. Muzaffer karşı-devrim, restorasyonları
(Fransız ve Rus devrimlerinin ardından) laiklikten geri çekilmeyi,
aristokrasiyle ve kiliselerle uzlaşmaları ve liberal demokrasiye karşı
çıkışları getirdi. Söz konusu halkları, egemen sermayenin emperyalist projesini
desteklemeye başarıyla kanalize etti, bu amaca ulaşmak için de 1914’ün
arifesinde zirvede olan şovenist milliyetçi ideolojileri harekete geçirdi.
ABD’nin
politik kültürünü oluşturan momentler dizisi ise epey farklı: Yeni İngiltere’de
Aydınlanma karşıtı Protestan tarikatların kuruluşu; Amerikan Devrimi’nin yerleşimci
burjuvazinin, özellikle de egemen köle sahibi kesimin kontrolüne girmesi; halkın
bu burjuvaziyle sınırların genişletilmesi temelinde ittifak yapması ve bunun da
Kızılderili soykırımına yol açması; art arda gelen göçmen dalgalarının
sosyalist politik bilinç gelişimini sekteye uğratıp, yerine “cemaatçiliği”
koyması. Bu olaylar dizisi, esas olarak sağın egemenliğinin damgasını taşır ki
bu da ABD’yi kapitalizmin yayılması için en “emin” ülke hâline getirdi.
Bugün
insanlığın geleceğini tayin edecek ana çatışmalardan bir tanesi, Avrupa’nın “Amerikanlaşması”
denilen süreç şahsında cereyan ediyor. Hedefi, Avrupa’nın kültürel ve politik
mirasını yok edip, yerine ABD’de hâkim olanı koymaktır. Bu aşırı gerici
seçenek, bugün Avrupa’daki egemen politik güçlerin tercihidir ve Avrupa
Anayasası projesinde tam karşılığını bulmuştur.
Diğer
çatışma ise, egemen sermayenin “kuzey”i ile “güney”i, yani üç büyük gücün yürüttüğü
emperyalist projenin kurbanı olan insanlığın %85’i arasındadır. Hardt ve Negri,
bu iki hayatî çarpışmanın önemini görmezden gelmektedir.
Amerikan
demokrasisi hakkında dillendirdikleri, tek bir fikirden bile beslenmeyen
övgüleri, Kuzey Amerika toplumuna eleştirel yaklaşanların daha baştan “Amerikan
karşıtlığı” sebebiyle gözden düşüp (kimin gözünden düşüyor? Amerikalı
egemenlerin mi?) reddedilen yazılarıyla taban tabana karşıtlık arz ediyor.
Burada sadece farklı ideolojik ve bilimsel kalkış noktalarına rağmen vardığı
sonuçları büyük ölçüde benimkilerle örtüşen Anatol Lieven’ın America Right
or Wrong: An Anatomy of American Nationalism [“Amerika Doğru mu Yanlış mı:
Amerikan Milliyetçiliğinin Anatomisi” -Oxford University Press, 2004) kitabına
başvuracağım.
Lieven
(gerçekliğine kimsenin karşı çıkmayacağı) Amerikan demokratik geleneğini,
ülkenin (art arda gelen göçmen dalgalarıyla kemikleşen ve yeniden üretilen)
tutucu kökenlerine bağlıyor. Bu anlamda ABD toplumu, Büyük Britanya’dan daha
çok Pakistan’a benziyor. Dahası, ABD’nin politik kültürü, Batı’nın fethinin bir
ürünüdür (bu da tüm diğer halkları, yaşama hakkı ABD’ye ayak bağı olmamalarına
bağlı olan “Kızılderililer” düzeyinde görülmelerine neden olur). ABD egemen sınıfının
emperyalist projesi, saldırgan milliyetçiliğin daha da şahlanmasını gerekli kılar
ve bugünkü Avrupa’dan ziyade 1914 Avrupa’sını andırır. Her açıdan ABD, “ihtiyar
Avrupa’nın” “ilerisinde” değil, yüz yıl gerisindedir. “Amerikan modeli”nin, sağcıların
yanı sıra, maalesef bugün liberalizme örgütlenmiş olan Hardt ve Negri gibi
solcular tarafından da tercih edilmesinin sebebi budur.
İmparatorluk’ta dillendirdikleri
“emperyalizmin modası geçmiştir” tezi ile Çokluk'ta ifade ettikleri “birey,
tarihin öznesi hâline gelmiştir” tezinin gerisine baktığımızda, Hardt ve Negri’nin
geliştirdiği söylemin teslimiyetçi bir dil üzerine kurulu olduğu görülür. Onlara
göre, kapitalist gelişmenin mevcut aşamasının dayattıklarına boyun eğmekten
başka çare yoktur. Zararlı etkileriyle mücadele etmenin tek yolu, ona entegre
olmaktır. Bu, şu an içinde olduğumuz, henüz geride bırakamadığımız yenilgi
momentinin söylemidir. Liberalizme devşirilmiş sosyal demokrasinin, Atlantikçiliğe
devşirilmiş Avrupacıların dilidir. Halkın yararına bir ilerlemeye vesile olmaya
ve bu ilerlemeyi uygulamaya koymaya muktedir, adını anmaya değer bir sol diriliş,
bu tür söylemlerden radikal anlamda kopmayı gerekli kılmaktadır.
Samir Amin
1 Ekim 2005
Kaynak
Dipnot:
[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge: Harvard
University Press, 2000 ve Multitude: War and Democracy in the Age of Empire,
New York: Penguin, 2004. Bu yazarlar, kapitalizmde “neyin yeni” olduğu
konusunda, “bilişsel” veya mali sermaye, işin ve üretimin organizasyonu ve
jeopolitik gibi birçok meseleyi doğrudan ele almıyorlar. Şunu açıkça belirteyim
ki, ben onları bu yüzden değil, fikirlerine destek olarak bu henüz incelenmemiş
yeni gelişmelerden sağlam herhangi bir temele dayanmayan sonuçlara ulaştıkları
için eleştiriyorum. Söz konusu dönüşümlerin başka vesilelerle tartışacağım çok
farklı yorumları yapılmıştır. İmparatorluk kitabı, 11 Eylül 2001’den
önce yazılmıştır. Bu tarih, hiçbir şekilde Hardt ve Negri’nin Washington’ın
sadece halk isteği üzerine, insanî sebeplerle, demokrasiyi savunmak için
müdahaleler gerçekleştirdiğini söyleyen kaba propaganda söylemini kendinden menkul
maddi çıkarlara hiç dikkat etmeden kabul etmesini haklı kılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder