Domenico Losurdo Söyleşisi
Konkret
13 Kasım 2017
Daha
önce “bir kısım sol”dan, “öteki sol”dan bahsetmiştik. Bu konuda birkaç hususa
değinmek istiyorum. Zira bugün Brezilya’da Sao Paolo Üniversitesi’nde çalışan
bir profesör seninle ilgili bir makale yazdı ve senin sömürge meselesine
odaklandığın yani “devlet meselesi”ne yoğunlaştığın için “Stalin pilavını
yeniden ısıtıp durduğunu” söyledi. Bu sol düşünceyi, mikroiktidar (yataycılık)
meselesini, söz konusu düşüncenin sol içerisinde oynadığı rolü soracağım sana.
Bu işin bir tarafında “demokratik devrim” diyenler duruyor. Sen bu noktada Karl
Popper’dan ve kendisini Popper ve Kant gibi felsefeciymiş gibi takdim eden
George Soros’dan bahsediyorsun. Kendisinin “Kantçı” olduğunu söyleyen Soros,
Ukrayna gibi yerlerde yaşanan sözde “demokratik devrimler”de önemli bir sima
olarak çıkıyor karşımıza. Oysa bu ülkelerde demokratik devrim bayrağı altında
NATO’nun gücü arttı. Bu “postmodern dalga” konusunda ne düşünüyorsun?
Öncelikle
bu demokrasi meselesini ciddiyetle ele almamız gerekiyor.
Örneğin
Clinton, başkanlık konuşmasında ABD’nin ilk demokrasi olduğunu dolayısıyla
dünyayı yönetmenin Amerikalıların ortak kaderi olduğunu söyledi. Hatta “bizim
misyonumuz asla sona ermez” dedi.
Bizce
demokrasi meselesi önemli. Clinton ABD’nin ilk demokrasi olduğunu söylediğinde
ona ilk demokrasinin siyahların köleleştirildiği, Kızılderililerin yok edildiği
yer olduğu hatırlatılmalı.
Dolayısıyla
Clinton ve onun gibilerin ırkçı oldukları yüzlerine söylenmeli. Çünkü bu
insanlar, siyahların ve Kızılderililerin kaderinin ihmal edilebilecek bir unsur
olarak görüyorlar. Onu önemsiz görüyorlar. Buna beyazların ve Batı’nın
üstünlüğü fikri bu tespit üzerine inşa ediliyor. Ama bu yaklaşım demokrasiye
aykırı. Tekrar ediyorum: aykırı.
Demokrasi
meselesi, uluslararası ilişkilerin demokratikleştirilmesidir. Eğer bir ülke
veya ülkeler grubu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu’nun yetkisi olmaksızın
bir savaşı hatta bir dünya savaşını başlatmaya hakkı olduğunu söylerse esasen
burada Batı’nın insanlığın geri kalanına despotluk yapma hakkı bulunduğunu
söyleyen teori dil buluyordur. Bu, aleni biçimde despotizmdir.
ABD
ve Batı, dünyanın her bir köşesine askerî müdahale gerçekleştirme hakkına sahip
olduğunu açıktan beyan etmiştir. Bu despotluktur. Örneğin Suriye’yi ele alalım.
Birçok kişi çıkıp Suriye’deki savaştan bahsediyor. Oysa ABD’de “neokonservatif
devrim” olarak anılan yaklaşımı benimseyenler, ta yüzyılın başında Beşşar
Esad’ın devrilmesi gerektiğini söylemişlerdi zaten. Bu insanlar, Suriye’de
rejimin değişmesi gerektiğini söylediler, çünkü Esad İsrail’e ve Batı’ya
karşıydı. Bu despotluktur. Bu tür bir despotluğa karşı mücadele edenlerse
demokrasinin gerçek savunucularıdır.
Şunu
da görmeli: ABD, Ortadoğu’da Suudi Arabistan veya Körfez ülkelerine savaş
açmıyor. Amerika, her zaman geçmişinde sömürgecilik ve feodalizm karşıtı
devrimler kayıtlı olan ülkeleri hedef alıyor.
Irak,
Libya ve Suriye gibi ülkelerin şu veya bu yönünü eleştirmek tabii ki mümkün ama
bu ülkelerle Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri arasında ne tür farklar
bulunduğunu sorgulamak lazım. Bu ülkeler, ne sömürge ne de feodalizm karşıtı
bir devrime tanıklık etmişler.
ABD
ve Batı’nın yürüttüğü yeni sömürgeci savaşlar ne tür sonuçlara yol açıyor? Bu
ülkelerde devlet yıkılmakla kalmıyor, ayrıca bu savaşlar kaçış esnasında
binlerce insanın öldüğü mülteci akınlarına yol açıyor.
Ortadoğu’da
kadınların durumuna da bakılabilir. İyileşti mi yoksa daha da mı kötüye gitti?
Batı medyası bile Ortadoğu’da kadınların köleleştirildiği durumlara yeniden
tanık olunduğundan bahsediyor. Kaddafi devrildikten sonra Libya çokeşliliğin
hâkim olduğu bir yer hâline geldi. Belki de postmodernistler bu gelişmeyi zafer
nidalarıyla ile karşılıyorlardır! Pratikte emperyalizm, kadınların yaşam
koşullarının kötüleşmesini ifade eder.
Demokrasi
meselesi, tüm bu yönleriyle birlikte ele alınmalı. Hegel’in şu sözüne bakmak
lazım “Hakikat bütünlüktedir.” Clinton, ABD’nin dünyanın ilk demokratik ülkesi
olduğunu söylediğinde bütünlüğe değil beyazların statüsüne bakıyordu. Aynı
şekilde bir de “İsrail Ortadoğu’nun ilk demokrasisi” deniliyor. Oysa İsrail de
Filistinlilere zorbalık eden despotik bir güç. Filistinlilerin hukuku nerede,
bu soru sorulmalı.
Filistinliler
tutsak edilebilecek, mallarına el konulabilecek, öldürülebilecek unsurlar
olarak görülüyor. Her bir Filistinlinin kaderine İsrail ordusu karar veriyor.
Demokrasiyi tüm yönleriyle ele aldığımızda emperyalizmin demokrasinin düşmanı
olduğunu görürüz.
L'ipocondria
dell'impolitico [Politik Olmayanın Pimpirikli Hâli] isimli
kitabında aydının politik konumu üzerinde duruyorsun ve aydının politik bir
konuma sahip olsa bile sık sık bu konumdan kaçtığını, tarafsız, antipolitik
veya apolitik olmaya çalıştığını söylüyorsun. Ayrıca tüm çalışmalarında olduğu
gibi bu kitabında da Gramsci’ci bir yön var. Buradan şunu sormak istiyorum:
gazetecinin değil de neden aydının rolünü irdeliyorsun ve bu meseleyi nasıl ele
alıyorsun?
Aydınları
tasnif etmemiz lazım. Bazı aydınlar profesyonel birer manipülatör. Emperyalizm
bunları satın almış. Bugün gazetecilere kaç para akıtıldığını anlatan kitaplar
çıkıyor. Bu, zaten bilinen bir durum. Ama bir de kendisini kapitalist olarak
görmeyen toplumlarda mevcut düzeni yıkma arzusunda olan aydınlar var. Ama bu
aydınların çoğu politik eylemin ne olduğunu hiç anlamıyorlar. Kitapta da
bahsini ettiğim üzere Hegel politikanın ne olduğunu izah eden ilk büyük
felsefeci.
L'ipocondria
dell'impolitico’da Hegel’le Lenin’i kıyaslıyorum. İkisi de laf
ebeliğiyle, söyleyişe odaklanan yaklaşımla mücadele ediyor. Yani duyguların
nasıl ifade edildiğine odaklanmıyor, somut durumu incelemeye çalışıyor. Lenin
bu noktada “Marksizm somut durumun somut tahlilidir” diyor.
Ama
birçok aydın, somut durumun somut analizini gerçekleştiremiyor. Daha önce izah
ettiğim üzere, birinci, ikinci ve muhtemel üçüncü savaş birbirinden farklı.
Somut durumun somut analizi gerçekleştirilmeli. Devrimcilik duyguyla sınırlı
olmamalı. Gerçekliği sadece duygularla dönüştüremezsiniz.
Gramsci
konusunda şunu söyleyeyim: bugün herkes ondan bahsetmeyi seviyor.
Stalinistler
bile!
Aslında
Gramsci, millet meselesinin önemini gören bir felsefeci ve devrimci bir
militandı. Millet meselesi üzerinde durmazsanız hegemonya diye bir şeyden de
söz edemezsiniz. Sadece millet meselesi üzerinde duran bir parti hegemonya
kurabilir. Bunu ilk gören Marx ve Engels’tir. Bu iki isim, devrimci
proletaryadan bahsetti ama çalışmalarına baktığımızda Polonya, İrlanda gibi
ülkelerdeki millet meseleleri üzerine kalem oynattı. Peki neden? Kendi
ülkelerindeki millet meselesini görmemek için mi bu ülkelere baktılar? Hayır!
Somut devrimci mücadele somut durumu gözetmelidir, sonuçta da somut durum
milletlere göre farklılık arz eder.
Gramsci,
İtalya’nın birliğini hedefleyen devrim hareketi (Risorgimento) ile
ilgili birçok yazı yazmış. Çünkü hegemonya kurmak gerekiyorsa somut durumu
dikkate almak lazım. Gramsci’nin düşüncesini şu olay gayet iyi özetliyor.
Askerî mahkeme kendisini mahkûm edince Gramsci şunu söylüyor: “İtalyan
milletinin mahvına sebep oluyorsunuz, onu biz komünistler yeniden inşa
edeceğiz.”
Gramsci,
Mussolini’nin “yeni Roma İmparatorluğu’nu kurmaya çalıştığını söylediğinde
kehanette bulunmuyordu. O dönemde Mussolini, “Roma tepelerinde imparatorluk
bayrağı yeniden dalgalanacak” sloganı üzerinden Etiyopya’ya savaş açtı. Yani
Mussolini, İtalya’nın Roma’da yeniden imparatorluk kuracağını söylüyordu.
Mussolini’nin asıl arzusu buydu. Bu, tam çılgınlıktı. İkinci Dünya Savaşı’nın
sonunda ülke, Nazi ordusunca işgal edildi. İmparatorluk olmak isteyen İtalya,
Nazilerin sömürgesi hâline geldi, bağımsızlığını yeniden elde edebilmesi için
antifaşist direnişe ihtiyaç duyuldu. Bu direnişe İtalyan Komünist Partisi
öncülük etti. Gramsci durumu net olarak görmüştü. Önde gelen aydınların belirli
bir dönemde işçilerin partisi olarak komünist parti, fikri düzlemde hegemonya
tesis etmeyi bildi.
Peki
komünistler ellilerde iktidarı neden almadılar? Silâhları vardı, büyük bir halk
desteğine sahipti. İtalya’da savaş sonrasında yapılan ilk seçimde CIA’in etkili
olduğunu, Hristiyan Demokratlara para verildiğini biliyoruz.
Sadece
para da değil. CIA’in açık ettiği belgeler sayesinde artık şunu biliyoruz:
komünistler seçimi kazansaydı CIA, İtalyan devletine zarar vermek adına
Sardinya ve Sicilya’nın bağımsızlığını ilân edecekti. Togliatti, bir yandan da
Yunanistan’da yaşandığı gibi ülkede bir iç savaşın tetiklenmesine mani olmak
için uğraştı. Durumu kavradı, kaybedecekleri savaşa girmektense başka bir yola
girdi. Amerikan askerlerinin ülkedeki sayısını dikkate alarak Togliatti, başka
bir strateji benimsedi ve bu strateji, sosyalist kampın tarihsel yenilgisi
üzerinden sonuçsuz kaldı.
Yani
sen “tarihsel uzlaşma”nın esasen yanlış olmadığını mı söylüyorsun?
Tarihsel
uzlaşma stratejisini formüle eden isim İKP’li Enrico Berlinguer’di. Şili’deki
darbeden sonra geliştirilen bu stratejide CIA’in parmağı vardı. Şili’deki
darbenin de ortaya koyduğu biçimiyle küçük bir azınlığın güç sahibi olması kâfi
gelmeyecekti. Evet bu türden bir azınlık seçimi kazanıp hükümet olabilirdi, ama
CIA’in de kanlı bir karşı-devrim gerçekleştirmesi mümkündü. Berlinguer, bu
durumun oluşmasına mani olmak için uğraştı. Sonrasında kriz açığa çıktı,
Sovyetler’de Gorbaçev teslim oldu, tüm dünyada durum kökten değişti.
Hegel
bugün neden çok önemli? Bugün Hegel neden okunmalı?
Önce
şunu görmek lazım: Lenin, Togliatti, Gramsci, hatta Mao, doğrudan veya dolaylı
olarak Hegel okudu. Lenin, “Hegel’siz Marx’ın çalışmalarını anlayamayız”
diyordu ki haklıydı. Aynı şeyi Togliatti de söylüyor, hatta Togliatti, Hegel’in
bazı kitaplarını İtalyancaya tercüme etti. Büyük bir politik lider olarak
hareket etti, hiç vakti olmamasına rağmen bu türden tercüme faaliyetlerine
girdi.
Lenin’in
de epey kıymet verdiği devrimci demokrat bir isim olarak Herzen, Hegel’in
mantığının devrimin cebiri olduğunu söylüyor. Bence Herzen haklı. Hegel,
devrimin cebirini kaleme alan isimdi.
Fransız
Devrimi bu konuda önemli bir örnek. Bu devrim sadece Fransa’da değil Haiti’de
de yaşandı. Haiti’de devrimi köle sahiplerine karşı siyah köleler
gerçekleştirdiler. Bu, büyük bir tarihsel krizdi. Peki bu krizi nasıl anlamak
lazım?
Tocqueville
gibi büyük liberal düşünürlere baktığımızda bu isimlerin tümüyle farklı bir
devrim tarif ettiklerini görüyoruz. Çünkü Fransa’da bir devrimin yanında
karşı-devrim de yaşandı. Tocqueville, meselenin Jakobenlerin deliliği olduğu
kanaatindeydi. Bugün de birçok kişi Bolşeviklerin deliliğinden dem vuruyor.
Hatta Putin’in deli olduğunu söyleyenler de var! Birçok kişi, tarihsel krizleri
psikopatolojik açıdan izah ediyor ve “delilik” üzerinden anlıyor.
Hegel
tam da bu paradigmayı eleştiriyor ve nesnel çelişkileri ele alıyor. Devrim gibi
büyük tarihsel krizleri izah ediyor. Tinin Görüngübilimi isimli
çalışmasında Hegel, hakikatin bütünlükte olduğunu söylüyor. Hegel, ABD ve
Fransa’nın yürüdüğü güzergâhları incelerken ABD’nin barışçıl yoldan geliştiği,
öte yandan Fransa’nın ise devrime, karşı-devrime ve yeni devrime tanık olduğu
üzerinde duruyor.
Tocqueville
ise köleliği görmezden gelerek Amerikalıların pratik ve ahlâklı insanlar
olduklarını söylüyor. Hegel, bu meseleyi şaşırtıcı bir yaklaşımla ele alıyor,
Batı’nın genişlemesine işaret ediyor, Batı’da beyazların güç alanını
genişletmesinin proleterlerin toprak sahiplerine dönüşmesini mümkün kıldığını
söylüyor.
Bu
toprak sahipleri ise Kızılderililerin mallarına el koyuyor, bu insanları sürgün
ediyor ya da yok ediyor. Hegel, yanlış anlamanın aksine, idealist değildi.
Tarih konusunda hiç de idealist değildi. Örneğin Tarihin Felsefesi isimli
çalışması, tarihte coğrafyanın yeri ile ilgili materyalist tespitler içeren bir
bölümle başlar.
Hegel,
“İngiltere ve ABD’de hukuk düzeni neden gelişti?” sorusuna şu cevabı veriyor:
bu ülkelerin coğrafi koşulları gelişimin daha güvenli bir biçimde
gerçekleşmesini sağladı. Rusya’da veya Sovyetler’de coğrafi durum çok
farklıydı. Ülke birçok tehlikeyle yüzleşti. Materyalistlerin Hegel’den
öğrenecekleri çok şey var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder