Roland Boer Söyleşisi
Culture Matters
Söyleşinin
başında biraz kendinden ve Marksizme uzanan yolculuğundan bahsedebilir misin?
Marksizme
uzanan yolculuğum dini, bilhassa Protestanlığın reform sürecine tabi kılınmış
kısmını (Kalvinizmi) keserek ilerledi. Yani ben Marksizme din üzerinden
ulaştım. Genelde Terry Eagleton, Louis Althusser, David McLellan gibi isimler
Roma Katolikliği üzerinden Marksizme ulaşmışlardır, dolayısıyla benim
yolculuğum biraz garip gelebilir. Ben daha çok Friedrich Engels ve Kim Il Sung
ile ortaklaşıyorum.
Peki
bu süreç nasıl işledi? Ailem, ellilerde Hollanda’dan Avustralya’ya göç
etmişler. Savaş sonrası dönemde yaşanan resesyonun izlerinin ağır biçimde
hissedildiği bu ülkede babam Avustralya Reform Kilisesi’nde vaiz olmuş.
Sonrasında Presbiteryan Kilisesi’nde çalışmaya başlamış. Vaiz çocuğu olmanın
birçok faydasını ve zararını gördüm. Hristiyan inancı gündelik hayatın
parçasıydı ki bu, bugün tanık olduğumuz bir şey değil. Hayatımızın,
önermelerimizin ve dünyayı deneyimleme yollarımızın genel dokusunu bu inanç
oluşturuyordu.
Fikir
düzleminde bu durum, benim tüm kaçınılmazlığıyla ilahiyat çalışmamı sağladı.
Lâkin bu eğitimi (Yunanca, Latince ve Sanskritçe dillerinde yazılmış) Avrupa
klasikleri üzerine aldığım eğitimi tamamladıktan sonra alabildim. Seksenlerde
Sidney Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde okurken Siyasi İlahiyat ve
Kurtuluşçu İlahiyat isminde bir ders aldım. Gözlerimdeki perdenin kalmasını
sağlayan bu ders sayesinde Marksizm ve din arasındaki etkileşimi görme imkânı
buldum. Sonraki çalışmalarımı bu ders epey etkiledi. Marx ve Hegel ile ilgili
yüksek lisans tezi ardından Montreal Üniversitesi’nde Kitab-ı Mukaddes’in
Marksist edebi eleştirisini konu başlığı olarak seçen doktora tezimi
tamamladım.
Sonrasında
bir dizi işte çalıştım: kilisede vaizlik, ilahiyat fakültesinde okutmanlık
yaptıktan sonra ve üniversitede araştırmacı kadrosu dâhilinde çalışma imkânı
buldum. Gelgelelim bu türden kurumlara ve taleplerine hep itiraz eden bir yanım
vardı. Sürekli bir ayağımı dışarıda tuttum ve başka bir yol aradım.
Esasen
bir tür arayış içerisindeydim. Tüm Marksist geleneği farklı yönlerden ele
almaya çalıştım. Batı Avrupa bağlamında Marksizmin Hristiyanlıkla kurduğu
karmaşık ilişkiyle ilgilenmeye başladım. Batı Avrupa’daki kültürler ve
gelenekler, birçok yönden Hristiyanlığın ve Yahudiliğin biçimlendirdiği
olgulardı. Marx ve Engels’ten başlayarak birçok Marksist, tam da bu sebeple
dinle temas kurdu. Benzer bir durum, Rus Marksizmi için de geçerliydi. Oysa bu
ülkede Doğu Ortodoks Hristiyanlığı baskındı ve ayrı teolojik gelişmelere
tabiydi.
Rus
Marksizmi çalışması kapsamında yeni şeyler öğrendim: Lenin’in de birçok kez
dile getirdiği biçimiyle, komünist devrim üzerinden iktidarı almak nispeten
kolay bir şey, asıl zor olan sosyalizme düşman olan bir ortamda sosyalizmi inşa
etmeye çalışmak. Bu noktada Ekim sonrası dönemle ilgilenmeye başladım. Komünist
partilerin iktidarda iken yapıp ettikleri çalışılması gereken sıra dışı bir
alandı ki zaten bu, pek çalışılan bir alan da değildi. Sosyalizmi iktidarda
iken hiç görmemiş olan Marx ve Engels’in öngöremeyeceği yeni bir dizi soruna
tanık olundu. Dolayısıyla yeni çözümler bulunmalı, yeni teorik konumlar
geliştirilmeliydi.
Bu
yol beni Çin’e ve Kuzey Kore’ye götürdü. Komünist partilerin iktidarda
oldukları bu ülkelerde ben, yaşanan gerçeği görmezden gelmek yerine ciddiye
almayı tercih ettim. Asıl mesele, buralarda ne türden pratik ve teorik
gelişmelerin yaşandığı idi. Üzerinde durduğum bir soru da Batı Avrupa ve
Rusya’dan farklı olan kültürel ve tarihsel bağlamların Marksizmdeki gelişmeleri
nasıl etkilediği sorusuydu. Şurası açıktı: Dinle kurulan ilişkilerin tarihi
buralarda çok farklı bir seyir izlemişti, dolayısıyla olan biteni anlamak için
her şeye baştan başlamak gerekiyordu.
Dolayısıyla
bugün ben, başka isimlerle birlikte, Sosyalizm İktidarda adını taşıyan
bir proje üzerine çalışıyorum. Ayrıca Çin’deki Marksist felsefeyle
ilgileniyorum ki bu ilgi sayesinde ben Çince öğreniyor, ilgili felsefenin sahip
olduğu o zengin birikimle ve onun geleneksel Çin felsefesi ile kurduğu
ilişkiyle bağ kurmak zorunda kalıyorum. Beni esas olarak sosyalist devlet, Çin
Marksizminin insan haklarına yaklaşımı, Çinlilerin ütopya kavramı ile
ilişkileri, bu yaklaşımların Marksizm ışığında nasıl yorumlandıkları, hatta
Çinlilerin sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yükledikleri anlam türünden
konu başlıkları üzerinde duruyorum.
Culture
Matters’da farklı konu başlıklarında bir dizi yazın
yayınlandı. Bu noktada şunu sormak isterim: Marx, Engels ve Lenin’in din ile
ilgili yorumları hakkında neler söylemek istersin?
İlk
başta şu “halkın afyonu” tabirinden başlamak gerek. Henüz yirmili yaşlarında
olan genç Marx için afyon sadece duyguları uyuşturan bir uyuşturucu değil, o
aynı zamanda bugünkü sefaleti ve acıları unutturan bir şey. Bu anlamda on
dokuzuncu yüzyılda afyon bir mecaz olarak farklı anlamlara sahip. Bir açıdan
afyon, ucuz ve herkesin kolayca temin edebildiği, yoksulların ulaşabildiği bir
ilâç. Bir açıdan da afyon, zaman içerisinde lanetli bir şey olarak da
görülüyor. Tıp otoriteleri bağımlılık konusunda uyarılarda bulunuyorlar. Ayrıca
büyük olasılık, afyon insanların inandığının aksine iyileştirici bir özelliğe
sahip değil. O dönemde Britanya, Çinlileri afyona alıştırıyor, bu sayede de
ülkenin hazinesini boşaltıyor. Hâsılı afyon, farklı anlamlara sahip bir mecaz:
hem nimet hem lanet, hem ilâç hem tehlikeli bir uyuşturucu, hem İngilizlerin
zenginliği hem sömürgelere uygulanan zulüm. “Din afyondur” lafı işte bu çifte
anlamı dine aktarıyor.
Çifte
anlam konusunda bize asıl kılavuzluk edecek isimse Engels. Komünizm uğruna
verdiği yoğun mücadelenin ardından Reform dönemine ait inancını terk etmiş
olmasına karşın Engels, dine yönelik ilgisini ömrü boyunca hiç kesmedi. Dini
gerici bir lanet olarak sık sık eleştirip onun antikalar müzesine kaldırılması
gerektiğini söylese de Engels, dindeki devrimci potansiyeli de görüyor. Bu
değerlendirmesini de ilk kez 1850’de kaleme aldığı Alman Köylü Savaşı çalışmasında
aktarıyor. Bu çalışma, Thomas Müntzer ve Kitab-ı Mukaddes’in radikal bir
yorumundan ilham alan 1525 tarihli Köylü Ayaklanması ile ilgili.
Bu,
sonrasında Kautsky gibi isimlerin Hristiyan komünizmi olarak andıkları
hareketlerden bahseden ilk Marksist çalışma. Lâkin burada şunu vurgulamak
gerekiyor: Engels bu kitabında teolojik dili zarf ve kılıf olarak ele alıyor ve
mazrufta ekonomik ve politik meselelerin durduğunu söylüyor. Gelgelelim Engels
dinle işini bu kitapla bitirmiyor. Ölmeden önce, 1895 yılında ilk dönem
Hristiyanlıkla ilgili bir makale kaleme alıyor. Burada Marksist veya Hristiyan,
tüm isimlerin karşısına dikiliyor ve ilk dönem Hristiyanlığın devrimci olduğunu
söylüyor. Peki ama bunu neden söylüyor?
İlk
dönem Hristiyanlık, ağırlıklı olarak köleler, köylüler ve işsiz şehirli
yoksullar arasında örgütleniyor. Kendi dönemine ait komünist hareketin birçok
özelliğini içselleştiriyor. Nihayetinde Roma İmparatorluğu Hristiyan oluyor.
Tam da bu noktada Kautsky gibi Marksistlerin sorduğu, “Hristiyanlık nasıl
imparatorluğun dini hâline geldi?” sorusu üzerinde durmak gerekiyor.
Lenin’in
dini anlamak için belirli görüşlere sahip olduğundan söz edebilir miyiz?
Genelde Lenin, Ortodoks Kilisesi çökmekte olan çar otokrasisinden yana olduğu
için ona karşı çıkıyor. Öte yandan Lenin’in Ekim Devrimi’nden sonra belirli
Hristiyan tarikatları ve mezhepleriyle ilgilendiğini belirtmek lazım.
Bu
noktada iki tespiti dile getirelim: ilki, Lenin’in Alman Sosyal Demokrat
Parti’nin geliştirdiği politik konumu benimsediği ile ilgili. Bu yaklaşıma göre
dinî inanç, bir kişinin komünist partiye katılmasına mani değil. Marx ve Engels
de Birinci Enternasyonal’de bunu ifade ediyor. Peki ama neden? Çünkü din ana
mesele değil. Asıl hedef, ekonomik ve toplumsal sömürü. Esasında bu ilkeye o
günden beri neredeyse tüm komünist partilerce uyulduğunu söylemek lazım (bu
konuda Çin Komünist Partisi bir istisnayı ifade ediyor.)
İkinci
tespitse şu: Lenin, Marx’ın halkın afyonu ile ilgili değerlendirmesini yaygın
kanaatin aksine halk için kullanılan bir afyon değil, bir tür “manevi içki”
olarak yorumluyor. Rus kültüründe bu terim, Ortodoks ilahiyatından tutun da Rus
toplumunda votkanın sahip olduğu role kadar uzanan farklı anlam katmanlarına
sahip. Burada, ilk elden reddetmek değil, dinin karmaşık yapısını gönülsüz de
olsa kabul etmek var.
Peki
din ve kapitalizm başlığı ile ilgili neler söyleyebilirsin?
Bu
noktada meselenin özüne bakalım. Ayrıca kapitalizmi bir tür “din” olarak
görmeye dönük yüzeysel çabaları bir kenara bırakalım. Dinin kapitalizmde nasıl
işlediğine dair en kapsamlı analizi Marx’ın fetiş düşüncesi sunuyor.
Marx,
kırk yıl süreyle bu düşünce üzerinde duruyor. Meselenin dinî boyutlarının
farkında olan Marx, bir yandan da Aufhebung anlamında dönüştürerek
kavramı sermayenin ana işlevlerini anlama noktasında faydalı bir yöntem hâline
getiriyor. Bu görüşü Kapital’in üçüncü cildinde buluyoruz. Fetişizmin
kapitalizmin her özelliğinde mevcut olduğunu söyleyen Marx, en önemli fetişe
işaret ediyor: para parayı, sermaye veya faizin bizatihi kendisini üretiyor.
Bunu şu formülle ortaya koyuyor: M–M1.
Peki
bu, neden ana fetiş? Hem gerçek hem değil, hem mistik hem de somut çünkü. Bir
yandan emeğin ve üretimin üzerini örtüyor, parayı bizzat para tarafından
üretildiğine dair bir izlenim oluşturuyor; bir yandan da tüm gerçekliğiyle
alabildiğine baskıcı. Bunu bugün piyasanın finansallaşması olarak görmek
mümkün. Marx, “gündelik hayat dini” derken bunu kastediyor.
Culture
Matters için Hristiyan komünizmiyle ilgili bir e-kitap kaleme aldın.
Hristiyan komünizminin kutsal kitap bağlamında ne tür köklere sahip?
Önce
sosyo-ekonomik durum üzerinde durmak lazım. Zira birçok din gibi Hristiyanlık
da budünyada ekonomik adaletsizliğe ve zulme yönelik bir cevap olarak
varoluyor. Doğu Akdeniz’de Roma emperyalizmi tarımı yeniden biçimlendiriyor,
vergi yükünü iyice arttırıyor, borçlar artıyor, yereldeki ekonomik ilişkiler,
köyler, kültürler hatta sıtma üzerinden sağlık bu süreçte kötü yönde
etkileniyor.
Romalılar,
Doğu Akdeniz’i ele geçirdiklerinde karşılarında sömürgeciler açısından aslında
iyi işlediğini söyleyebileceğimiz bir sistem buluyorlar. Yunanlıların yüzlerce
yıl içerisinde inşa ettiği yapıya sahip çıkıyorlar ve onu kendi tercihlerine
göre değiştiriyorlar. Şehir üzerine kurulu olan bu sistem, yabancıların
sömürgeci pratiklerinin damgasını taşıyor. Polis denilen bu şehirlerde
Yunanca konuşuluyor, Yunan kültürü, Yunan kurumları ve şehir planlaması hüküm
sürüyor.
Her
şeyin ötesinde Romalılar, şehirlerin ihtiyaç duyduğu her şeyi kora denilen
civar bölgeden sağlıyorlar. Tüm somut niteliğiyle bu ihtiyaç ilişkisi, zamanla
civar bölgenin ekonomik yapılarını dönüştürüyor.
Kora aslında
sömürgecilik koşullarında Yunanistan’da olduğu gibi, şehrin etrafındaki
ekilebilir alanlar değil. Kora, tüm köylerden, arazilerden ve o
arazilerde çalışan köylülerden oluşuyor. Bu insanlar yerelin dilini
konuşuyorlar, kendi geleneklerine ve pratiklerine bağlılar, sömürgeci şehirleri
ise yabancı kabul ediyorlar. Şehirlerin yoğun talepleri ile birlikte köylülerin
de hayatı değişiyor. Köylüler mecburen sıtmanın yoğun olarak görüldüğü
düzlüklere taşınmak zorunda kalıyorlar. Buralarda insan ömrü kısa, ortalama
yaşam süresi ise 30 civarında.
Roma
orduları isyanları cezalandırmak adına, kırsal alanlarda sık sık boy
gösteriyorlar. Kitlesel köleleştirme pratiklerine tanık olunuyor, süreç
içerisinde kırsal alandaki işgücü niceliksel olarak azalıyor. Kısa süre önce
Christina Petterson ile birlikte kaleme aldığımız kitapta [Time of Troubles]
“sömürgeci” olarak nitelediğimiz bu rejim dâhilinde Romalılar, kendilerine
miras kalan sistemi zaman içerisinde dönüştürüyorlar. Her ne kadar kültürel
açıdan şehirler eski Yunan niteliğini muhafaza etseler de bu şehirler de yüklü
miktarda hububat yanında çok sayıda köle temin etmek zorunda kalıyorlar.
Sömürünün
ve zulmün hâkim olduğu bu bağlamla alakalı olan ve devrimci umut, yönergeler ve
tavsiyeler olarak yorumlanabilecek mesellere ve hikâyelere dair örnekler
verebilir misin?
Günümüz
okurlarının anlam veremediği iyileştirme hikâyelerinden bahsedebiliriz bu
noktada. Bugünden bakıldığında “inançla iyileştirme” denilen bu tür pratikler,
bir miktar büyüyle alakalıymış gibi görünüyor. Ama bu hikâyeleri iki ayrı
düzlemde okuyabiliriz. İlk düzlem, hastalıkların mahvettiği hayatlarla alakalı.
Daha önce bahsettiğim gibi, bu dönemde sivrisineklerle yayılan sıtma hastalığı
ciddi bir tehlike. Sıtma insanı hemen öldürmese de onu başka hastalıklara açık
hâle getiriyor. İyileştirme hikâyeleri bu gerçeğe dair bir cevap sunuyor.
Sembolik
düzeyde ise bu hikâyeler, bir yandan da sefaletin, sömürünün ve akrabalık
ilişkilerindeki kopmaların görüldüğü gerçekliğe yönelik birer cevap. Bir
yönüyle meselenin şu boyutunun farkında olmak lazım: Yunanlılar ve Romalılar
köylüleri çirkin, şekilsiz görüyorlar (ki bunlar, sınıfsal bilinçle ilgili
diğer meselelerle bağlantılı bir husus). Bugün İncillerde geçen ve “engelli”
olarak anılan insanları köylüler olarak tasavvur etmek mümkün. Dolayısıyla
iyileştirme hikâyelerinin bu türden köylü karşıtı sınıf bilincini altüst
ettiğini söyleyebiliriz.
Öte
yandan İncillerde imparatorluğa bağlı sömürgelerin sömürülmesi, emperyalizm
pratiği ve Romalılardaki özel mülkiyet algısına itiraz eden sözlere ve olaylara
tanık oluyoruz. Bu başlıklara dair örnekler vermek mümkün:
Kitaplarda
Romalıların milattan önce ikinci yüzyılda hukukî bir kategori olarak icat
ettikleri özel mülkiyete yönelik itirazlara rastlanıyor. Bir yerde İsa
müritlerine, “bir zenginin cennete girmesinin bir devenin iğne deliğinden
geçmesinden daha zor” olduğunu söylüyor.
Emperyalizme
itiraz konusunda şu örnek verilebilir: İsa, “paranın üzerinde kimin resmi var?”
sorusuna, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” diyor. Başka bir
ifadeyle İsa, imparatorluğun bir hiç, Tanrı’nınsa her şey olduğunu söylüyor.
İsa ayrıca “Roma bize ne verdi?” sorusunu soruyor ve kendi sorusuna “hiçbir
şey” cevabını veriyor.
Kilisedeki
komünyon ayininin merkezinde duran dua, esasen emperyalist sömürü konusunda
verilebilecek en iyi örnek. Her hafta akşam duasında Luka İncili’nde geçen Hz.
Meryem’e ait şu sözü dua niyetine okuyoruz: “Muktedirleri tahtlarından indirip
kemterleri tahta çıkartan o; güzel yiyeceklerle açların karnını doyuran,
zenginleri boş midelerle kapı dışarı eden o.” Galiba iki bin yıl tekrarlana
tekrarlana bu sözlerdeki devrimci anlam silinip gitmiş.
Ayrıca
ilk dönem Hristiyanların pratik yaşam tarzının temelde komünist olduğu da artık
görülmüyor. Paylaşmak ve ortak mülkiyet, bu insanların sömürü ve zulüm denilen
sorunlara buldukları çözümler: Elçilerin İşleri’nde mesele bu şekilde tarif
ediliyor:
“Artık inananlardan oluşan
tüm cemaat tek yürek ve tek candır, artık kimse herhangi bir mal veya mülk
üzerinde özel mülkiyet iddiasında bulunamaz, ellerindeki her şey ortaktır. […]
Her şey ihtiyacı olan herkese dağıtılmıştır.”
Peki
bu “komünist” gelenek nasıl devam etti, yönetici sınıflar bu geleneği nasıl
ezdi ve kendi çıkarına uygun hâle getirdi?
“Hristiyan
komünizmi” tespitini ilk dillendiren kişi, ikinci Marksist kuşağının önde gelen
aydını Karl Kautsky. Modern Sosyalizmin Ecdadı ismini taşıyan ve sadece
İngilizceye çevrilmiş olan bu muazzam çalışmada Kautsky ve yoldaşları, tüm
Avrupa Hristiyan komünizmi geleneğini tanımlıyor. 2019’un başlarında yayımlanan
Kızıl İlahiyat isimli kitabımın ilk bölümünde bu çalışmayı analiz
ediyorum. [Kautsky]
Kautsky,
Hristiyan komünizmini teşvik eden temel unsuru İncillerdeki birçok sözde
buluyor. O, esas olarak Elçilerin İşleri’ndeki iki kısa pasaj üzerinde duruyor.
İlkini yukarıda aktarmıştık. İkincisinde şu ifadeye yer veriliyor: “İnanan
herkes birliktedir ve her şey onlar için ortaktır.” Kautsky’ye göre çağlar
boyunca yankılanan Hristiyan komünizmi, esasen bu tür ifadelerden ilham alıyor.
Kautsky,
bir yandan da bu komünist itkinin iktidarlarca yardımlaşma ve sadaka toplama
adı altında temellük edildiğini söylüyor. Hristiyanlık yayıldıkça kendisini
imparatorluğu yöneten iktidar yapısına uyarlıyor. Burada esas dönüm noktası,
Constantine’in Hristiyanlığı imparatorluk dini yapma konusunda aldığı karar.
Radikal metinler muhafaza edilse de yumuşatılıyor ve sadaka verme, aile hayatı
ve basit yaşama ile ilgili nasihatler dâhilinde manevi bir düzleme taşınıyor.
Ama
gene de tam anlamıyla temellük edilip bastırılamıyor. Bu süreçte manastır
hareketi ortaya çıkıyor. Bu hareket, iktidarın ve zenginlerin tuzaklarına karşı
çıkıp iktidar merkezlerinin uzağında Hristiyan hayatının başta sahip olduğu
basitliğe ulaşmaya çalışıyor.
Batı’da
Hristiyan komünizmi bağlamında ne tür örnekler verilebilir?
Manastır
hareketi dışında daha birçok örnekten söz edilebilir. Hristiyan komünizmi bir
biçimde ölüme direniyor. Tekrar tekrar ortaya çıkıyor, statükoya meydan okuyor
ve kilisenin imparatorluğun değerlerini geleceğe taşıyan bir vekil olmasına
itiraz ediyor. Söz konusu örneklerin Hristiyanlığın temel dinamiğine
dayandığını görmek lazım. İlk Hristiyan cemaatine geri dönmek adına birbirinin
peşi sıra kimi hareketler ortaya çıkıp kiliseyi içeriden ve dışarıdan reforma
tabi tutmaya gayret ediyor.
Hristiyan
komünizminin iki bin yıllık büyüleyici bir tarihi var. Bu noktada karşımıza iki
akım çıkıyor: a. Her şeyin ortak olduğu komünal hayat; b. Statükoya yönelik
devrimci eleştirinin ve zulmün yol açtığı devrimci ayaklanmalar. Hareketin
komünal ifadesini Fransiskanlar, Dilenciler (Beguines), Moravya İhvanı,
İngiltere’deki Düzleyiciler ve Kazıcılar, Pantisokrasi türünden birçok ütopya
komünü ve ilhamını Étienne Cabet’den alan cemaatlerde bulmak mümkün.
Devrimci
itki karşımıza ilk olarak Dolcinocularda çıkıyor. [Fra Dolcino] Dolcinocular, on dördüncü
yüzyılın başlarında silahlanıyorlar. Ardından devrimci harekete, bilhassa ilk
dönem kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte tüm Avrupa genelinde tanıklık
ediyoruz: Bohemya’da Taborcular, İngiltere’de Köylü Devrimleri, Avrupa’da
Thomas Müntzer (1525) ve Münster’deki Anabaptist Devrimi (1534-1535).
Yakın
dönemde Hristiyan inancı temelinde hareket eden sosyalistler konusunda Keir
Hardie ve Tony Benn örnek verilebilir.
Dünyanın
diğer bölgelerinde Hristiyan komünizmi ne tür örnekler sundu?
Eski
Müminler, Duhoborlar (Ruh Savaşçıları), Molokanlar gibi tarikatları ile Rusya,
Hristiyan komünizmi konusunda uzun bir geçmişe sahip. Bu hareketler, toprağın
Tanrı’nın olduğunu söylüyorlar. Bu akımın savunucularından olan Tolstoy,
toprağın ortak olduğu köy komünü üzerinde duran bir isim.
Rus
devrimi esnasında özel bir biçim açığa çıkıyor: Tanrı İnşacıları. Sovyetler’in
eğitim ve kültür bakanı olan Anatoly Lunaçarski’ye göre tanrılar, insanların
uğruna mücadele ettikleri idealleri temsil ediyorlar. Bu bağlamda Lunaçarski,
sosyalizmin bu yaklaşımı eğitim, sanat, kültür alanına, özellikle devrim
üzerinden yedirebileceğini söylüyor.
Günümüzde
ise Kuzey Kore’deki Hristiyan kilisesi, sosyalizmin inşasına dönük çabalara
destek sunuyor. Bu kiliseler, Kuzey Kore karşıtı önyargıları aşmaya dönük
uluslararası çalışmalara ve ülke içerisindeki sosyal faaliyetlere aktif olarak
katılıyorlar.
Yirminci
yüzyılın başlarında Çin’de açığa çıkan Hristiyan komünizmi geleneği ise en
ilginç olanı.
Hem
Hristiyan hem de Marksist-Leninist olmaktan söz eden Wu Yaozong, hareketin ana
teologlarından. Wu, 1951’de Üç Benlikli Yurtsever Hareket Kilisesi’ni kuruyor,
hükümete destek sunuyor ve zamanla 38 milyon üyesi ile dünyanın en büyük
Protestan örgütü hâline geliyor.
Vatikan
bile Çin devletinin sosyalizm mücadelesi ile İncil’in pratiğe dökülmesi
arasında mevcut olan doğal bağları görüyor. Hatta kısa süre önce Vatikan, Çin
devletinin kamu yararını esas alan yaklaşımının Batı’daki liberal
demokrasilerde gördüğümüz bireyciliğe kıyasla Katoliklikteki sosyal öğretiye
daha yakın olduğunu söyledi. Ayrıca sosyalist sol dâhil birçok kesimi şaşırtan,
Vatikan ve Çin hükümeti arasında imzalanan anlaşmaya da bakmak lazım.
Piskoposları
Çin hükümetinin mi yoksa Vatikan’ın mı atayacağına ilişkin yüzlerce yıllık
sorunu çözmeye çalışan anlaşma ile ilgili açıklamalar önemli. Bugüne dek Çin’de
iki Katolik kilisesi vardı, birini Vatikan diğerini Çin hükümeti tanıyordu.
2018’de yapılan anlaşmayla bu sorun çözüldü. Bu noktada Vatikan, kendi
açısından önemli kimi tespitlerde bulundu.
İlk
olarak 2016 yılına Papa Francis şunu söyledi:
“Birçok kez söylendi, ben
de hep Hristiyan gibi düşünen birileri varsa onların da komünistler olduklarını
söyledim. İsa’nın sözünü ettiği toplum, yoksulların, zayıfların, dışlanmışların
karar verme hakkına sahip olduğu bir toplumdu.”
İkinci
tespit ise Villanova Üniversitesi’nden Massimo Faggioli’ye ait. Faggioli
2018’de şunları söyledi:
“Katolikliğin Batılı
ideolojilere hizmet eden ideolojik bir vekil güç olarak kullanılması yeni bir
şey değil, ama Papa Francis’in Katoliklik anlayışının bu çizgiyle çatıştığını
görmek gerekiyor. Söz konusu çizgi, Vatican ile Çin arasında ilişkilerin kurulduğu
bu önemli momenti anlamamızı imkânsız kılıyor.”
Başka
bir ifadeyle kilise, kendi gündemine sahip ve Batılı liberal ideolojinin
gündemine teslim edilecek bir şey değil.
En
önemli tespitse Papalık Sosyal Bilimler Akademisi başkanı Piskopos Sorondo’ya
ait. Sorondo 2018’de şu tespiti yaptı:
“Bugün Kilise’nin sosyal
öğretini en iyi uygulayanlar Çinliler. […] Onlar kamu yararını gözetiyorlar,
her şeyi tüm insanların ortak çıkarı önünde diz çöktürüyorlar. […] Orada
insanın haysiyeti korunuyor. […] Liberal fikriyat ise kamu yararı anlayışını tasfiye
etti, onu dikkate bile almadı ve onun kimsenin çıkarına olmayan, boş bir fikir
olduğunu söyledi. Buna karşılık Çinliler çalışmaya ve kamu yararına
odaklanıyorlar.”
Az
sayıdaki Batı ülkesinde beslenip büyütülen Çin düşmanlığı dikkate alındığında
bu, sıra dışı bir gelişme. Vatikan, Katolikliğin sosyal öğretisinin o uzun
tarihi dâhilinde kendi gündemine sahip, o da toplumun hayrına olan şeyleri öne
çıkartıyor. Vatikan’a göre Çin kamu yararına odaklanan bir güç.
Çin’de
çok sayıda kilise var. Müslümanlar da sayıca güçlü. Hui ve Uygur azınlıkları on
milyonları buluyor. Ayrıca Budistler de var. Çinliler bazı şeyleri doğru
yaptığını söylemek gerek.
Çin
deneyiminden bir şeyler öğrenilebilir. Hristiyan kiliseleri sosyalizmin
inşasına katkı sunuyor mesela.
Hristiyanlığın
ve komünizm tarih boyunca, dünya genelinde birbirlerine birçok kez destek
sunmuş. Ama bir yandan da birbirlerine karşı çıktığı örneklere de tanık
olunmuş. Batı’daki sosyalist politika ve politik partiler bu gerçekten ne tür
dersler çıkartabilirler?
Kiliseler,
camiler, tapınaklar ve meditasyon merkezleri, dinin sadece ötedünyaya odaklanan
özel bir manevi hayatla alakalı olmadığını hatırda tutmalı. Sömürünün,
adaletsizliğin ve eşitsizliğin hüküm sürdüğü bu dünya da oldukça önemli. Tüm
geleneklerin de kabul ettiği biçimiyle inanç müşterektir ve birleştiricidir,
toplumsal niteliğimizin temel bir parçasıdır.
Dolayısıyla
sosyalizmin temel istekleri konusunda başkalarıyla çalışılabilir. Herkes,
sömürü ve zulümden kurtulmak için yürütülen kültürel demokrasi hareketinin bir
parçası olabilir. Maddi dünyanın dönüştürülmesi mücadelesine herkes iştirak
edebilir.
Şu
tarz önerilerde bulunmak mümkün: Öncelikle Batı’daki kiliseler, liberalizmle ve
Avrupa-Amerika kaynaklı proje ile birlikte gerçekleştirdikleri o rahat
yürüyüşlerini gözden geçirmekle işe başlayabilirler. Burada liberalizmi
Amerika’da verilen anlamıyla kullanmıyorum. Kelime orada ilerici bir anlama
sahip. Ben daha çok liberalizm derken neoliberalizmi, yani modern kapitalizmin
ana ideolojik çerçevesini kastediyorum. Liberalizm, kamu yararına dair her
türden anlayışı çöpe atan, toplumsalı görmezden gelen, bireyi yücelten
yaklaşımı ifade ediyor. Bu ideolojiyle yan yana gelmek Batı kiliselerini
öldürüyor, Pazar günleri kilise sıralarını boşaltıyor. Aranan cevap,
pentekostçu kiliselerde ve başkalarında görülen liberalizm değil. Asıl cevap,
Hristiyanlığın kamu yararını yeniden savunan yaklaşımda aranmalı.
Bu
süreç Hristiyanlık içinde işlemeli: inanç, ilmihal, ibadetler ve görüşler kamu
yararı esasına göre biçimlenmeli. Hristiyan komünist gelenek bu tür
yaklaşımlardan neşet eder. Bu tespitler hiç dinî inancı olmayıp esasen dini
saçma bulanlara (örneğin Yeni Ateist harekete) tuhaf gelebilir. Oysa ilhamın
kaynağı burası. Egemenler radikalizmden uzaklaşmamızı sağlayacak “maneviyat
zemini”ni bu tür fikirlerin yokluğunda oluşturuyorlar.
Çinli
Hristiyan komünist Wu Yaozong, kendi yaklaşımının komünistlere fırsatçı bir
yaklaşımla tavizde bulunmasının değil, inancının, ibadetinin ve dinî
görüşlerinin bir ürünü olduğunu söylüyor. Wu’nun kurulmasına katkı sunduğu Üç
Benlikli Yurtsever Hareket Kilisesi bugün faaliyetlerine dinine derinlemesine
bağlı bir biçimde devam ediyor. Ayrıca Çin hükümetiyle yaptıkları anlaşmanın
gerekçelerini sunarken kullandıkları ifadelerde Vatikan da dayandıkları temelin
teolojik ve dinî pratiklerle ilgili olduğunu söylüyor.
Bu
arada şunu söylemek lazım: Hristiyanlığın insanları dine kazanma yönünde
yaptığı çağrı bireysel bir çağrı değil. Yunancada metanoia kelimesiyle
karşılanan ihtida, aklın ve kalbin değişmesi anlamını taşıyor. Yürünen yönün
değiştiği, hayatın başka bir yola girdiği, yeni bir yolun açıldığı bu değişim,
esasen kolektif bir nitelik arz ediyor.
Peki
bu değişim neleri şart koşuyor?
Yeniden
dirilişe tanıklık eden komünist partilerin Hristiyan komünist geleneği
anımsamaları gerekiyor. Bu gelenek, Batı’da komünizmin yaşadığı gelişmeler
açısından çok önemli. Her şeyden önce ilkin Marksistlerin tanımladığı bu
hareket, bize Hristiyanlığın sadece gerici ve muhafazakâr bir güç olmadığını
söylüyor.
Birleşik
Krallık bağlamında söz konusu hareketin Corbyn’li bir İşçi Partisi hükümetine
etkide bulunması mümkün. Britanya işçi sınıfına ait gelenekler, Hristiyan
geleneğinden beslenen Keir Hardie ve Tony Benn’den ilham almak suretiyle önemli
bir rol oynayabilirler. Ama şunu da görmek gerekiyor: böylesi bir hükümet
iktidara geldiğinde, radikal ajandasını sumen altı edebilir. Bu nedenle ben,
etkide bulunmasından veya radikal ajandayı önde tutup onu sola doğru itmekten
söz ediyorum. Burada hareket, ilerici hareketlerle çalışmalı ama kendisini
tümüyle onlarla tanımlamamalı. Belki en iyi slogan şu olacak: “Sosyalizm içinde
kalalım, sosyalizm için çalışalım ama sosyalizmin hesap vermesini sağlayalım.”
Hareket,
kültürel demokrasi denilen dinamiğin parçası da olabilir. Kültürel demokrasi,
kültürü patronlar yerine halka teslim etmek, onu kâr güdüsünün pençesinden
kurtarmak derdinde. Culture Matters gibi mecralardaki yazarların da dile
getirdiği biçimiyle sanat, spor, medya kadar kiliselerin, camilerin ve
tapınakların da demokratik kontrole girmesi, toplumsal mülkiyet hâline gelmesi
gerekiyor.
Bunun
nedeni, kültürün sosyalist projenin ayrılmaz parçası oluşu. Kültür aynı zamanda
sağlıklı, mesut bir insanî varlığın temel bileşeni. Din gibi kültürel
faaliyetlere katılım, kamu yararının bireysel ve kolektif düzeyde somutlaştığı
sürecin parçası hâline gelmeli, kapitalizm gibi kâr peşinde koşan ekonomik
sistemleri gözardı etme, görmezden gelme veya meşrulaştırma aracı olarak iş
görmemeli, ticari kâr elde etme pratiklerinin konusu olmamalı.
Okurlara
Noel ile alakalı olarak söyleyeceğin bir şeyler var mı?
Evet
var. Hz. İsa’nın doğuşu ile ilgili hikâyenin kendisi bile radikal bir hikâye!
İsa’nın ailesi yoksul. Muhtemelen bir ahırda veya sokakta geliyor dünyaya,
doğduktan sonra da bir yalağın içine konuluyor. Peki bunun sebebi ne? Hancı
aileyi kovuyor, sonrasında Kral Herod’un saldırısına uğruyor. Hz. Meryem’in
Meryem’in Ezgisi isimli ilahide aktarılan sözlerini yeniden anımsayalım:
“Muktedirleri tahtlarından
indirip kemterleri tahta çıkartan o; güzel yiyeceklerle açların karnını
doyuran, zenginleri boş midelerle kapı dışarı eden o.”
Noel
ve ertesi günü esas alan geleneklere bakıldığında “Herkesten yeteneğine göre,
herkese ihtiyacına göre” olarak ifade edilen komünist şiarın esasen Elçilerin
İşleri’nde geçen “Ellerindeki her şey ortaktır. […] Her şey ihtiyacı olan
herkese dağıtılmıştır” sözünden kaynak aldığını hatırda tutmak gerek. [Sovyet Anayasası]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder