Pages

10 Ağustos 2022

İmparatorluk ve Çokluk


Emperyalizm Ardından İmparatorluk Aşamasına mı Geçildi

Yoksa Emperyalizmin Alanı Yeniden mi Genişledi?

Michael Hardt ve Antonio Negri, mevcut küresel sistemi “imparatorluk” olarak adlandırmayı tercih ediyor.[1] Bu terimi seçmelerindeki amaç, “imparatorluğun” temel kurucu özelliklerini “emperyalizm”i tanımlayan özelliklerden ayırmak. Bu tanımda emperyalizm, dar politik boyutuna, yani bir devletin biçimsel iktidarını kendi sınırlarının dışına doğru genişletmesine indirgenmiş, böylelikle de emperyalizm, sömürgecilikle karıştırılmıştır. Demek ki artık ne sömürgecilik var ne de emperyalizm.

Bu içi boş önerme, Avrupa devletlerinden farklı olarak ABD’nin asla kendi çıkarı için bir sömürge yaratmaya girişmediği ve dolayısıyla (tam da bugün Bush’un dediği gibi) onun geçmişte de bugün de “emperyalist olmadığı” yönünde Amerika tarafından yaygın olarak dillendirilen ideolojik söyleme başvuruyor.

Tarihsel materyalizm geleneği ise sermaye birikimi sürecinin, özellikle hâkim olan unsurlarının baskın olduğu sürecin koşullarını ortaya çıkarmaya odaklanan, çok farklı bir modern dünya analizi öneriyor. Dünyaya teşmil edildiği vakit bu analiz, zenginlik ve iktidar sahasında kutuplaşmaya sebep olan ve emperyalizmin politik ekonomisini inşa eden mekanizmaları keşfetmeyi mümkün kılıyor.

Hardt ve Negri, bu çerçevede yapılmış tüm analizleri, sadece Marksistlerinkini değil, diğer politik ekonomi ekollerininkini de ısrarla görmezden geliyor. Onun yerine, Maurice Duverger’deki legalizmi veya Anglosakson dünyasına hâkim olan kaba siyaset bilimini kabul ediyor. Böylelikle “emperyalizm”, zaman-mekân sınırlarını aşarak, Roma, Osmanlı, sömürgelerdeki İngiltere ve Fransa, Avusturya-Macaristan, Rus ve Sovyet gibi muhtelif “imparatorluk”ların ortak özelliği hâline geliyor. Tüm bu imparatorlukların kaçınılmaz çöküşü, “benzer sebeplere” dayandırılıyor. Oysa bu, ciddi bir tarih okumasından ziyade, yüzeysel gazeteciliğe çok daha yakın bir konum. Bu anlamda Hardt ve Negri, (Berlin Duvarı’nın yıkılışı sonrası ortaya çıkan) modaya teslim oluyor.

Kapitalizmin ve dünya sisteminin son yirmi yıllık evrim süreci içerisinde her alanda niteliksel dönüşümlerden geçtiğine hiç şüphe yok. Ama “bilimsel ve teknolojik” devrimin kendiliğinden, bugüne kadar “ulusal çıkarların” savunulmasına yönelik olanı “aşacak” ekonomik ve politik dünya yönetim biçimleri doğuracağını ve dahası, bu evrimin “olumlu” olacağını ileri süren egemen söylemin altına imza atmak başka bir şey. Bu akıl yürütme pratiği, ciddi basitleştirmeler temelinde ilerliyor.

Sermayenin egemen kesimleri, hakikaten ulus ötesi dünya kapitalizmi mekânında faaliyet gösterirler; ama bu kesimlerin kontrolü, hâlâ son derece “ulusal” (yani ABD veya Büyük Britanya veya Almanya' da, ayrıca henüz bu seviyede varolma imkânı bulamamış olan Avrupa’da konuşlanmış) finans gruplarının elindedir. Dahası, sistemin ekonomik yeniden üretimi, dün olduğu gibi bugün de, farklı türevlerini düzenleyen paralel “politika” uygulamaları olmadan düşünülemez. “Devletsiz” bir kapitalist ekonomi, liberalizmin ideolojik ve kof gevezelikleri dışında hiçbir yerde yaşamamaktadır.

Henüz bir ulus ötesi “dünya” devleti de doğmuş değil. Küreselleşmenin egemen söylemince üstü örtülen asıl mesele, merkezî kapitalizmin egemen kesimlerinin küresel birikim mantığı ile (“oligopoller”le) sistemin “politikasına” hükmedenler arasındaki çelişkidir.

Hardt ve Negri’nin kulağa hoş gelen “imparatorluk” terimiyle pazarlanan sistem, egemen söylemin sunduğu naif küreselleşme görüşünden yola çıkıyor. Bu görüşte, ulusötesileşme, artık emperyalizmi yıkmış, yerine merkezin hiçbir yerde ve her yerde olduğu bir sistemi koymuştur. Emperyalist ilişkiyi tanımlayan merkez-çevre karşıtlığı, artık “aşılmıştır”.

Hardt ve Negri, burada “Üçüncü Dünya” içinde “varlıklı” bir “Birinci Dünya” ve Birinci Dünya’da da yoksul bir “Üçüncü Dünya" var olduğuna göre, Birinci Dünya/Üçüncü Dünya arasında karşıtlık kurmanın anlamsız olduğu yönündeki kaba söylemi benimsiyor. Şüphesiz Hindistan’da fakirler ve zenginler var, tıpkı ABD’de olduğu gibi, zira hâlâ dünya kapitalizmine entegre olmuş sınıflı toplumlarda yaşıyoruz. Peki bu Hindistan ve ABD’deki toplumsal formasyonların aynı olduğu anlamına mı gelir? Bazılarının dünyayı şekillendirmedeki aktif rolü ile tek yapabileceği küresel sistemin gerekliliklerine “ayak uydurmak” olan diğerlerinin pasif rolü arasındaki fark anlamsız mıdır?

Gerçekte bugün bu farklılık, hiç olmadığı kadar önemlidir. Yakın tarihin ilk aşamasında (1945-1980) emperyalist ülkelerle tahakküm altındakiler arasındaki iktidar ilişkileri, çevre ülkelerin “kalkınma”sını gündeme alarak, bunların dünyanın dönüşümünde aktif birer katılımcı olmalarına kapı aralayacak şekilde gelişti. Bugünse bu ilişkiler, büyük ölçüde egemen sermayenin lehine değişmiştir. Kalkınma söylemi piyasadan çekilerek, yerini “uyum” söylemine bırakmıştır. Başka bir deyişle, bugün Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” olarak tanımladıkları dünya sistemi, önceki sistemden daha az değil, daha fazla emperyalisttir!

Egemen sermaye temsilcilerinin yazdıklarına bir göz atsalardı, Hardt ve Negri de bunun farkına varabilirdi. Ne kadar şaşırtıcı görünse de, anlaşılan, böyle bir şey yapmamışlar. Ancak ABD egemenlerinin tüm önde gelen kesimleri (Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) diğer halkların zararına da olsa, müsrif hayat tarzlarını sürdürebilmek için gezegenin doğal kaynakları üzerindeki hâkimiyeti tekellerine alma gayelerini, başka bir büyük veya orta ölçekli gücün Washington’ın emirlerine direnç gösterecek bir rakip hâline gelmesini önleme hedeflerini ve bu hedeflere gezegeni askerî düzlemde kontrol altına alarak ulaşma planlarını hiç saklamıyorlar.

Hardt ve Negri, “milliyetçilik” ve “komünizm” kat’i surette yenildiğine göre, küreselleşmiş liberalizmin dönüşünün nesnel gelişmeyi meydana getirdiğini ileri süren güncel söylemi kabulleniyor. Yazarlarımız, sistem içerisinde diyelim ki kimi yetersizlikler var, bunların sistemle mücadele ederek değil, sistemin kendi mantığı içerisinde düzeltilebilir oldukları kanaatinde. İşte bunun için Negri’nin Atlantikçi Avrupa saflarına katılma ve onun Washington’a kölelik eden aşırı liberal anayasa projesini destekleme çağrısında bulunma nedenlerini saptamak kolaydır.

Oysa “milliyetçilik” ve “komünizm”in gerçek tarihi, liberal propagandanın bu konuda söyledikleriyle zerre alakası bulunmayan bir tarihtir. Batılı sosyal demokrasilerin inşa ettikleri refah devletinde, reel sosyalizm ülkelerinde, Üçüncü Dünya’daki radikal milliyetçi-halkçı deneyimlerde otuz yıl boyunca milliyetçilik ve komünizmden ilham alan toplumsal dönüşümler, sermayeyi kendi egemenlik mantığından kaynaklanan toplumsal taleplere uymaya zorladı ve emperyalizmin ihtirasına kolan vurdu. Bu dönüşümler muazzamdı ve eldeki projelerin yeterince radikal olmamasından kaynaklı sınırlarına rağmen, büyük oranda olumlu sonuçlara yol açtı. Yakın tarihin bir önceki aşamasında tanık olduğumuz bu projelerin aşınması, ardından da çökmesi sayesinde sahneye yeniden (ama geçici olarak) çıkma imkânı bulan liberalizm, “ileri bir adım” değil, esasen bir çıkmaz sokaktır.

Günümüz dünyası hakkında gerçek soruları formüle etmek, ancak Hardt ve Negri’nin liberal söyleminden vazgeçmekle mümkün olur. Bu konularda, aralarında Hardt ve Negri’nin görmezden geldiği, yeni bir tarihsel materyalizm dâhil, muhtelif perspektiften, ciddi ve elbette farklı tezler üretilmiştir. Ben, burada bu konuda öne sürdüğüm tezleri kaba hatlarıyla hatırlatmakla yetineceğim.

Geçmişte emperyalizm, birden fazla emperyalist güç arasında kesintisiz yaşanan çatışma olarak zuhur ediyordu. Oligopolcü sermayenin giderek merkezîleşmesi, bugün üç büyük gücün (ABD, Avrupa ve Japonya’nın) “kolektif emperyalizm”ini doğurdu. Bu anlamda, sermayenin egemen kesimlerinin ortak çıkarı, kârlarının bu yeni emperyalist sistemle idare edilmesinde yatıyor. Ama sistemin birleşik politik yönetimi de devletlerin çoğulluğuyla çatışıyor. Üçlü içindeki çelişkiler, egemen oligopolcü sermayeler arasındaki çıkar farklılıklarıyla değil, devletlerin temsil ettikleri çıkarlar arasındaki farklılıklarla ilişkili. Ben, bu çelişkiyi şu şekilde ifade etmiştim: Ekonomi, emperyalist sistem içerisindeki ortakları birleştirir, politika ise işin içindeki ulusları böler.

Çokluk Demokrasi mi Teşkil Ediyor

Yoksa Sermayenin Hegemonyasını Yeniden mi Üretiyor?

Kapitalizme has bir ideoloji olarak liberalizm, bireyi en öne koyar. Aydınlanma dönemindeki tarihsel oluşumu esnasında söz konusu bireyin, eğitimli ve mülk sahibi bir insan, yani Akıl’ı rahatça kullanabilen bir burjuva olarak belirmesinin bir önemi yoktur. Bu, yok edilmesi mümkün olmayan, özgürleştirici bir ilerlemeydi.

Kapitalizmi aşan bir hareket olarak sosyalizm de geçmişe dönüş, bireyin olumsuzlanması olarak düşünülemez. Kapitalizmin çektiği sınırlar içinde dahi burjuva demokrasisi, eksik olmakla birlikte, “biçimsel” değil, oldukça gerçektir. Sosyalizm, ya demokrat olacak ya da olmayacak. Ama bu cümleyi onu tamamlayacak, zorunlu olarak ardı sıra eklenmesi gereken ifadeyle birlikte dile dökmek gerekiyor: Artık kapitalizmi sorgulamadan, demokratik gelişme yaşanmayacak. Demokrasi ve toplumsal ilerleme, birbirlerinden ayrıştırılamayacak hususlardır.

Geçmişin tanık olduğu reel sosyalizmler, kesinlikle bu gerekliliğe önem vermediler ve demokrasi olmadan da ya da kapitalizmdeki kadar az demokrasiyle de ilerleme sağlayabileceklerini düşündüler. Ama şunu da eklemek gerek: bugün demokrasiyi savunanlar da pek öyle demokrasi talep ediyor değiller. Bugün onlar, (bırakın kapitalizmin ilkelerini sorgulamayı) gözle görülür bir toplumsal ilerleme olmadan da demokrasinin mümkün olabileceğini düşünüyorlar. Peki Hardt ve Negri’nin bu liberal demokrasi denilen kategoriyi geride bıraktığını söyleyebilir miyiz?

Liberal ideolojinin bireyci temeli, son tahlilde bireyi tarihin nesnesi olarak kabul eder. Bu önerme, ne daha önceki (Aydınlanma’nın tanımına göre, bireyin farkında olmayan) sistemler ne de hatta tarihin kapitalizm denilen bölümünde ortaya çıkan gerçek özneler olarak sınıflar arasındaki çelişkiyi temel alan bir sistem anlamında kapitalizmin tarihi için geçerlidir. Çünkü birey, ancak gelecekte, ileri bir sosyalizmde tarihin öznesi olabilecektir.

Hardt ve Negri, bu tarihî dönüm noktasına ulaştığımızı, sınıfların (milletler ve halklarla birlikte) artık tarihin öznesi olmaktan çıktığını düşünüyor. Artık birey, özne olmuştur (ya da olma yolundadır). Bu dönüm noktası, onların “çokluk” dedikleri, “üretken ve yaratıcı öznelliklerin bütünlüğüyle” tanımlanan oluşuma yol açar.

Peki, bu dönüm noktası, nasıl ve niçin çıktı ortaya? Hardt ve Negri’nin metni, bu meselelerde oldukça muğlak. “Bilişsel kapitalizm”den, “gayrimaddi üretim”den, yeni “ağ” toplumundan ve “sınırsızlaşma”dan söz ediyor. Foucault’nun disiplin toplumundan denetim toplumuna geçişle ilgili önermelerine atıfta bulunuyor. Son otuz yılda söylenmiş iyi ya da kötü, bakış açısına göre basmakalıp, dolayısıyla münakaşa götürmez ya da tartışmaya açık olan her şey, alınıp, geleceğe hazırlık niyetine, bir kabın içine özensizce boca edilmiş.

Moda görüşler içerisinden yapılan bir derleme, insanı hemen ikna etmez. Manuel Castells’in “ağlaşmış toplum” ile ilgili tezleriyle, Jeremy Rifkin, Robert B. Reich ve diğer Amerikalı yorumcuların fikirleriyle benzerlik o düzeyde ki insan, şu soruyu sormadan edemiyor: Tüm bu fikir bulamacında yeni ve önemli olan ne var?

Burada ben, bu “çokluk”un icadı ile ilgili farklı bir hipotez sunacağım. Şu an yirminci yüzyılı biçimlendiren güçlü toplumsal ve politik hareketler (işçi hareketleri, ulusal kurtuluş hareketleri, sosyalist hareketler) açısından bir yenilgi momentindeyiz. Her yenilginin içerdiği perspektif kaybı, geçici bir kargaşaya ve bunun yanında, hem bu kargaşayı meşrulaştıran hem de kendisinin (istemese bile) üstelik kelimenin olumlu anlamıyla “dünyayı dönüştürmek” için “etkili” bir araç olduğu inancını doğuran alt-teorik önermeler bolluğuna yol açar. Hem tutarlı hem de etkili yeni formülasyonlar, geçmişin “yeniden kurulmasını” önererek değil, ancak onunla araya mesafe koyarak ve tüm boyutlarıyla toplumsal evrimin ürettiği yeni gerçekleri etkin şekilde entegre ederek yavaş yavaş somutlaştırılabilirler.

Hardt ve Negri’nin “çokluk” terimi üzerine inşa ettikleri söylemlerden türettikleri önermeler, daha formülasyon aşamasında düştükleri çıkmazı ele veriyorlar. İlk önerme, tarihte ilk defa küresel ölçekte somut bir ihtimal olmanın eşiğine geldiği öne sürülen demokrasiyle ilgili. Dahası, çokluk, demokrasinin “kurucu” gücü olarak tanımlanıyor. Oysa bu, alabildiğine naif bir önermedir. Gerçekten bu yönde mi ilerlemekteyiz?

Sadece liberal iktidarları (özellikle de Washington'ı) tatmin eden birkaç yüzeysel görünümün (şurada burada yapılan bir iki seçimin) dışında, hem gereklilik hem de ihtimal olarak demokrasi, krizdedir. Meşruiyetini dinî ve etnik köktenciliklere (ki bu arada eski Yugoslavya’daki belirli bir etnisiteye dayalı teknokrat rejimlerini demokratik bir ilerleme olarak görmediğimi söylemeliyim) kaptırma tehdidiyle karşı karşıyadır.

Diyelim, Rus otokrasisinin hizmetindeki bir suç çetesinin iktidarını devirip, yerine CIA tarafından finanse edilen bir başka iktidarı tesis eden seçimler demokraside bir ilerlemeyi mi ifade eder, yoksa maniple edilmiş bir komediyi mi? ABD’deki temel demokratik hakları törpüleyen saldırıların altında gezegeni kontrol etmeye yönelik emperyalist projenin hayata geçirilmesi yatmıyor mu? Avrupa’da sağ ve soldaki önemli politik güçlerin üzerinde anlaştıkları liberal konsensüs, seçim süreçlerinin meşruiyetini ortadan kaldırmıyor mu? Hardt ve Negri, tüm bu meselelerde sessiz kalmayı tercih ediyor.

İkinci önerme, “çokluğun çeşitliliği” ile ilgilidir. Ancak ne çokluğun (çeşitli) unsurlarını tanımlayan biçimler ve içerikler açıklanmıştır ne de bu çeşitliliği üreten veya azaltan güçler. Dolayısıyla, Hardt ve Negri'nin tüm metinleri, birçok çelişkiyle maluldür. Örneğin, bugünkü küreselleşme, onlara göre merkez ülkelerle çevre ülkeler arasındaki “farklılıkları” azaltmaktadır (aksi takdirde bu küreselleşme de emperyalist olurdu). Gerçek dünya ise tam aksine, “farklılıkları” vurgulayıp, dünya çapında bir ırk ayrımcılığı rejimi kurma yönünde ilerliyor.

Hardt ve Negri’nin andığı sistemin yerel unsurlarında (aslında sadece Kuzey Amerika ve Avrupa toplumlarında) görülen çeşitliliğin bizzat kendisi “çok yönlü” bir yapıdadır: (Bazen ABD’de görüldüğü gibi) etnik ve alt etnik “cemaatler”den dem vuruluyor. Çeşitli din ve dil bölgelerinin mevcudiyetinden söz ediliyor. Ayrıca bir de sınıflar var, ama onlar da toplumsal gerçekliklerin dönüşümü temelinde yeniden tanımlanması gereken şeyler olarak ele alınıyorlar.

Hardt ve Negri, tüm bu çeşitlilikleri art arda sıralayarak, aslında pek bir şey söylemiş olmuyor. Bu çeşitlilikler, toplumsal sistemlerin üretiminde, yeniden üretiminde ve dönüşümünde birbirleriyle nasıl eklemleniyorlar, önemli olan bu. Tüm bu temel soruları, benim “politik kültürler” dediğim şeyi kavramlaştırmadan cevaplamak imkânsız. Bu alanda da ciddi ve olumlu katkılar mevcut. Şüphesiz bu katkılar tartışmaya açıktırlar, ama görmezden gelinemezler. Ama Hardt ve Negri, bu noktada tezlerinin lehine vurgulanabilecek hiçbir katkıda bulunmuyorlar.

Bireyi tarihin öznesi, çokluğu da demokratik projesinin kurucu gücü olarak kabul eden bu geri dönüş, “idealist” bir icattır. Bu yaklaşım, gerçek toplumsal ilişkilerde bir dönüşüm olmaksızın, fikirler dünyasında bir geri gidişin yaşandığını varsayıyor.

Fikirlerin gerçekliğin edilgen birer yansıması olduklarını ileri sürüyor değilim. Tam aksini söyleyen bir bakış açısı geliştirmiş durumdayım. Her durumun ve olayın kendi içinde özerk olduğunu kabul ediyorum. Fikirler, zamanının ilerisinde olabilirler. Buradaki mesele, bu genel önerme değil, bugün epey revaçta olan (Hardt ve Negri’ninkiler de dâhil) postmodernist fikirlerin ta kendisi.

Peki bu fikirler zamanının ilerisindeler mi? Yoksa bu anın, hâlâ aşılamamış yenilgi anının gerçekliğinin naif, karmakarışık ve çelişkili birer yansıması mıdırlar? Bu koşullarda “çokluk”, kesin olmayan, farklı ve kopuk “çeşitliliklerin” kurucu gerçekliği hâlini alabilir. Bir “gerçek güç” misali davranıyormuş gibi görünebilir. Birkaç yıl içinde yetmişlerin işçiciliği gibi, “çokluk” da sahneden inecektir, üstelik aynı sebepten: Atilio Boron’un Empire and Imperialism [“İmparatorluk ve Emperyalizm”, -Zed Books, 2005) kitabında tespit ettiği gibi, kısmî ve geçici olana duyulan marazî düşkünlük yüzünden.

Hardt ve Negri’nin söyleminin ardında duran politik kültür, Amerikan liberalizmidir. Bu politik kültür, Amerikan Devrimi’ni ve o dönem benimsenen anayasayı modernitenin açılışında belirleyici olay olarak görür. Hardt ve Negri’nin ilham kaynağı Hannah Arendt, bu devrimin “politik özgürlük için sınırsız arayış” çağını açtığını yazar. Bugün “ilk defa dünya çapında mümkün olan” demokrasinin kurucu gücü olarak çokluğun ortaya çıkışı sayesinde “dünya Amerikanlaşır”, olumlu bir gelişme dâhilinde Amerika başına zafer tacını geçirir.

Amerikan liberalizmine yönelik rağbete, tabii ki diğer milletlerin özellikle de Fransız Devrimi’ni indirgediği “yoksulluğa ve eşitsizliğe karşı yetersiz mücadele” ile Amerikan Devrimi’ni karşılaştırırken Hannah Arendt'ın yaptığı gibi, “yaşlı Avrupa’nın” izlediği farklı yolların değersiz gösterilmesi eşlik etti. Soğuk Savaş döneminde, modern zamanların tüm büyük devrimlerine (Fransız, Rus ve Çin) çamur atmak gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında karşı-devrimin öncü kuvveti olan Amerikan liberal söylemince bu büyük devrimler, daha baştan “totaliter eğilimleri” yüzünden hükümsüz sayıldılar. Devrimi ve anayasası kapitalist gelişmenin hiçbir ihtiyacını sorgulamayan “Amerikan modeli”nin ayakta kalması, kapitalist gereklilikleri sorgulayan bu devrimlerin (Fransız Devrimi’ndeki Jakoben radikalleşmeyle birlikte başlayan süreç, tam da budur) mirasının reddi anlamına geliyordu. Fransız Devrimi’nin mahkûm edilmesi (François Furet), yavan Sovyetizm karşıtlığı ve Maoizme yöneltilen suçlamalar, politik kültürdeki bu karşı-devrimin önde gelen dayanaklarından birkaçını oluşturur.

İşte bu alanda Hardt ve Negri, tamamen sessiz kalmayı tercih ediyor. Israrla göz ardı ettikleri (üstelik ciddi bir kısmı ABD’de üretilmiş olan) Amerikan Devrimi hakkındaki eleştirel literatür, ABD Anayasası’nın her türlü “halkçı” sapma tehdidini savuşturmak için sistematik olarak yapılandırıldığını uzun zaman önce saptamış bulunuyor. Bu anlamda elde edilen başarı, asla bunu becerememiş olan Avrupalı gericileri kıskandıracak kadar büyüktür (Giscard d’Estaing, aşırı liberal Avrupa projesinin anayasasının ABD Anayasası “kadar iyi” olduğunu söylemişti).

Geleceğin kurucu gücü olarak düşünülen çokluğun “beklentileri” çok sınırlıdır: Serbestlik, bilhassa göç etme serbestliği ve toplumsal düzeyde güvence altına alınmış bir gelir. Amerikan liberalizminin izin verdiği kadarının dışına çıkmamaya gösterilen bariz özenle proje, işçi ve sosyalist hareketlerinin mirası olarak nitelenebilecek her şeyi, özellikle de ABD’nin politik kültürünce reddedilen eşitliği bilerek görmezden geliyor. Uygulanan politikalar, vatandaşlığın altını oyarken, ortaya çıkacak olan bir dünya (ve Avrupa) vatandaşlığının dönüştürücü bir güce sahip olacağına inanmak zor.

Çağımızın küreselleşmiş liberal kapitalizm sistemine gerçek bir alternatif oluşturmak için çok başka şeylere ihtiyaç var. En başta da tüm dünyadaki halk sınıflarının devasa çeşitlilikteki ihtiyaçlarının ve beklentilerinin tanınmasına. Aslında Hardt ve Negri, çevre ülkelerdeki toplumları (bu anlamda, insan nüfusunun %85’ini) tasavvur etmekte büyük zorluk yaşıyor. Dünyanın farklı ülke ve bölgelerinin somut ve kendine özgü koşullarında etkili olacak demokratik ve ilerici bir alternatif inşa etmek için gerekli taktik ve stratejiyle ilgili tartışmalar, görünen o ki onları zerre ilgilendirmiyor.

ABD müdahalesiyle gelişen bir demokrasi”, mesela Ukrayna’da yaşanan seçim komedisinin ötesine geçmeyi sağlayabilir mi? Gezegende yaşayan “yoksul” insanların hakları, zengin Batı’ya “göç etme” hakkına indirgenebilir mi? Toplumsal düzeyde güvence altına alınmış gelir, haklı bir taleptir. Ancak bu uyarlamanın, sermayenin emeği kullanmasına (ve dolayısıyla sömürmesine ve baskı altında tutmasına) izin veren kapitalist ilişkiyi işçi lehine yok edeceğine ve ondan sonra da işçinin sermayeyi kendi yaratıcılık potansiyelini göstermek için serbestçe kullanabilecek pozisyona gelebileceğine inanacak kadar naif olabilir miyiz?

Tarihin öznesinin “birey”e kapatılması ve bu tip bireylerin bir “çokluk” oluşturmak üzere birleştirilmeleri, çağımızın tehditleriyle boy ölçüşebilecek tarihsel öznelerini yeniden inşa etme ile ilgili hakiki meseleleri bir kenara itiyor. Hardt ve Negri’nin bu konudaki sessizliğine karşı pek çok önemli katkı gösterilebilir.

Şüphesiz tarihî pratikleriyle sosyalist ve komünist hareketler, modern tarihin ana öznesini “işçi sınıfına” indirgeme eğilimindeydiler. Üstelik bu ayıp, Negri’nin işçiciliğinde karşılığını bulur. Buna karşı ben, gitgide yükselen halk mücadelesi aşamaları ile toplumsal güç ilişkilerini egemenlik altındaki sınıf ve halklar lehine çevirebilecek belirli toplum bloklarından oluşan bir tarihsel özneyi analiz ediyorum.

Bugün itibarıyla tehdide karşı durmak, hem hegemonik emperyalist blokların hem de hegemonik komprador blokların iktidarının üstesinden gelmeye muktedir, demokratik, halka dayalı ve milli hegemonya blokları kurma yolunda ilerlemek demektir. Böyle blokların oluşumu, ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteren somut koşullar çerçevesinde gerçekleşeceğinden, (ister “çokluk” tipinde ister başka) hiçbir genel model anlamlı olmaz. Bu perspektifle, demokratik atılımlar ve toplumsal ilerleme arasında oluşan terkip de dünya sosyalizmine uzanan o uzun geçiş sürecinin parçası olacaktır. Tıpkı halkların, milletlerin ve devletlerin özerkliğinin tanınmasının, üzerinde uzlaşılmış bir küreselleşmeyi (İmparatorluk eserinin övgü düzdüğü!) egemen sermayece dayatılmış tek taraflı küreselleşmenin yerine koymayı ve böylelikle kademeli olarak mevcut emperyalist sistemi parçalamayı mümkün kılması gibi. Bu hakiki meselelerle ilgili tartışmaların derinleştirilmesi, hiç şüphe yok ki “çokluk”un ne olabileceğini soruşturma uğraşından çok daha ümit verici olacaktır.

İmparatorluk ve Çokluk Üzerine Kurulu Politik Kültür Güçlüğü Ortadan Kaldıracak Yetkinlikte mi?

Bugün artık “kültürcülük”, yani, kültürün bilhassa dinî ve etnik türevlerini temel alan ve insanların çoğulluğu üzerinde duran anlayış moda. “Cemaatçilik”in gelişmesi ve “çokkültürlülüğü” tanıma daveti, hep bu tarih anlayışının ürünüdür. Hiç şüphe yok ki böylesi bir bakış açısının, modern zamanlarda sınıf mücadelesini küreselleşmiş kapitalist sistemin etkilediği halkların katılımıyla alakalı biçim ve koşullara eklemlemeye çalışan tarihsel materyalist geleneğin bakış açısı değildir.

Bu sorular bağlamında üretilen analizler, farklı milletlerin takip ettikleri yolları anlamayı ve hem söz konusu toplumlarda hem de küresel sistem düzeyinde var olan çelişkilerin doğasını saptamayı mümkün kılar. Yani bu analizler, benim “modern dünya halklarının politik kültürünün oluşumu” dediğim şeyin etrafında döner.

Burada sorduğum soru, Hardt ve Negri’nin yazılarına temel oluşturan politik kültürle alakalıdır. Bu kültür, tarihsel materyalist geleneğin mi, yoksa kültürcülüğün mü sınırlarına tabi?

Liberal Virüs adlı kitabımda, halkların politik kültürünü yaratmada, biri “Avrupalı” diğeri Amerikalı, iki farklı yola dair bir yorum sunmuştum. Burada ilgili yorumu kaba hatlarıyla özetlemekle yetineceğim.

Avrupa kıtasındaki politik kültürün oluşumu, bir dizi büyük momentin sonucudur: Aydınlanma ve modernitenin keşfi, Fransız Devrimi, işçi ve sosyalist hareketinin gelişimi ve Marksizmin ortaya çıkması, Rus Devrimi. Birbirini takip eden bu gelişmeler, hiç şüphe yok ki bu momentlerin ortaya çıkardığı “sol” yorumlarının Avrupa toplumunun politik yönetimini ele geçirmesini sağlamadı. Ama kıta üzerinde sağ-sol karşıtlığını yarattı. Muzaffer karşı-devrim, restorasyonları (Fransız ve Rus devrimlerinin ardından) laiklikten geri çekilmeyi, aristokrasiyle ve kiliselerle uzlaşmaları ve liberal demokrasiye karşı çıkışları getirdi. Söz konusu halkları, egemen sermayenin emperyalist projesini desteklemeye başarıyla kanalize etti, bu amaca ulaşmak için de 1914’ün arifesinde zirvede olan şovenist milliyetçi ideolojileri harekete geçirdi.

ABD’nin politik kültürünü oluşturan momentler dizisi ise epey farklı: Yeni İngiltere’de Aydınlanma karşıtı Protestan tarikatların kuruluşu; Amerikan Devrimi’nin yerleşimci burjuvazinin, özellikle de egemen köle sahibi kesimin kontrolüne girmesi; halkın bu burjuvaziyle sınırların genişletilmesi temelinde ittifak yapması ve bunun da Kızılderili soykırımına yol açması; art arda gelen göçmen dalgalarının sosyalist politik bilinç gelişimini sekteye uğratıp, yerine “cemaatçiliği” koyması. Bu olaylar dizisi, esas olarak sağın egemenliğinin damgasını taşır ki bu da ABD’yi kapitalizmin yayılması için en “emin” ülke hâline getirdi.

Bugün insanlığın geleceğini tayin edecek ana çatışmalardan bir tanesi, Avrupa’nın “Amerikanlaşması” denilen süreç şahsında cereyan ediyor. Hedefi, Avrupa’nın kültürel ve politik mirasını yok edip, yerine ABD’de hâkim olanı koymaktır. Bu aşırı gerici seçenek, bugün Avrupa’daki egemen politik güçlerin tercihidir ve Avrupa Anayasası projesinde tam karşılığını bulmuştur.

Diğer çatışma ise, egemen sermayenin “kuzey”i ile “güney”i, yani üç büyük gücün yürüttüğü emperyalist projenin kurbanı olan insanlığın %85’i arasındadır. Hardt ve Negri, bu iki hayatî çarpışmanın önemini görmezden gelmektedir.

Amerikan demokrasisi hakkında dillendirdikleri, tek bir fikirden bile beslenmeyen övgüleri, Kuzey Amerika toplumuna eleştirel yaklaşanların daha baştan “Amerikan karşıtlığı” sebebiyle gözden düşüp (kimin gözünden düşüyor? Amerikalı egemenlerin mi?) reddedilen yazılarıyla taban tabana karşıtlık arz ediyor. Burada sadece farklı ideolojik ve bilimsel kalkış noktalarına rağmen vardığı sonuçları büyük ölçüde benimkilerle örtüşen Anatol Lieven’ın America Right or Wrong: An Anatomy of American Nationalism [“Amerika Doğru mu Yanlış mı: Amerikan Milliyetçiliğinin Anatomisi” -Oxford University Press, 2004) kitabına başvuracağım.

Lieven (gerçekliğine kimsenin karşı çıkmayacağı) Amerikan demokratik geleneğini, ülkenin (art arda gelen göçmen dalgalarıyla kemikleşen ve yeniden üretilen) tutucu kökenlerine bağlıyor. Bu anlamda ABD toplumu, Büyük Britanya’dan daha çok Pakistan’a benziyor. Dahası, ABD’nin politik kültürü, Batı’nın fethinin bir ürünüdür (bu da tüm diğer halkları, yaşama hakkı ABD’ye ayak bağı olmamalarına bağlı olan “Kızılderililer” düzeyinde görülmelerine neden olur). ABD egemen sınıfının emperyalist projesi, saldırgan milliyetçiliğin daha da şahlanmasını gerekli kılar ve bugünkü Avrupa’dan ziyade 1914 Avrupa’sını andırır. Her açıdan ABD, “ihtiyar Avrupa’nın” “ilerisinde” değil, yüz yıl gerisindedir. “Amerikan modeli”nin, sağcıların yanı sıra, maalesef bugün liberalizme örgütlenmiş olan Hardt ve Negri gibi solcular tarafından da tercih edilmesinin sebebi budur.

İmparatorluk’ta dillendirdikleri “emperyalizmin modası geçmiştir” tezi ile Çokluk'ta ifade ettikleri “birey, tarihin öznesi hâline gelmiştir” tezinin gerisine baktığımızda, Hardt ve Negri’nin geliştirdiği söylemin teslimiyetçi bir dil üzerine kurulu olduğu görülür. Onlara göre, kapitalist gelişmenin mevcut aşamasının dayattıklarına boyun eğmekten başka çare yoktur. Zararlı etkileriyle mücadele etmenin tek yolu, ona entegre olmaktır. Bu, şu an içinde olduğumuz, henüz geride bırakamadığımız yenilgi momentinin söylemidir. Liberalizme devşirilmiş sosyal demokrasinin, Atlantikçiliğe devşirilmiş Avrupacıların dilidir. Halkın yararına bir ilerlemeye vesile olmaya ve bu ilerlemeyi uygulamaya koymaya muktedir, adını anmaya değer bir sol diriliş, bu tür söylemlerden radikal anlamda kopmayı gerekli kılmaktadır.

Samir Amin
1 Ekim 2005
Kaynak

Dipnot:
[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge: Harvard University Press, 2000 ve Multitude: War and Democracy in the Age of Empire, New York: Penguin, 2004. Bu yazarlar, kapitalizmde “neyin yeni” olduğu konusunda, “bilişsel” veya mali sermaye, işin ve üretimin organizasyonu ve jeopolitik gibi birçok meseleyi doğrudan ele almıyorlar. Şunu açıkça belirteyim ki, ben onları bu yüzden değil, fikirlerine destek olarak bu henüz incelenmemiş yeni gelişmelerden sağlam herhangi bir temele dayanmayan sonuçlara ulaştıkları için eleştiriyorum. Söz konusu dönüşümlerin başka vesilelerle tartışacağım çok farklı yorumları yapılmıştır. İmparatorluk kitabı, 11 Eylül 2001’den önce yazılmıştır. Bu tarih, hiçbir şekilde Hardt ve Negri’nin Washington’ın sadece halk isteği üzerine, insanî sebeplerle, demokrasiyi savunmak için müdahaleler gerçekleştirdiğini söyleyen kaba propaganda söylemini kendinden menkul maddi çıkarlara hiç dikkat etmeden kabul etmesini haklı kılmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder