“İyi bilinen şey, tam
da iyi bilindiği için, aslında bilinir değildir. Bilgi sürecinde kişinin
kendisini ve başkalarını yanlış yönlendirmesinin en yaygın yöntemi, bir şeyin
iyi bilindiğini farz edip o şekilde kabul etmektir.”
[Georg W.
F. Hegel]
Hegel,
inanılmaz derecede güzel bir kelâm etmiş vaktiyle, tekrar tekrar okumak,
zihinlerimizi berraklaştırıyor. Oysa iyi bildiğimiz şeyi nasıl tanımlıyoruz,
iyi bildiklerimiz her zaman sınır çektiklerimiz anlamına gelmiyor mu?
Bu
sözü, toplumsal gelişimin bugünkü aşaması ile yorumlamaya başladığımızda,
oluşmakta olan tablonun kendisi nasıl duruyor? Şüphesiz biz devrimci
marksistler, bugün de sınıf savaşımının durumunun analizini yapmaya, egemen
sınıfın hareket alanlarını ve stratejik hamlelerini yorumlamaya çalışıyoruz.
Gelen eleştirilerin kendisi, yani sözüm ona marksistlerin son yakınçağ
analizlerinin yetersiz olması, bir bakıma haklı ama eksiktir. Bir ihtiyacın
doğması, bu ihtiyaca müdahale konusunu gündeme getirir Belki siz bunu
gerçekleştirmek istemeyebilirsiniz, fakat yarında var olacak iştirakçilik,
dayanışma ve paylaşma ekseninde kurulacak bir dünya için zorlu koşullarda
mücadele etmeyi göze almış devrimciler için bu ihtiyaç, tüm cüssesiyle sol
hareketimizin acil gündemini kaplamış durumda.
Tarihin
gelişimi karşısında hiçbir güç duramaz, buradan çıkartılan aksiyomla birlikte
kapitalist üretim tarzının kendisi bugün için erimektedir, çürümenin kendisi,
yeni ve gelişen toplumsal ilişkilerin önüne set çeken ve dolayısıyla başladığı
girdiden daha fazla değer üretmekte olan sermayenin gelişimidir.
Sermayenin
gelişim yasasını tek bir şeyle özetlemek isteseydik, biz onu “varlıkların
toplumsal üretimine başladığı, bu toplumsal üretim şeklinin yeni bir döngüye
girdiği noktada, ilk başladığı yerden daha fazla değer üretmek zorunda olmak”
olarak tanımlardık.
Kapitalist
üretimin kendisi, özel mülkiyet sahipliği düzleminde kurulduğundan beri
-iktidarın burjuvazi tarafından ele geçirildiği ilk andan itibaren- gelişmekte
olan yeni ilişkilerin, üretim tarzının düşmanıdır. Ekonomik üretim dünyasında
bulunan bu varlıklar konumları gereği birbirlerine eşit olamazken, tekelci
hegemonyanın yarattığı üstyapı kurumlarınca birbirlerine eşitliği varsayılır.
Sivil toplum kavramının kanlı canlı vücut bulmuş örneğidir bu eşitlik. Yazının
devamında, bu sivil toplum önermesinden hareketle, gündemin nasıl yanlış
yorumlandığına sizleri şahit kılmak isterim.
Gündemimizde
Damat’ın istifası ve ABD seçimleri artık eski birer başlık. Bu son başlık,
Türkiye’de sol harekette, en azından bir kısmında değişik bir şekilde yankı
buldu. ABD seçimleri, aslında bir noktası ile sınıf savaşımının içerisinde
sızmakta olan klikleri ortaya çıkarttı. Mahir Çayan’ın Yeni Oportünizmin
Niteliği Üzerine adlı eserinde oportünizm üzerine çok net bir atış
gerçekleştirmişti. Şöyle demişti Mahir:
“Oportünizm bukalemun
gibidir. Çeşitli kılıklara bürünerek sosyalist hareket içinde ortaya çıkar.
Oportünizmin kılık kıyafetini o ülkenin ekonomik ve sosyal bünyesi, işçi
sınıfının politik bilinç ve örgütlenme seviyesi, kısaca ülkenin içinde
bulunduğu devrimci aşamanın niteliği belirler.”
İşçi
sınıfı içerisinde var olan kontra örgütlenmeler ve burjuva klikler, aslında
sosyalist devrimci hareketimizin içerisinde sınıf savaşımının seyri ve o anki
güncel politik durumun hattına göre örgütlenirler ve coğrafyamızın içerisinde
bulunduğu devrimci durumun yükselmesi sonucunda burjuva devlet mekanizmasının
kendi örgütlülüğünün cılızlaştığı süreç içerisinde -ki bu süreç devrimci
örgütlülüğün otoritesiyle verili olan hegemonyanın sarsılması ile mümkündür-
burjuva devlet, kendi hâkimiyet araçlarını toplumsal örgütlenmenin içerisinde
daha fazla nüfuz ettirmeye çalışır. Bu noktada en önemli işlevi, kendi hesabına
çalışan, devrimcilik sosuna batırılmış, gerçekliği saptıran faaliyetler görür.
Peki biz bunu neden bugün konuşuyoruz?
Şöyle
ki bugün ABD seçimlerine dair birçok garip fikir ile karşılaştık, bu fikirler
bir noktası ile kendince bir varlığa sahip olmayan, bir iddiası bulunmayan
kişiler tarafından ortaya atıldı. Fakat bugün konumuz, zaten bunları ele almak
değildir, bir bakıma bunları ele alsak bile amacın kendisi bu değildir.
Mesele,
kendisini “devrimci sosyalist” olarak değerlendiren bir kişi veya örgütün neden
böyle konuştuklarını anlamak değil, üstlendikleri unvanın zarar görmemesini
sağlamaktır.
Misal,
bir ton liberal ve burjuva ideologun ağzından çıksa “pes, bunları nasıl da
uyduruyorlar” diyeceğimiz birçok deli saçması fikir, bugün “dostlarımız”
tarafından üretilmektedir. Bugün bu “dostlar, “Trump Gitti, İşçiler Kazandı”,
“Trump Gitti, Dünya Kazandı”, “Trump Gitti, Kadınlar Kazandı” diyebiliyor.
Aslında
bu fikir “Sivil Toplum” anlayışına dayanıyor. Bu anlayışa göre:
“Devletsiz toplumlar,
insanlığın ‘barbarlık’ dönemidir. Buna karşın, devletin ortaya çıktığı
toplumlar da ‘sivil’ olarak adlandırılıyor. ‘Sivil toplum’, insanlar arasında
bir sorun çıktığında başvuracakları bir kurumun olduğu toplumlar olarak
tanımlanıyor. İşte insanların kendi aralarındaki sorunları çözmek için
başvuracakları bu kurumların en yetkini, en üste duranı da devlet oluyor.”[1]
Görüldüğü
üzere, devletli toplumlara yönelik onay, bu tanımlama içinde saklı. Bu
toplumlar, uygar toplumlar olarak değerlendiriliyor. Böylece artık bir devlet
mekanizmasının kendisi, artık insanlığın insan oluşundan beri var olacak bir
şey olarak görülüyor ve bu marksist devlet kuramının kendisinin inkârına ve
dolayısıyla imhasına varıyor.
İnsanların
kendi aralarındaki sorunları çözmek veya bir toplumsal sorunun en dibine inerek
onu çözebilmenin kendisi, hâlihazırda varolan bir otorite olarak burjuva
devletle birlikte ele alınıyor. Hem başvuru hem sorun kaynağı toplumsal üretim
değil, burjuva devlet otoritesi olarak görülüyor. Bu otorite, çözümü sunacak
bağımsız parametre hâline geliyor. Sivil toplum anlayışı bağlamında yapılan
güncel politik değerlendirme, daha baştan hataya düşüyor. Meseleler birbirinden
bağımsız, kendiliğinden şeyler olarak yorumlanıyorlar. Üretim araçları
üzerindeki sahiplik ve buradan kaynaklanan sınıfsal karşıtlık ele alınmıyor,
başka olasılıklara bakılıyor. Sınıflı toplumun en çirkin hâli olarak kapitalist
üretim ilişkisinden kopartılan “sivil toplum” anlayışı, burjuva devlete dair
anlayışı biçimlendiriyor.
Bu
sivil toplum anlayışından hareket eden “dostlarımız” şunu söylüyorlar: “Kamala
Harris, ABD tarihinin ilk kadın başkan yardımcısı. O, ABD toplumunda öteki
kabul edilen bir Siyahî. Onun seçilmesi, ötekilerin imtiyaz elde etmesi demek.”
Bu fikr-i takip üzerinden şu söyleniyor: “Biden’ın kazanmasıyla sınıf savaşımı
yükselecek, dolayısıyla devrimci durum oluşabilecek.” Bu iki görüş, bizatihi
üzerine bastığı temel yüzünden saçmadır.
Tekelci
aşamanın kendisi, kapitalist üretim ilişkisinden bir sapma değil, o ilişkinin
sınıf savaşımının güncelliğinde yeniden üretilmesidir. Tekelcilik, üretim
süreci içerisinde artı-değeri inanılmaz boyutlarda artırmaktadır, fakat bu
kabul üzerinden meseleyi salt ekonomik düzlemde ele almamak gerekir.
Tekelci
hegemonyanın kendisi, bugün bizzat medya-eğitim-devlet üçgeninde kimi araçlara
sahiptir.
Metaın
değerini yaratan şey, türdeş insan emeğinin emek-zamanına endekslidir. Değerin
fiyattan sapması, kapitalist piyasada olağandışı değil, olağandır. Piyasada
arz-talep dengesi sihirli bir çubuk ile dengelendiğinde ise değerin kendisi
fiyatta eşit olur, fakat bilim, hiçbir vakit sihirli değneklerle ölçüm yapmaz.
Tekelci
ilişkilerin istikrara kavuşma sürecinde piyasaya, bu noktada kitlelere bakılır.
Talep edilen şey, “eşitlik, özgürlük, adalet” olduğu için tekelci hegemonya,
burjuva devlet, sınıf savaşımı dâhilinde yaşayan bir organizma ve gelişen bir
varlık olduğundan, kitlelerde oluşan bu talebi karşılamaya çalışır.
Bu
noktada peşinen söylemek gerekir ki Biden-Kamala ikilisinin iktidara gelme
süreci, kitlelerde oluşmuş olan bu “eşitlik, özgürlük, adalet” isteğini,
arzusunu bastırmaya yöneliktir. Amaç, ABD’de küçük ölçeklerde ve yerellerde
gelişen işçi grevlerini, insanlığın hak arama taleplerini, dahası, ezilen
toplumun tüm taleplerini “eşitlikçi ve demokrat bir iktidar başa geldi, bakın
bütün sorunlarımız çözülecektir” yaratarak bastırmak, üretim ilişkileri
bağlamında artı-değer üretimi esnasında oluşabilecek en ufak bir sorunun önünü
almak, kitlelerde açığa çıkabilecek iktidar talebine ve onlar eliyle
gerçekleşebilecek ayaklanmalara mani olmaktır.
Ayrıca
tekelci hegemonya, kitlelerin kendisinde oluşan talebi bizzat medya
aracılığıyla karşılamaya çalışır. Bu aşamada medya devreye girer. Son dönemde
çıkarılan Netflix, HBO, Amazon Prime vb. ideolojik aygıtların neredeyse hepsi,
insanların bu oluşmakta olan eşitlik idealine suni bir şekilde müdahale etmek
için Siyahîlerin, LGBT+ ve diğer ezilen kesimlerin ön plana çıkarıldığı
yapımlar sunmaktadır. Burada amaç, bu tür toplumsal kesimlerin sorunlarının,
sefaletin ve zenginliğin birlikte üretildiği üretim ilişkilerinin zarar
görmesine mani olmak ve bu kesimlerin biriken öfkesini sınırlı alanlara
kanalize etmektir.
Biden-Kamala
ikilisini bu noktadan kavramaya çalıştığımızda ise son dönemde gerçekleşen en
büyük kendiliğinden hareket olan “Black Lives Matters”, yani “Siyahların Yaşamı
Önemlidir” hareketine bakmak gerekir.
Bu
kendiliğinden hareket bir devrimci hareket ile buluşamadığı ölçüde ki
buluşamadı, ilk önce bütün protesto gösterilerinde olduğu gibi, yerelliklere
gömüldü, dağıldı, oradan da sönümlendi. O günlerde ABD işçi sınıfı, bir
tercihle karşı karşıya kaldı. Kendisiyle hesaplaşması sonucunda ya burjuva
devletin niteliğini anlayarak bir devrimci hareketle buluşacaktı ya da tekelci
hegemonyanın etki alanlarını geliştirerek, onun iktidarını yeniden üretecekti.
Bugün
Anadolu coğrafyasında Erdoğan’ın dilinden düşüremediği bir olgu olarak
“Gezi’nin Hayaleti” egemenlerin korkulu rüyası olmaya hâlâ devam ediyor. O
günden bugüne Erdoğan iktidarı önderliğinde burjuvazi, kendiliğinden
oluşabilecek halk hareketlerine karşı iç savaş örgütünü hâlen daha
güçlendiriyor.
ABD’de
“öngörülemez” bir şekilde başlayan eylemlerin kendisi, burjuvaziyi öylesine
korkutmuş olacak ki kitlelerin kendisi ile hesaplaşmasına izin vermeden yeni
aktörleri olan Biden-Kamala ikilisini ön plana çıkarttı.
Kamala,
başkan yardımcılığına getirildi, böylece “tüm ezilen kesimler imtiyaz sahibi
oldu” türünden cümleler duyulmaya başlandı. Oysa bu tür isimler ve politikalar,
ezilen kesimlerin sömürü koşullarında yaşamaları konusunda birer araç olarak iş
görüyorlardı. Bu sayede sistemin kendisini idame ettirmesi amacına hizmet
ediliyor, ezilenler tümden sömürü ilişkilerine bağlanıyorlardı. Dolayısıyla
“Biden’ın seçilmesiyle birlikte işçi sınıfının devrimci mücadelesi bir ivme
kazandı” diyenler, sistemin istikrara kavuşturulduğunu anlamıyorlardı. Biden
ise şunu söylüyordu:
“Meselenin özü şudur:
hepimiz aynı gemideyiz. Dolayısıyla kimse cezalandırılmamalıdır. Kimsenin yaşam
standardı değişmeyecek, köklü bir değişim yaşanmayacaktır.” [Joe Biden,
başkanlığı konusunda zengin bağışçılarına güvence veriyor.][2]
Bu
konuşmasında Biden, burjuvaziye onun sözünden çıkmayacağını söylüyor, çürümüş
olan kapitalist üretim ilişkilerinin yeni dönem koruyuculuğunu üstlendiğine
dair ona güvence sunuyor.
Mevzu
ne kadar bulanıklaştırılsa da aslında gayet açık ve nettir. Emekçiler, bir
bütün olarak yaşamak zorunda bırakıldıkları bu adi ve çirkin ilişkilerin devamı
için, hem düşmanın hem dostun ideolojik saldırısına maruz kalıyor. Bu noktada
Lenin’e kulak vermek gerekiyor:
“Şimdi aramızdan bazıları
şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya
başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ‘Ne geri insanlarsınız! Sizi
daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet
beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile
gitmekte özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya
ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi
bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü
biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil,
yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!”[3]
Bizim
özgürlük ve eşitlik anlayışımız, bu üretim ilişkilerinin kalıbına sığmaz,
sığdırılamaz, bizim özgürlük anlayışımız şudur: Özgürlük, her gün kanımızı,
emeğimizi vampir gibi emen sermayeye karşı savaşmaktır!
Varsın
bu yolda üstümüze oklar yağsın, fakat biz inandığımız, imtiyazsız, sınırsız
özgür dünya mücadelemizi aklımızdan-yüreğimizden alanlara, sokaklara, işçi
grevlerine ulaştıracağız. Sizin karşımıza koyduğunuz her türlü aldatmaca,
entrika, devrimci teorimiz ışığında sadece sineklerin vızıltısı kalır! Yarınlar
için dövüşmeyi öğretenler gösterdi ki özlemle beklediğimiz o günlere ancak bir
direnişi güçlendirmek yaymak, geliştirmek koşulu ile ulaşabiliriz.
Direnişi
ancak örgütlenerek sürekli hâle getirebiliriz. Onun içindir ki sosyalizm
mücadelesi hâlâ yenilmedi. Onun içindir ki hâlâ serüvenciler yollara düşüyor.
Onun içindir ki hâlâ umutlarımız tükenmedi.
Alican Kelek
14
Kasım 2020
Dipnotlar:
[1] Sinan Özbek, “Marksist Devlet Düşüncesi: İktidarsız Toplum”, 17 Nisan 2012,
Altüst.
[2]
Aktaran: Louis Allday, “Biden’ın Başkanlığına Dair Boş Beklentiler”, 10 Kasım
2020, İştirakî.
[3]
V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, Çev.: Muzaffer Erdost, Kasım
1992, s. 16.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder