Çokluk mu Genelleşmiş Proleterleşme Süreci mi?
Görebildiğimiz
kadarıyla, Avrupa’da “Çokluk” terimi, ilkin Hardt ve Negri’nin açıktan atıfta
bulundukları, Hollandalı filozof Spinoza tarafından kullanıldı. Terim, o
dönemde Eski Rejim’de şehirlerde çoğunluğu teşkil eden, ama sadece krallığa ve
aristokrasiye tahsis edilmiş olan politik iktidara, zengin köylüler de dâhil
kentte ve kırda yeni yeni gelişmekte olan finans burjuvazisinin veya feodal
nesebe sahip kişilerin elinde bulunan ekonomik iktidara, aynı zamanda Kilise ve
ruhban sınıfına ait toplumsal iktidara katılım süreçlerinden mahrum bırakılmış
çoğunluğu ifade ediyordu. Avamın statüsü, konuma göre farklılık arz ediyordu.
Şehirlerde avam, zanaatkârlar, küçük tüccarlar, parça başı çalışan işçiler,
yoksullar ve dilencilerden oluşurken, köylerde bu kavram, topraksız köylülere
denk düşüyordu. Şehirlerde huzur nedir bilmeyen avam, sık sık şiddet
araçlarının devreye sokulduğu ayaklanmaların içinde yer alıyordu. Bu kitleyi
harekete geçirense, Fransa’da üçüncü sınıfın aktif bileşeni olan, yeni gelişen
ve pratikte aristokrasi ile çatışmalar yaşayan burjuvazi idi.
Benzer
toplum biçimleri, daha önce başka yerlerde de ortaya çıkmıştı. Antik Roma’nın
plebleri, Rönesans İtalyası’nın şehir devletleri en bilinen örnekler. On
yedinci yüzyılda gerçekleşen ve Cromwell ile Kral arasında yaşanan çatışma
dâhilinde cereyan eden İngiliz devrimlerinde karşımıza çıkan Düzleyiciler de aynı toplumsal katmana mensuplardı. Benzer toplumsal olgulara Avrupa dışında da
rastlamak mümkün. Bu konuda on dokuzuncu yüzyıl Çin’inde karşımıza çıkan
Taipingler, örnek olarak verilebilir.
Fransız
Devrimi, üçüncü sınıfa mensup burjuvazinin bir tarafta, monarşi ile
aristokrasinin diğer tarafta durduğu kavgaya o dönemin çokluğunu ifade eden
pleblerin güçlü bir müdahale gerçekleştirmesi için gerekli zemini sağladı. Üç
taraflı bir kavga hâline gelen bu çatışma sürecinde “Dağ” olarak bilinen
politik grupla birlikte plebler, 1793 yılında avantajlı duruma geldiler. Bu
pleblerin taleplerini dillendiren Robespierre, mülk sahiplerinin politik
ekonomisinin karşısına halkın politik ekonomisini çıkarttı. Bu anlamda o,
Florence Gauthier’nin de ifade ettiği gibi, ilginç bir biçimde, bugüne ait
bir ifadeye başvurmaktaydı.[1]
İlk
genel görüşü, tam da bu noktada aktarmak mümkün: pleblerin gerçekleştirdikleri
isyanlar, onların farklı zaman ve zeminlerde farklı toplumsal sistemlerin maruz bıraktıkları
yoksulluk veya haklardan mahrum olma hâlini, yaşanan zulmü her zaman kabul
etmediklerinin kanıtı olarak görülebilir. Antropolojinin bir meselesi olarak,
insanların özgürlük iradesi ile politik sosyolojinin meselesi olarak
kendilerine dayatılan eşitsizlik arasındaki çelişkinin diyalektiği, süreklilik
arz eden, tarih ötesi bir gerçekliktir.
İkinci görüş: Antik çağın çokluğu olarak pleblerin gerçekleştirdikleri tüm isyanlar yenildiler. Peki buradan, alabildiğine ekonomist ve determinist bir tarih yorumu üzerinden, şu çıkarımı mı yapmamız gerekiyor? Bu yenilgilerin asıl sebebi, pleblerin eşitlik arzusu üzerine kurulu bir tür komünizm talebinin imkân dâhilinde olmamasıdır, üretici güçlerin gelişiminin kapitalizmin icat edilmesini ve iktidarın burjuvazinin elinde olmasını zorunlu kılmasıdır.
Marx’ı
ve tarihsel Marksizmleri anlamak için bu meseleleri tartışmak gerektiğini
düşünsem de onları bu yazı dâhilinde ele almayacağım. Burada sadece ilgili
meselelere dair muhteşem bir analiz kaleme almış olan Pierre Dardot ve
Christian Laval’ın çalışmasına atıfta bulunmakla yetineceğim.[2]
İlk
anarşistlerden olan Pierre-Joseph Proudhon, “Çokluk” terimini on dokuzuncu
yüzyıl ortalarında kendi döneminde Fransız şehirlerinin, bilhassa Paris’in
toplumsal gerçekliğini tarif etmek için kullanıyordu. Dardot ve Laval,
çalışmalarında bu hususa değiniyorlar.[3] Proudhon’un bu tarifi, kendi dönemi
için kesinlikle doğru. Bu konuda herhangi bir eleştiri dillendirmediğine göre,
Marx da bu şekilde düşünüyor.
Louis-Philippe’in
26 Temmuz 1830 günü kral olmasıyla başlayan restorasyon süreci boyunca ve
üçüncü imparatorlukta ekonomik iktidar aristokrasiye ve burjuvaziye
bırakılmıştı. Kendi içlerinde bölünmüş olan bu iki kesim, çatışma içerisinde
olsa da en nihayetinde her bir tarafın sahip olduğu özgül ağırlıktaki
değişikliklere göre biçimlenecek gücü paylaşmak noktasında birleşmişti. Paris
gibi büyük şehirlerde çoğunluğu teşkil eden avam, bu iktidarı paylaşma işinin
dışında bırakılmıştı. Kendi içinde çeşitlilik arz eden avam, bir de yeni
gelişen sanayi proletaryasını bağrında barındırmaktaydı. Oluşum aşamasında
bulunan bu sınıf, o dönemde azınlıktaydı. Esas olarak, yeni kurulan tekstil
endüstrisinde ve kömür madenlerinde varlardı. İngiltere’de daha gelişkin olan
proletarya, Fransa’da kendisine güçbelâ alan bulabiliyordu. Fransa tarihinde bu
çokluk (veya plebler) faaliyetlerini sürdürdü. 1793’ü unutmadı. 1848’de, hatta
kısmen 1871’de o ana geri dönmek istedi. Ama bir kez daha başarısız oldu.
Bu
noktada söylemem gerek ki ben, Fransa, Avrupa veya dünyanın başka bir yerinde sonraki
dönemleri, bilhassa günümüz toplumlarını “Çokluk” terimi üzerinden tarif
etmenin faydalı olduğuna inanmıyorum. Hatta ben, bu kavramın tehlike arz
edebilecek ölçüde aldatıcı olduğunu düşünüyorum.
On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına galebe çalan sermaye birikimi, uzun vadede
avamın farklı üyelerini, plebleri, çokluğu proleterleştirir, bu anlamda onları
işgüçlerini sermaye satan kişilere dönüştürür. Bu satış, Marx’ın analiz ettiği
biçimiyle, ya “gerçeklik zemininde” ya da “biçimsel düzeyde” cereyan eder.
Proleter olmak, yeni bir statüdür ve bu statü sürekli değişir, gelişir.
Proleterleşme
süreci, zamana zemine özgü belirli bir terkip üzerinden meydana gelir. Süreci
meydana getirense (1) kapitalist üretimin örgütlenmesi ile ilgili teknolojik
ihtiyaçlar; (2) proleterlerin kapitalist örgüte karşı verdikleri mücadeleler
veya o örgüt yapısı içerisinde kendi lehlerine olan bir konum elde etmek için
verdikleri mücadeleler; (3) proletaryayı bölme hedefi doğrultusunda sermayenin
proletaryanın mücadelelerine cevaben geliştirdiği stratejiler. İlkesel açıdan
burada yeni bir şey yoktur. Zira her türden terkibin yol açtığı sonuç, ulusal
kapitalizmin yerel bağlamı yanında, ulus-devletin bulunduğu bölge düzeyinde
sermaye birikiminin gerçekleştiği özel momente özgü ve özeldir. Bu terkipler,
küresel kapitalizmi özel kimi yollar üzerinden yapılandırır. İlgili yolları
tanımlayansa, uluslararası ilişkilerdeki denge ve dengesizliklerdir. Daha da
özelde bu terkipler, hâkim merkezlerdeki proleterleşme sürecinin niteliği ile
hâkimiyet altındaki periferi ülkelerindeki süreçlerin niteliğinin çelişmesine
neden olur, bunun yanı sıra, küresel birikim için gerekli muhtelif işlevlerin
muhafaza edilmesini sağlar.
Bu
anlamda, proleterleşme sürecine daha yakından ve somut ifadeleri dâhilinde
bakmak gerekmektedir. Bunun için aşırı genelleştirmelerden uzak durulmalıdır.
Evet, ikinci ve üçüncü enternasyonaldeki tarihsel Marksizmler, ne yazık ki bu
türden genelleştirmelerin tuzağına düşmüş, neticede de “proletarya” terimini
proletaryanın belirli bir kesimine doğru daraltmıştır. Bu dışlayıcı kullanım
dâhilinde, on dokuzuncu yüzyılın fabrika işçileri veya madencileri, yirmilerden
altmışlara dek uzanan süreçte de Fordist çizgide örgütlenmiş büyük
fabrikalardaki işçiler, öne çıkartılmışlardır.
Enternasyonallerin
geliştirdikleri sınıf mücadelesi stratejilerinde mevcut olan hataları, proletaryanın belirli
bir kesimine kilitlenmek üzerinden izah etmek mümkündür. Belirli yerlerde ve
dönemlerde bahsi edilen kesimler, mücadele yürütme konusunda daha avantajlı bir
bağlama sahip olmuşlardır. Bu kesimlere ve verdikleri mücadelelere kazık
çakmak, anlaşılır bir durumdur.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası tesis edilen reformist devletin (refah devletinin) yol
açtığı toplumsal ilerlemeler, bu mücadelenin bir sonucudur. Ama öte yandan, bu
ilerlemelerin altına imza atan hareketlerin mevcut kudreti zayıf yanlarının
üzerini örtmüştür. Proletaryanın belirli bir kesimine kilitlenen hareket, diğer
kesimleri unutmuş, köylülüğü de içeren diğer kesimlerin proleterleştiği
gerçeğini göz ardı etmiştir. Bu ihmal yüzünden kapitalizm sorgulanamamış, bu da
proletaryanın ileri kesiminin birikimin mevcut mantığıyla bütünleşmesine, ona
teslim olmasına yol açmıştır.
Ben,
Hardt ve Negri’nin yorumundan farklı bir yorum öneriyorum. Bu noktada 1975’te
başlayan bir süreç dâhilinde günümüz dünyasının “genel anlamda proleterleştiği”
üzerinde duruyorum. Bu yorum kapsamında asıl vurguladığım hususlar ise herkese
dayatılan proleter statüsü ve genelleşmiş proletaryanın alabildiğine bölünmesi.
Bu iki husus, birbirine tesadüf eden şeyler değil. Birlikte ilerliyorlar. Bir
de tabii sermayenin kontrol için kullandığı mekanizmanın aşırı
merkezîleşmesinden bahsetmek gerekiyor.
İşçiler,
işgüçlerini sermayeye bir şirkete çalışırken doğrudan, taşeron olarak
çalışırken, dolaylı yoldan satıyorlar. Artık işçilerin giderek büyüyen bir
kesimi bu durumda. İşçilerin hukukî statüsünün onlara bahşettiği özerklik
alanı, bu gerçeği gizlememeli. Örneğin bir ailenin işlettiği çiftlikte toprak
ve teçhizatın bu ailenin mülkünde olmasının bir önemi yok, çünkü kapitalist
tekellerin yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru yaptığı kesintiler
sebebiyle bu mülkiyetin bir anlamı kalmıyor. İmalatla uğraşan veya hizmet sunan
birçok küçük ve orta ölçekli şirket, bunun yanında, serbest çalışan insanlar,
proleterleşmenin genelleşmesi denilen gerçekle yüzleşiyorlar. Bugün tüm işçiler,
gerektiğinde zihinsel emeğini de içerecek biçimde kendi işgücünü satıyorlar.
Bu
koşullarda, Hardt ve Negri’nin iddiasının aksine, sistem evrimleştikçe, değer
yasasının işlediği alan daralmıyor. Bu da sistemin daha da güçlendiğini
gösteriyor. Başka bir çalışmamda kullanmış olduğum çizelge, değer yasasının
ücret hiyerarşisi, daha da genelde işçiye yapılan ödemeler üzerinden nasıl
işlediğini ortaya koyuyor.[4] İşçilerin yüzde sekseni ilâ doksanı, her gün
sekiz saat, her yıl 250 gün çalışıp, faydalı olsun ya da olmasın, kimi ürünler
ve hizmetler üretiyor. Ama bu harcanan emeğin karşılığında ödenen para, gün
başına dört saat çalışmak için ihtiyaç duyulan ürün ve hizmeti satın almalarına
imkân sağlıyor. İşçiler, üretken olsunlar ya da olmasınlar, sermaye tarafından
eşit ölçüde sömürülüyorlar.
Bu
çalışma, 1. Kısmı, yani üretim için emtia ve hizmet üretiminin gerçekleştiği
bölümü ve 2. Kısmı, yani nihai tüketim için emtia ve hizmet üretiminin
gerçekleştiği bölümü tamamlayan 3. Kısım’da emilen artıktaki hızlı artışı
analiz ederek tamama eriyor.[5]
Genelleşmiş
proletaryanın kesimlere ayrılması süreci, bu ayrışmayı teşvik etmek için
tasarlanmış teknolojik araştırmaları yürütmek ve onların yönünü tayin etmek
amacıyla (genelleşmiş proletaryanın ortaya çıkması için zaruri olan karşıt
tamamlayıcı unsur olarak) genelleşmiş tekellerin elindeki sermaye eliyle
uygulamaya konulan stratejiler üzerinden izah ediliyor. Fakat bu kesimlere
ayrışma süreci, sermayenin uygulamaya koyduğu stratejilerin tek taraflı
ürettiği bir şey değil. Bu sürecin mağdurlarının ortaya koydukları direniş ve
yürüttükleri mücadeleler, bu stratejilerle etkileşime giriyorlar ve kesimlere
ayrışma sürecine belirli bir biçim veriyorlar. Bu konuda somut kimi örnekler
vermek mümkün: Fransa’da demiryolu işçilerinin verdikleri mücadelelerde işçiler
arasında oluşan dayanışma, genelleşmiş proletaryanın içindeki kesimlere ayrışma
sürecinin yıkıcı etkilerini kimi yönlerden ortadan kaldırabiliyor, ama aynı
zamanda bu süreci besleyebiliyor da.
Bu
mücadele stratejileri, ilk bakışta, Alain Touraine’nin günümüz toplumu ve kendi
iç kesimlerine özel toplumsal hareketlerin gelişmesi konusunda söylediklerinde
haklı olduğunu ispatlıyor. Müşterek mücadelenin geliştireceği etkili stratejide
amaç, kesrette vahdete imkân sağlayan stratejik alt amaçları belirlemektir.
Bu
zor iş için önerilebilecek kesin bir plan bulunmamaktadır. Hardt ve Negri, bu
alanda militan düşünceyi ilerletmemize yardımcı olmuyor. Kendiliğinden
mücadelelerin yol açtığı özgürleştirici etkilere fazla önem veriyorlar. Bu
özgürleştirici etkilerin gerçekliğini kabul etmek basittir ve kesinlikle
herhangi bir şatafatlı analiz gerektirmez. Asıl zorluk, şu soruyu sorar sormaz
ortaya çıkar: Parçalı mücadeleleri geniş kapsamlı ve genelleştirilmiş bir
mücadele stratejisine nasıl eklemleyeceğiz? Hardt ve Negri'nin bu konuda
söyleyecek hiçbir şeyi yok.
Genelleşmiş
proleterleşme süreci ve proletaryanın kesimlere ayrılması, sermaye yapısındaki
değişikliklerle birlikte gerçekleşir. İlk biçimlerinde (1880'den 1975'e kadar)
tekellere, ardından “genelleştirilmiş tekeller” olarak adlandırdığım çağdaş
biçimlerine geçiş, bu değişiklikleri simgelemektedir. Bu tekellerin gücünün, sermayenin
yasal mülkiyetinde paralel bir yoğunlaşma olmaksızın merkezîleşmesi, soyut
sermayenin egemenliğinin hizmetinde olan siyasi iktidarın yönetimi kadar
burjuvazinin doğasını da tamamen dönüştürür. Burjuvazinin kendisi, artık büyük
ölçüde soyut sermayenin maaşlı temsilcilerinden, özellikle de sermaye için
yararlı bilgi üreticilerinden oluşmaktadır. İşte Hardt ve Negri, bu hususlara dair
bilginin önemini görmez.
Bu
maaşlı temsilciler, sekiz saat çalıştıklarında, üretimi sekiz saatten daha
fazla, hatta çok daha fazla maliyetli olan mal ve hizmetleri satın almalarına
izin veren bir para alırlar. O hâlde artık değer üretimine katılmazlar, onun
tüketicileridirler. Burjuvadırlar ve öyle olduklarının bilincindedirler. Ben burada
daha çok, Hardt ve Negri'nin hiçbir zaman ilgilenmediği bu değişim sürecini ele
alan Günümüz Kapitalizminde Bütünleşme isimli çalışmamda yer alan
analizlere atıfta bulunuyorum.[6]
Buraya
kadar aktardığım analiz, sadece sistem içi merkezlerdeki dönüşümlere odaklanıyordu.
Çevre ülkelerde, kapitalizmin hükmü altında olan toplumlarda proleterleşme
süreci, farklı ve özgül biçimler alabiliyor. Emperyalizm konusunda Hardt ve
Negri'ye yaptığım eleştiride bu hususa geri döneceğim.
Dolayısıyla
biz farklı düşünüyoruz. Bu anlamda, geçmişte çokluğa damgasını vuran
statülerdeki çeşitlenme meselesine odaklanmıyoruz. Hatta tam aksi bir pozisyonu
benimsiyoruz.
Hardt
ve Negri'den de önce Touraine, proletaryanın kesimlere ayrışma sürecini
proletaryanın sonu olarak ilân etmişti, devamında da buradan hareketle, yeni
toplumsal gerçeklikte her bir kesime has, çoğul olan toplumsal hareketlerin
mücadelesini tekil olan proletaryanın mücadelesinin yerine ikame etti.
Hardt
ve Negri de "çokluk" terimine geri dönerek, yüzlerini Touraine’e çevirdiler. Onlara
göre, kapitalist değer yasası hükmünü yitiriyor (ki ben tam aksine, artan bir
güçle kendisini ortaya koyduğunu düşünüyorum). İkili, bu değer yasasının yerini,
değer yasası ve proleterleşmeyi önceleyen emek sömürüsü tarzlarına benzer
tarzların aldığını söylüyor. Ne var ki Hardt ve Negri, yeni emek biçimleri
konusunda tek laf etmiyor. Bu konudaki sessizlikleri anlamlıdır: Çünkü bu iki
isim, değer yasasının yerine ne koyacaklarını bilmiyor.
Marx,
piyasadaki dalgalanmaların yol açtığı kargaşanın, piyasadaki hareketleri
tamamen kontrol eden değer yasasının gücünü maskelediğini söylüyordu. Aynı
şekilde ben de, proleterleşmiş toplumun bileşenlerindeki çeşitliliğin (çokluk),
değer yasasının gücünü, daha doğrusu bu çeşitliliği oluşturan küreselleşmiş
değer yasasını benzer şekilde maskelediğini söylüyorum.
Hardt
ve Negri, genelleşmiş proletaryadaki kesimlere ayrılma sürecinin somut
biçimlerini analiz etmek yerine, “müşterekler” (“kamu yararı”) konusunda kelâm
etmekten zevk duyuyor. Oysa bu uzun zamandır ele alınan ve tekrar tekrar
gündeme getirilen konuya dair bildiklerimize zerre katkı sunmuyor. Ortada hem
temel kavramları Hardt ve Negri'den çok daha iyi açıklayan hem de piyasanın
egemen ideolojisinin dışsallıkları kendi sistemine entegre etmesine izin veren
kavramlara meydan okuyan “müşterekler” konusu üzerine yığınla yazı var.[7]
Bugün
varolan toplumsal çeşitliliğin fiili gerçekliği konusunda sustukları için Hardt
ve Negri, “biyopolitika” ve bilişsel kapitalizm” gibi başlıklar altında bitmek
bilmeyen analizler yapıyor.
Politika
yerine “biyopolitika” tabirini kullanmak, beni pek rahatsız etmiyor. Asıl
mesele, önce Foucault’nun, ardından da Hardt ve Negri’nin orada yeni şeyler
buluyor olması. Ben, bu teori alanında yeni bir şey olmadığına inanıyorum.
Ben,
zaten politikanın her zaman biyopolitikayı ifade ettiğini, birey ve toplum
düzleminde insan hayatının yönetilmesine denk düştüğünü düşünüyorum. Dardot,
Laval ve Marx gibi ben de antropoloji ile sosyolojiyi ilişkilendiriyor, (Dardot
ve Laval’ın ifadesiyle) “bireylerin pratik faaliyeti”ni incelemeye çalışıyorum.
Ama ben, aşkın değil, tarihaşırı olan antropolojik temeli, ilgili faaliyetin
meydana geldiği toplumsal-tarihsel çerçeveden ayırma çabası içine girmiyorum.
Burada
sanayi kapitalizminin bilişsel kapitalizme dönüştüğünü söyleyen efsaneyi
incelemeyeceğim. Zira insanlık tarihinin her bir aşamasında üretimin aldığı
biçim, her daim bilişsellikle ilgili bir bileşeni illaki içermiştir.
Bu
meselelere dair başka herhangi bir şey söylemeyeceğim. Okur, bu sorunlara dair
analizlerimi kitaplarımda bulabilir.[8] Bu
yaptığım katkıları içeriğine halel getirecek şekilde basitleştirip özetlemek ve
burada aktarmak istemiyorum.
İmparatorluk
mu Emperyalizm mi?
Hardt
ve Negri’nin tezleri, iki iddia üzerine kurulu:
1.
Sistem öylesine küreselleşti ki her türden ulusal politikanın başarısızlığa
mahkûm olduğu, "ulus" ve "ulusal çıkar" denilen kavramların hükmünü yitirdikleri
bir aşamaya geçilmiştir.
2.
Bu gerçeklik, şeklî birer varlığa dönüşmüş olan tüm devletleri etkiliyor. Hatta
bu süreçten hâkim, bazen de hegemonik olan güçler de etkileniyorlar.
Dolayısıyla, artık emperyalizmden değil, merkezi bulunmayan bir
“imparatorluk”tan söz edilebilir. Ekonomik ve politik kararların alındığı
merkezler, tüm yeryüzüne dağılmışlardır ve devlet politikalarını gereksiz
kılmışlardır.
Bu
iki önerme de tümüyle yanlıştır ve bu yanlışlık, ancak kapitalist
küreselleşmenin beş yüz yıllık tarihi konusunda cahil olmakla izah edilebilir.
Hardt
ve Negri’nin cahili olduğu söz konusu tarih, hâkim merkez ülkelerle ve üzerinde
hâkimiyet kurulmuş çevre ülkeler arasındaki karşıtlık ve çevre ülkelerdeki
birikim tarzlarının merkez ülkelerde giderek derinleşip hızlanan birikim
süreçlerinin ihtiyaçlarına tabi kılınması üzerine kuruludur.
Emperyalizm,
dün olduğu gibi bugün de çevre ülkeleri teslim almak amacıyla devreye sokulan ekonomik,
politik ve askerî araçlar bütününden başka bir şey değildir.
Çevre
ülkelerdeki kapitalizme tabi olan toplumlar, kendilerine verilen görevler
uyarınca, her bir bölgeye özel bir proleterleşme biçimi üretmişlerdir. Dolayısıyla,
çevre ülkelerde, hâkim merkez ülkelerde görülen proleterleşme biçimlerini
tamamlayan, ama onlardan da farklı proleterleşme biçimlerine tanık olunur. Zahirde
“çokluk”muş gibi algılanan, aslında tüm ülkelerde varolan ve küresel sistemle
bütünleşmiş olan işçi sınıflarında görülen çeşitlilik, ülkeden ülkeye, küresel
kapitalist gelişmenin bir aşamasından diğerine farklılık arz eden bir yapıdır.
Mülksüzleşme,
dışlanma ve yoksullaşma süreçleri ile kendisini ortaya koysa bile, bilerek
kullandığım “proleterleşme” süreçleri, çevre ülkelerde hâkim merkez ülkelerdeki
toplumlara ait yapıları hemen ilk elden üretmezler. Azgelişmişlik, bir
gecikmenin sonucu değil, gelişme sürecinin ürettiği bir üründür. Çevre ülkelerde
üretilen toplumsal yapılar da aynı şekilde geçmişin kalıntısı değildirler. Bu toplumlar, teslim alındıkları vakit, ilk başta varolan yapılar bozulur ve doğası gereği
kutuplaştırıcı olan küresel kapitalizmin emperyalist yayılma süreci için
faydalı olan araçlara dönüştürülür. Örneğin güneydeki çevre ülkelerinde faal
olan enformel sektörde çalışan ve sayıları ile oranları sürekli artan işçiler,
geçmişin bir kalıntısı değil, kapitalist modernitenin birer ürünüdürler. Gelgelelim
bu işçiler dışlanmazlar ve kapitalist sömürü sistemine tümüyle entegre edilmiş
emekçi kesimleri içinde görülürler.
Bu
noktada kadının ev içi emeği üzerinden bir analojiye başvurulabilir: tek kuruş
ücretin ödenmediği veya çok az parayla geçiştirilen bu enformel emek, üretimin formel,
resmi kesimlerinde kullanılan işgücünün fiyatının düşürülmesini sağlar.
Hardt
ve Negri, birçok önemli çalışmasının konusunu teşkil eden bu tip durumlara dair
somut analizi görmezden gelir. Yazarlarda gördüğümüz o yavan küreselleşme
anlayışı, hâkim söylemin hizmetinde olan görüştür. İkilinin yegâne bilgi ve
ilham kaynağı, Foreign Policy dergisidir. Oysa bu dergi, Amerikan
müesses nizamının kendi ürünlerini sattığı ve bu ürünleri büyük bir hevesle
tükettiği pazardan başka bir şey değildir.
Bu
görüşe göre ulusötesileşme, ulusları ve emperyalizmi gerçeklikten silip
atmıştır. Washington, tam da herkesi bu yalana inandırmak, böylece kendisine
yönelik protestoların şiddetini ve gücünü ortadan kaldırmak istemektedir.
Bense
tam aksi görüşteyim: ulusötesileşme, küresel bir burjuvazi yaratamadı, dolayısıyla
küresel burjuvazinin hizmetinde olan bir dünya devleti inşa edildi mi edilmedi
mi sorusu da hükmünü yitirdi. Genele teşmil edilmiş tekellerin bugün içine
girdiği küreselleşme sürecinin temeli olan kapitalist/emperyalist sistemdeki
genişleme, devletteki çöküş sürecinin başlamasına değil, devletin iktidarını
bilfiil uygulamasına ihtiyaç duyuyor. Faal bir devlet yoksa neoliberalizm
küreselleşemez. Bu noktada bu devletin ABD ve ona tabi olan müttefiklerinin
üstlendiği hegemonik işlevlerini yerine getirmesinin veya çevre ülkeleri merkez
ülkelerin elindeki emperyalist hâkimiyetin ihtiyaçları önünde diz çöktürmesini
güvence altına alacak komprador devlet biçimi almış olmasının bir önemi yoktur.
Tersten,
aynı anda modern ve entegre sanayi sistemini inşa eden, gıda güvenliğini tesis
etmek adına tarımı ve köyü yeniden yapılandıran, toplumsal ilerleme sürecine
destek sunan, hakiki, ilerici ve kesintisiz demokratikleşme yolunun açılmasını
sağlayan, ulus devletler eliyle yürürlüğe konulmuş egemenliğe dair projeler
uygulanmaksızın, çevre ülkeler asla ilerleyemezler.
Ben,
bu noktada daha çok şu hususun üzerinde duruyorum: ulusal egemenliği
ilgilendiren her türden proje, işçi sınıfını içermeli, onun dışlayan her türden
yaklaşımı reddetmelidir. Küresel bir sistem denilen yapı ile ulusu karşıt
kutuplara yerleştiren yaklaşım, demode bir yaklaşım değildir. Demode olduğuna
inananlar, tam da Washington’ın istediğini yapıyor, süreci adım adım
ilerletecek etkili stratejiler geliştirmenin imkânsız olduğuna herkesi inandırmaya çalışıyorlar.
Negri’nin
görüşlerinin yanlış olduğunun kanıtı, Avrupa anayasası lehine aldığı konumdur.
Negri, ulus meselesini tartışılır kılan Avrupa anayasasının neoliberal
kapitalizmin gelişimine mani olacağı kanaatindedir. Oysa o, Avrupa anayasasının
esas olarak söz konusu gelişimi zayıflatmak şöyle dursun, pekiştirmek için
gündeme getirildiğini görmemektedir. Devletin üstlendiği işlevlerin onun
elinden alınmasında amaç, sivil toplumun gücünü artırmak (böylece “çokluğun”
müdahalelerinden daha fazla faydalanılmasını sağlamak) değil, sivil toplumun
karşı çıkma, protesto eylemleri gerçekleştirme konusunda sahip olduğu gücü
ortadan kaldırmaktır.
Brüksel’de
teşkil edilmiş sözde-devletin (“devlet olmayan devlet”in) verdiği emirler, eskiden
emekle sermaye arasındaki toplumsal uzlaşmayı temel alan ulus devletlerin
yeniden yapılandırılıp, sadece sermayeye hizmet eden unsurlar hâline getirileceği
süreci pekiştirmek için kullanılan birer bahaneden ibarettir. Aynı zamanda
Avrupa denilen yapının kurulması sayesinde kıta, yeni kolektif emperyalizmin
liderine tabi olan bir müttefike dönüştürülecek, sonuçta da ABD’nin eylem
kapasitesi artırılacaktır.
Amerikan
müesses nizamı, Hardt ve Negri’nin ısrarla inkâr ettiği gerçeği gayet iyi anlıyor!
ABD ve ona bağlı müttefikler olarak Avrupa’nın, Japonya’nın, Kanada’nın ve
Avustralya’nın dizginlerini elinde tuttuğu küreselleşme sürecinin, gezegenin
askerî kontrolüyle ilgili jeostratejinin sürekli devrede tutulması suretiyle işletildiğini
görmek gerekmektedir. Hardt ve Negri, bu hususta tek laf etmiyor, hatta çıkıp
NATO’nun artık işlevsiz olduğunu söylüyor.
Hardt
ve Negri, hem Washington’ın ve müttefiklerinin gerçekleştirdikleri politik-askerî
müdahalelerin başarısız olduklarını iddia ediyor, hem de Amerikan müesses
nizamının bu gerçeği anlayıp, bu tür müdahalelerden vazgeçtiğini söylüyor!
Bu
“başarısız oldu” ifadesini ciddiyetle ele almak gerekiyor. Duyan da Washington’ın
ekonomik hâkimiyetine destek sunma amacını güden politik ve askerî müdahaleler
yoluyla kendi hizmetindeki komprador devletler sistemini istikrarsız kılabileceğini
düşündüğüne inanır. Buradan bakıldığında söz konusu müdahaleler, gerçekten de
başarısız olmuşlardır. Fakat bu müdahaleler, bir yandan da Afganistan, Irak ve
Libya gibi ülkelerde tüm toplumu yıkıma sürüklemiş ya da Suriye, İran, Ukrayna,
Rusya gibi yerlerde gerçekleştirilen müdahalelerde görüldüğü üzere, en azından
bu yönde bir çaba içinde olmuştur.
Bu
parçalanmış toplumların Batı medyasının olumlu yaklaştığı Müslüman Kardeşler türü
gerici politik İslam içi örgütlerce veya kibar bir dille “milliyetçilik” olarak
tarif edilen, Doğu Avrupa’daki neofaşistlerce yönetiliyor oluşu, üç büyük
emperyalist gücün dünya sistemi üzerindeki hâkimiyetinin perçinlenmesine asla
mani olmuyor. O hâlde, emperyalist müdahalelerdeki şiddetin ve yerelde o
müdahalelere yönelik tepkilerdeki yanlışların yol açtığı kargaşa, Washington’ın
amacına ulaştığını ortaya koyuyor. Bu açıdan bakıldığında, Washington başarısız
olmuş değil, en azından şimdilik!
Ayrıca
Washington, bu müdahaleleri bir başarısızlık olarak da görmüyor. Hatta savaş
tellâllığı yapan Hillary Clinton’ın başkan adayı olduğu koşullarda, aynı şeyi aynı
şiddette yapma niyeti taşıdığı görülüyor.
ABD
devletinin hâkimiyetini daim kılmak için kullandığı diğer bir silâh da uluslararası
para olarak kullandığı dolar. Bu silâh, daha önceleri İsviçre bankaları ve
Fransız bankası BNP Paribas’a diz çöktürmek veya iflasın eşiğine sürüklenmiş
olan Arjantin gibi güney ülkelerinde ABD’ye boyun eğmeyen devletleri hizaya
sokmak için kullanılmıştı.
Devlet
yoksa para da yoktur. Dolar, kendi egemenliğini pratikte her yönüyle muhafaza
eden ABD’nin parasıdır. Doların gücünden, Amerikan Merkez Bankası’nın finans
piyasasına yaptığı müdahaleler üzerinden istifade edilir. Bu müdahalelerin tekelci
sermayeyi destekleme amacını güdüyor oluşunun bir önemi yoktur. Gerektiğinde devlet,
kendi ekonomisinin belirli bir kısmının çıkarları hilafına ABD kapitalizminin
kolektif çıkarına hizmet etmek için müdahalede bulunur. Devletten bağımsız olan
merkez bankasının tek başına piyasanın paranın değerini belirlemesine imkân
sağlayacağını söyleyen ekonomik liberalizm, bizi ekonomiyi yönetirken devlete
artık ihtiyaç olmadığına inandırmak için kullanılan ideolojik bir söylemden
başka bir şey değildir.
Dışarıdan
bakıldığında, zahirde başka bir şey görülüyor olsa da, Avro bölgesinde de durum
bundan farklı değildir. Devletten bağımsız olan Avrupa Merkez Bankası, grup
içerisinde hâkim ülke olan Almanya’nın devlet politikasını uygulayan bir
failden başka bir şey değildir. Yunanistan’ın yüzleştiği krizde bankanın gördüğü
işlev, bu gerçeğin kanıtıdır. “IMF, neden hiç Avrupa’dan değil de her zaman
sadece Almanya’dan söz ediyor?” sorusunun cevabı da burada aranmalıdır.
ABD
devletinin elindeki dolar silâhı, diğer devletler, kendileri arasında kurulan asimetrik
hukukî ilişkilere onay verdiği sürece, işlevsel ve etkilidir. ABD milliyetinden
hiçbir kişi, ABD hukuku dışında başka bir hukuk tarafından yargılanamaz. Buradaki
asimetrik ilişki, eski emperyalist veya sömürgecilik sistemine özgüdür.
Ordu
ve para, piyasanın değil, devletin araçlarıdır. Sivil toplum, bu araçlardan
mahrumdur. Kapitalist devlet yoksa kapitalizm de olmaz. Bu temel mesele
konusunda Hardt ve Negri, bu gerçeği gizlemeye yarayan ideolojik dili
benimsiyor, örtük olarak, sermayenin faydalı olabilecek eylemlerinin işe
yaramaz ve zararlı devlet müdahaleleri tarafından engellendiğini söylüyor. Bu
durdukları yer itibarıyla, yazarlarımız fena hâlde yanılıyorlar.
ABD’nin
askerî stratejisinin ve bu ülkenin küreselleşmiş finans sistemi üzerindeki
kontrolünün devlet politikaları harici başka politikalarla alt edilemeyeceğini
görmek gerekiyor. Devlet politikalarının faydasız, işe yaramaz olduklarını
düşünenler, hatta bu politikaları tehlikeli kabul edenler, esasında teslimiyetten
ve mevcut emperyalist düzeni kabullenmekten başka bir şey önermiyorlar.
Günümüz
kapitalizminde tıpkı modern tarihin ilk aşamalarında olduğu gibi, uygulanan
devlet politikaları, salt amacı, sermayenin hâkim olduğu hegemonik bloğa hizmet
sunmak olan ekonomi politikaları değildir. Bu devlet politikaları, aynı zamanda
toplumun politik yönetimi gibi toplumsal hayata ait tüm alanları kapsar. Bugün
moda olduğu üzere, kapitalizmi aklayan dil, piyasa kanunlarının, çokpartili
sistemin ve seçime dayalı temsilî demokrasinin esasında aynı şey olduğunu
söylemektedir. Gerçek tarihi inceleyen herkes, bu gerçeği çarpıtan yaklaşımı
hemen çöpe atacaktır.
Gerçekte
varolan kapitalizmde (“piyasa” denilen alanda) devlet, sermayenin toplumu
yönetme pratiğine uygun düştüğü durumda demokrasiyi şeklen benimser, hatta
teşvik eder, fakat gerektiğinde devlet, başka koşullar oluştuğunda, otokratik,
hatta faşist araçlara başvurur.
Burada
esas olarak genele teşmil edilmiş tekeller üzerinden işleyen kapitalizmde
krizle yüzleşildiği noktada, faşizmin sahneye yeniden çıktığını söyleyen eski makaleme
atıfta bulunuyorum. Ben o yazıda, geçmişin faşizm pratikleriyle parlamenter
sistemin sağ hareketi içerisinde yer alan ve kendilerine “liberal” diyen
akımlar arasındaki suç ortaklığına işaret ediyorum.[9]
Hardt
ve Negri, tüm bu hususları görmezden geliyor. Onlar, sivil toplum konusunda
dillendirilen ve son dönemde moda olan yaklaşımı benimsiyorlar ve buradan,
sivil toplumun gerçekleştireceği müdahalelerin, sömürülenlerin, yani “çokluğun”
ortaya koyacakları direnişlerin ve mücadelelerin eskiden daha fazla güce, süreci
tayin etme yetkisine ve tek taraflı işleyecek kudrete sahip olduklarını
söylüyorlar.
Bu
çocukça yaklaşımı benimsemeyen Dardot ve Laval, farkı bir analiz ortaya
koyuyor. Benim de paylaştığım bu analiz dâhilinde yazarlar, devletin sermaye
temelli politikaları ile bu politikalara karşı veya onların içerisinde gelişen
mücadeleler arasında kimi zaman çatışkılı, kimi zaman tamamlayıcı bir diyalektik
ilişki olduğunu söylüyorlar. Söz konusu diyalektik ilişki, durumların özgünlüğüne
bağlı olarak farklı sonuçlara yol açıyor. Kimi koşullarda sermaye geri çekilip,
bu tür mücadelelerin elde ettiği mevzilere uyum sağmak zorunda kalıyor. Bazı durumlarda
da genelleşmiş proletarya anlamında farklı ülkelerin işçi sınıfları, elde
edilen tavizleri kabul edip, o tavizlerin dayattıkları şartları içselleştiriyorlar,
neticede de sistemin mantığı içerisinde aktif bir güç hâline geliyorlar. Tüketimciliği
bir biçimde benimseyen bu yabancılaşma biçimleri, antikapitalist bilincin ilerlemesi
için gerekli olan olgunlaşma sürecini duraksatıyor. Bazı koşullarda da sermaye,
kendisi bir hareket meydana getirip, bu hareketi kendi belirlediği yönde
ilerletiyor. Geçmişte örneklerine rastladığımız bir gelişme olarak, “çokluklar”,
bir biçimde faşizme destek sunabiliyorlar.
Hardt
ve Negri, Foreign Affairs dergisi gibi mahfillerin moda ettikleri
söylemin öne sürdüğü önermeleri benimsiyor. Oysa bu söylem, ister silâhla ister
dolarla gerçekleştirilsin, ABD’nin tüm müdahalelerinin doğası gereği
demokrasinin ilerlemesinden yana olduğuna, bu anlamda “olumlu bir etki”ye yol
açacağına inanmamızı istiyor. Bu mahfillere güven duymak için insanın tümüyle
saf olması gerekiyor. Ne yani? Dün Irak’a, bugün Suriye’ye ve Rusya’ya yönelik
saldırıları meşrulaştırmak için ABD başkanlarının sürekli başvurdukları o
yalanların devletin ağzından çıktığını unutacak mıyız?
Samir Amin
1
Kasım 2014
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Florence Gauthier, Triomphe et mort de la révolution des droits de
l’homme et du citoyen (Paris: Syllepse, 2014).
[2]
Pierre Dardot ve Christian Laval, Marx, prénom, Karl (Paris: Gallimard,
2012).
[3]
A.g.e., s. 311.
[4]
Samir Amin, Three Essays on Marx’s Value Theory (New York: Monthly
Review Press, 2013), s. 85–86.
[5]
A.g.e., s. 68–69.
[6]
Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism (New York: Monthly
Review Press, 2013).
[7]
Örneğin bkz.: François Houtart, Le bien commun de l’humanité (Mons, Belçika:
Couleur livres, 2013).
[8]
Samir Amin, The Law of Worldwide Value (New York: Monthly Review Press,
2010); Three Essays on Marx’s Value Theory; The Implosion of Contemporary
Capitalism.
[9] Samir Amin, “Fascism Returns to Contemporary Capitalism,” Monthly Review 66, Sayı. 4 (Eylül 2014): s. 1–12. Türkçesi: Ayrıntı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder