1917’de
Batı, yirminci yüzyılın en büyük Rus şairini hâlen daha görmezden geliyordu. Batı’nın
gözüne o şairi sokmak, komünist devrime düştü.
Blok,
şiirleri için gerekli ilhamı devrimden aldı. İskitler ve Onikiler adı
altında toplanan şiirleri, birkaç Batı diline tercüme edildi. Bu şiirlerle
birlikte Blok ünlenmeye başladı. 1920’de Batılılar, şairden çok Bolşeviklerle
ilgileniyorlardı. Ama gerçek şu ki Aleksandr Blok, Bolşevik değildi. Hatta 1918’den
önce de Bolşeviklerle bir teşrik-i mesaisi olmamıştı. O, her zaman şair olarak
kalmıştı.
Kendi
döneminin tüm Rus aydın ve sanatçılarında yaygın olarak görülen meraklılık ve
huzursuzluk, onu toplumsal ve politik meseleleri ele alan gruplara ve dergi
çevrelerine yakınlaştırdı. Fakat ondaki psikoloji ve mizaç, politika ve politik
sorunları büyük bir tutkuyla ele alıp onları yüce tutmasına imkân vermiyordu. Politik
fikriyatı anlaşılmaz ve karışık idi. Hatta bazen Blok, gerici izlenimi bile
veriyordu. Son yıllarında Devrimci Sosyalist Parti’nin sol kanadı içerisinde
yer aldı. Bolşevik Parti’ye hiç girmedi. Devrimden önce bu sembolist şairin
sanatı, en çok da aristokratlara has nostaljiden beslenmişti.
Hayatının
fikriyat ve sanat açısından en yoğun dönemi, 1905-1917 arası dönemdi. Her iki
tarih de Bolşevik devrimin döllendiği yılları ifade ediyordu.
1905
devriminin başarısızlıkla sonuçlanması, Rusya’da kötümserliğin ve ümitsizliğin
hüküm sürdüğü bir ortamın oluşmasına yol açmıştı. Dönemin Rus edebiyatı,
alabildiğine nihilist ve hayata karşı negatif görüşlerle yüklüydü. Bu, esasen
yenilgi edebiyatı idi.
Mihail
Arzibaşev’in kaleme aldığı Sanin romanı, Rusların kriz içerisinde
kıvranan ruhlarını belgeleyen önemli bir çalışma olarak nitelendirilir.
Arzibaşev’in Uç Sınır romanı da hasta ve nevrotik bir ruh hâlini
yansıtır. Kurduğu sahneden, intihara meyilli, ağıt yakıp duran insanların gölgeleri
geçip durur. İradesini yitirmiş, alkole boyun eğmişlerin dünyasında,
terbiyesiz, kafası allak bullak, her şeye alaycı bir tavırla yaklaşan, nefsine
düşkün karakterler dolaşır ve bu insanların hepsinin de niyeti, yüce bir insan
gibi yaşamaktır. Romanlar, bireyciliğin, çözülüp dağılan, en ufak rüzgârda
aşınan kötümserliğin dökümünden ibarettir. Leonid Andreyev’in karakterleri de
nevrasteniden, sinir zayıflığından muzdariptir.
Esas
olarak Blok, Sanin romanındaki büyülenmiş, gizemli ve zayıf karakterlere
benziyordu. Ölümünden sonra onun kimi çağdaşları, Blok’u bu şekilde tasvir
ediyorlardı. Örneğin Aleksandr Blok’un 1901-1918 arası dönemini ele alan Zinaida
Gippius, onun macerasından kimi bölümleri aktarır. Bu tasvire göre, Blok estetiğe
aşırı düşkün bir çocuk, iradeden ve her türlü dürtüden yoksun olup, dile
dökülemeyenlerden hep endişe duyan, iyi, az biraz hüzünlü bir isimdir.
İlk
tanıştığında Blok, biraz hüzünlü biri olarak görünmüş kendisine. Yaşadığı hayat
renksiz, solgun ve kıraçtır. Üstelik Blok, bu kaderini hiç isyan etmeden, hiç
tepki koymadan kabul eder. Gippius’a göre, onu psikolojisindeki temel
özelliklerden biri, kendini savunmamaktır.
Evlilik,
felsefe, alkol, biraz da siyaset, sonradan katışır o kadere. Ama Blok’un hayatı
ve ruhu birden aydınlanır. O, eşinin kendisine bir oğul verdiği andır. Yüreği yeniden
ve daha güçlü bir şekilde atmaya başlar. Ümitsiz ve hedefsiz varolmanın
anlamsızlığını görür. Fakat çocuk, ölmeye yazgılıdır. Doğduktan on gün sonra
ölür. Şairin üzerine yeniden kara bulutlar çöker. Bunun üzerine Blok, bir
yolculuğa çıkar. Bu, hüznün ve alkolün açtığı bir yoldur. Blok, sarhoş olur,
kendinden geçer, kendisini canından bezdirir.
Petrograd’a
daha divane ve daha asık suratlı biri olarak döner. Savaş, kapıyı çalmaktadır. Onu
devrim izler. İşte o an Blok, hayatında ikinci kez gökte bir yıldız görür. Davasına
sıkı sıkıya bağlı kindar bir karşı-devrimci olarak Gippius, o günlerde Blok’un
oğlunun doğduğu günlerde olduğu gibi konuştuğundan bahsetmektedir.
Devrim
de onun hayatına doğan bir şeydir, en azından hayatının bir kısmına sunulmuş
bir lütuftur. Blok’ta derinlerde uyumakta olan ve insana can katan köz, yeniden
harlanır ve şairin kendisini tümüyle devrime adamasına neden olur. Bu yoldan
ilerleyen Aleksandr Blok, aristokratik ruhun ve kanın sembolik şairi olarak
Bolşeviklere katılır. Zavallı Gippius, bu aniden gelen, buyurgan ve karşı
konulmaz ilhamı “çöküş” olarak niteler. Ona göre Blok, “insanı etkileyen samimiyeti
ve o aptal merhametiyle çok yüksekten ve acılar içerisinde kıvranarak
düşmüştür.”
Hiç
şüphe yok ki Aleksandr Blok, şiir hayatında ve kendi hayatında yüce tutacağı,
en ateşli ve en yoğun günleri devrimle birlikte yaşamıştır. Fakat İskitler
ve Onikiler’in şairi için bugünler çok geç gelmiştir. O, kendi hayatını
artık yeniden inşa edebilecek durumda değildir. Devrimse, kahramanların emeğini
ve terini talep etmektedir. Kısa bir süre sonra Blok, ortaya koyduğu çaba dâhilinde
yaşadığı gerilimin ruhunu ve bitap düşmüş bedenini paramparça ettiğini fark
eder. Sönmeye yüz tutan devrim ateşi, kendisindeki iradeden son kalan
kırıntıları da yutar. Blok, 1921 yılında ortaya koyduğu o son gayretle bitap
düşmüş, paramparça olmuş, yenilmiş bir hâlde ölür.
Blok’un
hatırasını Maksim Gorki kaleme alır. Bu hatıra çalışmasının neredeyse tamamı,
Petrograd’daki bir bahçede Gorki ile Blok arasında cereyan eden bir sohbet
üzerine kuruludur. Bu sohbette Blok, her zaman olduğu gibi, hayatın, ölümün ve
aşkın anlamını anlamaya ve tartışmaya hevesli, bunu takıntı hâline getirmiş,
böylesi bir çabanın çilesini çeken biri olarak çıkar karşımıza. Soruları soran
Gorki, bunların kendisine sakladığı samimi fikirleri olduğunu söyler ve “Kendimden
bahsetmek, bir türlü sahip olamadığım bir ustalık, bir meziyet” der. Bunun üzerine
Blok, biraz celâllenir ve “hakikatin ruhuna dair düşüncelerini saklıyorsun
demek, iyi ama neden?” diye sorar. Nevrasteni kaynaklı olarak konunun dışında
bir iki şey geveledikten sonra Gorki’ye şu soruyu yöneltir: “Ölümsüzlük,
ölümsüzlük ihtimali hakkında ne düşünüyorsun?” Gorki, kendisine teorik düzlemde
materyalist bir cevap verir. Blok, bu cevabı biraz anlaşılmaz biraz da komik
bulur. Ardından lafı değiştirerek, işe yaramaz, ama etkileyici kimi fikirlerini
sıralar, böylece pozitif bir hayat anlayışı sunmaya çalışır. Karşı tarafı iğnelemeyi
amaç edinmiş bir tavır içerisinde, kederli bir ses tonu ile şunu söyler:
“Sadece on yıllığına hiç
düşünmeden yaşayabilsek ne olurdu acaba! Bu bizi aldatıp duran, dünyanın
karanlığına sürükleyen ateşi bir süreliğine söndürüp, evrensel ahengi
kalbimizle dinleyebilseydik keşke. Beyin dediğin, ne güvenilmez bir organdır,
fazla büyük, fazla gelişkin. Yutuyor her şeyi.”
Blok,
hiç durmadan, ara dahi vermeden tüm soruları sorar kendisine. En fazla dert
edindiği meselelerden biri de o dönemde toplumsal devrim karşısında aydının
konumu ve görevi meselesidir. Blok, aydınların ne kötü, ne şeytan olduğunu
bilen, hisseden bir isimdir. O, kendisindeki şeytanı da kabul etmektedir. O
şeytanlığı, halüsinasyon gören bir kişinin duru görüsüyle tanımlayıp teşhis
edebilmektedir. Ama kendisindeki zayıflık ve güçsüzlükten de tümüyle
bihaberdir.
Ölümünden
sonra Batılıların tanış olduğu makalelerinden birinde Blok, trajedisini şu şekilde
izah etmektedir:
“Aydınları Rus halkından
ayıran çizgi, sahiden de aşılmaz bir çizgi midir? Bu engel kaldığı sürece
aydınlar, beyhude yere gezinip durmaya, kendilerini boş yere üzmeye, etraflarına
çizdikleri, çıkışı olmayan çemberin içerisinde yozlaşıp çürümeye mahkûmdurlar.
Aydın, kendini inkâr etmenin hayatî bir zorunluluk olduğuna inanmadığı sürece
kendisini asla redde tabi tutmaz. Onun kendisini inkâr etmesi imkânsızdır, üstelik
o, kendisindeki zayıflığı, hatta intihar denilen zayıflığa meyilli oluşunu bile
kabule yanaşmaz. Kendisindeki bireyciliğin, şeytanî güçlere yönelik inancın,
estetik anlayışının dile getirdiği talepler veya en nihayetinde ümitsizlik ve
keder gibi sıradan gerekçeler üzerinden intihara meyleden bir insana ben ne
diyebilirim ki? Ben de onun gibi bir aydınsam, ben de estetiğe bayılıyorsam,
bireyciliğe ve ümitsizliğe duçar olmuşsam, kime nasıl itiraz edebilirim? Eğer içimde,
bireycilik tercihinden, bu tercihi gölge gibi takip eden kederimden daha fazla
sevebileceğim bir şey olsaydı, o acaba ne olurdu?”
Blok,
aynı makalede, aydının ruhuyla kitlelerin ruhunun çeliştiğini söylüyor:
“Aydınlar, her geçen gün
giderek daha fazla ölüm iradesine teslim olurlarken, halk, antik çağdan beri bağrında
yaşama iradesini taşıyor. O vakit bir kâfirin bile bazen halka dönüp ondan
yaşamak için kudret talep etmesi anlaşılır bir durumdur. Aydın, temelde
korumacılık içgüdüsüyle, kendini koruma dürtüsüyle hareket ediyor, bu sebeple
hep sessizlikle, nefretle, bazen de hoşgörülü bir acıma duygusu ile
karşılanıyor. Aydın, hep o erişilemez olan çizgiye gelmeden önce duruyor. Öngördüğünden
daha korkunç olan bir şey karşısında birden dağılabiliyor.”
İskitler
ve Onikiler’in şairi, bu kitabında yer alan şiirlerinde, esasen
Rus Devrimi’nin şairi olmak istemektedir. Uzun süre o devrimin şairi olamamış
olması, onun hatası değildir. Ondaki ruh, o otuz sekiz yıl boyunca çöküş
döneminin tüm zehrini emmiştir. Ondaki hassas ve duru bilinç, devasına hasret
kalmışlığı ile, zehirlenmiştir.
Fakat
Blok’un kaderi, onun şiirinin yeni çağın şafağını selamlamasını istemişti. Ömrünün
sonunda yüceltilen şair, kemale ermiş olan şiiriyle önemli bir yere
konulmuştur. Ardından şairin karşısına aşılması mümkün olmayan bir engel
çıkmıştır. Belki de Blok, ölüm tek başına gelip kapıyı çaldığında, dertlerin
harap ettiği elleri intihar etmek için kullanacağı ipi örmekle meşguldü.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder