Pages

12 Nisan 2020

Devrimin Cebiri

Domenico Losurdo Söyleşisi

Konkret

13 Kasım 2017


Daha önce “bir kısım sol”dan, “öteki sol”dan bahsetmiştik. Bu konuda birkaç hususa değinmek istiyorum. Zira bugün Brezilya’da Sao Paolo Üniversitesi’nde çalışan bir profesör seninle ilgili bir makale yazdı ve senin sömürge meselesine odaklandığın yani “devlet meselesi”ne yoğunlaştığın için “Stalin pilavını yeniden ısıtıp durduğunu” söyledi. Bu sol düşünceyi, mikroiktidar (yataycılık) meselesini, söz konusu düşüncenin sol içerisinde oynadığı rolü soracağım sana. Bu işin bir tarafında “demokratik devrim” diyenler duruyor. Sen bu noktada Karl Popper’dan ve kendisini Popper ve Kant gibi felsefeciymiş gibi takdim eden George Soros’dan bahsediyorsun. Kendisinin “Kantçı” olduğunu söyleyen Soros, Ukrayna gibi yerlerde yaşanan sözde “demokratik devrimler”de önemli bir sima olarak çıkıyor karşımıza. Oysa bu ülkelerde demokratik devrim bayrağı altında NATO’nun gücü arttı. Bu “postmodern dalga” konusunda ne düşünüyorsun?

Öncelikle bu demokrasi meselesini ciddiyetle ele almamız gerekiyor.

Örneğin Clinton, başkanlık konuşmasında ABD’nin ilk demokrasi olduğunu dolayısıyla dünyayı yönetmenin Amerikalıların ortak kaderi olduğunu söyledi. Hatta “bizim misyonumuz asla sona ermez” dedi.

Bizce demokrasi meselesi önemli. Clinton ABD’nin ilk demokrasi olduğunu söylediğinde ona ilk demokrasinin siyahların köleleştirildiği, Kızılderililerin yok edildiği yer olduğu hatırlatılmalı.

Dolayısıyla Clinton ve onun gibilerin ırkçı oldukları yüzlerine söylenmeli. Çünkü bu insanlar, siyahların ve Kızılderililerin kaderinin ihmal edilebilecek bir unsur olarak görüyorlar. Onu önemsiz görüyorlar. Buna beyazların ve Batı’nın üstünlüğü fikri bu tespit üzerine inşa ediliyor. Ama bu yaklaşım demokrasiye aykırı. Tekrar ediyorum: aykırı.

Demokrasi meselesi, uluslararası ilişkilerin demokratikleştirilmesidir. Eğer bir ülke veya ülkeler grubu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun yetkisi olmaksızın bir savaşı hatta bir dünya savaşını başlatmaya hakkı olduğunu söylerse esasen burada Batı’nın insanlığın geri kalanına despotluk yapma hakkı bulunduğunu söyleyen teori dil buluyordur. Bu, aleni biçimde despotizmdir.

ABD ve Batı, dünyanın her bir köşesine askerî müdahale gerçekleştirme hakkına sahip olduğunu açıktan beyan etmiştir. Bu despotluktur. Örneğin Suriye’yi ele alalım. Birçok kişi çıkıp Suriye’deki savaştan bahsediyor. Oysa ABD’de “neokonservatif devrim” olarak anılan yaklaşımı benimseyenler, ta yüzyılın başında Beşşar Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemişlerdi zaten. Bu insanlar, Suriye’de rejimin değişmesi gerektiğini söylediler, çünkü Esad İsrail’e ve Batı’ya karşıydı. Bu despotluktur. Bu tür bir despotluğa karşı mücadele edenlerse demokrasinin gerçek savunucularıdır.

Şunu da görmeli: ABD, Ortadoğu’da Suudi Arabistan veya Körfez ülkelerine savaş açmıyor. Amerika, her zaman geçmişinde sömürgecilik ve feodalizm karşıtı devrimler kayıtlı olan ülkeleri hedef alıyor.

Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelerin şu veya bu yönünü eleştirmek tabii ki mümkün ama bu ülkelerle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri arasında ne tür farklar bulunduğunu sorgulamak lazım. Bu ülkeler, ne sömürge ne de feodalizm karşıtı bir devrime tanıklık etmişler.

ABD ve Batı’nın yürüttüğü yeni sömürgeci savaşlar ne tür sonuçlara yol açıyor? Bu ülkelerde devlet yıkılmakla kalmıyor, ayrıca bu savaşlar kaçış esnasında binlerce insanın öldüğü mülteci akınlarına yol açıyor.

Ortadoğu’da kadınların durumuna da bakılabilir. İyileşti mi yoksa daha da mı kötüye gitti? Batı medyası bile Ortadoğu’da kadınların köleleştirildiği durumlara yeniden tanık olunduğundan bahsediyor. Kaddafi devrildikten sonra Libya çokeşliliğin hâkim olduğu bir yer hâline geldi. Belki de postmodernistler bu gelişmeyi zafer nidalarıyla ile karşılıyorlardır! Pratikte emperyalizm, kadınların yaşam koşullarının kötüleşmesini ifade eder.

Demokrasi meselesi, tüm bu yönleriyle birlikte ele alınmalı. Hegel’in şu sözüne bakmak lazım “Hakikat bütünlüktedir.” Clinton, ABD’nin dünyanın ilk demokratik ülkesi olduğunu söylediğinde bütünlüğe değil beyazların statüsüne bakıyordu. Aynı şekilde bir de “İsrail Ortadoğu’nun ilk demokrasisi” deniliyor. Oysa İsrail de Filistinlilere zorbalık eden despotik bir güç. Filistinlilerin hukuku nerede, bu soru sorulmalı.

Filistinliler tutsak edilebilecek, mallarına el konulabilecek, öldürülebilecek unsurlar olarak görülüyor. Her bir Filistinlinin kaderine İsrail ordusu karar veriyor. Demokrasiyi tüm yönleriyle ele aldığımızda emperyalizmin demokrasinin düşmanı olduğunu görürüz.

L'ipocondria dell'impolitico [Politik Olmayanın Pimpirikli Hâli] isimli kitabında aydının politik konumu üzerinde duruyorsun ve aydının politik bir konuma sahip olsa bile sık sık bu konumdan kaçtığını, tarafsız, antipolitik veya apolitik olmaya çalıştığını söylüyorsun. Ayrıca tüm çalışmalarında olduğu gibi bu kitabında da Gramsci’ci bir yön var. Buradan şunu sormak istiyorum: gazetecinin değil de neden aydının rolünü irdeliyorsun ve bu meseleyi nasıl ele alıyorsun?

Aydınları tasnif etmemiz lazım. Bazı aydınlar profesyonel birer manipülatör. Emperyalizm bunları satın almış. Bugün gazetecilere kaç para akıtıldığını anlatan kitaplar çıkıyor. Bu, zaten bilinen bir durum. Ama bir de kendisini kapitalist olarak görmeyen toplumlarda mevcut düzeni yıkma arzusunda olan aydınlar var. Ama bu aydınların çoğu politik eylemin ne olduğunu hiç anlamıyorlar. Kitapta da bahsini ettiğim üzere Hegel politikanın ne olduğunu izah eden ilk büyük felsefeci.

L'ipocondria dell'impolitico’da Hegel’le Lenin’i kıyaslıyorum. İkisi de laf ebeliğiyle, söyleyişe odaklanan yaklaşımla mücadele ediyor. Yani duyguların nasıl ifade edildiğine odaklanmıyor, somut durumu incelemeye çalışıyor. Lenin bu noktada “Marksizm somut durumun somut tahlilidir” diyor.

Ama birçok aydın, somut durumun somut analizini gerçekleştiremiyor. Daha önce izah ettiğim üzere, birinci, ikinci ve muhtemel üçüncü savaş birbirinden farklı. Somut durumun somut analizi gerçekleştirilmeli. Devrimcilik duyguyla sınırlı olmamalı. Gerçekliği sadece duygularla dönüştüremezsiniz.

Gramsci konusunda şunu söyleyeyim: bugün herkes ondan bahsetmeyi seviyor.

Stalinistler bile!

Aslında Gramsci, millet meselesinin önemini gören bir felsefeci ve devrimci bir militandı. Millet meselesi üzerinde durmazsanız hegemonya diye bir şeyden de söz edemezsiniz. Sadece millet meselesi üzerinde duran bir parti hegemonya kurabilir. Bunu ilk gören Marx ve Engels’tir. Bu iki isim, devrimci proletaryadan bahsetti ama çalışmalarına baktığımızda Polonya, İrlanda gibi ülkelerdeki millet meseleleri üzerine kalem oynattı. Peki neden? Kendi ülkelerindeki millet meselesini görmemek için mi bu ülkelere baktılar? Hayır! Somut devrimci mücadele somut durumu gözetmelidir, sonuçta da somut durum milletlere göre farklılık arz eder.

Gramsci, İtalya’nın birliğini hedefleyen devrim hareketi (Risorgimento) ile ilgili birçok yazı yazmış. Çünkü hegemonya kurmak gerekiyorsa somut durumu dikkate almak lazım. Gramsci’nin düşüncesini şu olay gayet iyi özetliyor. Askerî mahkeme kendisini mahkûm edince Gramsci şunu söylüyor: “İtalyan milletinin mahvına sebep oluyorsunuz, onu biz komünistler yeniden inşa edeceğiz.”

Gramsci, Mussolini’nin “yeni Roma İmparatorluğu’nu kurmaya çalıştığını söylediğinde kehanette bulunmuyordu. O dönemde Mussolini, “Roma tepelerinde imparatorluk bayrağı yeniden dalgalanacak” sloganı üzerinden Etiyopya’ya savaş açtı. Yani Mussolini, İtalya’nın Roma’da yeniden imparatorluk kuracağını söylüyordu. Mussolini’nin asıl arzusu buydu. Bu, tam çılgınlıktı. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda ülke, Nazi ordusunca işgal edildi. İmparatorluk olmak isteyen İtalya, Nazilerin sömürgesi hâline geldi, bağımsızlığını yeniden elde edebilmesi için antifaşist direnişe ihtiyaç duyuldu. Bu direnişe İtalyan Komünist Partisi öncülük etti. Gramsci durumu net olarak görmüştü. Önde gelen aydınların belirli bir dönemde işçilerin partisi olarak komünist parti, fikri düzlemde hegemonya tesis etmeyi bildi.

Peki komünistler ellilerde iktidarı neden almadılar? Silâhları vardı, büyük bir halk desteğine sahipti. İtalya’da savaş sonrasında yapılan ilk seçimde CIA’in etkili olduğunu, Hristiyan Demokratlara para verildiğini biliyoruz.

Sadece para da değil. CIA’in açık ettiği belgeler sayesinde artık şunu biliyoruz: komünistler seçimi kazansaydı CIA, İtalyan devletine zarar vermek adına Sardinya ve Sicilya’nın bağımsızlığını ilân edecekti. Togliatti, bir yandan da Yunanistan’da yaşandığı gibi ülkede bir iç savaşın tetiklenmesine mani olmak için uğraştı. Durumu kavradı, kaybedecekleri savaşa girmektense başka bir yola girdi. Amerikan askerlerinin ülkedeki sayısını dikkate alarak Togliatti, başka bir strateji benimsedi ve bu strateji, sosyalist kampın tarihsel yenilgisi üzerinden sonuçsuz kaldı.

Yani sen “tarihsel uzlaşma”nın esasen yanlış olmadığını mı söylüyorsun?

Tarihsel uzlaşma stratejisini formüle eden isim İKP’li Enrico Berlinguer’di. Şili’deki darbeden sonra geliştirilen bu stratejide CIA’in parmağı vardı. Şili’deki darbenin de ortaya koyduğu biçimiyle küçük bir azınlığın güç sahibi olması kâfi gelmeyecekti. Evet bu türden bir azınlık seçimi kazanıp hükümet olabilirdi, ama CIA’in de kanlı bir karşı-devrim gerçekleştirmesi mümkündü. Berlinguer, bu durumun oluşmasına mani olmak için uğraştı. Sonrasında kriz açığa çıktı, Sovyetler’de Gorbaçev teslim oldu, tüm dünyada durum kökten değişti.

Hegel bugün neden çok önemli? Bugün Hegel neden okunmalı?

Önce şunu görmek lazım: Lenin, Togliatti, Gramsci, hatta Mao, doğrudan veya dolaylı olarak Hegel okudu. Lenin, “Hegel’siz Marx’ın çalışmalarını anlayamayız” diyordu ki haklıydı. Aynı şeyi Togliatti de söylüyor, hatta Togliatti, Hegel’in bazı kitaplarını İtalyancaya tercüme etti. Büyük bir politik lider olarak hareket etti, hiç vakti olmamasına rağmen bu türden tercüme faaliyetlerine girdi.

Lenin’in de epey kıymet verdiği devrimci demokrat bir isim olarak Herzen, Hegel’in mantığının devrimin cebiri olduğunu söylüyor. Bence Herzen haklı. Hegel, devrimin cebirini kaleme alan isimdi.

Fransız Devrimi bu konuda önemli bir örnek. Bu devrim sadece Fransa’da değil Haiti’de de yaşandı. Haiti’de devrimi köle sahiplerine karşı siyah köleler gerçekleştirdiler. Bu, büyük bir tarihsel krizdi. Peki bu krizi nasıl anlamak lazım?

Tocqueville gibi büyük liberal düşünürlere baktığımızda bu isimlerin tümüyle farklı bir devrim tarif ettiklerini görüyoruz. Çünkü Fransa’da bir devrimin yanında karşı-devrim de yaşandı. Tocqueville, meselenin Jakobenlerin deliliği olduğu kanaatindeydi. Bugün de birçok kişi Bolşeviklerin deliliğinden dem vuruyor. Hatta Putin’in deli olduğunu söyleyenler de var! Birçok kişi, tarihsel krizleri psikopatolojik açıdan izah ediyor ve “delilik” üzerinden anlıyor.

Hegel tam da bu paradigmayı eleştiriyor ve nesnel çelişkileri ele alıyor. Devrim gibi büyük tarihsel krizleri izah ediyor. Tinin Görüngübilimi isimli çalışmasında Hegel, hakikatin bütünlükte olduğunu söylüyor. Hegel, ABD ve Fransa’nın yürüdüğü güzergâhları incelerken ABD’nin barışçıl yoldan geliştiği, öte yandan Fransa’nın ise devrime, karşı-devrime ve yeni devrime tanık olduğu üzerinde duruyor.

Tocqueville ise köleliği görmezden gelerek Amerikalıların pratik ve ahlâklı insanlar olduklarını söylüyor. Hegel, bu meseleyi şaşırtıcı bir yaklaşımla ele alıyor, Batı’nın genişlemesine işaret ediyor, Batı’da beyazların güç alanını genişletmesinin proleterlerin toprak sahiplerine dönüşmesini mümkün kıldığını söylüyor.

Bu toprak sahipleri ise Kızılderililerin mallarına el koyuyor, bu insanları sürgün ediyor ya da yok ediyor. Hegel, yanlış anlamanın aksine, idealist değildi. Tarih konusunda hiç de idealist değildi. Örneğin Tarihin Felsefesi isimli çalışması, tarihte coğrafyanın yeri ile ilgili materyalist tespitler içeren bir bölümle başlar.

Hegel, “İngiltere ve ABD’de hukuk düzeni neden gelişti?” sorusuna şu cevabı veriyor: bu ülkelerin coğrafi koşulları gelişimin daha güvenli bir biçimde gerçekleşmesini sağladı. Rusya’da veya Sovyetler’de coğrafi durum çok farklıydı. Ülke birçok tehlikeyle yüzleşti. Materyalistlerin Hegel’den öğrenecekleri çok şey var.

Kaynak

Birinci Bölüm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder