Birleşik
Krallık’taki refah devletini inşa eden İşçi Partisi hükümeti, 1947’de yeni
insan hakları beyannamesinin toplumsal ve ekonomik herhangi bir hakkı
içermemesini güvence altına almaları talimatı verdikleri bir heyeti Birleşmiş
Milletler genel merkez binasının bulunduğu Lake Success’e gönderdi.[1] Burada
Birleşik Krallık’ı temsilen konuşma yapan emekli sendikacı Charles Dukes,
ülkesini özgürlüğün, sosyal adaletin ve eşitliğin kalesi olarak takdim etti.
Dukes’un
bir görevi de o günlerde altmış milyon insanın yaşadığı, otuz sekiz bölgeden
oluşan Britanya İmparatorluğu’na yönelik itirazları savuşturmaktı.[2]
Sömürgeler Bürosu, uluslararası planda bir insan hakları belgesinin
hazırlanmasını ciddi bir tehdit olarak görmekteydi. Dışişleri Bakanlığı’nın
insan hakları konusunda Soğuk Savaş döneminde çalışma yürütme arzusunun
farkında olan büro, 1947 yılında bir bildiri kaleme alarak, ülkenin gelişmiş ve
Avrupalılaşmış ülkelerin politik ve toplumsal koşullarıyla yakından ilgilenen
bir insan hakları anlayışı geliştirmemesi gerektiğini söyledi. Sömürgeler
konusunda uyarıda bulunan bu bildiride, “totaliterlere saldırmayı düşünenlere
cazip gelebilecek böylesi bir anlayış kabul edildiği takdirde sömürgelerimizde
bayrağımızı şimdiden indirebiliriz” denilmekteydi.[3]
Birleşik
Krallık’ın ve diğer büyük sömürgeci güç olarak Fransa’nın İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’ne dönük yaklaşımlarını, işte bu “sömürgelerde bayrağı
indirme” korkusu belirledi. Sömürgeler Bürosu, bu noktada Charles Dukes’a şu
talimatı verdi: “Sömürge statüsü, geri kalmışlık değil tüm dertlere
çaredir.”[4]
Büro,
sömürgelerin kendilerini yönetmeleri konusunda beş şart öne sürmekteydi:
sağlıklı ve zinde bir halk, yeterli teknik beceri ve bilgi, yeterli miktarda
üretim, ihracat için mal üretimi ve son olarak da dürüst, verimli bir idare ve
yönetim.[5]
Bu
taleplerden de görüldüğü üzere Britanya İmparatorluğu, on dokuzuncu yüzyılda
yürüdüğü yoldan sapmakta idi. Zira artık devlet, ekonomik kalkınmanın
sorumluluğunu doğrudan üstlenmekteydi. Neoliberaller ise bu sosyal demokrat
sömürgeciliğin savunulacak bir yanının olmadığını düşünüyorlardı. Bu kesim,
ülke içerisinde ağır biçimde eleştirdikleri “totaliter” sosyal demokrasinin
eski sömürgelere ihraç edilişini dehşete kapılarak izledi. Neoliberallerin
cevabına geçmeden evvel, neoliberallerin kendi dünya pazarı ve bu pazarın şart
koştuğu haklar ile ilgili anlayışını geliştirmelerine neden olan sosyal
demokrat sömürgeciliğin ana hatlarını belirleyelim.
İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabulünün üzerinden daha on yıl bile geçmeden
İsveçli sosyal demokrat Gunnar Myrdal, tüm gelişmiş ülkelerde artık bir
gerçeklik hâlini almış olan sosyal devletin “sosyal dünya”ya dönüştürülmesi
gerektiğini söyledi.[6] Bu hayalin gerçekleşeceği zemini asıl parçalayansa
sömürgelerin sömürüldüğü gerçeklikti.
Beyannamenin
kabul edildiği yıl Birleşik Krallık Ekonomi Bakanı Sör Stafford Cripps,
Britanya’nın hayatta kalmasının “Afrika’daki Britanya’ya ait kaynakların acilen
ve kapsamlı bir biçimde geliştirilmesi”ne bağlı olduğunu söyledi[7]
Sömürgelerde üretimi artırma talebi, Birleşik Krallık’ın kapsamı genişleyen
ekonomik hakların farkına varmasını sağladı.
Dünyanın
kendileriyle ilgili açıklamaları ile sömürgelerdeki gerçekler arasındaki
uçurumun farkında olan sömürgecilik karşıtı isimler açısından ülke içerisindeki
sosyal devletçilikle uluslararası planda ekonomik hakların inkârı arasındaki
çelişki, savaş sonrası dönemde tesis edilen ekonomik düzenin net olarak
görülmesini sağlayan bir mercek sunmaktaydı.
Nkrumah,
sömürgelerin sosyal refah ve hakların kapsamının genişletilmesi konusunda birer
istisna olduğunu görmekteydi. Sömürgelerdeki sömürü düzeni, sömürgecilerin
kendi ülkelerindeki ekonomik hakları mümkün kılan bir koşuldu. Halkta oluşan ve
savaşın sona ermesiyle refaha ve yüksek yaşam standartlarına kavuşulacağına
dair beklentiyle ilgili olarak Nkrumah, “savaş sonrasında sosyal devlet
olmadıkça hiçbir kapitalist ülke hayatta kalamaz” diyordu.[8]
Sömürgelerdeki
sömürü düzeninin elde ettiği gelirlerin büyük bir kısmı, toplumu pasifize etmek
için işçilere akıtılmaktaydı. Nkrumah’a göre bu noktada ilk dönem kapitalizmin
iki temel ilkesi bir biçimde feda edilmekteydi: her bir ülkede işçi sınıfına
boyun eğdirilmesi, kapitalist işletmelerin devlet kontrolünün dışında
tutulması.
Nkrumah’a
göre serbest ticaretin sosyal devletle ikame edilmesi sınıf mücadelesini
uluslararası aşamaya taşıdı ve sömürgelerdeki sömürüyü kapitalizmin istikrarı
meselesinin merkezine oturttu.[9] Sömürgeler, esasen sosyal dünyaya geç
kalmışlardı. Sömürgelerde toplumsal ve ekonomik hakların verilmiyor oluşunun
sebebi, sömürgelerdeki sömürü düzeninin sömürgeci ülkede bu hakların
verilmesini mümkün kılıyor olmasıydı.
İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi’ni önceleyen yirmi otuz yıllık dönemde Karayipler
ve Afrika kıtası genelinde patlak veren grevler ve emek konusunda yaşanan
ihtilaflar, sömürgecileri emek ve yaşam standartları gibi meseleler üzerine
eğilmeye itti. Birleşik Krallık Hazine Bakanlığı, sömürgelerde yoksulluk
yardımı programlarının oluşturulması konusunda uyarılarda bulunmasına karşın
Sömürgeler Bürosu, Sömürgelerin Kalkındırılması ve Sosyal Yardım Kanunu’nu
(1940) yürürlüğe koymayı bildi. Bu kanun, sömürgelerde su, sağlık, konut ve
eğitim harcamalarını Birleşik Krallık devletinin üstlenmesini sağladı.[10]
Kanunun sırtını yasladığı sosyal teori ise sömürgelerdeki “öfkeyi dindirmek ve
imparatorluğun parçası olma onurunu yeniden kazandırmak” için yaşam standartlarının
ve sosyal hizmetlerin iyileştirilmesi yönünde telkinde bulunmaktaydı.[11] Bu
sayede sömürgeci idare, kendisini ilericiymiş gibi gösterecek bir cilâya sahip
olacaktı. Zira o dönemde devlet denetimi ve devlet planlaması, piyasadaki
dalgalanmalar karşısında sömürge halklarını korumak için zaruri görülmekteydi.
Oysa
savaş bağlamında mevcut gerçeklik çok farklıydı: Afrika şehirlerinde reel
ücretler hızla düşmekte, sömürgelerin başındaki hükümetler, yönettikleri
halkların yaşam standartlarını yükseltmekten çok üretimi artırmaya
odaklanmaktaydı.[12] Sömürgeci güçler, beynelmilel insan hakları
beyannamelerini tam da böylesi bir bağlamda endişeyle karşılamaktaydı.
Jessica Whyte
[Kaynak:
The Morals of the Market: Human Rights and the Rise of Neoliberalism,
Verso, 2019.]
► Sömürgecilik, Neoliberalizm, İnsan Hakları
Dipnotlar:
[1] Lord Dukeston, ‘Text of the Letter from Lord Dukeston, the United Kingdom
Representative on the Human Rights Commission, to the Secretary-General of the
United Nations’, 5 June 1947), William A. Schabas, Yayına Hz.: The Universal
Declaration of Human Rights: The Travaux Préparatoires içinde, Cilt. 1,
(Cambridge: Cambridge University Press, 2013), s. 288–99.
[2]
Beyannamenin hazırlık sürecinde Dukes’a Dukeston Lordu unvanı verildi. Brian A.
W. Simpson, Human Rights and the End of Empire: Britain and the Genesis of
the European Convention (Oxford: Oxford University Press, 2004), s. 341.
[3]
Simpson, Human Rights and the End of Empire, s. 341.
[4]
A.g.e., s. 375.
[5]
A.g.e., s. 298.
[6]
Gunnar Myrdal, An International Economy: Problems and Prospects (New
York: Harper & Brothers, 1956), s. 321.
[7]
Frederick Cooper, Decolonization and African Society: The Labor Question in
French and British Africa (Cambridge: Cambridge University Press, 2010), s.
204.
[8]
Nkrumah, Neo-Colonialism, s. xii.
[9]
A.g.e., s. 255.
[10]
Frederick Cooper, ‘Modernizing Bureaucrats, Backward Africans, and the
Development Concept’, Randall M. Packard, Yayına Hz.: International
Development and the Social Sciences: Essays on the History and Politics of
Knowledge içinde (Berkeley: University of California Press, 1997), s. 67.
[11]
Cooper, Decolonization and African Society, s. 114.
[12]
A.g.e., s. 115.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder