Kemal Paşa, 18 Şubat 1931 tarihinde yurt gezisi
esnasında gözlemleme imkânı bulduğu Adana ve Mersin’deki Nusayrilerle ilgili
düşüncelerini aktarıyor.[1] “Mersin’den doğuya doğru bütün sahil Nusayri
köyleriyle kaplıydı. Burada hiç Türk yoktu” diyen Paşa, bu kesime verilen
eğitimle, Suriye ile ilişkisiyle ilgili bir şeyler söylüyor.
O dönemde Nusayrilerin Suriye’deki Türklerle mübadele
edilmesi bile düşünülüyor. Ama sonra, otuzların sonunda, asimile edilmelerinin
en doğru yol olduğuna karar veriliyor. Hatta bir bakanlar kurulu kararıyla
Türkçe bilmeyenlere “anadil öğretme”, Türklerle evlenmeleri konusunda yardımcı
olma gibi adımlar atılıyor. O dönem “kültür ocağı” olarak görülen
Halkevleri’nin bu evliliklere ve asimilasyona aracılık etmesi
kararlaştırılıyor. Halkevleri, işgal ve asimilasyon harekâtının parçası olarak
kuruluyor.
Bugün “89 yıllık eşitlik ve özgürlük mücadelesi”ni
kutlayan Halkevleri, bir asimilasyon aracı ve bir anti-komünist dernek olarak
kurulduğunu, bu sayede varolduğunu çok iyi biliyor. Bugün de bu vasfıyla gene
“aile”ye müdahale ediyor, kültür ocağı olarak, transların görünürlüğü gününde
beş altı yaşında çocukların da bulunduğu görseli paylaşıyor. Çocukların eşcinsel
yapılmasına dair operasyona destek sunuyor. Örgüt, dış Kemalizmin basit bir
aparatı olarak kullanılıyor.
Halkevleri, Avrupa fonlarından aldığı paranın hakkını
veriyor. Onun “eşitlik” dediği, devletin memleketi düzlemesi; “özgürlük”
dediği, sermayenin serbestiyeti.
2009’daki merkezî mitinginde “ülkeden sermaye çıkışı
önlensin” diyen, sermayeyi kendisine dert edinen Halkevleri, o dönemde
uluslararası sermayenin yerli sermaye üzerindeki egemenliğinden yakınıyor.[2]
Ama on yıl sonra, bir yabancı şirket, gece yarısı ülkeden paralarını çıkartmak
istediğinde, devletin müdahalesiyle karşılaşıyor. Bunun üzerine Halkevleri ve
onun gibi solcular, o sığ AKP karşıtı siyasetleri uyarınca, “dışarıyla
ilişkilerimizi bozuyor bu AKP!” diye veryansın ediyorlar.[3]
Bugün tüm sosyalist hareketin derdi, yabancılara güven
verilmesi, yabancı sermayenin rahat akması, devletin küçülmesi, bu düzlemde,
bütün örgütlerin STK’laşmasıdır. Herkes, dışarıdan gelen fonlara muhtaçtır.
Devletle mücadele etmeyenler, başkalarının onu ufaltmasını istiyorlar. Onlara
kulluk ediyorlar.
Demek ki 2010 öncesi AKP dışarıyla arayı sıcak
tutarken edilen “yerli ve milli” lafların bir hükmü yok. Bugünkü laflar da
karşılıksız. Sol, devletin ve sermayenin ihtiyaçları uyarınca hareket etmeye,
şekillenmeye mecbur. Halkta, işçide, ezilende somut maddi bir karşılığı yok.
Buna dair bir niyeti de yok.
Bugün sosyalist hareket, somut maddi bir gücü olmadığı
için, elindeki yırtık yelkeni başkasının rüzgârıyla şişirmek zorunda. O, bugün
her şey olabilir, her maskeyi takabilir, her şekli alabilir. Bu hâl, TKP’yi
“dahi” eşcinsel, feminist ve vegan yapar! Solu, burjuva öznelerle ürolojik ve
ideolojik yarış içine giren, koltuk peşinde koşan bireyler toplamına çevirir. Oysa
komünist, kitlelere “ben daha iyi yönetirim” diyemez.
Neticede herkes, aynı ipe dizilmek istemiştir.
Temassız kartlar, suni et, eşcinsel ve feminist dernekleri, tespihin
taneleridir. Aynı ipe bağlıdır. Tespih görünce tüyleri diken diken olanlar, o
ipe kul olmuşlardır.
Kimse, İspanya’da veya Almanya’da kişi başına düşen
yıllık et tüketimine bakmaz. Buradaki tüketim, İspanya’daki tüketimin neredeyse
üçte biridir. Ama vegan dernekleri burada fonlanır. Sol örgütler, vegan,
feminist ve lubun parasına çökmeye mecburdurlar.
Çünkü Gates gibi vakıflar, uluslararası sözleşmelerle
buranın tarım ve sağlık bakanlıklarını kendisine bağlamıştır. Çünkü egemenlere
göre nüfus fazla, yoksulluk derindir.
Halkevleri’nin bağlı olduğu eski bakanlardan birinin dediği
gibi, “bu okullar olmasa eğitim bakanlığını yönetmek çocuk oyuncağıdır.” Aynı
mantıkla, bugün Halkevleri gibi örgütlerin bağlı olduğu uluslararası sermaye
hareketi, yoksulluğu değil, yoksulu azaltma, yoksul sayısını düşürerek
yoksulluğun yükünden kurtulma uğraşısı içindedir. Bu yaklaşım, “devleti
birileri ufaltsın da bizim elimiz rahatlasın” yaklaşımıyla uyumludur.
Bu sol, Türkiye’de Dünya Sağlık Örgütü’nün 2019
tarihli bir kanunla koruma altına alındığını görmez.[4] Görmek istemez.
DİSK’inin, KESK’inin, TTB’sinin, TMMOB’unun hangi uluslararası odakların emrini
yerine getirdiğini sorgulamaz. Koca koca örgütlerin bu STK’ların kölesi hâline
gelmesine kimse itiraz etmez.
DSÖ’nün Türkiye’de açtığı “Ayrık Ofis”in hukukî
dokunulmazlığı mevcuttur. İçinde uyuşturucu satılsa dahi buranın polisi,
savcısı büroya müdahale edemez. Büronun pandemiden bir yıl önce açılmasını
kimileri tesadüf sayabilir. Muhtemelen aynı yıl aşı ruhsatları ve aşılamayla
ilgili GAVI İttifakı ile anlaşma imzalanmış olması da tesadüftür. “Maske
zararlı!” diyen doktorların bir süre sonra “maske takmayanlar hapse atılsıın!”
demesi de önemsizdir. “Çocuklara virüs bulaşmıyor!” diyenlerin, bugün “Pfizer
çocuklara aşı yapıyormuş, yaşasıın!” diye havalara fırlaması da üzerinde
durulacak bir konu değildir.
Sosyalist hareket, “AKP versus uluslararası toplum”
denklemi kurup herkesi ve kendisini kandırmayı seçmiştir. O, kendisini
uluslararası sermaye hareketine bağladığı için, AKP’nin adımlarına ses
edememektedir. DSÖ ile ilişkiler, gelen emirler, uygulanan talimatlar konusunda
herkesten önce sol öne atılmaktadır. Kafe, bar ve otel işçileri için sendika
kuran da odur, o işçilerin ellerine “bir iki aylık tam kapanma istiyoruz”
pankartı veren de! Sosyalist hareket için işçiler önemsiz ve değersizdir,
önemli ve değerli olan, uluslararası sermaye hareketi ve uluslararası
sermayenin hareketidir.
Bu anlamda AKP, Avrupa sermayesinin hibrit araba
imalatına ortak olmak zorundadır. Ama sol, buna tek laf edemez, sadece lansman
günü İnan Kıraç sahneye çıkmadı diye sevinir, çünkü o (SDP’nin de dediği gibi)
“burjuvazinin sol kanadı”dır, demek ki “Kıraç, AKP’den desteğini çekmiştir”.
Ama solun hevesi kursağında kalır, akşamına İnan Kıraç, “biz, diğer
şirketimizle konsorsiyumun içindeyiz” der. O solun yüzü, gene kızarmaz. Utanmazlığı
ilericilik diye satar.
Sol Parti, utanma nedir bilmeden andığı Kızıldere
konusunda yazdığı bildiride, nasıl oluyorsa “bağımsızlık”tan bahseder, ama bir
yandan da İstanbul Sözleşmesi’ni savunur. Aslında sözleşmenin kadınla ve kadın
cinayetleriyle bir alakası yoktur. Tümüyle belirli bir ülkenin “medeni
kanun”unun ve aile hukukunun uluslararası kurullara teslim edilmesi ve
liberalizmin bireyci felsefesinin hüküm sürmesi adına kaleme alınmıştır. Öyle
ki anlaşmayı İngiltere gibi birçok ülke yürürlüğe koymamıştır. Dolayısıyla,
sözleşmeden çekilmenin İngiltere’nin AB’den çıkmasıyla illaki bir bağı vardır.
“AKP ile uluslararası sermaye karşı karşıya” yalanını
her gün ısıtıp satan sol, AKP’nin o uluslararası sermayeyle ilişkilerine laf
söyleme imkânlarını da bir bir yitirmiştir. Demek ki kulağına üflenen sufle, bu
tür bir emri içermektedir.
2009 civarı Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi
ihalesini sadece İsrail’e verilmesi üzerinden eleştirenler, bugün “İsrail ile
ilişkilerimiz düzelsin!” diye bağırmaktadırlar. O mayınların temizlenmesinden,
Suriye’yi savaşa sürükleyecek adımların atılmasından sosyalist hareket de
memnundur. Çünkü ağza parmak bal çalınmıştır.
Her örgütün başında, sadece kendi çıkarını düşünmeyi
üstünlük mertebesi sayan kişiler bulunmaktadır. O mertebeden bakıldığında,
işçi-köylü, “aşağılık sürüngenler” gibi görünmektedir.
Sosyalist hareket, o işçinin-köylünün uluslararası
sermaye yüzünden çektiği çileye tek laf edemez. İneğinin, buğdayının, suyunun,
toprağının, işinin elinden alınmasına ses çıkartamaz. Bugün o örgütlerin
tepesinde “nüfus çok fazla” diyenler oturmakta, bu kişiler, elit tabakanın
gölgesine sığınabileceğini düşünmektedirler.
O nedenle, Duvar gazetesi, her gün Pfizer’in
reklâmını yapar. O nedenle sol örgütler, yayınlarında abuk sabuk komplo teorisi
eleştirileri yayınlar, gerici bilim tapınıcılığının misyonerleri olarak
konuşurlar.
Bu eleştirilerde ABD’den alınmış bir piramide
rastlanır. Komplo teorilerini aşamalandıran bu piramidin en tepesine çıkan,
“aklını kaçırmış bir meczup”tur.
Piramidin ilk basamağında, nedense COINTELPRO adına
rastlanır. Önce Yerli halkların, ardından Porto Rikoluların ve Latinlerin,
sonrasında da Siyah hareketinin kontrol altına alınması amacıyla FBI bünyesinde
kurulmuş bir birimin adı olan COINTELPRO, komplo teorisi eleştirmenlerine göre
uyduruk bir komplo teorisinden ibarettir. Bu birimin gerçek olup olmadığını,
altmış yıldır mücadele eden siyahî devrimcilere sormak gerekir.
Küresel planda uygulamada olan havuç-sopa politikası,
komplo teorisi değildir. Artık emperyalizme ve kapitalizme dair analizler bile
komplo teorisi diye savuşturulmaya başlanmıştır. Bu hamlenin ardındaki irade
görülmelidir.
Solcu görünen uluslararası sermaye güçlerinin elindeki
havucun karşısında baskıcı, “faşist”, zorba güçlerin sopası durmaktadır.[5] Sol
örgütler, bu sopaya karşı kitleleri havuca örgütlemek, ikna etmek için
vardırlar. Böylece kapitalistlerin çıkarları, “demokrasi ve özgürlük” sosuna
daldırılmaktadır. Sol, kendisine biçilen bu rolü çok sevmiştir. Hem de devrim
ve sosyalizmden daha çok sevmiştir.
Her gün tanık olduğumuz, fil avcılarının hikâyesidir.
Siyah adamlardan yediğimiz dayaktan sonra beyaz adamlar gelip bizi (güya)
kurtarmaktadır. Ama aynı yasalar, aynı kurallar, aynı sömürü ve zulüm düzeni
şerbete daldırılıp bize yutturulmaktadır. Sopayla mücadele, havuçla mücadeleye
muhtaçtır.
Eren Balkır
1 Nisan 2021
Dipnotlar:
[1] Cemil Koçak, “Atatürk 80 Yıl Önce İnönü’ye Nusayri Raporu Yazdı”, 1 Haziran
2013, Star.
[2] Eren Balkır, “Hulk’ın Devrimci Yolu Eleştirisi”,
10 Ocak 2009, İştiraki.
[3] Eren Balkır, “Mustafa Sönmez Bu Şafaklarda”, 16
Nisan 2019, İştiraki.
[4] TBMM, “DSÖ Ayrık Ofisi Anlaşması”, 26 Nisan 2019, PDF.
[5] Hiroyuki Hamada, “The Mechanism of Invisible
Empire”, 14 Şubat 2021, Off.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder