Samir Amin Söyleşisi
Jipson John ve Jitheesh P. M.
11 Mayıs 2018
Siz,
bugün tanık olduğumuz küreselleşme sürecini çağımızda genele yayılmış tekelci
kapitalizmin ayrılmaz parçası olarak görüyorsunuz. Bu küreselleşmenin tarihini
nasıl tarif ediyorsunuz, sürecin hangi kanallardan aktığını düşünüyorsunuz?
Küreselleşme,
yeni bir olgu değil. O, kapitalizmin eski ve önemli bir boyutudur. Siz
Hintliler, herkesten daha iyi bilirsiniz bunu. On sekizinci yüzyılda
İngilizler, sizi fethedip sömürgeleştirdiler ve bu süreç, yirminci yüzyıla dek
devam etti. Bu da küreselleşmeydi. Sizin talep ettiğiniz küreselleşme olmasa da
siz, bir biçimde küresel kapitalist sistemle bütünleştiniz.
Sömürgeleşme,
esasen küreselleşmenin bir biçimiydi. Ancak Hindistan halkı, buna karşı
mücadele etti ve sosyalist devrimci bir liderlik değilse de Gandi ve Nehru’nun
milliyetçi-halkçı liderliğinde bağımsızlığını kazandı. On dokuzuncu yüzyılın
sonunda kurulan Kongre Partisi, 1947’de bağımsızlığı kazanana dek faaliyet
yürüttü, gelgelelim, bu mücadelenin iki bedeli oldu.
1.
Pakistan ve Bangladeş’in ülkeden kopmasıydı. Sömürgeci, bu toprakları sizden
kopartarak suç işledi.
2.
Bağımsızlığınızın yeniden elde edilmesinde ödediğiniz ikinci bedel de Kongre
Partisi’nin önderlik ettiği Hindistan burjuvazisinin işçi sınıfını da içeren
geniş halk ittifakını ele geçirmesiydi.
1947’deki
bağımsızlıktan sonra küreselleşme başka bir yola girdi. Benim “müzakere edilmiş
küreselleşme” dediğim süreç, 1955’te düzenlenen Bandung Konferansı ile başladı.
1955’te Çin, Hindistan, Endonezya ve diğer birçok ülkenin halklarının
temsilcileri, ilk kez Endonezya'da bir araya geldiler. Konferans, Hindistan’ın
bağımsızlığını yeniden kazanmasının, Çin Komünist Partisi’nin Pekin’e
girmesinin, ayrıca Endonezya’nın Hollanda’dan bağımsızlığını yeniden
kazanmasının üzerinden birkaç yıl geçtikten sonra toplanmıştı.
Sonra
başka bir küreselleşme modeline tanık olduk. Genel kabul gören anlayışa göre,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra küreselleşme, ABD ile SSCB arasında bölünmüş iki
kutuplu bir süreçti ve bu sürece Soğuk Savaş eşlik etmişti. Bence bu anlayış,
temelde yanlış.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası, yani 1945’ten 1980 veya 1990’a kadar uzanan süreçte tanık
olduğumuz küreselleşme, benim “müzakere edilmiş küreselleşme” dediğim şeye denk
düşer. İlgili süreç, sadece ABD ve SSCB değil, en az dört ortak arasında
işledi:
1.
ABD ve Batı Avrupa’nın Japonya, Avustralya ve Kanada ile kurduğu emperyalist
ittifak.
2.
O dönemde Doğu Avrupa'da kimi ülkelerle ittifak kurmuş olan Sovyetler’di.
3.
Sosyalist kampa ait olmasına rağmen, 1950’den itibaren açıkça bağımsız bir
politikaya sahip olan Çin’di.
4.
Bağlantısızlar Hareketi'ni yaratan Bandung'da buluşan ülkeler. Bu, sadece Asya
ülkelerinin değil, o dönemde Afrika’da yeni bağımsız olmuş olan ülkelerin
çoğunu da içeren bir kamptı.
Portekiz
sömürgeleri, bu harekete daha sonra katıldılar, onlara devamında Güney Afrika
eşlik etti. Küba, gruba katılan tek Latin Amerika ülkesiydi. Hindistan’ın,
Nasırcı Mısır’ın, Cezayir’in ve bir dizi Asya ve Afrika ülkesinin oluşturduğu
dördüncü grubu ben, “milliyetçi-halkçı sistem” olarak adlandırıyorum. Neticede
bu anlamda elimizde, dört ayrı grup arasında müzakere edilen çok kutuplu bir
küreselleşme modeli vardı.
Asya
ve Afrika halkları açısından bu dönem, emperyalizmin tavizler vermek ve
Hindistan yanında başka Asya ve Afrika ülkelerinin de gündeme getirdikleri
milliyetçi-halkçı programları kabul etmek zorunda kaldığı bir dönemdi. Artık
ortada, küreselleşmenin ihtiyaç ve taleplerine uyum sağlayan Güney ülkeleri
yerine, bizim taleplerimize uyum sağlamak zorunda kalan emperyalist ülkeler
vardı. Bu, emperyalist ülkeler, Sovyetler Birliği ve Çin’i içeren sosyalist
blok ülkeleri ve ayrıca Güney ülkelerinin çoğu arasında müzakere edilen bir
küreselleşme süreciydi.
İkinci
Dünya Savaşı’nı takip eden otuz yıllık dönemde müzakere edilen küreselleşme
süreci, üç ayak üzerinde duruyordu:
1.
İşçi sınıfının, bilhassa Avrupa işçi sınıfının faşizmin ve Nazizmin Kızıl Ordu
ile birlikte mağlup edilmesiyle elde ettiği zaferin bir sonucu olan Batı’da,
özellikle Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’da inşa edilen refah devletleri.
2.
Çeşitli sosyalizm deneyimleri. Bu noktada Sovyet modeli ve Çin modeli yanında,
Vietnam ve Küba modellerinden söz edebiliriz.
3.
Hindistan’ın Kongre Partisi’nin Nehru döneminde, Nehru’dan sonra, özellikle
İndira Gandi döneminde uyguladığı politika.
Bu
dönem, aynı zamanda Nasırcı Mısır’ın ve ayrıca Orta Doğu [Batı Asya]
ülkelerinin birçoğunda ve Afrika’da sosyalist ilerlemelere tanık olunan bir
dönemdi. Bahsini ettiğim üç deneyim ilgili dönemin bir ürünüydü, sonrasında üçü
de yavaş yavaş bozuldu.
1991’de
Sovyetler Birliği’nin yaşadığı türden çöküşler ağır sonuçlara yol açtı. Ülke,
on beş ayrı cumhuriyete bölündü ve bu cumhuriyetlerin büyük bir kısmı Avrupa
Birliği’ne ve NATO'ya katıldı. Ama öte yandan Batı’da sosyal demokrasi de
yenilmişti. Yani Doğu’da komünistlerin yaşadıkları yenilgi, Batı’da sosyal
demokrasinin zaferine yol açmamıştı. Bu süreçte birer sosyal liberal hâline
gelen Batılı sosyal demokratlar da yenilmişlerdi.
Artık
Batı Avrupa’daki sosyal demokrat veya sosyalist iktidar ile olağan bir
geleneksel sağcı partinin iktidarı arasında hiçbir fark yok. Hepsi sosyal
liberal. Yani küresel tekelci sermayenin politikalarıyla ittifak hâlindeler.
Üçüncü
ayak başlığı altında sıraladığımız iktidarlarsa farklı şekillerde yıkıldılar.
Bazılarında darbelere tanık olundu. Hindistan gibi örneklerde iktidarlar,
giderek sağın eline geçiyorlar ve liberal küreselleşmenin yeni koşullarını ve
modellerini kabul ediyorlar. Hindistan’da İndira Gandi ve daha çok onun
halefleri döneminde durum bu şekildeydi. Mısır örneğinde de durum benzerdi.
Nasır’ın ölümünden sonra Enver Sedat, “sosyalizm denen bu saçmalıkla hiçbir
ilgimiz yok” diyen ilk isim oldu. Ardından da Sedat, kapitalizme, ABD ve
diğerleriyle yeniden müttefik olacaklarını söyledi.
Çinliler,
Mao’nun ölümü sonrası farklı bir yol tutturdular ve yeni, biraz da kendilerine
has olan bir küreselleşme modeline geçiş yaptılar. Çin’i Hindistan’dan ayıran,
sadece Komünist Parti’nin Çin üzerindeki egemenliğini sürdürmesi değil, aynı
zamanda ekonomik-sosyal özellikleriydi. Çin ve Hindistan arasındaki muazzam
fark, Çin’in radikal bir devrim yapmış olmasıydı; Hindistan, bunu henüz
yapabilmiş değil.
Bu
açıdan, elimizde farklı model ve yolları takip eden bir küreselleşme süreci
var. Emperyalist kapitalizmin saldırıya geçmesi ve yeni küreselleşme modelini
dayatması için gerekli koşulları ise Batı’da sosyal demokrasinin, Sovyet
sisteminin ve bizim sistemimizin hep birlikte çökmesi ile oluşan ortam sağladı.
Bu
yeni küreselleşme modelinin özellikleri nelerdir, nasıl işliyor?
Bu
artan saldırı, yalnızca sosyalistleri veya komünistleri veya
milliyetçi-halkçıları yenilgiye uğratan gelişmelerle değil, aynı zamanda
Avrupa, ABD ve Japonya'nın emperyalist-kapitalist ülkelerindeki değişikliklerle
de alakalıdır.
Tekelci
kapitalizm, yeni bir mesele değil. John A. Hobson ve Rudolf Hilferding gibi
sosyal demokratların analiz ettiği gibi, tekelci kapitalizm on dokuzuncu
yüzyılın sonunda başlamıştı. Ancak Lenin’in ulaştığı politik çıkarımlar,
tekelci sermayenin kapitalistlerin köleliğe yönelişini ifade ettiğini,
dolayısıyla, şimdi gündemde sosyalist devrimlerin olduğunu söylüyordu. Aslında
tüm bu sosyalist devrimler, küresel emperyalist sistemin çevresinde cereyan
ettiler.
Devrim,
en zayıf halka olan yarı-çevreden başlayarak, Rusya ve ardından Vietnam ve Küba
gibi gerçekten çevre ülke olan ülkelerde meydana geldi. Ne var ki Batı’da
hiçbir şey olmadı. ABD’de, Batı Avrupa’da veya Japonya’da sosyalist devrim diye
bir gündem hiç oluşmadı.
Tekelci
sermaye açısından değişen bir şey olmadı, o da aşamalardan geçti. Tekelci
sermayenin ilk aşaması, on dokuzuncu yüzyılın sonundan İkinci Dünya Savaşı’na
kadar uzanıyordu; yani yarım yüzyıldan fazla uzun bir dönemi kapsıyordu. O
dönemde tekelci sermaye, ulusal nitelikteydi. İngiliz emperyalizmi, ABD
emperyalizmi, Alman emperyalizmi, Japon emperyalizmi, Fransız emperyalizmi vb.
vardı. Bunlar, sadece çevre ülkeleri fethedip onlara boyun eğdirmekle kalmıyor,
kendi aralarında da savaşıyorlardı. Kendi aralarındaki mücadele, iki dünya
savaşına yol açtı.
İkinci
Dünya Savaşı’ndan sonra bir şeyler değişti. Yetmişlerin ortalarından itibaren
Batı’da tekelci sermaye, aşamalı olarak ve aniden, “genelleştirilmiş tekelci
sermaye aşaması” dediğim yeni bir aşamaya geçti. Bu dönemde iki şey yaşandı.
1.
Tekelci sermaye, diğer tüm toplumsal üretim biçimlerini kendisi için işlemeye
mecbur edecek ölçüde başarılı bir güçtü; bu, insan faaliyetleri yoluyla
üretilen değerin büyük ölçüde tekelci sermaye tarafından emperyalist rant
biçiminde emildiği anlamına geliyordu. Bu, bizim gibi ülkeler için de geçerli
bir durumdu. Bu yeni küreselleşme sürecinde ülkelerimiz, emperyalizmin
taşeronları olmaya davet edildiler.
Hindistan
örneğinde bu, gayet açık bir gerçekliktir. Bengaluru şehrinin durumunu ele
alalım. Burası, sadece İngiltere ve ABD’nin değil, aynı zamanda Avrupa, Japonya
gibi güçlerin elindeki tekelci sermaye için de en umut verici taşeronluk
bölgesi olarak geliştirildi.
Bu
küreselleşme, Güney’in yoksul ülkelerinin karşısına ne tür güçlükler
çıkartıyor?
Bugün
bizim için zorluk, alternatif aramak ve bunun için çabalamak. Bu küreselleşme
yolundan çıkmak zorundayız. Küreselleşmenin niteliği değişmelidir. Daha
önceleri Hindistan gibi uluslar için aslolarak sömürgecilik küreselleşmişti.
Bizim zaferimizden sonra, Çinlilerin ve diğerlerinin zaferiyle birlikte,
Hindistan halkının zaferi ardından, müzakere edebildiğimiz bir küreselleşme
yoluna girebildik. Şimdiyse elimizde liberal küreselleşme diye bir şey var. Bu
küreselleşme, ABD, Avrupa ve Japonya’nın aldığı tek taraflı kararlar uyarınca
işliyor.
Bu
modeli kabul etmemek gerekiyor. Bu küreselleşme hakkında herhangi bir
yanılsamaya kapılmamalıyız. Afrika ülkeleri için bu küreselleşme, ulusal
petrol, gaz, maden kaynakları ve ekilebilir arazilerin yağmalanması anlamına
geliyor. Hindistan’da, Latin Amerika ve Güney Asya’nın diğer birçok ülkesinde
olduğu gibi, bu küreselleşme başka biçimler alıyor. Buna ucuz insan gücümüzden
yararlanmak, ülkelerimizde yaratılan değerleri emperyalist sistemin
çıkarlarının hizmetine sunmak da dâhildir. Önümüzde duran asıl güçlük budur.
John
Bellamy Foster, önümüzde sadece iki seçenek olduğunu yazıyor: ya sosyalizm ya
yokoluş. Çünkü Foster’a göre, kapitalizm çıkmaza girmiş durumda. Siz de
kapitalizmin hükmünü yitirdiğini yazmıştınız. Kapitalizmin sonunun geldiğini mi
söylüyorsunuz? Kapitalizmi, modası geçmiş bir sosyal sistem yapan nedir?
Şu
an kapitalizm, yapısal bir kriz içerisinde. Yetmişlerin ortalarında gelişmiş
kapitalist merkez ülkeler olarak ABD, Avrupa ve Japonya’nın büyüme oranları,
önceki 30 yılın yarısına düştü. Bu ülkeler, bir daha iflah olmadılar. Bu,
krizin devam ettiği ve hatta yıldan yıla derinleştiği anlamına geliyor. Bu
arada Almanya’da veya başka bir yerde büyüme oranı 1,2’den 1,3’e çıktı diye
krizden çıktığımızı söyleyenlerin laflarına gülüp geçmek gerekiyor.
Bu,
sistemsel bir krizdir. L şeklini almış bir kriz bu. Kapitalist krizin normal
türü olan ve U şeklinde ilerleyen kriz, resesyona yol açan aynı gerekçenin,
küçük yapısal değişikliklerden sonra büyümeyi geri getirmesini ifade eder. L
şeklinde ilerleyen krizse sistemin durgunluktan çıkamayacağı anlamına geliyor.
Demek ki sistem değişmelidir. İhtiyaç duyulan, sadece küçük yapısal
değişiklikler değildir. Bu, kapitalizmin düşüşe geçtiği noktaya ulaştığımız
anlamına geliyor. Ancak düşüş, çok tehlikeli bir zamandır. Çünkü elbette
kapitalizm, ölümünü sessizce beklemeyecektir. Konumunu korumak, merkezlerin
emperyalist üstünlüğünü muhafaza etmek için giderek daha vahşi olacaktır.
Sorunun temelinde de bu var. İnsanların “savaş tehlikeleri her zamankinden daha
büyük” derken, ne kastettiklerini bilmiyorum. Savaş 1991’de, Sovyetler
Birliği'nin dağılmasının hemen ardından Irak savaşıyla başlamıştı zaten.
Yugoslavya’nın
dağılmasıyla birlikte Avrupa’da da savaş yaşandı. Şimdi, benim görüşüme göre,
Avrupa sisteminin kendisinin çökmeye başladığını görebiliyoruz. Üstelik bunu
sadece kemer sıkma politikalarının olumsuz sonuçlarında göremezsiniz. Tabii ki
sadece insanlar değil, aynı zamanda büyümeyi, kapitalist emperyalist büyümeyi
yeniden sağlayamadıkları için kapitalizm açısından da olumsuz bu sonuçlar.
Büyümeyi yeniden sağlayamıyorlar. Aynı zamanda, Brexit gibi gerçek zorluklara
cevap geliştiremeyen bir dizi siyasi tepkiden de bunu görebilirsiniz. Bunu
İspanya ve Katalonya’da görebilirsiniz ve bu tür tepkileri giderek daha fazla
göreceksiniz. Bu, sonuçlarını Doğu Avrupa’nın aşırı gerici şoven hükümetleri
bağlamında izleyebileceğiniz bir süreç.
Dolayısıyla,
“savaş nasıl önlenir?” sorusunu tartışamayız, çünkü savaş ve kaotik durumlar,
bu çürüyen sistemin mantığına kazınmış olan olgulardır.
Artan
eşitsizlik, neoliberal küreselleşmenin en önemli ve endişe verici olgularından
biri. Tarihte eşitsizlikler konusunda eşi benzeri görülmemiş bir artışa
tanıklık ettik. Thomas Piketty gibi iktisatçılar, eşitsizliklerin mevcut
büyüklüğünü empirik olarak ortaya koyuyorlar. Hatta Piketty, herkesi kuşatan
bir servet vergisinin veya artan oranlı vergilendirme sisteminin bu eşitsizliği
kontrol edecek ana mekanizma olduğunu söylüyor. Sizce bu çözüm, kapitalizmde
mümkün mü?
Bu
veriler doğrudur veya en azından elimizdeki en iyi veriler bunlar. Buna karşın,
kabul edilen gerçeği (son elli yılda eşitsizliğin hızla arttığı gerçeğini)
görmemizi sağlayacak verileri sunan bu analizler, gene de zayıf kalmaktadırlar.
Eşitsizliğin
her yerde arttığı gerçeğinin açıklanması gerekiyor. Bunun özel bir nedeni var
mı? Artan eşitsizlik, tüm ülkelerde aynı güzergâhı mı takip ediyor? Eğer
eşitsizlik, farklı güzergâhlardan ilerleyip artıyorsa, bunun sebebi nedir?
Örneğin,
Dünya Eşitsizlik Raporu [2018, Thomas Piketty, Gabriel Zucman, Emmanuel
Saez, Lucas Chancel ve Facundo Alvaredo], benim için önemli olduğunu düşündüğüm
ayrım üzerinde durmuyor. Bu anlamda çalışma, artan ancak tüm nüfusun (ya da
neredeyse tüm nüfusun) gelir artışının eşlik ettiği eşitsizlik vakaları ile
eşitsizliğin çoğunluğun yoksullaşmasıyla birlikte gerçekleştiği durumlar
arasında bir ayrım yapmıyor.
Çin
ve Hindistan’ı karşılaştırmak, bu açıdan çok önemli. Çin’de neredeyse tüm
nüfusun geliri artmıştır, hatta bazılarının gelirlerinde daha fazla artışa
tanık olunmuştur.
Bu
anlamda, Çin’de eşitsizlikteki artışa, yoksulluktaki azalma eşlik etmiştir.
Hindistan, Brezilya ve Güney’in neredeyse diğer tüm ülkeleri için durum bu
şekilde değil. Bu ülkelerde büyüme (ve bazı durumlarda önemli ölçüde yüksek
büyüme) yalnızca bir azınlığın yararına olmuştur (büyüme, Ekvator Ginesi gibi
bazı örneklerde yüzde 1 iken Hindistan gibi örneklerde bu oran yüzde 20’yi
bulmuştur). Ancak bu büyüme, yoksullaştırılmış çoğunluğa bile fayda sağlamadı.
Örneğin
Gini katsayısı gibi bazı göstergeler, bu farkı göstermekte yetersiz kalıyorlar.
Çin ve Hindistan, aynı Gini katsayısına sahip olabilir, ancak aynı görünen
olgunun (büyüyen eşitsizliğin) toplumsal anlamı çok farklı.
İkincisi,
Piketty ve ekibinin sunduğu politika önerilerinin sınırlı, hatta belli ölçüde
naif olmasıdır. Aşamalı vergilendirme, her durumda kesinlikle memnuniyetle
karşılanan bir husustur. Ancak genel ekonomi politikalarında önemli
değişikliklerle desteklenmediği sürece sonuçlarında sınırlı bir etkiye yol
açar. Sermayenin (ki bugün sermaye tekelcidir) serbestçe çalışmasına izin veren
“liberal” bir politikanın sürdürüldüğü koşullarda artan vergilendirme çok az
sonuç verecektir. Ayrıca, bu politika önerisi “imkânsız” kabul edilecek,
dolayısıyla, tekelci sermayenin hizmetinde olan yöneticiler tarafından redde
tabi tutulacaktır.
Asgari
ücretin belirlenmesi konusunda da aynı şey söylenebilir. Bu da elbette
memnuniyetle karşılanacak bir öneridir, ancak genel anlamda liberal bir ekonomi
politikası uygulandığı sürece bu önerinin çok az etkisi olacaktır. Ücretler,
daha sonra enflasyondan zarar görecek ve gerçekliğini azaltacaktır. Bu,
liberallerin yasa yoluyla asgari ücrete sahip olma fikrini reddetmek için ileri
sürdükleri bir argümandır. Eğitime ve sağlığa erişim imkânının artırılması,
toplumu yöneten herhangi bir meşru sistemin ana hedefi olmalıdır. Ayrıca,
herhangi bir ciddi girişimin “gündeme gelebilmesi” bile bu koşula bağlıdır.
Ancak böyle bir seçim, artan kamu harcamaları anlamına gelir ve liberalizm, bu
tür bir büyümeyi kabul edilemez olarak görür! Dolayısıyla, sisteme dayalı sanayileşme
ve aile tarımını modernleştirme politikaları tarafından desteklenmiyorsa, “daha
iyi iş” teklif etmekle ilgili ifadelerin bir anlamı olmayacaktır. Çin, kısmen
bunu yapmaya çalışıyor, ama Hindistan için aynı şey söylenemez.
Liberaller,
kamu borcunu azaltmanın gerekli olduğu konusunda ısrarcılar. Piketty ve
arkadaşları da bu görüşü destekliyorlar. Ancak kamu borcundaki artış, şu
şekilde açıklanmalıdır: Bu artış, hangi politikaların sonucudur? Bence bu
büyüme, liberal politikaların kaçınılmaz sonucudur. Hatta fazla sermayeye
finansal yatırım fırsatları sunduğu için talep edilmektedir. Üçüncüsü, bildiğim
diğer yazılarının gösterdiği gibi, projenin koordinatörlerinin tümü liberal
ekonomistlerdir. Bu, belirleyici olduğunu düşündüğüm iki konuyu
sorgulamadıkları anlamına geliyor:
1.
Siyasi müdahale tarafından mümkün olduğunca az düzenlenen açık bir serbest
piyasanın erdemlerine inanıyorlar;
2.
Herkese açık küreselleşme modelinin alternatifi olmadığına, sermayenin bir
ülkeden diğerine mümkün olduğunca özgürce hareket etmesine izin verilmesi
gerektiğine, bunun da küresel kalkınmanın ve nihayetinde yoksul ülkelerin
gelişmiş ülkeleri yakalamalarının önkoşulu olduğuna inanıyorlar.
Bu
isimler, olsa olsa Joseph Stiglitz tipi “reformist”tirler. Yoksul ülkelerin,
küresel kapitalizm sistemine entegrasyonlarını sürdürerek ve hatta
derinleştirerek daha gelişmiş ülkeleri “yakalayabileceğine” kuvvetle
inanıyorlar. Oysa beş asırdır süreklilik arz eden ve derinleşen eşitsiz gelişme
tarihi, en azından bu hipotezi sorgulamamıza neden olmaktadır.
Peki
siz, bu eşitsizliklerdeki tehlikeli artışın kontrol altına alınması için neler
öneriyorsunuz?
Ben,
liberalizmin, gerçek bir gelişmenin (yani tüm halkın yararına olan gelişmenin)
önünü açacak gerçekçi politikaları formüle etmeye yönelik her türden girişimi
akamete uğrattığını düşünüyorum. “Yükselmeyi” hedefleyen herhangi bir toplum
(devlet iktidarı ve halk), 1) mümkün olduğu kadar halkın ülke içinde dile
getirdiği talebi merkeze alan modern bir entegre sanayi sistemi kurmanın uzun
bir sürecine girmekten, 2) aile tarımını modernleştirmekten ve gıda
egemenliğini sağlamaktan, ayrıca 3) tutarlı bir liberal olmayan politika
yoluyla, yukarıda tanımlanan iki hedefin birlikteliğini planlamaktan kaçınamaz.
Bu, sosyalizme giden uzun yolda yavaş yavaş ilerlemeyi hayal etmek anlamına
gelir.
Bu
tür politikalar, bir yandan piyasayı düzenlemeyi ve diğer yandan küreselleşmeyi
kontrol etmeyi, yani hegemonyaların olumsuz etkilerini mümkün olduğunca
azaltarak, başka bir küreselleşme modeline geçme çabasına girmeyi ifade
ederler. Raporun yazarlarının böylesi bir amacı yokmuş gibi görünüyor. Oysa
yoksulluğu ortadan kaldırmak ve nihayetinde eşitsizlikleri azaltmak için
gerekli koşulları ancak bu tür politikalar yaratabilir. Çin, kısmen bu yolda
ilerliyor; Güney’in diğer ülkeleri ise başka bir yola revan olmuş durumda.
Liberalizmin böylesine radikal bir eleştirisinin yokluğunda, yoksulluk ve
eşitsizlik üzerine konuşmalar, laf salatası ve hüsnükuruntu olarak kalıyor.
Rapor, bunun ötesine geçmiyor.
Genel
olarak neoliberal dönemde şahit olduğumuz şeyin devletin geri çekilmesi, tüm
refah önlemlerinden ve halk yanlısı önlemlerden geri çekilme olduğu söylenir.
Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Geri çekilme mi yoksa finans kapitalle
işbirliği mi söz konusu? Neoliberalizmde devlet nasıl işliyor?
Gerçek
şu ki tekelci sermaye, emperyalist ülkelerde bile devlet mekanizmasına ihtiyaç
duyar. Devleti kendi çıkarlarına hizmet etmek için ehlileştirdiler. Bunu,
Başkan Donald Trump’ın ABD’de hükümeti kullanma biçiminde ve ayrıca İngiltere,
Fransa ve Almanya gibi sözde ulusal mutabakat devletlerinde de görebilirsiniz.
Dolayısıyla, devletin yerini piyasa güçlerinin aldığını söylemek, saçmalıktır.
“Neoliberal
küreselleşmenin krizinden nasıl çıkılır?” sorusuna verilen bağları kopartma
seçeneği, önemli bir seçenek gibi duruyor. Siz, herhangi bir alternatif ekonomi
politikasının temel yapısı ve gündemi olarak küreselleşme süreciyle kurulan
bağların kopartılmasını öneriyorsunuz. Küreselleşme girdabından nasıl
kurtulabiliriz? Bağları kopartmaya cesaret ettiğimiz takdirde, sermayenin
ilgili ülkenin ekonomisinden dışa akacağına hiç şüphe yok. Bu tehditle nasıl
yüzleşebiliriz? Neoliberalizmden kopmaya cüret eden bir ülkeye pratik
önerileriniz neler olurdu?
Bildiğiniz
gibi “bağları kopart” bir slogandır. Bunu ben, bir slogan olarak kullanıyorum.
Bağları kopartmak, her daim farklı sorunlara yol açacaktır. Bağları tümüyle
kopartamazsınız. Ancak Çin ve Hindistan gibi büyük ülkeler, bu kopuşu yüzde
elli veya yetmiş oranında gerçekleştirebilir.
Mao
zamanında Sovyetler Birliği ve Çin, bağların tamamını değilse bile yüzde 80
veya 90’ını kopartmıştı. Ülkelerin gene de Batılı ülkelerle ve diğer ülkelerle
ticari ilişkileri söz konusu idi. Bağları kopartmak, dünyanın geri kalanını
unutup aya taşınmanız anlamına gelmez. Bunu kimse yapamaz, zaten bunu yapmak da
mantıklı olmaz. Bağları kopartmak, yalnızca emperyalizmi koşullarınızı veya bu
koşulların bir kısmını kabul etmeye zorlamak anlamına gelir. Çünkü örneğin
Dünya Bankası uyumdan bahsettiğinde, onun aklında her daim tek taraflı bir uyum
süreci vardır.
Sizin
ülkenizde bugün gördüğümüz şudur. Hindistan, ABD’nin taleplerine uyum sağlıyor.
Ancak o, emperyalizme uyum sağlamama yolunu seçebilir. Nehru’nun kendi
döneminde denediği buydu. İndira Gandi, bunu başarıyla denedi. Hindistan’ın
Modi liderliğindeki mevcut hükümetinin yapmaya çalıştığı şeyse artık bu değil.
Bu yüzden bağları kopartma fikrine geri dönmelisiniz. Bunu yapabilirsiniz.
Bunun için gerekli alana sahipsiniz. Elbette, Afrika’daki, Orta Amerika’daki ya
da Asya’nın bazı bölgelerindeki kimi küçük ülkelerin başkalarıyla bağlarını
kopartmakta daha fazla güçlük çekeceği çoğu zaman doğru bir husustur.
Fakat
bugün Bağlantısızlar Hareketi’nin içine doğduğu ortamı tekrar yaratırsak, Asya,
Afrika ve Latin Amerika ülkeleri arasındaki siyasi dayanışma ilişkisini yeniden
kurarsak, o vakit azınlık olmaktan çıkarız. İnsanlığın yüzde 85’ini temsil
ediyoruz. Üstelik bu oran, yirmi otuz yıl içerisinde yüzde 85’in üzerine
çıkacak. Yani o kadar zayıf değiliz. Sadece büyüklüğümüz değil, bugün
ülkelerimizi kontrolünde tutan merkezî ülkelerden oluşan emperyalist blokların
yerini alacak alternatif siyasi blokumuz uyarınca kendi ilişkilerimizi kurup,
bağları farklı düzeylerde kopartabiliriz.
Bugün
birçok insanda, başlangıçta sömürgecilik, ardından küreselleşme ve Üçüncü
Dünya’daki çevre ülkelerin ekonomilerinin dünya pazarıyla bütünleştiği sürecin
bu toplumlara modernitenin taşınmasına katkıda bulunduğuna dair bir algı
mevcut. Eski Hindistan Başbakanı Manmohan Singh, demiryollarını ve diğer
şeyleri ülkeye getirdiği için İngiltere’ye teşekkür etti. Bugün Slavoj Zizek
gibi insanlar bile bağların kopartılmasının bu toplumlarda feodal bir tepkiye
yol açacağından korkuyorlar. Sizin moderniteye ulaşma konusunda öngördüğünüz
alternatif nedir? Toplumlar, kapitalist gelişme aşamasından geçmeden
modernleşebilirler mi?
Bay
Singh, demiryollarını ve diğer şeyleri tanıttıkları için İngilizlere teşekkür
ettiğinde, gerçeğin çok küçük ve kısa bir kısmını dile getirmişti. Ama öte
yandan İngilizler, bir yandan da İngilizlerin elindeki endüstriden daha fazla
gelişmiş olan Hint endüstrisini yok etmişlerdi. Aynı zamanda İngiliz sömürge
güçleri, siyasi gücü elinde bulunduranlara ekonomik güç bahşetmişlerdi.
Daha
önce toprak sahibi olmayan, ancak Hindistan’daki çeşitli prens devletler için
köylü topluluğu ve diğerlerinden sadece haraç ve vergi toplayan zemindarlar,
İngiliz yönetimiyle yeni toprak sahipleri hâline geldiler. Doğuda Bengal
eyaletinde, kuzeybatıda Pencap eyaletinde ve ayrıca Hindistan'ın batı ve kuzey
kesimlerinde büyük toprak sahipleri sınıfı bu şekilde oluştu. Arazileri gasp
ettiler.
Bay
Singh, İngilizlerin sadece demiryollarını değil, aynı zamanda vahşeti, yıkımı
ve farklı şekillerde baskıyı da getirdiğini hatırlamalıydı.
Nasıl
bir moderniteye doğru ilerleneceği konusunda karar verilmeli. Kapitalist
moderniteye mi yoksa sosyalist moderniteye mi sahip olunacak? Neticede ikisi de
modernitedir. Sadece moderniteden söz edemeyiz ve küresel entegrasyonun
modernliği getirdiğini söyleyemeyiz. Belki cep telefonunu Hindistan’a
getiriyor, ama aynı zamanda Kızılderililerin yüzde 80'inin yoksullaşmasını da
getiriyor ve bu, hiç de az bir şey değil. Bu yüzden moderniteyi nitelendirmek
zorundayız.
Ne
istiyoruz? Elbette modernlik istiyoruz. Ayrıca bağları kopartmanın eski
Hindistan’a geçişi ifade etmediğini, sömürge Hindistan’a geri dönmek anlamına
gelmediğini görmeliyiz. Bağları kopartmak, Hindistan’da olduğu kadar başka
yerlerde de yeni bir modernite modelini gündeme getiriyor.
“Çağdaş
Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü” adlı denemenizde, çağdaş kapitalizmin krizinin,
mevcut dünyada faşizmin dönüşü için verimli koşullar yarattığını iddia
ediyorsunuz. Bu, dünyanın farklı yerlerinde çeşitli sağcı güçlerin ortaya
çıkmasından açıkça görülmektedir. Klasik faşizmin tekrar sahneye çıktığından mı
söz ediyorsunuz?
“Neoliberal
küreselleşme” denilen sistemin sürdürülebilmesi mümkün değil. Güney’de büyük
bir direnişe, yiğitçe sürdürülen bir direnişe yol açıyor. Çin ise bu sistemle
kendi kurallarınca yürümeyi tercih ediyor.
Sistemin
ABD, Japonya ve ayrıca Avrupa halkları için büyük bir sorun yarattığını görmek
gerekiyor. Bu anlamda ilgili sistem sürdürülemez. Bu sebeple sistem giderek
zayıfladığı için yüzünü faşizme çeviriyor. Faşizmin Batı’da yeniden ortaya
çıkmasının nedeni bu. Faşizm, bizim ülkemize de ihraç ediliyor. İslam adına
yürütülen terörizm faaliyetleri, yerelin faşizminin bir biçimi. Bugün
Hindistan’da Hinducu tepkilere tanık oluyorsunuz. Bu da bir tür faşizm.
Hindistan,
halkının çoğunluğu Hindu olmasına karşın bu dine atıfta bulunmayanların da eşit
kabul edildiği bir ülkeydi. Bugünse Hindistan’da bulunan ve benim “hafif
faşizm” olarak tarif ettiğim rejim, o hafifliğini ve yumuşaklığını kimi halk
kesimleri nezdinde yitiriyor. İleride bu rejim, Hindistan halkına kadife
eldiven içerisinde sakladığı demir yumruğunu daha fazla gösterecek.
Pakistan’dan
başlayıp Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Cezayir’e, Fas’a ve İslam dünyasının
içinde yer alan diğer ülkelere uzanan hat boyunca durum bu şekilde. Faşizm,
bugün diğer birçok ülkeye nüfuz ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder