Pages

08 Nisan 2020

Enver Şeyh Söyleşisi

Kapitalizme Dair Temel Sorular

David Zachariah

6 Nisan 2020


Enver Şeyh’in Capitalism: Competition, Conflict, Crises [“Kapitalizm, Rekabet, Çelişki, Krizler” -2016] uzun zamandır solun ürettiği en önemli ekonomi teorisi çalışmalarından biri olarak övüldü. Radikal Politik Ekonomistler Birliği üyesi ve kapitalist kriz teorilerine yaptığı ve herkesin methiyeler düzdüğü takdim çalışması gibi birçok önemli makalenin yazarı olan Şeyh, kırk yılı aşkın bir süredir New York’taki Yeni Okul’da ekonomi dersleri veriyor.

Bu başyapıtında Şeyh, kapitalist ekonomilerde ücret farklılıkları ve işsizlikten teknik değişim ile ekonomik krizlerin tekrarlanan çevrimlerine kadar birçok konuyu izah etmek için Adam Smith, David Ricardo, Karl Marx ve John Maynard Keynes’in çalışmalarından faydalanıyor. Kapitalizm, Rekabet, Çelişki, Krizler isimli çalışma, ana akım ekonomi teorisinin dayandığı birçok kavramı rafa kaldırmakla kalmıyor, ayrıca Marx’ın çalışmalarından beslenmeyen son dönemin Marksistlerinin ürettiği kimi önemli teorilere karşı çıkıyor.

David Zachariah, Enver Şeyh ile kapitalizmin dinamiklerini ve sınırlarını konuştu. Bu sohbette netliğe kavuşturmak adına bazı ifadelere müdahale edildi, ayrıca söyleşi fazla uzun olduğu için bir miktar kısaltıldı.

● ● ●

 

Arka Plan


Asıl eğitiminiz mühendislik. Politik ekonomiye yüzünüzü dönmenize ne sebep oldu?

Annem babam, ilerici insanlardı. Biri kız ikisi erkek, üç kardeşiz ve bizimkiler, üçümüzü de koleje gönderdiler ki Pakistan gibi bir yerde kolejde okumak, pahalıya patlayan bir tercihti. Ailem, üçümüze de eşit davranırdı. Annem bayağı feminist bir kadındı, babamsa ilericiydi, böylelikle her insanın eşit haklara sahip olması gerektiği anlayışını edinme imkânı bulduk. Hayatımıza bu anlayış yön verdi.

Mühendisler, dünyadaki her şeyi tamir edeceklerine dair esasen pek de doğru olmayan bir fikre sahiptirler. İlk işim Kuveyt’teydi. Babam, Pakistanlı bir memur olarak orada çalışıyordu. İşyerim çölün ortasındaydı, sıcaklık insanı delirtecek cinstendi. Çalıştığımız yerde Pakistanlılar, Hintliler, Mısırlılar, Filistinliler ve Ürdünlüler vardı, hiçbirine çalışırken güneşten korunsunlar diye bir başlık vermiyorlardı ve hep güneş altında çalışıyorlardı, ama mühendisler, en azından kliması olmayan binanın kavurucu gölgesine kaçabiliyorlardı.

Dünyada eşitsizliğin ulaştığı düzeyi bu sayede öğrendim. Kuveyt, epey zengin olduğu için, bütçe konusunda da bir kısıtlamayla karşılaşmıyordum. Bu da bana, belirli meseleler üzerine daha fazla kafa yorma şansı verdi. Sonra bir ekonomistle tanıştım ve o beni ekonomi sahasına geçmeye ikna etti. Bazen hayata ufak şeyler yön verebiliyor!

Columbia Üniversitesi’nden ekonomi diploması aldınız. Öğrenci olduğunuz dönemde ne tür politik faaliyetlere katıldınız?

Üniversiteye 1967’de kaydoldum. O günlerde savaş karşıtı hareket zirvesindeydi. Demokratik Toplum Yanlısı Öğrenciler okulda grev örgütlemişlerdi. Grevin amacı ise Harlem’deki bir parka üniversite için bir spor salonu inşa edilmesine mani olmaktı. Parkın diğer bölümünü Afro-Amerikanlar kullanıyorlardı. O dönemde Harlem’de oturuyor, orada dersler veriyordum. Planın yersiz olduğunu düşünüp greve katıldım.

Öncesinde mühendislik eğitimi almış olmanızın ekonomist olarak size bir avantaj sağladığını düşünüyor musunuz?

Mühendislik eğitimi, bana sistemlere bir bütün olarak bakma fırsatı sundu. Yola hava mühendisi olarak başladım. Bu, size büyük bir sistemin parçası olduğunuzu anlama imkânı sunuyor. Ayrıca o sistem içerisinde faaliyet yürüteceksiniz, hatta belki de onu değiştirecekseniz, sistemin nasıl işlediğini anlamanızı da sağlıyor. Bu da sizin işe tekil unsurlardan başlayan ve buradan belirli bir anlayış oluşturmaya çalışan kitabî ekonomi yaklaşımının genel mantığına karşı çıkmanızı gerekli kılıyor.

İlk ekonomi derslerimden itibaren dünyaya dair genel tarifin anlamsız olduğunu düşündüm. Pakistan’dan geliyordum, Malezya’yı, Afrika’yı ve Kuzey Amerika’yı görmüştüm. İnsanların tümüyle bencilce hareket ettikleri, birbirleri arasında bir bağ bulunmadığı, sadece mal mülkle ilgilendiklerine dair fikri hiçbir şekilde kabul edemedim.

Birçok insan, doğrudan fiziksel işkencenin yanında, hücre hapsinin akla hayale gelebilecek en kötü ceza olduğunu düşünür. Oysa hâkim ekonomi teorisinde asıl ideal özne, tecrit altındaki, sınırlandırılmış bireydir. Tuhaf aslında!

Eşitsizlik


Ekonomik eşitsizlik ve yeniden dağıtım meselelerine dönelim. Radikal ekonomistler, süreklilik arz eden küresel eşitsizlikleri, eşitsiz mübadele, tekelci kapitalistler veya aşırı ekonomik emperyalizm baskısı açısından izah ettiler. Buna karşın siz, bu türden eşitsizlikleri yeniden üreten ana gücün kapitalist rekabet olduğunu söylüyorsunuz. Teorinin geleneksel değerlendirmelerden hangi noktalarda ayrıştığını izah edebilir misiniz?

Eğer güneyin yoksul ülkelerinden birinde iseniz, merkezin bir tür plana sahip yapı olduğunu düşünürsünüz. Britanya gibi emperyalist güçlerin sicilinin de açık biçimde ortaya koyduğu kadarıyla bu tespit, bir yere kadar doğrudur da. Ama kapitalizmin ana niteliği, emperyalizmin plancılarını ve kapitalistleri geçmişten gelen ve devamlılık arz eden baskılara maruz bırakır. Zaten Smith, Ricardo ve Marx da bu baskıları “politik ekonominin kanunları” olarak adlandırmışlardır. Bu kanunlar, o plancıların da kapitalistlerin de doğrudan kontrolünün dışındadır. Ayrıca sonuçta belirli güzergâhlar açığa çıkar ve bu güzergâhlar da kendilerini merkeze dayatırlar. Buradan da şu soruyu sormak gerekir: kapitalistlerin ve devletler sistemindeki temsilcilerinin bile tabi oldukları bu güçler nelerdir?

Kapitalizmin tarihine baktığımızda, ekonomik buhranların tekrarlandığını gözlemleriz. Bu buhranlar, kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak gerçekleşirler. Marx’ı okumak, insana bu tür hususları izah etmek ve bölgesel ve küresel eşitsizlikleri aynı temel üzerinden anlamak için gerekli zemini sunar. Bu, elbette ki emperyalizmin zulmünü inkâr etmek, görmezden gelmek demek değildir. Ayrıca bence emperyalizm, geleneksel mânâda tekelleşme veya eşitsiz mübadele üzerinden izah edilmemelidir.

On beş yirmi yıldır Kapital dersleri veriyorum. Bu derslerde Marx’ın ekonomi teorisini ortaya çıkartmak, geliştirmek ve onu günümüz dünyasında tatbik etmeye çalışıyorum. Bana kalırsa “tekel” denilen olguya dair bugüne dek yapılmış değerlendirmelerin tamamı, neoklasik teoriye yaslanıyordu. Ben, daha çok Paul Sweezy ve Harry Magdoff gibi Marksçı ekonomistlerle temas hâlindeydim. Hatta bir keresinde onlara “tekel” ve “rekabet” derken neyi kasttetiklerini sormuştum.

Bu soru üzerine Sweezy ve Magdoff, rekabeti neoklasik ekonomi temelinde izah etmişti. Marx’ın rekabet anlayışını ise Milton Friedman’da gördüğümüz rekabet anlayışına indirgiyorlardı. Onlara göre rekabet, kapitalizmin uzak bir aşamasına aitti. Bu görüş, esasen yirminci yüzyılın başlarında Marksçı ekonomist Rudolf Hilferding tarafından geliştirilmişti.

Kanaatime göre, ulusal ekonomiler içerisinde eşitsiz gelişime yol açan rakip güçler, bir yandan da bölgesel veya ulusötesi eşitsizliklere sebep oluyorlar. Birçok gelişmiş ulusal ekonomide devlet, üzerindeki baskı sebebiyle, dengesizliklerin tüm sistemi tehdit etmesine bağlı olarak, bu dengesizliklerin etkilerini hafifletmek için sürece müdahale ediyor. Emperyalizmin hükmü altında olan bir dünya ekonomisinde güçlü devletler, uzun bir süre eşitsizlik karşıtı mücadeleleri zorla bastırma yoluna gidiyorlar.

Son çalışmanızda, ulusal düzeyde örgütlenmiş ekonomilerde gelir eşitsizliğinin düzenin ve değişkenliğinin gelir kaynakları üzerinden tahmin edilebileceğini ortaya koyuyorsunuz. Bu nasıl mümkün oluyor?

Bu, tümüyle bana ait bir keşif değil. Kaynağı, fizikçi Victor Yakovenko ve arkadaşlarının kaleme aldığı ve yola eşitsizlikle ilgili verileri inceleyerek başlayan çalışma üzerinden yapılan uygulama. Yakovenko, gelir sahiplerini iki ayrı gruba ayırıyor: ilk grupta alttaki yüzde 90-95’lik dilim, ikinci grupta üst katman duruyor. Görülüyor ki alt katmanın gelirlerinin önemli bir bölümünün kaynağı emek iken üst katmanın gelirleri tümüyle mülk kaynaklı. Buradan emek kaynaklı gelir ile mülk kaynaklı gelirin tüm gelişmiş ülkelerde her daim iki ayrı kanaldan dağıtıldığı görülüyor.

Bir seferinde Yakovenko’ya verilerden bu iki farklı yolu nasıl belirlediğini, emek kaynaklı ve mülk kaynaklı gelirle ilişkisini nasıl anladığını sordum. O da bana, “Ne demek istiyorsun sen? Ben, eğitimimi Rusya’da aldım, biz sınıfları biliriz!” cevabını vermişti.

Yakovenko, bir yandan da bu yolları parçacık fiziği üzerinden izah etmeye çalıştı ve bu yolların belirli koşullarda meydana gelen parçacık çarpışmalarını andırdığını iddia etti. Bana bu tümüyle anlamsız geldi. Ücretli emek ile sermaye arasındaki ilişki bir tür “çarpışma”ydı tabii, ama burada iki çarpışan parçacıktan söz edilemezdi.

İlk başta cinsiyet ve ırk farklılıklarına yol açan güçlerin ABD’de siyahlar ve kadınlarda gelir akışını bozduğunu düşünüyordum, ama sonra meselenin bu olmadığını gördüm. Toplumsal cinsiyet ve ırk, sadece gelir dağılımı düzeyinde etkiliydi, onun biçimini hiçbir şekilde etkilemiyordu. Bu noktada bu sürecin nasıl işlediğini izah etmek istedim ve Smith, Ricardo ve Marx’ta görülen, ücret ve kâr oranlarının eşitlenme sürecine tabi olduğuna dair temel anlayış üzerinden kimi yollar belirlemek için öğrencilerle birlikte bir çalışma içine girdim.

İşçiler, düşük ücretlerin ödendiği yerlerden yüksek ücretlerin ödendiği yerlere doğru hareket ederler, daha doğrusu, sürüklenirler. Yol boyunca birçok engelle karşılaşan işçilerin bir kısmı başarılı olur, bazıları da başarısız. Bazısı en başa döner, bazısı da iki uç arasında salınıp durur. Bazı işçilerse önceki ücretlerinden daha düşük ücretler almaya başlarlar. Bu dağılma süreci “yayılma” olarak bilinir. Öğrencilerle yaptığımız çalışmada sürüklenme-yayılma ilkesi temelinde, ücret ve mülkiyet dağılımlarının teorik olarak ortaya konulabileceğini gösterdik.

Her ne kadar emek örgütleri, gelirin kâr zemininden ücret zeminine doğru akmasını sağlamaları mümkünse de ekonomi sahasında farklı ücret oranları varlığını korurlar. Birçok ekonomist, bundan emek piyasalarını sorumlu tutar. Siz ise emek örgütsel güç açısından hangi noktada olursa olsun, sermaye yoğunluklu firmaların yüksek ücret oranlarına sahip olduklarını söylüyorsunuz. Bu tür farklılıkların ana sebepleri sizce nelerdir?

Bu argümanı geliştiren, eski öğrencim, mezun olduktan sonra çelik sanayiinde işçi olarak çalışmaya başlamış olan Profesör Howard Botwinick. Mezuniyet araştırmasında Howard şu soruyu soruyordu: ücret oranları konusunda verilen mücadelelerin sınırları nelerdir?

Örgütlenirken, firmanın canına okumadan onu zorlayabileceğiniz belirli sınırların bulunduğunu bilirsiniz. Howard, bu sınırların gerçek rekabet teorisi ile belirlenebileceğini ortaya koymak istemişti. Tüm çalışmalarını o muhteşem kitabı Persistent Inequalities’de [“Kalıcı Eşitsizlikler”] özetledi.

Howard, ayrıca fiyatları belirleyen düşük maliyetli firmalarla bu fiyatları rekabetin yol açtığı baskı üzerinden kabul etmek zorunda kalan firmalar arasında ayrım yapmak gerektiğini söylüyordu. Buna göre düşük maliyetli firmalar, yüksek ücret maliyetlerini karşılama imkânına sahiptirler. Ayrıca düşük maliyet, çoğunlukla yüksek sermaye yoğunluğu ile elde edilen bir şeydir. Yani bu firmalar az sayıda işçi çalıştırırlar, bu sebeple ücretler arttığında, firmanın toplam maliyeti diğer firmalara nazaran daha az artar.

Sol da sağ da yeniden dağıtımı esas alan sosyal devletleri “zenginleri vergilendiren” kurumlar olarak tanımlıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan sosyal devletleri birbirleriyle kıyasladığınız çalışmanızda ise siz farklı bir resim çiziyorsunuz.

Bu meseleyi öğrencim Ahmet Tonak ile birlikte incelemiştik. Samuel Bowles ve Herbert Gintis gibi solcu aydınlar, zenginleri vergilendirmenin sosyal devlete destek sunduğunu söylüyorlardı. Bu, artık giderek solun ortaklaştığı bir önerme hâline gelmişti. Sonra tüm yeniden dağıtım pratiklerinin işçi sınıfı bünyesinde gerçekleştiğini keşfedince epey şaşırdım. Yüksek gelirli işçilerden vergi alınmakta, bu paralar sonrasında alttaki işçilere dağıtılmaktaydı.

Bir sınıf olarak işçilerin sağlık, eğitim, gelir desteği gibi konularda eline geçenlerle vergi olarak ödedikleri arasındaki farka biz net “toplumsal ücret” dedik. Gördük ki bu ücret ABD’de epey az iken, sosyal demokrat bir sosyal devlete ve yüksek toplumsal harcamalara sahip bir ülke olarak İsveç’te net toplumsal ücret, sıfırdı. Bu durum bizi epey şaşırttı!

Teorik Temeller


Sol ve sağ arasında hüküm süren siyaset tartışmaları, çoğunlukla rakip düşünce okulları arasındaki kavgada kilitlenip kalıyor: neoklasiklerin arzdan yana yaklaşımının karşısına Keynesçiliğin talepten yana ekonomisi çıkartılıyor. Siz ise kapitalist firmaların kâr etme becerilerinin hem arzı hem de talebi düzene soktuğunu, bu sebeple “kârdan yana” duran bir yaklaşımın daha uygun düşeceğini söylüyorsunuz. Burada neyi kastediyorsunuz?

Keynes, birçok takipçisinin aksine, her şeyden önce toplam talebe yatırım kararlarının yön verdiğini söyler ve devamında da net kârın, faiz oranı ile getiri oranı arasındaki farkın, işletme yatırımlarını düzene soktuğundan bahseder.

Yeni yatırım yaparken, yüksek net getiri oranına sahip fırsatların peşine düşülür. Faiz oranı, yatırım fonlarınızı bankaya koyduğunuzda elinize geçen tutardır, dolayısıyla o, en düşük getiri oranını ifade eder.

Esasında Marx da aynı şeyi söyler: yatırımları teşvik eden unsur, kâr oranı ile faiz oranı arasındaki fark anlamında, “işletme kârı oranı”dır. Bu noktada şu soru gündeme gelir: Marx’ın teorisiyle Keynes’in çalışmalarında gördüğümüz efektif talep teorisini nasıl ilişkilendirebiliriz?

Bense çalışmamda bir makroekonomi teorisini, kapitalist firmaların davranışlarına bakan mikroekonomiyi temel alarak nasıl inşa edebileceğimizi göstermeye çalıştım. Öncelikle firmalar, üretim faaliyetlerini kısa vadeli kârlar temelinde yürütürler. Üretim noktasında firmalar, hammadde satın almak, işçi tutmak, yatırım ürünleri almak, sahiplerine ve bankalara temettü ve kâr dağıtmak zorundadır. Dolayısıyla kâr elde etme amaçlı kararlar, hammadde talebi, ücret, temettü ve kâr ödemeleri üzerinden de tüketim talebi meydana getirirler.

Aynı zamanda uzun vadeli kâr etme becerisi, yatırım talebini düzene sokar. Başka bir ifadeyle kâr etme becerisi, hem arzı (üretimi) hem de talebi düzenler. Bu işi çok sayıda şirket ve tüketici tek tek hallederler, demek ki toplam arz ile toplam talep arasındaki ilişki “dalgalı düzenleme” dediğim ayarlamalardan ve hatalardan oluşan süreç üzerinden kurulur. Bu sebeple gerçekte makroekonomi, ne arzdan ne de talep yanadır: o sadece kârdan yanadır.

Son kitabınız Capitalism [“Kapitalizm”], kitabî ve kitabî olmayan eski temellere karşı çıkan bir “reel” pazar rekabeti anlayışı geliştiriyor. Bu meseleyi neden merkeze koydunuz?

Kitap, çeşitli olguların rekabet açısından izah edilebileceğini göstermeye çalışıyor. Üzerinde durduğu soru ise şu: hangi rekabet anlayışına başvurulabilir? “Kusursuz rekabet” teorisi saçmadır ve kapitalizmi ideal bir toplumsal sistem olarak takdim eder. Bu tespitin ötesine geçersek, firmalar arasındaki ihtilafın ürettikleri çıktıları nasıl düzene soktuğu sorusuyla yüzleşiriz.

Bu da gerçek rekabet teorisidir. Marx bu teoriyi Kapital’in üçüncü cildinde eliptik bir yaklaşımla aktarır, ama bu teori, örtük olarak ilk iki ciltte de karşımıza çıkar. Ben, bu teoriyi geliştirdim ve nispi fiyatlar, döviz kurları, uluslararası ticaret dengeleri, faiz oranları, hisse senetleri ve tahvillerin fiyatları, büyüme ve efektif talep, istihdam ve işsizlik, tekrarlanan krizler ve eşitsizlik biçimlerini izah etmeye çalıştım.

Daha önce mühendis olmanın ekonomi teorisine dönük yaklaşımımı nasıl etkilediğini sormuştunuz. Mühendislerin asıl üzerinde durduğu husus, empirik olguları izah etmektir! Uçağın nasıl uçtuğu ile ilgili bir teori tek başına kâfi gelmez. Pratikte uçağı uçuramazsanız, iyi bir mühendis değilsinizdir.

Teorik temellerden bahsetmişken, Adam Smith, David Ricardo ve John Maynard Keynes’te Marx’ın teorisini tamamlayan bir şeyler buluyor musunuz?

Marx, Smith ve Ricardo’ya borçlu olduğunu kabul eder. Bu noktada Marx’ın rekabet teorisine ve kapitalistlerle toprak sahiplerince ürüne el konulması ile ilgili teorisine bakılabilir. Bu teori, Smith ve Ricardo’nun teorisiyle kimi temel unsurları paylaşır.

Bazı Marksistler, bu üç düşünürle Marx’ın ilişkisini görmezden gelme eğilimi içerisindeler. Bu da Marx’ın kapitalizmin ilerlediği yollara dair kırk yıl boyunca yürüttüğü çalışmayı çöpe atmak demektir. Marksistler, sadece sömürüyle ilgili fikirlerle yetiniyorlar ve sömürüyü benim kanaatimce yetersiz bir kavram olan “yabancılaşma” dedikleri o soyut süreç bağlamında ele alıyorlar.

Şu soruyu sormak lazım: Marx, neden “yedek işçi ordusu”, “sermayenin çevrimleri”, “yeniden üretim şemaları”, “üretim fiyatları”, “diferansiyel rant-mutlak rant” gibi kavramlar üzerine kafa yordu?

Peki artı değer, sömürü, meta fetişizmi gibi kavramlarla yetinip hayatının geri kalan kısmını siyasete adamış olsaydı, Marx “iyi” bir Marksist olmaz mıydı? Kanaatimce Marksistlerdeki geleneksel yaklaşım, Marx’ın tüm külliyatını Marksistlerin kendilerini rahat hissettikleri belirli konu başlıklarına indirgiyor.

Böylelikle rekabetle ve tekel meselesinden yol çıktığınız vakit gündeme gelmeyen tüm o karmaşık olgularla uğraşmak zorunda kalmıyorsunuz. Bu, esasen Marksist teori içerisinde karşımıza çıkan ve benim de karşı çıktığım bir çizgi.

Kitabınızı eleştiren bir isim, yazısında sizin kârın kaynağı olarak üretimdeki emek ihtiyacına bakan klasik Marksist değer teorisini benimsiyor oluşunuzu eleştirmiş. Bu kişiye göre, söz konusu teorinin en genel mânâda sizin geliştirdiğiniz ekonomik çerçeveyle bir ilişkisi yok. Yanılıyor mu sizce?

Aslında kitabın büyük bir kısmı, emek değer teorisi üzerine kurulu. Smith ve Ricardo’da da gördüğümüz üzere, nispi fiyatlara emek değeri hükmediyor. Bu iki isim, dolaylı ve dolaysız emek zamanından söz ederken, Marx soyutlanmış emek zamanı üzerinde duruyor. Bu konu üzerine daha önce çok şey yazdım.

Benim üzerinde durduğum bir husus da Marx’ın ele aldığı iki farklı toplam kâr kaynağı: artı değer temelli kâr ve servet ile değerin transferine dayalı kâr. Yola tekelci güç teorisi ile çıkarsanız, bu meselelerle uğraşma gereği hiç duymazsınız.

Sizin yaptığınız kapitalist dinamikler analizinin merkezinde kapitalistlerden ve firmalarından kaynaklanan tarzlar ve kısıtlamalar duruyor. Eleştirmenler, devlet kurumlarının ve emek örgütlerinin analizinizde ikincil bir rol oynadığını söylüyorlar. Sonuçta teorik katkınızın sınıf mücadelesi içindeki politik hareketlerin ilgisini çekmeyeceğinden bahsediyorlar. Bu eleştirilere nasıl cevap verirsiniz?

Devlet müdahalesinden ve emek örgütlerinden bahsedebilmek için önce onların bağlı oldukları yerçekimi kanunlarını belirlemeniz gerekir. Eğer sistemin Marksist ekonomistlerin her durumda sağa sola serpiştirdikleri kutsal su olarak “tekel” kavramı üzerine kurulu olduğuna inanıyorsanız, o vakit her şeyin devletin gücü ve sermayenin emek karşısındaki iktidarı ile ilgili olduğunu düşünürsünüz.

Oysa bana kalırsa, kapitalistlerin bile belirli bir gücü yok, çünkü emeğe ve sermayeye dayatılan kuralların kaynağı, kâr oluşumu ve sermayelerin içine girdiği rekabet. Marx, bu iki unsuru birbiriyle ilişkilendiriyor.

Devlet, hem sermayeye hem de emeğe karşı konumlanıp, geliri yeniden dağıtmak için sürece müdahale edebiliyor. İşçi mücadelelerinin basıncıyla devlet, sosyal yardım sistemi kurabiliyor. Ama bu türden müdahalelerin hâlen daha temelde firmaların kârları üzerindeki etkilerince kısıtlandığını görmek lazım.

Bu noktada Marx’ın yedek işçi ordusu ile ilgili tespitine bakılabilir. İlk başta Marx şu soruyu soruyor: “İşsiz işçilerden oluşan yedek ordudaki büyümenin yeterince yüksek düzeyde seyrettiğini varsayalım, sonrasında ne olur?” Emek piyasaları daralır, ücretler artma eğilimine girer ki bu da işçiler için hayırlı bir gelişmedir.

Ama ücretler üretkenliğe göre artarsa, kârlılık düzeyi de düşer ki bu da firmalardaki devam eden makineleşme sürecini hızlandırır ve toplam büyüme oranlarını aşağı çeker. Büyüme sayesinde işçi alımı yavaşlar, makineleşme üzerinden işçiler işlerinden olurlar, sonuçta da yedek işçi ordusuna yeni takviyeler olur. Kapitalist faaliyetler, doğası gereği bu türden etkilere yol açarlar.

Başka bir örnek daha verilebilir. Devlet harcamaları üzerinden efektif talebi beslersiniz, buradan istihdam alanı yaratırsınız. Aslında otuzlarda Hitler ve Roosevelt’in yaptığı da buydu. Her iki hükümet de işsizlik rakamlarını aşağı çekme konusunda epey başarılı olmuştu.

Dolayısıyla buradan kârlılık düzeyi ile yedek işçi ordusunun alakasız olduğunu söyleyenler çıkabilir. Gelgelelim meseleye daha yakından baktığımızda, savaş koşullarının Nazi rejiminin ve Roosevelt yönetiminin olağan etkilere mani olma imkânı sunduğunu görebiliriz. Bu dönemde ücretlerin ve fiyatların artmasına izin verilmemiş, üretim muazzam ölçüde artmış, faiz oranları düşük bir düzeyde tutulmuştur. Bu sayede bütçe açıkları üzerinden finanse edilen talepte ve istihdam alanında sıçrama yaşanmış, bu da kârlılık ve yatırım düzeylerini önemli ölçüde yukarı çekmiştir.

Ama altmışlarda ve yetmişlerde büyümeyi teşvik etmek amacıyla belirlenen benzer türde politikalar, bir süre sonra işlemez oldu: kâr oranı düştü, işsizlik arttı, enflasyon yükseldi. Oysa bu, Marx’ın yedek işçi ordusu ve ekonomik yeniden üretim şemalarında ortaya koyduğu büyüme sınırları ile ilgili teorisine başvurarak tahmin edilebilecek bir gelişmeydi.

Başka bir ifadeyle, eğer emeğe destek olmak adına ekonomiye müdahale etmek istiyorsanız, o vakit iki seçenekten birini seçmek zorundasınız: ya üretimin reel ücretlerden daha hızlı artmasını sağlayacaksınız (ki buna “İsveç modeli” denilebilir) ya da piyasanın olağan işleyişini bir süreliğine askıya almak suretiyle ücretlerdeki, fiyatlardaki ve faiz oranlarındaki yükselişe mani olacaksınız. Bu size bir süreliğine nefes aldırır ama eğer ne yaptığınızı bilmiyorsanız, sonuçta ortaya çıkacak bedeli işçiler öderler! Bu türden bir analiz, mücadelenin dayandığı parametreleri de tabi olduğu sınırları da izah eder.

Makro Dinamikler


Kapitalizmin tarihine damga vuran ana husus, uzun ekonomik büyüme dalgaları. Bu büyüme, neden yavaş bir eğilim dâhilinde gerçekleşmiyor da katlanarak ilerliyor?

Kapitalizmde büyüme, kendi kendisini besleyen bir süreçtir: bu süreç sadece katlanarak ilerlemekle kalmaz, ayrıca dairesel bir hattı takip eder. Sistem ne kadar içsel bir dinamikle besleniyorsa, o dönem dönem kendi sınırlarına bir biçimde dayanır. Bunun bir alameti de altının ve diğer güvenli varlıkların fiyatının diğer varlıklara nazaran daha hızlı artmasıdır. Bu, ilk kez Nikolai Kondratyef’in gözlemlediği bir süreçtir ve bu süreci en nihayetinde sermayenin kâr etme düzeyi düzene sokar.

Burada asıl soru, ürünlerin birleşik büyüme oranını neyin beslediği ile ilgilidir. Kâr oranı, esasen sermayenin hedefidir ve sermaye stoğuna ait büyüme oranını düzenler, firmalar rekabet edip büyüdükçe kârlarının belirli bir kısmını yeniden yatırıma yöneltirler, demek ki firmaların ürettikleri ürünler, sermaye stoğuna ait birleşik büyüme oranının izinden giderler.

Sınırlı kaynaklara sahip bir dünyada katlanarak büyüme, ancak kaynak verimliliği en azından ürün miktarı kadar hızlı artarsa devam edebilir. Kapitalist pazar ekonomilerinin bu engeli kendi bünyesinde geliştirdiği teknik değişim araçları ile aşabilmesi mümkün mü?

Ekonomiye dönük kitabî yaklaşım, emek arzını sabit ve sınırlı bir kaynak olarak görür. Bense bu görüşün empirik açıdan yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü oyuna dâhil edilebilecek, yedek işçi ordusunun dışında duran birileri her daim bulunur. Örneğin İkinci Dünya Savaşı esnasında kadınlar istihdam edilmiştir, bugünse aynı durum, tüm dünya genelinde göçmen işçiler için geçerlidir. Yine de emek arzı, belirli bağlamlarda teknolojik değişimin aldığı biçim konusunda kimi sonuçlara yol açabilmektedir.

Marx’ın tespitiyle, ABD’de yeterince ucuz işçi bulunmaması, bu ülkenin taş kırma makinesini benimsemesine neden olmuştur. Buna karşılık İngiltere’de ağır işleri hiç bitmeyecekmiş gibi görünen yoksul İrlandalı işçiler üstlenmiştir. Bu sebeple İngiltere’deki değişimin hızı, ABD’deki değişimin hızının gerisinde kalmıştır. Bu tür örnekler, kapitalizmin esnekliğinin ve değişkenliğinin birer delili niteliğindedir.

Peki kapitalizmin büyümesi ne tür içsel sınırlara sahiptir? Marx’ın geliştirdiği, yeniden üretimle ilgili şemalar, bu meseleyi ele alırlar. Kârlılık düzeyi ve kâr etme eğilimi, hem talebi hem de arzı düzene sokar. Daha fazla artı değer yeniden yatırıma yönlendirildikçe sistem daha hızlı büyür. Sermayenin (soyut) azami büyüme oranı, tüm artığın yeniden yatırıma dönüştüğü noktadır.

Öte yandan, artı değerin sermayeye oranı bize kâr oranını verir. Dolayısıyla büyümenin üst sınırını kâr oranının teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Bu azami büyüme oranına soyut düzlemde, pratikte imkânsız olan bir durum dâhilinde, ancak büyüme oranları ekonominin farklı sektörlerinde eşit olması hâlinde ulaşılabilir. Bu sebeple ekonomi azami büyüme sınırına yaklaştıkça, farklı sektörler darboğazın eşiğine gelirler ve fiili büyüme hızını aşağı çekerler.

Fosil yakıtlar türünden sınırlı kaynaklar konusunda sermayenin bu türden sınırları aşması mümkündür. Örneğin kapitalizmin uzun zamandır asli yakıtı olan kömürü ele alalım. Süreç içerisinde kapitalist firmalar, çevresel baskıların hissedilmesinden çok önce başka yakıtlara geçiş yaptılar. Nükleer enerji ve güneş enerjisi de uygulanabilir seçenekler olarak gündemde tutuluyor. Ama bu, tek tek kapitalistlerin kapitalizmin kolektif çıkarını tanımadığı durumlarda dahi devletin öncülük ettiği kalkınma sürecinin bu kolektif çıkar uyarınca işleyip işlememesine bağlıdır.

Bu anlamda ben, birçok Marksiste nazaran, kapitalizmin uyum sağlama becerisine güveniyorum. Bu demek değildir ki kapitalistler, süreç dâhilinde gezegeni yok etmezler, ama bu yokoluş ihtimalinin de farklı türden bir kısıtlama, sınır olduğunu görmek lazım.

Kırk yıldır varolan ekonomik dalgaları yönetenin kâr etme becerisindeki dünyevi değişiklikler olduğunu söylüyorsunuz. Size göre, bu beceriyi üç merkezî etmen tayin ediyor: kapasite kullanımı, sınıf mücadelesi ve teknik değişim. Kapitalizmin uzun dalgalarını asıl yöneten, kendince ortaya çıkıp kendisini tüketen teknik değişim midir? Diğer iki etmen ne tür bir rol oynamaktadırlar?

Her şeyden önce kapasite kullanımı, uzun vadede önemli bir rol oynamazlar, çünkü firmalar, ürün miktarlarını artırıp envanterlerini ayarlamak suretiyle arzı sürekli talebe uyumlu hâle getirirler. Bu, bir sınır değildir.

Ayrıca sınıfın ücretler ve çalışma koşulları için verdiği (ve kapitalizmin varolmak için verdiği mücadeleye karşı sürdürdüğü) mücadeleyi emek arzı, teknik değişim oranı ve sermayenin hareketliliği gibi unsurlar kısıtlamaktadır. Bu sebeple kapitalist gelişmenin uzun vadeli işleyiş biçimlerini düzene sokan, kâr etme becerisinin düzeyi ve yönüdür.

Marx’ın işsizlik teorisi üzerinden siz, işsizliğin istikrarlı bir yaklaşım dâhilinde kapitalizm koşullarında asla ortadan kaldırılamayacağını söylüyorsunuz. Yani eğer işsizlik azalıyorsa demek ki işçilerin artan pazarlık gücü kâr etme düzeyini ve kapitalistlerin yatırım yapma isteğini etkiler. Devamında ücret talepleri üretimdeki büyüme oranının altında kaldıkça işsizlik de hükmünü yürütür. Bu türden ücret kısıtlamaları, yani yönetici sınıfın sınıflar mücadelesini yoğunlaştırmasının ya da eskiden İsveç’teki sendika hareketinin yürüdüğü yol anlamında, alabildiğine merkezîleştirilmiş toplu sözleşme süreci üzerinden gündeme gelir. Sizce İsveç’te gördüğümüz bu son strateji, gelişmiş bir kapitalist ekonomide uygulanma imkânına sahip mi?

Savaş sonrasında İsveç ve Nazi Almanyası, işsizlikle mücadele konusunda iki rakip strateji geliştirdi. İlki gönüllü koordinasyon, ikinci baskı yolunu seçti.

Tüm teorik çalışmalarım, empirik verilerin dikkatli bir incelemesine dayanıyor. Aynı yaklaşımı Smith, Ricardo, Marx ve Keynes’te de görüyoruz. İsveç örneğini uzun zaman önce ele almıştım, aklımda kaldığınca bir iki şey söyleyeyim: İsveç, büyüme, ürün ve istihdam meselelerini reel rekabet açısından ele aldı. İkinci tespitse şu: İsveç, daha çok işçi sınıfı içindeki transferlere odaklandı.

Sizin işsizlik teoriniz, Modern Para Teorisi’ni savunanların yaklaşımıyla çelişiyor. Bu teoriyi savunanlar, devletin para basıp harcamak suretiyle ekonomik ürünü çoğaltıp işsizliği ortadan kaldırabileceği iddiasında bulunuyorlar. Bu senaryonun işlemesi önündeki en önemli engel ise ürün ve hizmetlerin fiyatlarındaki artış ki Modern Para Teorisi’ni savunanlar, tam istihdam sağlandığı vakit bu artışın kontrolden çıkacağı iddiasında bulunuyorlar.

Bugün belirli bir koordinasyona sahip ücret disiplininin bu yolda ilerlediği gerçeğini bir kenara koyacak olursak, siz analizinizde büyümedeki artışın maliyet kaynaklı enflasyonu tam istihdam hedefine ulaşmadan önce artıracağını söylüyorsunuz. Böylesine farklı sonuçlara ulaşmanızın sebebi nedir?

Modern Para Teorisi’nin dayandığı ana görüş, esasen hiç de yeni bir görüş değildir: elde itibarî para varsa devlet istediği kadar para basabilir. Bu günümüze ait bir keşif değil, Kuzey Amerikalı yerleşimcilere ait bir icattır. Bu insanlar, ellerinde altın olmadığı, Büyük Britanya altını elde etmelerine mani olduğu için bir şey satın alamadıklarını görmüşlerdir.

Böylelikle bu yerleşimciler, gelecekte altına çevrilebilir kâğıt parayı kabul etmeleri konusunda insanları ikna etmişlerdir. Buradan da tarihin ilk aşırı enflasyon rakamlarından birine tanık olunmuştur. J. K. Galbraith, Money: Whence It Came, Where It Went [“Para: Geldiği Zaman, Gittiği Yer”] isminde güzel bir kitap yazdı. Bu konuda ona bakılabilir.

Bahsini ettiğiniz Modern Para Teorisi’nin bir eleştirisine kendi kitabımda bir bölüm ayırdım. Orada sadece paranın kökenlerini değil, ayrıca işleyiş tarzlarını ve etkilerini de ele aldım.

Öte yandan Modern Para Teorisi, enflasyon teorisini değiştirdi. İlk başta bu teori, standart tekelci sermaye anlayışına dayanıyordu ve fiyatları meydana getirenin, nominal ücretlerde istikrarlı bir biçimde yapılan artışlar olduğunu söylüyordu.

Bu açıdan bakıldığında enflasyon, artan ücretlerin bir sonucudur. Ama sonra bu Modern Para Teorisi okulu yüzünü, fiyatların sadece artan talep tam istihdamın kısıtladığı arzı karşıladığı durumda yükseldiğini söyleyen Keynesçi görüşe döndü.

Kitabımda da ortaya koyduğum biçimiyle, bu empirik düzeyde işlemeyen bir teori aslında! Dolayısıyla genişlemeyi neyin sınırlandırdığını sormak gerekiyor. Buradan da daha önce ele aldığımız kâr etme becerisinin büyümeye dayattığı içsel sınırlar meselesine dönüp bakmak lazım: eğer kâr oranı artıyorsa o vakit büyüme oranı da bu sınırlara ulaşmazdan önce kendisine daha fazla alan bulacaktır.

Diğer yandan, eğer kâr oranı düşüyorsa ki yetmişlerden beri yaşanan budur, o vakit sınırlar daha da daraltıcı bir hâl alır, bu da toplam talebin sürekli teşvik edildiği durumda, enflasyona yol açar. O hâlde kâğıt üstünde sınırsız olan devlet harcamaları ve kredi imkânları kullanılarak ekonomi şişirilir, yerleşik işsizlik olsa bile büyüme süreci sınırlarına doğru zorlanmaya başlanır. Bunun dışında, yedek işçi ordusundaki daralma da kâr etme düzeyini etkiler, dolayısıyla bahsi geçen sınırlar, kendilerini daha fazla hissettirmeye başlarlar.

Politik Ekonominin Geleceği


Bilhassa öğrencilik zamanlarınızdaki hâliyle bugünkü hâlini kıyasladığınızda Marksçı politik ekonominin bugününü nasıl tarif edersiniz?

Öğrenci iken Marksçı politik ekonomi, emperyalizm, askerî harcamalar, sömürü ve eşitsiz gelişim gibi farklı konuları ele alıyordu. Ama bir yandan da bu teori, tekellerle ilgili fikriyata çakılıp kalmıştı. Sonrasında bu konuları başka bir temel üzerinden izah etmem gerektiğini gördüm. Marx’ın çalışmalarını okudukça onun rekabet anlayışının neoklasik ekonominin rekabet anlayışından çok farklı olduğunu anladım. Süreç dâhilinde varolan Marksçı politik ekonominin ilkeleri ile ilgili hoşnutsuzluğum giderek arttı.

Bence söz konusu saha, bir süredir duraklama döneminde ve büyük ölçüde bir avuç mecazî ifadeye doğru kapanmış durumda. Görebildiğimiz kadarıyla neoliberal düşünce, Sweezy, Magdoff, Paul Baran, Ronald Meek, Samir Amin, Celso Furtado gibi isimlerin besledikleri enerjinin ve ilginin büyük bir kısmını toprağa gömmüş. Ama gene de temel meselelerin bugün yeniden gündeme geldiğine şahit oluyoruz.

Bugün sosyalist hareket açısından politik ekonominin hangi araştırma alanlarının stratejik düzlemde daha önemli olduğunu düşünüyorsunuz?

Stratejik açıdan önemli olan hususların ülkelere ve tarihsel momentlere göre farklılık arz ettiğini düşünüyorum. Ama bir yandan da sosyalist hareketin belirli bir kesiminin strateji için iç tutarlılığa sahip bir temel oluşturmaya çalışmasının şart olduğunu söylüyorum. Eskiden belirlediği tekel teorisi, onun bugün ihtiyaç duyduğu temel değil, çünkü bu teori, birçok şeyi dışarıda bırakıyor ve hiçbir biçimde izah etmiyor.

Bir keresinde Karayipli ve Latin Amerikalı ekonomistlerin organize ettiği bir konferansa katılmıştım. Orada da tanık olduğum üzere katılımcılar, rekabet meselesinin yeniden gündeme gelişine çok şaşırmışlardı, çünkü eskiden beri dünya ekonomisini merkezdeki tekelcilerin yönettiğini düşünüyorlardı. Kanaatlerince dünyayı yöneten ABD idi, ama artık bu ülkenin sıkıntılarla karşılaştığını, zira Japonya, Kore, Çin, Vietnam, Malezya gibi ülkelerle rekabet edemediğini görüyoruz.

Bence ABD’nin onca askerî gücüne rağmen Çin ekonomisinin düşük maliyetler üzerine kurulu ekonomisini yere çalamaması önemli bir mevzu. Buradan merkezdeki gücün kapitalizmi yöneten bir güç olmadığı görülmeli. Kapitalizmi yöneten, kapitalizmin gücüdür. Tüm gücü politik güçle ilişkilendirmekse hatalı bir yaklaşımdır. Radikal çevreler, ekonomi sahasında çoğunlukla tüm iktidarı ve gücü ya devlete ya da sermayeye atfederler. Oysa bana kalırsa, devletin ve sermayenin üzerindeki asli güç kârdır, devlete ve sermayeye sınırları dayatan odur.

Bir seferinde bir grup oluşturduk ve oturup yirminci yüzyıl boyunca ABD’de kurulmuş önemli tüm sol partilerin programlarını okuduk. Esas olarak ekonomiye dair görüşlerine baktık ve bu partilerin kapitalist ekonominin nasıl işlediği ile ilgili görüşlerini inceledik (ki bu politik ortamlarda pek ele alınan bir konu değildir!). Tespitlerimize göre, partilerin neredeyse tamamının sırtını yasladığı ekonomi teorisi, ya Keynesçi ya da Post-Keynesçiydi. Örneğin birçoğunda asıl belirleyici olan eserler, Keynes’in görüşlerine benzer görüşler dile getirmiş olan Polonyalı iktisatçı Michal Kalecki’nin çalışmalarından beslenen Baran ve Sweezy’nin kaleminden çıkmış olan kitaplardı.

Politik ekonomi çalışmak isteyen genç sosyalistlere ne tür tavsiyelerde bulunursunuz?

Marx’ı ve öncellerini ciddiye alsınlar. Marx, Smith ve Ricardo ile bağlarını koparttığını hiç iddia etmedi. Artı Değer Teorileri isimli eseri bunun açık bir kanıtı. Marx, işkolları, ücretler gibi konularla alakalı tüm verileri inceledi, her şeyi okudu.

Kısa süre önce Manchester’daki bir konferansa katıldım. Fırsatını bulup konferanstan ayrıldım ve İngilizce konuşan dünyanın en eski kütüphanelerinden biri olan Chetham Kütüphanesi’ne gittim. Orada karşınıza bir masa çıkıyor. Masanın üzerinde “Marx ve Engels Manifesto’yu bu masada yazdı” yazısının bulunduğu bir levha duruyor. O an o masada dinî tecrübelere benzer bir şeyi yaşadığımı söylemeliyim. Masanın başına geçince, dünyayı değiştirecek bir davaya kendilerini adamış iki genç adamın sahip olduğu kudreti hücrelerinizde hissediyorsunuz!

Peki onca şeyi nasıl yaptılar? Budünyadaki hâkim güç olarak kapitalizmi ve başka ülkeleri incelediler. Bu iki genç, öylesine inanılmaz karakterlere sahiplerdi ki! Her şeyi okudular, bunu da sırf eğlence olsun diye değil, dünyayı bilimsel temelde anlamak için yaptılar. Marx ve Engels, analizlerini başkalarının daha önce yürümediği bir yoldan gerçekleştirdi. Onların mirasının ekonomiyle ilgili kısmını artık daha fazla ciddiye almalıyız.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder