“Varsayalım ki
Birleşmiş Milletler 1600 yılında kurulmuş, Kuzey Amerika’daki Kızılderili
kabileleri örgüte kabul edilmiş olsun. Bu noktada herkes, bu Kızılderililerin
egemenliğini tanıyacak, o egemenliği ihlal edilemeyecek bir hak olarak
görecekti. Böylelikle Kızılderililer, topraklarından tüm yabancıları atma,
kendilerinin nasıl faydalanılacağını bilmedikleri zengin doğal kaynaklarını
sömürmelerine mani olma hakkına sahip olacaklardı. Peki herhangi bir
uluslararası anlaşmanın veya sözleşmenin bu Avrupalıları söz konusu ülkeleri
işgal etmesine mani olabileceğine gerçekten inanan var mı?”
[Ludwig von Mises]
1966’da,
Birleşmiş Milletler’in devreye soktuğu insan hakları sürecinin başlamasından
yaklaşık yirmi yıl sonra, BM Genel Kurulu bağlayıcı iki insan hakları
anlaşmasını kabul etti: Kişisel ve Politik Haklar Uluslararası Sözleşmesi
(ICCPR) ve Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi
(ICESCR).
O
güne dek BM’deki üye sayısı, başarılı sömürgecilik karşıtı mücadeleler
üzerinden, ikiye katlanmıştı. Sözleşmelerin kabul edildiği gün Nijerya
delegesi, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı sürece katılmamış
olsa bile, ülkesinin bağımsız olmasıyla birlikte sözleşmelerin hazırlık
sürecine “mütevazı” da olsa katkıda bulunmakla gurur duyduğunu ifade etti.[1]
Yeni
bağımsız olmuş devletlerin genel kurula büyük bir coşkuyla katılmış olmasının
da ortaya koyduğu biçimiyle, beyannamedeki evrensel niyet ve dilekler, 1948’de
sömürgeciliklerini muktedir kılmak için çabalayan medeni güçlerin niyetleri ve
dilekleri karşısında galebe çaldı. Yaptığı coşkulu konuşmasında Meksika
delegesi, “tıpkı kozası içerisinde saklı olan ipekböceği gibi bu sözleşmeler de
kanatlarını zaferle çırpıyor, dolayısıyla artık insanlığı ileri götürmeye
hazırlar” dedi.[2]
Sömürgeciler,
süreci iki sebeple sevinçle karşıladılar: eski sömürgeler, sözleşmelerin
hazırlık sürecine bağımsız ve egemen devletler olarak katıldılar, ayrıca kendi
kaderini tayin hakkını ilk insanî hak olarak kabul ettirmeyi bildiler.
Meksikalı
delegedeki iyimserlik, insan hakları söyleminde görülen soyutluk ve onun
yaşanmış deneyimlerde görülen özgüllüklere yönelik kayıtsızlığı konusunda sıkça
dillendirilen eleştirilerle çelişiyordu. Ama buna karşılık şurası da kesindi ki
insan hakları metinlerinde kayıtlı olan evrensel insan söyleminin soyut olması
sebebiyle bu söylem, daha önce dışlanmış olanları da içerecek şekilde
genişletilmişti.
Bu
bakış açısı dâhilinde hakların konuları ve sınırları yapısal açıdan esnek
tutuluyor, böylelikle insan hakları ile ilgili dil, insanlık kategorisine dâhil
edildiklerini görmek isteyen yeni ve dışlanmış öznelerce benimsenmekteydi.
Fransız felsefeci Jacques Rancière’nin “doğrulanabilir eşitlik” dediği bu
strateji, (tüm insanların haklar açısından eşit ve özgür doğduğunu söyleyen)
temelsiz bir iddia olarak sıklıkla görmezden gelinenin hacmini belirlemeyi ve
onu ciddiye almayı, ayrıca bir tartışma yürütmek için kullanmayı gerekli
kılıyordu.[3]
İnsan
hakları ile ilgili tarihyazımında bu yaklaşımı en çok tarihçi Lynn Hunt
dillendirmekteydi. Hunt’ın tespitine göre haklarla alakalı beyanlarda genel
eğilim, daha fazla insanı hakların konusu kişiler olarak kademelendirme
yönündeydi.[4]
1948’de
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünden insan hakları sözleşmelerinin
1966’de kabul edilmesine dek uzanan süreç, ilkin bu türden hakların
kademelendirildiği iddialarına tanık oldu. Mücadelelerinden zaferle çıkmış
sömürgecilik karşıtı hareketler BM’nin bileşimini ve insan hakları
tartışmalarının şartlarını büyük ölçüde değiştirdiler
1955’de
yirmi dokuz Afrika ve Asya ülkesinden gelen delegeler Endonezya’nın Bandung
şehrinde bir araya geldi ve burada halkların ve milletlerin kendi kaderlerini
tayin etme hakkının tüm temel insan haklarından istifade etmenin önkoşulu
olduğunu beyan etti.[5]
İki
yıl sonra, 1957’de Gana Sahra altı Afrikası milletleri içerisinde
bağımsızlığını elde eden ilk ülke oldu. “Afrika Yılı” olarak adlandırılan 1960
yılında aralarında Nijerya’nın da bulunduğu on yedi Afrika ülkesi Gana’nın peşi
sıra bağımsızlıklarını ilân etti.
İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi’nin hazırlandığı günden itibaren çok şey değişti.
Beyannamenin hazırlandığı günlerde sömürgeci güçlerin delegelerinin asıl derdi
medeniyet üzerine kurulu hiyerarşik yapıyı savunmak ve sömürgelerini insan
hakları alanından uzak tutmaktı.
Ama
Hunt’ın da ifadesiyle “haklar üzerine kurulu devrimci mantığın o buldozer
kuvveti” ile birlikte sömürgecilik karşıtı güçler, özgürlüklerinin ve egemenlik
konusunda sahip oldukları eşitliğin kendilerine uğruna mücadele ettikleri
bağımsızlığı bahşetmeyeceğini gördüler.[6]
İnsan
hakları sözleşmelerinin kabulünden hemen önce bağımsız Gana’nın ilk
cumhurbaşkanı olan Kwame Nkrumah, resmi bağımsızlık ardından sömürgeciliğin
sömürü pratiklerini kalıcılaştıran mekanizmalara atıfla “yeni sömürgecilik”
terimini üretti. Nkrumah’a göre resmi egemenliğin elde edilmiş olması ne eski
sömürgeleri sömürgecilik döneminin eşitsiz ekonomik ilişkilerinden kurtardı ne
de onlara kendi toprakları üzerinde politik kontrol tesis etmelerine imkân
sağladı.
“Yeni
sömürgeciliğin boyunduruğu altında olan bir devlet kendi kaderinin efendisi
değildir”[7] diyen Nkrumah, yeni sömürgeciliğin kullandığı mekanizmalar
içerisinde özel olarak dünya piyasası üzerinde uluslararası sermayenin kurduğu
kontrol üzerinde duruyordu. Bu bağlamda uluslarası sermaye uluslararası
yardımları ve yardım şartlarını istismarcı bir yaklaşımla kullanıyor, ABD’li
işçi sendikaları, misyonerler ve STK’lar üzerinden ülkelere baskı
uyguluyordu.[8]
Upendra
Baxi’nin ifadesiyle yeni sömürgecilik, esasen bağımsızlık mücadelelerinin
başaracağı görüldüğü noktada ortaya çıkmıştı.[9] Yeni sömürgeciliğe karşı
mücadele süreç içerisinde Doğal Kaynaklar Üzerinde Kalıcı Hâkimiyet ve kalkınma
hakkı gibi yeni ekonomik hak talepleri biçimini aldı.[10]
Neoliberallere
göre sömürgecilik sonrası dönemin ekonomik düzenini politikleştirmeye dönük bu
türden girişimler hem dünya pazarını hem de uluslararası barışı tehdit
etmekteydi. Bunlar, sömürgecilik sonrasında gündeme gelen ekonomi projesinin
yüzyılın ortasında işleyen sömürgeciliğin bir mirasıydı. Bu sömürgecilik
pratiği dâhilinde Britanya İmparatorluğu, serbest ticaret politikalarını
ekonomik planlama lehine terk etmişti.
Yükselen
sömürgecilik karşıtlığı karşısında neoliberaller emperyalizm ve sömürgecilikle
ilgili olarak süren tartışmanın şartlarını değiştirmeye gayret ettiler. Bu
kesime göre emperyalizm Lenin’in ifade ettiği gibi “kapitalizmin en yüksek
aşaması” değil, ekonominin politikleşmesi sürecinin bir sonucuydu.
Neoliberalizmin
ortaklaştığı görüşü özetleyen Wilhelm Röpke’ye göre emperyalizm, giderek içine
daha fazla gömüldüğümüz ekonominin politikleşmesi sürecinin üzücü sonuçlarından
biri idi. Röpke’nin asıl şikâyet ettiği husus ise bu emperyalizm yüzünden piyasa
ekonomisinin ilkelerinin giderek daha fazla terk edilmesiydi.[11]
Ekonomi
sahasında kendi kaderini tayin etme konusunda sömürgecilik sonrası dönemde
gündeme gelen talepler karşısında neoliberaller karşılıklı işleyen, faydalı,
serbest, barışçıl değiş tokuş alanı olarak piyasa alanı ile şiddet, baskı ve
militarizm üzerine kurulu siyaset sahası arasındaki ikiliği gündeme getirdiler.
Buna bağlı olarak neoliberaller, politik egemenliği ekonomi düzlemindeki
sahiplik ilişkisinden ayırmak suretiyle, tüm tarafların eski sömürgelere ait
hammaddeleri açık pazardan satın alabileceklerini, sömürgeciliğin ve fetih
anlayışının gereksiz hâle geleceğini söylediler.
1957’de
Mont Pèlerin Cemiyeti’nin düzenlediği toplantıda Stanford Üniversitesi’nde
tarımsal ekonomi dersleri veren Karl Brandt, dekolonizasyon sürecine dair
neoliberal yaklaşımı aktarmak için o bilindik, piyasanın düşmanları dost hâline
getirdiği efsanesine başvurdu. Brandt’ın dediğine göre “Aydınlanmacı
liberalizmin üzerinde durması gereken mesele, onun sömürgeleri beyazlardan
nasıl kurtaracağı değil, sömürgelerde mümkün olduğu ölçüde daha fazla beyazın
birer ortak ve dost olarak el üstünde tutulacağı koşulların nasıl
oluşturulacağı idi.[12]
Beyazların
yaşayabileceği koşullar oluşturmak, onların haklarının korunmasını sağlamak
demekti. On dokuzuncu yüzyılın bırakın yapsınlar bırakın geçsinlerci
iyimserliğini terk eden neoliberaller artık dünya pazarının geleceğinin mevcut
uluslararası işbölümünü güvence altına alıp mülkiyeti ve yatırımları koruyacak
ayrıca sömürgecilik sonrası dönemde egemenliği kısıtlayacak hukukî ve ahlakî
çerçevenin oluşturulmasına bağlıydı.
Sömürgecilik
sonrası gündeme gelen insan hakları projesine karşı neoliberaller, piyasaya
dost insan hakları projesini gündeme getirdiler. Burada amaçsa ticaret yapma
hakkını korumak ve bu hakkı diri tutmak için dönüştürücü müdahalelere izin
vermekti.[13] Daha da önemlisi bu neoliberal insan haklarının gündeme
getirilmesinde amaç, piyasanın ahlakını herkese telkin etmek ve liberal bir
tebaa oluşturmaktı. Sonuçta neoliberallere göre Nkrumah’nın bahsini ettiği yeni
sömürgecilik de bir projeydi.
Jessica Whyte
[Kaynak:
The Morals of the Market: Human Rights and the Rise of Neoliberalism,
Verso, 2019.]
Dipnotlar:
[1] A. A. Mohammed (Nigeria) ‘Official Record of the 1496th Plenary Meeting of
the United Nations General Assembly’, 16 Aralık 1966, s. 11, undocs.org.
[2]
Cuevas Cancino (Mexico) A.g.e., s. 3.
[3]
Jacques Rancière, On the Shores of Politics (Londra: Verso, 2006), s.
47.
[4]
Lynn Hunt, Inventing Human Rights: A History (New York: W. W. Norton,
2007).
[5]
Asian-African Conference, ‘Final Communiqué of the Asian-African Conference of
Bandung’ (Cakarta: Centre Virtuel de la Connaissance sur l’Europe, 24 Nisan
1955), s. 6.
[6]
Hunt, Inventing Human Rights, s. 168.
[7]
Kwame Nkrumah, Neo-Colonialism: The Last Stage of Imperialism (New York:
International, 1966), s. x.
[8]
A.g.e., s. 243.
[9]
Upendra Baxi, The Future of Human Rights (Oxford: Oxford University
Press, 2008), s. 51.
[10]
Doğal Kaynaklar Üzerine Kalıcı Hâkimiyet ile ilgili 1803 sayılı karar BM Genel
Kurulu’nda Aralık 1962’de kabul edildi. ‘Permanent Sovereignty over Natural
Resources, General Assembly Resolution 1803 (XVII)’, legal.un.org. Sundhya
Pahuja’nın da ifade ettiği gibi bu kararların alınmasında amaç, “ekonomi
üzerindeki politik hâkimiyeti yeniden sağlamak”tı. Sundhya Pahuja, Decolonising
International Law: Development, Economic Growth, and the Politics of
Universality (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), s. 86.
[11]
Wilhelm Röpke, The Social Crisis of Our Time, Çev. Annette Schiffer
Jacobsohn ve Peter Schiffer Jacobsohn (Şikago: University of Chicago Press,
1950), s. 107.
[12]
Brandt’tan aktaran: Angus Burgin, The Great Persuasion: Reinventing Free
Markets since the Depression (Cambridge: Harvard University Press, 2012),
s. 120.
[13]
Upendra Baxi, Future of Human Rights, Oxford: Oxford University Press,
2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder