Pages

06 Nisan 2020

Direniş mi Devrim mi?


Artık devrimler değil, direnişler çağındayız.

Bin yılın başında Teori ve Politika dergisi üyesi solcular gibi birçok kişi, “devrimler çağı bitti” dedi. Marksizmin kapitalizmi beslediğini, onun yaşamasına katkı sunduğunu söyledi. Bu iki yaklaşım, bugünkü tüm sol örgütleri biçimlendirdi. Hepsi geçmişle, köklerle bağlarını bir bir koparttı. Bugünde varolmak, iktidardan icazet almak, bir yer bulabilmek için yaptılar bunu. Mesele, artık başkaldırmak değil, varlığın farkına varılması idi.

Oysa direniş, 1848’de sağcıların bayrağıydı.[1] Direnilen ise devrimdi. Direniş, yirminci yüzyılda emperyalizme karşı mücadele bağlamında başka bir anlama büründü. İş işten geçtikten sonra burada sivrilttiği dişler söküldü, postkolonyal çalışmalar dâhilinde, zararsız bir kavram hâline getirildi. O anlam katan devrimcilik, yitip gitti. 1848’de ayrışmış sınıfların sancısı, bu sayede dindirildi.

Süreç içerisinde direniş, devrimin karşısına yerleştirildi. Devrim, bireye dışarıdan tahakküm kuran, hiyerarşi dayatan, işbölümüne bağlayan, disiplinin çarkları arasında parçalayıp öğüten bir olgu idi. Direnişse bireyin mutlak verili bütünlüğünün korunduğu, yüceltildiği, o bireyin eyliyormuş, hareket ediyormuş gibi yaptığı, onun merkezde durduğu yerdi. O, bireyin olma hâliydi; yapma hâli olarak devrime düşmandı. Olmak zorundaydı.

* * *

İster neoliberalizme direnilsin, isterse kapitalizm, direnen, direndiği şeyle suç ortaklığı içerisindedir. Ortaklık zaruridir. Çünkü daha önceki bir hâl muhafaza edilmiştir, o hâl ölçü kılınmıştır, sadece rötuş ve makyaj talep edilmektedir. Bu da döne dolaşa, karşı konulan güce biatle sonuçlanacak bir pratiktir. Emperyalizme karşı mücadele, devrimci müdahale ve mücadele yoksa, emperyalizmin o ülkede istediklerini talep etmekle sonuçlanır.

Ayrıca iktidar her yerdedir, demek ki nesnelliğe ve gerçekliğe ait bir alan yoktur. İktidarı öznelliğin, bireyliğin düşmanı olarak kodlamak, bireylere seslenir, onların ait oldukları gerçeklik, bağlı bulundukları nesnellik, hükmünü yitirir. “Azınlıklara göre gerçek, her zaman iktidardan güçlüdür.”[2] Ama o gerçek, iktidarın önünde diz çöktürülür. Giderek gerçek, iktidara kapatılır. İktidar, bir açıdan gerçekliği ve nesnelliği örtbas etsin diye her yana yayılır. Burada aslında bireyi yüceltmek için iktidar yüceltilmekte; o, kadir-i mutlak tanrı olarak bireyin karşısında duran, taşlanacak şeytana dönüştürülmektedir. İktidar, bireyi yüceltmek için yüceltilir. Bu da iktidarı döne dolaşa besler. Nihayetinde bu siyaset, yılgınlık ve ümitsizlik anında egemenlere teslimiyetle neticelenir.

* * *

Devrim, kopuşu, paradigma değişikliğini, bağlamın farklılaşmasını talep eder. Tarihini burjuva devrimlerinden başlatanların bugünü burjuva dışında algılaması mümkün değildir. “Burjuva”ya vurmayan hiçbir teorik ve politik faaliyet, “proleter” olamaz.

Bugün “Direniş, dışsal faktörlerden değil, bilakis, direkt olarak kendimizden başlamalı”[3] türünden cümlelerin neden kurulduğuna bakmak gerekmektedir. Burada devrimin tepesine balyoz indirilmekte, herkes, tek tek direniş ile ilgili telkinlerle hipnoza tabi tutulmaktadır. Sınırsız-sınıfsız kabul edilen kendi’den, nefs’ten, bireyden başlayarak inşa edilen siyaset, küçük burjuvaların siyasetidir. Siyaset, Nesnel, kolektif dertlerden, acılardan, öfkeden ve sınıfsal ayrımdan başlayarak inşa edilmelidir.

Egemenler, kolektif, kütlesel başkaldırı imkânlarına düşmandırlar. Küçük burjuva ajanlarını örgütleyip o kolektifi ve kütleyi tuz buz etmeye mecburdurlar. Artık temel politik ve teorik ölçüt, sınıf değil, bireydir. Her şey, bireyi merkeze alarak inşa edilmeli ya da yıkılmalıdır. Birey, itiraz edilemeyen, eleştirilemeyen, bağsız-bağlamsız olandır. O, küçük burjuvanın ideolojik putudur. 1848’de ayrışan sınıfların sancısını hâlen daha yaşayan küçük burjuva, 1848’i Fransız Devrimi’ne, burjuva ideolojisine boğdurmak zorundadır.

* * *

Fuko türevi yaklaşımlarda beden kurgusu, o bireye dair bir imgeden ibarettir.[4] Aslında kolektif bedenden söz edilmelidir. Ama bu liberalizm, mülkiyete kitlidir, aidiyete düşmandır. İktidar ve birey arasında kurulacak her türlü “dolayım”a karşıdır. Bireyle iktidarı karşı karşıya getirmeye çalışıyormuş gibi yapan liberalizm, ikisini eşdüzleme yerleştirerek aynılaştırır. İktidarın bireyde tesis edilmesini isteyenler, bireyin iktidarda inşa edilmesini isteyenlerle yan yana gelirler. Bireyin iktidara direnişi, iktidarın sathını genişletir. Sınıf silikleştikçe sınır da silikleşir; iktidar ve birey, bir olur.

Devrim, o satıhta geriye dönüşsüz çentik atmaktır. Biri iki yapmaktır. Bu pratik, toplumsal olduğu kadar tarihsel bir boyuta da sahiptir. Yataycı dil dikeye, katmanlara, boyutlara, nesnel yönelimlere kördür. Her şey anda başlasın ve maraz çıkartmadan bitsin ister. Yataycı dil, ezilenlerin-sömürülenlerin kavgalarını zamana yayma iradesini yok eder.

* * *

“Aşk, basit kimyasal, hormonal gelişmelerin sonucudur” denilebilir. Onun dışına bakmamak, sınıfsal bir “tercih”tir. Lâkin buradaki tarihsel birikimi, bağlamı ve bağları görmeyen kaba materyalist yaklaşım, eleştirilmelidir. “Geçmiş de gelecek de zararlı, despotik, ezici; o sebeple, bugünün sonsuz özgürlüğüne açılalım” diyen liberalizm, böylesi bir kaba materyalist tutuma yaslanır. Kendi bugününü yüceltir, herkesi onun etrafında döndürmeye çalışır. Ona göre sadece an vardır, anda beden, bedende sonsuz ruh olarak birey vardır. Varlık ondan sorulur. Bugün sol ideoloji, bu yaklaşım etrafında dönmektedir. Varlığın dışındaki herkes sürüdür, ya ehlileştirilmeli, evcilleştirilmeli, terbiye edilmeli ya da öldürülmelidir. O an, egemenlerin zamanıdır. Sol, o yüzden an’ın sınırsızlığına ve sınıfsızlığına kaçmıştır.

Böylesi bir yaklaşımda tarihsel kopuşlar, sıçramalar, kesikler, bağlamdaki değişiklikler görülmez. Bireyden kurulan teori, daha fazla sistemden, bütünden, dünyadan, kâinattan, cihanşumuldan vs. bahsetmek zorunda kalır.[5] Bireyden kurulan pratik, kitleleri, sınıfları, dinamikleri, kolektif hareketleri görmez, sadece kendisi gibi bireyleri kendisine ikna etmeyi siyaset zannederek ömrünü tamamlar. Bölünmeyen bütün olarak birey, hiçbir şeyi bölemez, bölünmüş olana örgütlenemez.

* * *

Sonuçta bir birey, ölüme yatmaz. Hayata kesik atmaz. Kolektif hareketin parçası olarak bir devrimci örgüt, o tam birey değil, o eksik kişi nezdinde, hayatı askerîleştirir, namluya sürer. Başka bir hayat için davayı sürdürür. İktidar-birey karşıtlığı, “namlu ucu”na asla bakmaz, ona körleşir, hatta düşmanlaşır.

Bu anlamda “örgüt, bireyi öldürüyor, bu ölüm oruçları saçmalık, İbrahim’i kurtaralım, o ölmesin” diyenle, “birey, özgür tercih gereği yasaların yaşamı mümkün kılmadığını görür ve ölüme yatar” diyen yan yana, kol koladır. İkisi de örgüte ve devrime düşmandır, örgütün ve devrimin kimyasının iktidarın kimyası ile aynı olduğu düşüncesindedir. Burada siyaset ve ideoloji, kendi bireyliğinden başlasın denilmektedir, ama bu da yalandır, çünkü aslında başladığı yerde bitsin istenmektedir.

Bahsi edilen “kimya” bilgisi, bugün “evde kal” talimatının insandan sayılmayan işçi kitlesini bağlamadığını görmemektedir. Solun tüm siyaseti, evde kalanlar, kalabilenler içindir, onlara göredir. O siyaset, “tenin sınırları”ndan başlar, tüylerin ucunda biter. Dert, zaten siyaseti ezilenlere, yoksullara ve işçilere yasaklamaktır. Sol, onlara yönelik düşmanlığın siyasetidir.

* * *

Irak işgali sonrası eşlerinin gözü önünde erkeklere tecavüz eden Amerikan askerlerinin fikri dünyası ile bugünün feministlerinin fikri dünyası birdir. Aynı kaba materyalizmden beslenen feministlerin salgın günlerinde işçiden dem vurup, bir yandan “erkekleri öldüreceğiz!” demelerinin bir anlamı yoktur. Onları sadece o aşağılık erkek şiddetiyle kadınları aynı çatıda bir araya getiren virüs, ilgilendirmektedir.

Direnişle özne olduğunu sanan, devrimle özne olana düşman olmak zorundadır. Bireye kapatılmış hayat, diplomasiden, bürokrasiden ve teknokrasiden başka bir şey görmez. Çarklardan, çekiçlerden, cıvatalardan, somunlardan başka bir şey işitmez. Onların dışındaki fazla, tüm o kolektif tarihsel pratik, ezilmelidir.

* * *

Bu anlamda, “Grup Yorum ve Mustafa Koçak, bütün demokratik yolların kapandığı bir süreçte bedenleri üzerindeki hakkı”[6] istemiyorlar. Kaba materyalist bir tutumla, an-beden-özgürlük zincirine tutunduktan sonra direnişe geçildiği varsayılıyor. Bağlanılan örgüt, örgütün bağlamı, devrimci mücadelenin bağları, değersizleştiriliyor. Dert de bu zaten.

Uyuşturucu, seks ve bireyci hedonizmin panayırı olarak Barışarock’ta çayanizm bulanlar, bu mızrağı ellerindeki çuvala ancak onu lime lime ederek sığdırabiliyorlar. Bu noktada Yorum, o panayırın basit bir süsü hâline getirilmelidir. Ardındaki siyaset, sol liberal temrinlere teslim edilmelidir. Tüm bağlarından kopartılmalı, bağlamsızlaştırılmalı, basit bir renk olarak, panayırdaki yerini almalıdır.

Devrimci mücadele kolektif düzlemde sulandırıldıkça mesele, bireysel varoluşa doğru kapanmakta, ucu açık gerçekliğimiz, yarınımız, mirasımız silikleşmektedir. Direnişçilerin devrimcilere ettiği budur. Anarşist zihin, sosyalist hareketi ele geçirmiştir.

Eren Balkır
6 Nisan 2020

Dipnotlar:
[1] Ross Wolfe, “Direniş”, 3 Kasım 2014, İştiraki.

[2] Alan Ryan’dan aktaran: Alan Sokal ve Jean Bricmont, Son Moda Saçmalar, İletişim, 2002, s. 287.

[3] Nail Aras, “Grup Yorum, Ölüm Orucu ve Biyopolitika”, 04 Nisan 2020, Bianet.

[4] Eren Balkır, Foucault Partisi”, 25 Ocak 2019, İştiraki.

[5] Nabi Kımran, “Korona, Kriz ve Sol”, 5 Nisan 2020, Sendika.

[6] Nail Aras, A.g.m.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder