26
Mart 2010’da Wikileaks, CIA’in kamuoyunun Afganistan’da süren savaşa sunduğu
destekle ilgili olarak hazırladığı bir belgenin kopyasını internetten
yayınladı. Belgeye göre Batı Avrupa’da savaşa yönelik kamuoyu desteğindeki
düşüklük, savaşın sürdürülmesi noktasında önemli bir tehdit hâline gelmişti:
“Afganistan’a asker
göndermesi üzerine Hollanda hükümetinin düşmüş olması, Avrupa’nın NATO
öncülüğünde yürütülen ISAF (Uluslararası Güvenlik Destek Gücü) misyonuna
verdiği destekteki kırılganlığın kanıtı. […] Afganistan’da yaz aylarının kanlı
geçeceğine dair tahminler doğru çıkacak olursa, Almanya ve Fransa’da ülke
askerlerinin Afganistan’da bulunmasından hoşlanmayan kişiler, kısa zaman
içerisinde harekete geçip politik açıdan güçlü birer düşmana dönüşecekler.”[1]
“Zaten
siyasetçiler seçmenlerine kulak vermiş olsalardı, Fransa ve Almanya askerlerini
Afganistan’dan çekerdi” diyen rapor, sivil halkı ilgilendiren özel meselelere
uygun bir savaş mesajının “üretilmesi” önerisinde bulunuyor.
Belge
diğer yandan, ISAF’ın yenilgisinin Afgan siviller nezdinde yol açması muhtemel
kötü sonuçlarını dramatize edecek bir mesajın, Fransızların ve diğer
Avrupalıların o sivilleri yüz üstü bırakmanın verdiği suçluluk duygusuna teslim
olmalarını beraberinde getireceğini söylüyor ve şu tespiti yapıyor: Eğer
Taliban, kızların eğitimi konusunda önemli bir mevzi elde edecek olursa bu,
Fransızların öfkesiyle karşılanacak ve seküler kesim hemen harekete geçecek,
böylece seçmen, ölen ve yaralanan askerlere aldırış etmeksizin, iyi ve gerekli
bir davaya destek sunmak için bir gerekçeye kavuşmuş olacak."[2]
Rapor
aynı zamanda ilginin “Obama'ya ve Afgan kadınlarına yöneltilmesi” önerisinde
bulunuyor ve Afgan kadınlarının ISAF’ın oynadığı rolü insanileştirecek ideal
birer ulak gibi iş görmesinden bahsediyor. Sona doğru rapor, Afgan kadınlarının
tanıklıklarına medyada yer verilmesi ve bu açıklamaların geniş kitlelere
ulaşması önerisinde bulunuyor.[3]
Belgenin
açıklanmasından dört ay sonra Time dergisinin sitesinde bir video ile
birlikte bir makaleye yer veriliyor. Makale şu soruyu soruyor: “Afganistan’dan
ayrılırsak neler olur?”[4] Bazı yorumcular, CIA bildirisiyle Time’daki
makalenin birlikte ele alınması gerektiğini, makalenin ilgili raporun niyetini
yansıttığını söylüyorlar.
Bahsini
ettiğimiz CIA belgesinin gerçek olup olmamasının bir önemi yok. Time dergisindeki
makale, yaklaşık on yıldır Batılı hükümetlerin savaşı kadınların kurtuluşu için
verilen bir mücadele olarak ambalajlamak amacıyla ortaya koydukları
yaklaşımıyla örtüşüyor. CIA belgesi, sadece çağımızın ruhunu ifşa ediyor. Soğuk
Savaş’tan beri Dickens’çı “neoliberal” dünyanın ve “yeni emperyalizm”in
geçirdiği dönüşümün, yönetici sınıf ideolojisindeki bir dönüşümü zorunlu
kıldığı görülüyor.
Emperyalizmin
ve kapitalist ilişkilerin Batı metropollerinde yeniden organize edildiği
süreçte ekonomik liberalizm diriltildi, politik liberalizmse mutasyona uğrayıp
askerîleşti. Her ne kadar Batılı liberaller, Chomsky ve Herman’ın bahsini
ettiği “propaganda modeli” üzerinden edindikleri rolü oynamaya devam etseler
de, eylemlilik açısından bakıldığında asıl ilginç olan, birçok “sol liberal”in,
hatta “sosyalist”in emperyalist devletle aynı safta buluşmuş olmasıydı.
Richard
Seymour’un da dediği gibi, “aydınlanmacı” sol, bilhassa İslam ile ilişkisinde,
“ötekileştirici” bir felsefeye bağlandı. Kitlelerin savaşa rıza göstermesi
sağlandı ve rıza, “Batı ile barbarlık” denilen maniheist ikilik üzerinden imal
edildi.
Toplamda
savaş yanlısı muhafazakâr söyleme alternatifmiş gibi takdim edilen ve insanları
asimile eden bir strateji olarak liberal emperyalist strateji, kamuoyuna
sunulan mevcut politik seçenekleri parantez içine alıp sol içinde süren
tartışmayı sınırlandırmak suretiyle konuyla ilgili tartışma sürecini kilitledi.
Burjuvazi,
sömürgeleştirdiği tebaasını medeniyete karşı barbarlık üzerinden kutuplaştırma
imkânına sahip. Ama aynı zamanda burjuvazi, bu kutuplaştırma işlemini,
sosyalizme karşı “doğal” sınıflı toplum bağlamında da yapıyor.
Dolayısıyla
solcuların her türden ikiliği meşrulaştırmaktan kaçınmaları gerekiyor.
Liberallerin paltosundan çıkmış olsalar bile onların bu tür ikiliklerden uzak
durmaları şart. Aksi takdirde, birinci dünyadaki solcular, güneyin yoksul
ülkelerinde yaşayan “ötekileştirilmiş” halklarla birlikte mücadele yürütme ve
onlarla bir muhabbet kurma fırsatını yitirecekler.
Radikal
sosyalizmden farklı olarak liberal emperyalizm, şehirli beyaz liberalleri
ezilenler adına konuşmaları konusunda teşvik ediyor. Ama bu noktada kimsenin
fark etmediği bir üslup açığa çıkıyor ve bu üslup dâhilinde radikal sol,
bilinçsizce Batı solunda kendilerine benzeyenlerin sesini işitmeye çalışıyor.
Medeniyet
Savaşı İçin Rıza İmalatı
Wikileaks’in
yayınladığı, Afganistan’daki kadınlarla ilgili belgelerin niyeti, savaş için
gerekli rızayı inşa etmek. Chomsky ve Herman, liberal demokratik toplumlarda
kanaat yönetimi sürecinin detaylarını çalışmalarında sunuyor. Belirli bilgiler
medya eliyle seçilerek dağıtılıyor, bu noktada güçlü kaynaklar medyayı
yönetiyor, bir yandan da belirli bakış açılarıyla örtüşen haberler servis
edilerek kimi gazeteciler susturuluyor.[5]
Soğuk
Savaş süresince anti-komünizm denilen “milli din” de güçlü bir propaganda
aygıtı, bir tür bilgi filtresi olarak iş gördü. Komünistler ve sosyalistler,
Batılı muktedir sınıfların çıkarlarını doğrudan tehdit ettikleri için
şirketlerin elindeki medya ve onunla bağlantılı akademisyenler ve “uzmanlar”,
bu tür hareketleri Batı medeniyetini ortadan kaldırmakla tehdit eden şer güçler
olarak nitelediler. Bu niteleme, sosyalist hareketlere veya ülkelere yönelik
her türden eylemi meşrulaştırmak için kullanıldı, aynı zamanda ülke içinde
gelişme gösteren solu savunma hattına mahkûm etti.[6]
Ne
var ki bu anti-komünizm denilen “milli din”, kimi zaman emperyalist ülkelerde
doğal olarak açığa çıkan sömürgeci yaklaşımlarla örtüştü. Soğuk Savaş süresince
William Hinton ve Felix Greene, komünist Çin konusunda Batı’da çıkan haberleri
derledi. Ellili ve altmışlı yıllar boyunca ABD’de yapılan haberlerde Çin,
kimsenin bilemediği, gizli, herkesin karınca gibi çalıştığı, Batılı yaşam
tarzını ortadan kaldırmayı amaç edinmiş köylülerin sıkı disipline tabi yurdu
olarak takdim ediliyordu. Haber servisleri ve ülkeyi gezme imkânı elde eden
gazeteciler, Çin’i ve her türden eylemini tüm kötü niyetlilikleriyle
aktardılar.[7]
Greene’in
tespitine göre Çin’in 1949 devriminden hemen sonra bu şekilde yabancı düşmanı
bir bakış açısıyla aktarılması, Batılı seçkinlerin devrim karşısında yara almış
olmasının bir sonucu. Bu elitler söz konusu başkaldırıyı, İngiltere ve
Amerika’nın ülke üzerinde kurduğu hâkimiyete karşı bir darbe olarak gördüler.
Sömürgeciler, ABD’lilerin Çin’le ilgili görüşlerini dikkate aldılar, özellikle
Çin devrimi konusunda Amerika’da oluşan düşmanlık üzerinde durdular. Greene
çalışmasında, ABD’nin Çin’le kurduğu ticari ilişkilerden, ayrıca on dokuzuncu
yüzyılda Çin’in Hristiyanlaştırılması amacıyla ülkeye gönderilen misyonerlerden
bahsediyor. Görüldüğü kadarıyla Amerikan bilincini, emperyalizm eliyle
bastırılmış olan Boksör Ayaklanması biçimlendiriyor:
“Bu yürek burkan
hatıraları, medeni Batılıların Çinlilere yönelik olağan davranışlarını
hatırlatmak için aktarıyorum. Bu davranışlar, Batı’nın ve Hristiyanlığın üstün
olduğuna dair kanaati esas alıyorlar. Bu üstünlük anlayışı, kendi geçmişiyle
gururlanan ve kadim olduğunu iddia eden insanların iliklerine işliyor.
Batılıların gözünde Çinliler gayrimedeni kişiler, hatta insan bile değiller.
Tanrı’nın inayetine muhtaçlar. Dolayısıyla onlara öncülük etmek, Amerika’nın
kaderinde var.”[8]
Ama
Amerikalılardaki nezaketin ve iyilikseverliğin yoğurduğu bu duygu dünyası, 1949
sonrasında bir kez daha darmaduman oluyor.[9]
Her
ne kadar ilk başta komünist Çin’in tehlikeli ve kötü bir delilik kaynağı
olduğunu söyleyen sözlerde bozulmuş bir “doğal düzen”e karşı içgüdüsel bir
sömürgeci tepki söz konusu ise de Batılı muktedir sınıflar, “düşman”a atıfta
bulunan farklı hikâyeler üretmeyi biliyorlar. Bu hikâyeler, bahsi geçen
sınıfların elinde farklı politika seçeneklerinin bulunduğunu ortaya koyuyor.
Gazeteciler
ve “uzmanlar”, Çin’deki olayları aktarma noktasında özel bir esneklik
gösteriyorlar. “Tanrısız” Doğu ile medeni Batı arasında yapılan kıyaslamalara
ek olarak birçok muhabir, “doğal” geleneksel Çin ile “doğal olmayan” Maoist
Çin’i karşı karşıya getirme yoluna başvuruyor. Bir yandan Batılı sosyal
bilimciler ve gazeteciler, Çin’in geleneksel, kapitalizm öncesi toplumsal ve
ekonomik ilişkilerini romantize ve idealize ederken, bir yandan da sosyalist
inşa sürecini “yabancı” ve “dışsal” bir olgu olarak eleştiriyorlar.[10]
Piyasacı
ekonomistler, kırsal kalkınma planlarının ve bu konuda devletin
gerçekleştirdiği müdahalenin insanî ve çevresel felâketlere yol açtığını büyük
bir zevkle ortaya koyuyorlar. Bu eleştirmenler, köylülerin sosyalist liderlik
altında yürüttükleri çalışmaların beyhude ve yenilgiye mahkûm olduğunu
söylüyorlar.[11] Soğuk Savaş’ın başlarında yapılan değerlendirmelerde Çin
anakarası, düşman ve yabancı bir “öteki” olarak tasvir edilirken, bir yandan da
Batılı ideologlar, tüm komünist sistemi “öteki” olarak takdim etme imkânı
buluyorlar.[12]
Akademisyenlerin,
Çin-Batı arasındaki kültürel çelişkiyi komünizm-Çin arası çelişkiye tahvil etme
becerileri, bize şunu söylüyor: İngilizlerin ve Amerikaların kurduğu politik
nizam, sosyalist bir Asya cumhuriyetinin kurulmasına karşı yabancı düşmanı tepkileri
örgütleme, ama sonrasında da Rusya gibi yerlerdeki gelişmeler karşısında
gelenekçiliği savunma becerisine sahip.
Kutuplaştırma,
Batı’nın geliştirdiği propaganda tekniklerinin önemli bir bileşeni ve burada
geçerli olan maniheist akıl, ulusal ve sınıfsal mücadelelerin özel şartları
uyarınca biçimleniyor. Emin Han’ın da izah ettiği biçimiyle,
“Soğuk Savaş döneminde
Marksistlerin ve solcuların hedef alınması ile ABD’de politik/militan İslam’a
yönelik son saldırılar arasında belirli bir süreklilik söz konusu. Bu
süreklilik esasen, ABD’nin kendi emperyalist hâkimiyetini sürdürmek için
kültürcülüğe bel bağlamasının bir sonucu. Batılı politik liderler ve medyanın
yanında liberal sermaye devletinin organik aydınları da 1945 sonrası dönemin o
parlak yıllarından beri kültürcü. Bu isimler, modernleşme teorisini devreye
soktular. Bu doğrultuda, gelenekle modern kültürler arasında ikilikler
oluşturdular, özgürlükle totalitarizmi karşı karşıya getirdiler. Tüm bunları,
Avrupa ve Amerika dışı kültürlerden daha üstün bir kültür paradigması olarak
Batı kapitalizminin ‘hür teşebbüsçü’ kültürünü yüceltmek için yaptılar.”[13]
Batılı
seçkinler bazı koşullarda, örneğin sosyalizmle mücadele edildiği dönemlerde,
gelenekçiliği benimseyebiliyorlar. Aynı zamanda bu isimler, demokrasi adına
gelenekçiliğe karşı olduklarını iddia ediyorlar. Güneyin yoksul ülkelerinde
gelenekçi unsurlar bağımsız hareket etmeye başlayınca gelenekçilik stratejisi
devreye sokuluyor. Burjuva toplum modeli, standart, doğal ve makul model olarak
ele alınıyor ve hiçbir hareketin tarihte ileri ya da geri gitmesine izin
verilmiyor. Bu kuralın tek istisnası ise kapitalistlerin sosyalistlere karşı
gericilere veya burjuva milliyetçilere destek sunma ihtiyacı duyduğu dönemler.
Fukuyama’nın da ifade ettiği biçimiyle, liberal demokrasi “tarihin sonu”.
Chomsky
ve Herman’a göre kutuplaştırma ve “anti-komünizm” dini, kabul edilebilir görüş
çeşitliliğini daraltmak gibi bir işleve sahip. Kamuoyu, çoğunlukla “herkesi
medenileştireceğiz” diyen liberal söylemin karşısında “hepsini öldürün” bakış
açısını buluyor. Radikal isimlerin bakış açıları ise genel seyirciye ulaşmıyor
bile.
Doksanlardan
beri anti-komünizm yerini “terörizmle mücadele” perspektifine ve kültürel
özcülük üzerine kurulu “medeniyetler çatışması” anlayışına bıraktı.[14] Emin
Han’a göre “politik İslam konusunda geliştirilen kültürcülük, kapitalist
küreselleşmenin sebep olduğu toplumsal ve ekonomik bozulmayı örtbas ediyor ve
politik soruların salt kültür sahasında sorulmalarına neden oluyor.”[15]
Komünist
Çin örneğine bakıldığında ise bu kültürcülük stratejisinin eksenini
kaydırdığını görüyoruz. Politik İslam, söz konusu kutuplaştırma stratejisini
devreye sokma becerisini gösterdiği için emperyalistler, hemen çıkınlarından
başka söylemsel araçları çıkartıyorlar. Ama gene de kültürcülük, bugünün
söylemsel pratiklerinde önemli bir unsur olarak varlığını koruyor.
Bugün
sol, en çok da burjuvazinin sol kanadının nüfuzu altında. Örneğin İngiliz
aydınlarının kaleme aldıkları Euston Bildirisi, 11 Eylül sonrası ideolojik
aktarımın en önemli örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Euston,
Bir Sorunumuz Var
Euston
Bildirisi[16] emperyalizmin başkentlerinde liberalizme has olan sömürgeci
yaklaşımların en kusursuz örneklerinden birisi. 11 Eylül ardından gelişen savaş
karşıtı harekete ve Filistin’le Dayanışma Hareketi’ndeki gelişmeye cevap olarak
kaleme alınmış olan bildiri, o dönemde liberaller ve “sosyalistler”deki üzeri
örtülmüş kimi değerlerin açığa çıkmasını sağlayan tahliye vanası olarak iş
gördü.
Norman
Geras ve Nick Cohen gibi aydınların kaleme aldıkları Euston Bildirisi,
sosyalistlere liberallerle temas kurma ve onlarla birlikte eşitlikçilik denilen
müşterek zeminde buluşma çağrısı yapıyor. Metinde aydınlanmacı solun “gerçek
değerler”i “despotizm savunusu” ve kültürel göreceliğin karşısına çıkartılıyor.
Belge, anti-Amerikanizme açıktan karşı çıkıyor ve dikkatleri özel olarak solda
geliştiğini iddia ettiği antisemitizme çeviriyor. Ayrıca yazarlar bu bildiriyle
herkesi terörizme, bilhassa ilhamını İslamcı ideolojiden alan terörizme karşı
birleşmeye çağırıyor.[17]
Genel
anlamda tüm “yabancı” ideolojilere karşı yumruk sallayan Euston Bildirisi,
Stalinizmi ve Maoizmi “intihar eylemcilerinin terörizmi” dediği torbaya atıyor,
onları “cihatçı ve Baasçı çeteler”le birlikte ele alıyor. Yahudi soykırımını
inkâr edenleri “uluslararası komünist hareket”le birlikte anan bildiri, bu iki
kesimin tarihsel hakikati çarpıttıklarını söylüyor.[18]
Tam
da Cyra Choudry’nin dediği gibi metin, komünizme ve İslamcılığa ait her şeyi o
kusursuz “liberal gaye”den uzaklaşma hâli olarak takdim ediyor. Euston’cılara
göre liberalizme doğru ilerleyen dünya, elimizdeki yegâne meşru seçenek.[19]
Hatta
bildirinin yazarları, anti-demokratik rejimleri anlamaya çalışma girişimlerini
bile eleştiriyorlar. Belge, mevcut fiili “sosyalizm”e dair tartışmaya pek yer
bırakmıyor. Esasında ondaki sosyalizm savunusunun liberalizm savunusundan
hiçbir farkı yok. Bu anlamda, Chomsky’nin ve Seymour’un da tespit ettiği
biçimiyle metin, sağa meşruiyet kazandırmaya çalışan emperyalist liberallerin
ağzıyla konuşuyor. Tabii belirtmeye bile gerek yok, Euston bildirisi, “insanî
müdahaleler”i, küresel güneye nizamat vermenin aracı olarak görüp onaylıyor.
Euston’cılar
şapkadan çıkmış değiller. 11 Eylül, muhafazakârlığın yeniden inşa edilmesini
sağladı. Gericilerin emperyalist ülkelerdeki liberal çürümeyle mücadele etmesi
için gerekli zemini temin etti. Terörist saldırı, liberalizmin yeniden tahayyül
edilmesi konusunda herkese gerekli fırsatı sundu.
Seymour’un
da izah ettiği biçimiyle, Sovyetler’in ideolojik planda yaşadığı çöküşün
sonrasında birçok solcu, ABD ordusunu ve ABD’nin elindeki aşırı gücü gerici
hareketlere karşı tarihsel ilerlemenin bir müttefiki olarak görmeye başladı. Bu
gerici hareketler, bazen feodalizm, bazen İslam, bazen de milliyetçilikti.
Bricmont’un dediği gibi, burjuvazinin liberal kanadının yeniden biçimlendiği
süreç, kısmen topyekûn savaşa karşı halkta artan hoşnutsuzluğun gerekli kıldığı
bir gelişmeydi. Bu hoşnutsuzluk, bir yanıyla da “Hobsbawm’ın “kısa yirminci
yüzyıl” dediği sürecin diğer bir ürünü olan egemen devletlerin geride bıraktığı
mirasla da ilgiliydi. “Tarihin sonu”nda tarihsel ilerlemenin, “insanî müdahale”
kılıfı altında, BM’nin sunduğu incir yaprağı ardında gerçekleştirilecek kısa ve
hedefi önceden belirlenmiş askerî müdahalelerle sağlanması mümkündü.[20]
Bricmont’a
göre klasik liberalizmden Seymour’un “kuvvetli liberalizm” dediği şeye
geçilmişti. Yeni liberalizm, liberal değerleri koruma noktasında ABD ordusunu
da içeren o “büyük devlet”e bel bağlıyordu.[21]
Euston
Bildirisi böylesi bir bağlamda, İsrail’i ve Amerika’yı korumanın ihtiyaç hâlini
aldığı koşullarda kaleme alındı. Seymour’un da ifade ettiği biçimiyle
liberalizm, her daim bireycilikle ve Avrupalının özgürlüğü ile ilgili bir
meseleydi. Dolayısıyla sömürge halklar, hiç varolmayan şeylermiş gibi ele
alınıyorlardı.[22]
Euston
Bildirisi’nin yazarları, 1850 İngiltere’sinin oluşmasını sağlayan zeminin
dışına asla çıkamıyorlardı. Özünde beyaz liberaller, Batılı değerlerin
evrenselliğinden dem vurmayı seçmişlerdi. Bu eğilim en açık ifadesini, Afgan
kadınlarının mücadelelerine el koyan Batılı liberal feministler şahsında ortaya
koymaktaydı.
Beyaz
Liberaller İmdada Yetişiyor
11
Eylül ve sonrasında Taliban meselesi, bilhassa ABD’deki feminist örgütler
nezdinde önemli bir güçlüğü ifade ediyor.
Taliban,
ataerkil değerlerin cisimleşmiş hâli, kadın haklarındaki ilerlemeyi durduran
bir güç. Dolayısıyla ABD’de feministlerin ve feminist örgütlerin büyük bir
kısmı, savaşa açıktan destek sundu.
Bush’un
eşi, ulusa seslenişinde Afgan kadınları üzerindeki baskıların son bulması
çağrısında bulundu. Öyle ya, Laura Bush bile feminist olmuştu.
O
dönemde Afganistan yüzünden ABD’nin askerî gücüne bağlı feministlerle ABD’nin
emperyalist gücünü olumlu bir değişime yol açacak güç olarak görmeyip reddeden
feministler ayrıştı.
Miller,
kendisinin “her şeye politik çareler sunduğunu düşünen, hegemonik feminizm”
olarak nitelediği şeye eleştiriler yöneltti. Bu feminizm de Euston
Bildirisi’ndeki düşünceye çok benziyordu: her ikisi de açıktan ya da örtük
olarak, gerici ve doğulu İslam karşısında idealize edilmiş, liberal ve
modernleştirici demokrasiyi savunuyordu.
Liberal
feminist program, sömürge kadınlarının failliğini inkâr ettiği için bu noktada
“kurtarıcılık” söylemi hâkim hâle geldi.[24] Liberalizmin genel fikrî
çerçevesini eleştiren Kolhatkar’ın da ifade ettiği biçimiyle Batılı
feministler, kendi devletinin yapıp ettiklerinden çok üçüncü dünya erkeklerinin
kadınları neden ezme arzusu içinde oldukları meselesi üzerinde
duruyorlardı.[25] Ayrıca en nihayetinde “kurtarma faaliyeti”, kaçınılmaz olarak
şiddete yol açmaktaydı.[26]
Terörle
mücadele döneminde Afgan kadınları konusundaki endişelerini en fazla dile
getiren, muhtemelen Beyaz Saray ve Ulusal Kadın Teşkilâtı idi. Başkan Bush,
Afgan kadınlarını Afgan erkeklerinden kurtarmak için, “insanlığın gördüğü en
büyük kurtarıcı gücü” kullanacağı o harekât dâhilinde, önde gelen feministlerle
ve insan hakları örgütleriyle aynı kürsüyü ve sahneyi paylaşmaktan hiç
gocunmadı.
Afganistan
işgaline atıfta bulunan, hâkim liberal örgütlerin teorisini ve uygulamalarını
ele alan tonla metin kaleme alındı. Rıza imalatı amacıyla kadınların
nesneleştirilmesi süreci, akademik yazın sahasında yaygın olarak ele alındı,
ama bu çalışmalar, maalesef genel kamuoyuna hiçbir zaman ulaşmadı.
Ayotte,
Choudury ve Kolhatkar, liberal feminizmin imparatorluğu ve savaşı yeniden
üretme çabaları konusunda radikal feminizmin geliştirdiği görüşlere ciddi
katkılar yaptı. Odetola ve Hunt ise bu eleştirileri sentezleyip geliştirdi.
Liberalizmin
alt kolu olarak liberal feminizm, gericilik aşamasından liberal modernite
aşamasına doğru ilerlendiğini iddia eder ve bu anlamda teleolojiktir. Bu
yaklaşıma göre Batılı kadın, başka kadınların arzuladıkları idealdir.
Liberal
feministler, “öteki” erkeğin barbarlığına ve zulmüne vurgu yaparlar, ama
emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yol açtığı çilelere bakmazlar. “Biz
sorumlu değiliz” derler. Soğuk Savaş sürecinde rıza imalatına yönelik çabalarda
da görüldüğü üzere liberaller, “onlar bizim gibi olmalı” diyen aynı dili
kullanırlar. Şehirlerde yaşayan yurttaşlar, sadece bu liberal feministlerin
tanıklıklarına maruz kalırlar ve bu isimler, o “bilişsel şiddet” bağlamında,
güneyin yoksul ülkelerinde yaşayan kadınların sesine el koyarlar ve onların
failliklerini inkâr ederler.[27]
Bedenlerin
Açılması
Tesettürün
fetişleştirilmesi, muhtemelen liberal feminist düşüncenin doğasındaki
indirgemeciliğin en açık ispatıdır. Afganistan işgali sonrası Amerika’daki
birçok önemli haber kuruluşu, ellilerde Cezayir’de Fransızların yaptıklarını
taklit ederek, “tutsak” Afgan kadınlarının üzerindeki örtülerin “kaldırılıp
atılması” ile ilgili özel programlar yayınladılar.
Bu
haber kuruluşlarındaki coşkuyu, Feminist Çoğunluk Vakfı türü örgütler de
paylaşmaktaydı. Tepeden tırnağa kapalı ve dilsiz varlıklar olarak tasvir edilen
Afgan kadınlarını aslında pek umursamayan vakıf, kendi reklâmını yaptı ve bu
süreçte burka giyen Afgan kadınlarını anımsatmak için küçük kare şeklinde
fileli kumaşlar sattı.[28] Odetol’nın da tasvir ettiği biçimiyle, tartışmanın
bir ucunda burkalı Afgan kadını, diğer ucunda neredeyse çıplak, “özgür”, bol
makyajlı sarışın kadın duruyordu. Asıl verilmek istenen mesaj ve gösterilen
hedef çok açıktı: Batı’da reklâmlarda gördüğümüz, dudakları rujlu şehirli
kadın.[29]
Napolyon
döneminin o kuvvetli liberalleri, burkanın tarihiyle hiç ilgilenmiyorlardı.
Burka Afganistan’da İslam’dan önce de vardı, ama zamanla dindarlıkla ilişkili
bir kıyafet hâlini almıştı. Liberal akıl, o kadınların burkayı dindarlığın bir
sembolü, sömürgecilik karşıtlığını ifade etme yolu veya Taliban karşıtı
faaliyetlerin bir tezahürü olarak değerlendiremiyordu. Onun yerine burka, İslam
dünyası karşısına medeniyeti çıkartmak için gerekli bir araç olarak ele
alınıyor, öte yandan İslam dünyasının sadece Ortadoğu’dan ibaret olduğu
varsayılıyordu.[30]
Ayrıca
bu süreçte, söz konusu kıyafeti kadınlara zorla giydiren güçlere verilen destek
ve cesaret noktasında ABD’nin oynadığı rolü de kimse tartışmıyordu. Miller, bu
bağlamda, Ms. Magazine gibi liberal feminist yayınların
kullandığı dile işaret ediyor ve Taliban’ın yaptığı zulümlere değinen bu
yayınların ilgili dönemde görevde olan Kuzey İttifakı hükümetine bağlı kadın
düşmanı savaş ağalarına destek sunan ABD’den hiç bahsetmediğini söylüyor.[31]
Soğuk
Savaş döneminde Suudilerin Afganistan’da finanse ettikleri teröristlere sunulan
desteğe işaret etmekse radikal isimlere kalıyor. Onların dışında herkes
tarihsel amnezinin kurbanı oluyor. Seymour’un da ifade ettiği biçimiyle, “makul
sol”, kimilerini rahatsız edecek kaba gerçeklerin herkese ulaşmasına mani
olacak bekçiler olarak iş görüyor.
Öte
yandan, ABD askerlerinin Ortadoğu’da kadın bedenlerini cinsel köle hâline
getirip yok etmelerine, aynı zamanda Amerikan ordusu içerisinde bir salgın
hâlini almış olan tecavüze dair değerlendirmeler de Amerikan kamuoyundan uzak
tutuluyor. Kolhatkar’ın tespit ettiği kadarıyla Batılı feministler, kendi
devletlerinin dünya genelinde gerici ve baskıcı hareketleri desteklemesinden
çok, üçüncü dünyadaki erkek zulmünün fetişleştirilmesiyle ilgileniyorlar.
Cooke
ise şehirli liberallerin tecavüze odaklanmalarında, sıklıkla seks bağlamında
işlenen suçlar[32] üzerinde durmalarındaki amacın, güçsüz mağdurlara karşı bir
sempatinin oluşmasını sağlamak olduğunu söylüyor.[33] ABD askerleri ile ilgili
anlatılan hikâyeler, “kurtarıcılık”tan dem vuran dille nedense örtüşmüyorlar.
Kendi
Adına Konuşan Kadınlar
Liberaller
kabul etmese bile Afganistan’da kendi kaderini tayin edebilen kadınlar var.
Liberalizmi eleştiren birçok radikal feminist, bu noktada Afganistan Devrimci
Kadınlar Birliği’ne (ADKB) işaret ediyor. Eylemcilere ve akademisyenlere ilham
veren bu önemli örgüt, halk mücadeleleriyle bağlantılı solcu bağımsız
feministlerin eylemlerine gerekli alanı açıyor.
Radikal
feminist eleştirilerin tespitlerine aykırı davranmayan liberal örgütler,
terörle mücadele sürecinin başlaması sonrası bu ADKB türü örgütlerle zerre
ilgilenmiyorlar. Miller’ın tespit ettiği gibi, 11 Eylül sonrası hâkim feminist
akıl, ADKB’ye dair ilgisini ve bilgisini çöpe atıyor, zira bu örgüt, güçsüz,
kurtarılması gereken Afgan kadını anlatısına hiç uymuyor. Kolhatkar ise bu
konuyla ilgili olarak, sömürgeci feministlerin, fiiliyatta ya da potansiyel
olarak devrimci olan örgütlere destek sunmayı fazla tehlikeli bulduğunu
söylüyor.[34]
Her
ne kadar bazı radikal feministler ve savaş karşıtı örgütler, ADKB’ye destek
sunup onu Afganistan’da “Batı-barbarlık” ikiliği dışında duran bir aktör olarak
el alsalar da bazıları da solcuların ADKB’ye odaklanan yaklaşımlarının
medeniyeti esas alan ikiliği perçinlediğini söylüyorlar. Krista Hunt’ın
tespitiyle, belirli yönlerden ADKB, Afganlardan çok Batı’yla daha sıkı bağlara
sahip. Binyıla girildiği momentte Afganistan’daki internet kullanıcıları
içerisinde bile ADKB küçük bir azınlığı temsil ediyor. Ayrıca örgüt, ülke
genelinde halkın dinle güçlü bağları olmasına rağmen “köktencilik karşıtı bir
yapı”.[35]
ADKB,
Afganistan’da kadınların haklarına kavuşması ve bu hakların korunması için
radikal bir değişimin gerekli olduğunu söylüyor. Bu açıdan örgüt, diğer Afgan
kadın örgütlerinden ayrışıyor. ADKB, aynı zamanda bugün ve gelecekte Kuzey
İttifakı dâhil tüm köktencilerin hükümet dışında tutulmasına dönük talebiyle,
diğer eylemcilerden farklı bir konum alıyor. Bu açıdan ADKB, ülkedeki mevcut
durumun laik demokratik bir hükümetin kurulmasıyla dönüştürülebileceğini
söyleyen az sayıda örgütten biri.[36]
Hunt’a
göre Batılı feministler, Afgan kadınları “adına” konuşmaktan kaçınma çabası
dâhilinde ADKB içerisinden kendileri yerine konuşacak isimler arıyorlar. Burada
esasen belirli bir tehlikeyle yüzleşiliyor, o da bu feministlerin ve barış
örgütlerinin ADKB’yi “yerli muhbir”e, beyaz olmayan insanlar içinde kullanılan
bir “dublör”e dönüştürme ihtimaliyle ilgili.
ADKB
internette önemli bir etki alanına sahip olduğundan, eylemciler, doğal olarak
onu Afganistan’da tüm kadınları temsil eden örgütmüş gibi resmetme eğilimi
içine giriyorlar. ADKB üyeleri, Afganistan’daki tüm kadınları temsil iddiasında
olsalar da örgüt, dijital dünyaya erişim imkânı bulunmayan, dinine bağlı birçok
Afgan kadınından kopuk.
Hunt’ın
da dile getirdiği biçimiyle, bugün ADKB’ye destek sunan Batılı aktivistler bu
desteği, esasen örgütün uzun zamandır işitmek istedikleri “farklılığın sesi”
olduğu için veriyorlar.[37] Hatta Hunt devamında şu tespiti yapıyor: “ADKB
alabildiğine Batılı ve radikal bir yaklaşımı benimsememiş olsaydı, Batılı
aktivistlerden bu kadar destek göremezdi.”[38]
ADKB
aktivistleri, her ne kadar sömürgeci feminizme karşı bir tedbir olarak
kucaklanıyor olsa da bu tavır, radikal ve liberal olmayan sol açısından daha
köklü bir sorunun varlığına işaret ediyor. Solcu aktivistler, savaş karşıtları,
radikal feministler, nadiren de olsa liberaller, sömürge kadınlarının sesini ön
plana çıkartmak istiyorlar ama nedense sömürge erkeklerinin ve dindar
kadınların seslerine kulaklarını kapatıyorlar.
Oysa
bir vakitler militan siyah erkeklerin sahip oldukları dokunulmazlığa bugün
militan Müslüman erkekler sahipler. Bu gerçeğe karşın bugün kimse,
Afganistan’da veya Irak’ta faaliyet yürüten direniş örgütleri mensuplarıyla
mülâkat yapma veya onları analiz etme gereği duymuyor. ABD ve Kanada’nın dış
politikasına karşı çıkan Ortadoğulu Müslüman ve seküler hükümetlerin ve
hareketlerin temsilcilerinin yüzüne zaten bakan yok.
Konuşma
hakkını inkâr eden “makul sol”, sağcıların dilini kullanıyor ve eylemcilerle
halkı “İslamofaşizm”le korkutmaya çalışıyor. Sömürgeciliğe karşı İslamî direniş
ve bu direnişin şeytanileştirilmesine dönük çaba hiç de yeni olgular değil,
üstelik bu konuda sosyalist sol da istisnaî bir konumda bulunmuyor. Albert
Camus gibi ünlü liberaller, Cezayir’in işgal edildiği süreçte “terörist”
direnişe karşı harekete geçiyorlar. Örneğin Dögolcüler ve Fransız Komünist
Partisi, Ulusal Kurtuluş Ordusu’nu “faşist” ilân ediyor.”[39]
İslam
dünyası, emperyalizme karşı direnişin sürdüğü bir alan ve bu direnişin altında
sadece Batılılaşmış kadınların değil, aynı zamanda sömürge erkeklerinin ve
kadınlarının imzası var. Bu insanlar, hep birlikte insanlık dışı sosyo-ekonomik
sistemin dayatmalarına karşı koyuyorlar.
Odetola
çalışmasında, İslam dünyasında neoliberalizmle Batı kültürüne ait değerler
arasındaki bağı inceliyor. Neoliberalizmin sebep olduğu ekonomik yıkım “bir
salgın hâlini almış olan açlığa, artan işsizlik rakamlarına, yığınların evsiz
kalmasına ve sınırsız bir sefalete mahkûm olmasına” yol açıyor. Doğu Avrupa ve
Orta Asya’da milyonlarca kadın tek geçim yolu olarak fuhşu görüyor.
Tüm
bunlar olurken, her şeyi dümdüz eden ekonomik değişikliklerle birlikte gündeme
gelen liberal demokratik söylem, “mini etekleri ve günübirlik seksi” teşvik
ediyor, “çıplak kadın eti üzerinden tüketicilere ürünlerin reklâm edilmesini
salık veriyor.
İşçi
sınıfına mensup Müslüman kadınlar ve erkeklerse, “güneş gözlükleri, rujlarıyla
sosyetik kadın dergilerinin kapaklarından fırlamış o küçük, kentli, köksüz
seçkinler grubu”nu kendilerine yabancı bir unsur olarak görüyorlar.[40]
Öte
yandan İslamcı örgütler, yoksullara maddi destek sunmak suretiyle, cinsel
sömürünün belirli biçimlerinin ihtiyaç hâlini almasına mani oluyorlar.
Sonuç
“Sol”un
liberal insan hakları emperyalizmini benimsemesi, Soğuk Savaş sürecinde tekelci
kapitalizmin elde ettiği zaferin ardından Batı’daki radikal solun içine girdiği
genel krize ait bir semptomdur.
Her
ne kadar aydınlanmacı liberalizmin özü eşitlikçilik, eşitlenme ve burjuva
“özgürlüğü” ise de bu tür bir liberalizm, sömürgelerdeki yağmaya, savaş düşkünü
kapitalistlerin dünyayı talan etmesine, aşırı üretime dayalı sistemin
kaçınılmaz sonuna, kâr oranlarının düşmesine, dünya nüfusunun büyük bir
bölümünün sistematik olarak yoksullaştırılmasına tek laf etmez.
Buna
karşılık radikal sosyalizmse eşitsizlik ilişkilerini görüp yok etmek için
farklılığın, karşıtların ve mücadelenin üzerinde durur. Hem o eski ve artık
birer efsane hâlini almış olan özgürlükleri hem de günümüzde bilgilerin
arasındaki karşılıklı bağı esas alan bir felsefe olarak liberalizm, Maximilian
Forte’nin ifadesiyle, “Ortadoğu’daki kadınlara ancak twit atma hakkı
bahşedebilir, karnını doyurma hakkını değil”.[41]
Odetola
ise meseleyi şu şekilde izah ediyor:
“Geçmişte radikal sol bu
kadınları, kolayca kavranabilen, gerçekle güçlü bağlara sahip, iş, ev,
geçinmeye yetecek ücret ve sosyalizm talep eden sloganlarla ve bu uğurda
verilen mücadelelerle harekete geçirme imkânına sahipti. Bugün solcuların büyük
bir kısmını utandıran sloganlar atılıyor ve bu sloganlarda kadın hakları,
çevre, demokrasi ve ‘özgürlük’le ilgili, iç bayıltan, zararsız ve soyut
ifadeler tercih ediliyor.”[42]
Brendan Stone
12 Ekim 2013
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Central Intelligence Agency, and Red Cell, “CIA Report into Shoring up
Afghan War Support in Western Europe,” Wikileaks, N.p., 26 Mart 2010.
[2]
A.g.e.
[3]
A.g.e.
[4]
Aryn Baker, “Afghan Women and the Return of the Taliban,” 9 Ağustos 2010, Time.
[5]
Noam Chomsky ve Edward S. Herman, “Manufacturing Consent: A Propaganda Model,” Manufacturing
Consent, Pantheon, 1998.
[6]
A.g.e.
[7]
Felix Greene, A Curtain of Ignorance. Londra: J. Cape, 1965 ve William
Hinton, Through a Glass Darkly: American Views of the Chinese Revolution,
Monthly Review Press, 2006.
[8]
Greene, A.g.e., s. 6.
[9]
A.g.e., s. 8.
[10]
Hinton, A.g.e., s. 129.
[11]
A.g.e., s. 152-153.
[12]
Örneğin bkz. Hinton, A.g.e., s. 93.
[13]
Tariq Amin-Khan, “Analyzing Political Islam: A Critique of Traditional
Historical Materialist Analytic,” Monthly Review, 21 Mart 2009, s. 3.
[14]
Soğuk Savaş dönemini ele alan çalışmalarında bile medya ile devlet arasındaki
simbiyotik ilişkiden dem vururken “üçüncü” bir filtreden bahseden Chomsky ve
Herman, “terörizm”e dönük vurgunun giderek arttığını söylüyor. [Chomsky ve
Herman, A.g.e., s. 13.]
[15]
Tariq Amin-Khan, A.g.e.
[16]
“Euston, Bir Sorunumuz Var” ara başlığı, Scott McLemee’nin aynı isimli
makalesinden alındı: 24 Mayıs 2006, IH.
[17]
Norman Geras ve Nick Cohen, “The Euston Manifesto,” 17 Nisan 2006, 27 Şubat
2009, NS.
[18]
A.g.e.
[19]
Cyra Akila Choudry, Empowerment or Estrangement?: Liberal Feminism’s Visions
of the “Progress” of Muslim Women, 2008, MS 08-10, Florida International
University College of Law, University of Baltimore Law Forum, Florida
International University Legal Studies, 21 Haziran 2008, Web, Papers.
[29]
Jean Bricmont, Humanitarian Imperialism Using Human Rights to Sell War,
(New York: Monthly Review Press, 2006).
[21]
Jean Bricmont ve Richard Seymour, The Liberal Defence of Murder,
(Brooklyn: Verso, 2008), s. 1-12.
[22]
Seymour, A.g.e., s. 28.
[23]
A.g.e., s. 32.
[24]
Cyra Choudry (2008) ve Elizabeth Miller, “An open letter to Ms. Magazine re:
Afghan women,” 20 Nisan 2002, Socwork.
[25]
Sonali Kolhatkar, “‘Saving’ Afghan Women,” RAWA, 9 May 2002.
[26]
Kevin J. Ayotte ve Mary E. Husain, “Securing Afghan Women: Neocolonialism,
Epistemic Violence, and the Rhetoric of the Veil,” NWSA Journal 17
(2005), s. 112.
[27]
Ayotte ve Husain (2005).
[28]
Kolhatkar (2002).
[29]
Kola Odetola, “Islam, Sex And The Western Left,” Global Echo, 16 Ağustos
2005.
[30]
“Bir dizi Müslüman ülkede kadınların örtünme pratiklerinin cinsel ayrımcılık
üzerinden kadına zulmedildiğinin bir işareti olduğunu söyleyenler analiz
düzleminde indirgemeci bir tutum takınmakla kalmıyorlar, aynı zamanda muhalif
bir politik stratejinin geliştirilmesi noktasında oldukça işlevsiz ve yararsız
bir yönteme başvuruyorlar.” [Ayotte ve Husain, A.g.e., s. 117.]
[31]
Miller (2002).
[32]
Afganistan’da kadın sünnetiyle ilgili, yanlış bilgilerle dolu raporlar bile
hazırlandı. [Kolhatkar (2002).]
[33]
Miriam Cooke, “Saving Brown Women,” SIGNS (Güz, 2002), s. 468.
[34]
Miller (2002) ve Kolhatkar (2002).
[35]
Krista Hunt, “Getting Connected? The politics of mobilizing a transnational
feminist response to the war on terror,” Wagadu 2 (2005).
[36]
Hunt (2005) ve Kolhatkar (2002), s. 58.
[37]
Hunt (2005).
[38]
A.g.e.
[39]
Proyect, Louis, “Looking Back at the Battle of Algiers,” MRZine 12
Ağustos 2005, Web.
[40]
“Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri gezegenin üçte ikisini, dünya kadınlarının
büyük çoğunluğunun yaşadığı yurdu, devasa bir geneleve çevirdi, üstelik bu
genelevin giriş kapısında ışıl ışıl yanan ve hiç sönmeyen neonlu tabelada
“Kadın Hakları” yazılı.” [Odetola (2005).]
[41]
Maximilian C. Forte, “Libya — Lather, Rinse, Repeat — Syria: Liberal
Imperialism and the Refusal to Learn,” MRZine 10 Ağustos 2011, Web.
[42]
Odetola (2005).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder