AB’ye entegrasyon sürecinin izlerini sol sosyalist
hareketin seyri dâhilinde takip etmek mümkün. Mesele, solun belirli konulara
öncülük etmesi değil ettirilmesi, ediyormuş gibi gösterilmesi. Sol, kısa vadede
başarılı ve muzaffer olamayacağı hiçbir işe girmiyor, giremiyor. Fıtratı buna
müsait değil. Dolayısıyla her eyleminde, her sözünde önceden egemen güçlerce
telkin edilmiş bir şeyler var. Ya da sol, egemenler yolu açtıktan sonra yola
koyulabiliyor.
17 Aralık 2004 günü Erdoğan, “Aydınlık yarınların
çağdaş Türkiye’si için çıktığımız yolda, hamdolsun, dün müzakere süreciyle
ilgili tarihi 3 Ekim olarak almış bulunuyoruz. Hayırlı olsun”[1] diyor,
devamında da herkese teşekkür ediyor. Sol sosyalist hareketse bu süreci, omerta
kanunları uyarınca, susarak geçiştiriyor. Esasen solun AB’ye entegrasyon sürecinin
de o günden sonra iyice derinleştiğini görmek lâzım.
Türkiye’nin batısını AB yönetiyorsa sol da bu
yönetimin asli parçası, böyle görülmeli. Sürtüşmelerden, gerilimlerden kaynaklı
kimi mağduriyetlere pek kanmamak lazım. Maddi ilişkiler, çıkarlar bu noktada
belirleyici. Ha bu arada: sol diye bir torba yok, o bir varoluşun, happening’in,
bir tür projenin ve aktivizmin adı.
Esasen böylesi bir aktivizm projesi olarak ÖDP,
doksanların sonunda bu entegrasyon sürecine dâhil olduğu, KOBİ’lere bel
bağladığı, onların üst yönetimine talip olduğu için bitti. 2000’de Kürt
hareketiyle restleşme meselesi, bahaneden ibaretti.
KOBİ’ler 2001 kriziyle birlikte çöktüler, orada
çalışan insanlar ayaklandılar, ÖDP, onlara temas etme imkânını doğal olarak
yitirdi. Tüm o insanların öfkesini bugün ÖDP’lilerin küfrettiği AKP örgütledi.
AKP, kitlesini o kesimin üzerine inşa etti.
Sonra bir gün Alper Taş TV ekranına çıktı. Syriza’nın
başarısının tartışıldığı programda Taş, “bu halk bize hazır değil, hazır olması
için 30 yıl geçse biz gene de bekleriz” dedi. Orada ayrıca Syriza’nın başarı
noktasında elde ettiği imkân ve fırsatları ÖDP’nin de elde ettiğini, ama
yararlanamadığını söyledi, neden yararlanamadığındansa hiç bahsetmedi.[2]
Bugünse kendisi CHP adayı.[3] Muhtemelen kısa süre önce Birleşik Haziran
Hareketi’nin tasfiye edilmesiyle bu Beyoğlu adaylığı arasında belirli bir bağ
mevcut. Beyoğulları böyle istemiş olmalı!
* * *
Üç gün önce Kürt hareketine ağır eleştiriler yönelten
Ertuğrul Kürkçü’yü HDP’ye üstelik tepesine çeken de AB ilişkileri idi. Kürkçü,
AB fonlarının aktığı çeşmenin başında duran isimlerden biriydi. KOBİ’lerle ve o
fonlarla kurulan ilişki tayin ediyor teoriyi ve siyaseti. Bugün Kürkçü, milleti
kandırıyor, “lügatinde aktivizm diye bir sözcük bulunmadığını” söylüyor.[4]
Devamında, “merkezden hiçbir şeyin idare edilemediği, hayatın sadece siyasetten
ibaret olmadığı, birçok kimlikle hareket edildiği bir zamandayız” diyor. Bu
liberalizmi solculuk diye yutturabiliyorlar artık. KOBİ’lerle ve AB fonlarıyla
kurulan ilişki sağlıyor bu zemini.
Bu ilişkileri devletten ve sermayeden ayrı ve gayrı
ele almaksa solun en büyük hatası. Kimliğe, kişiliğe, öznelliğe fazla değer ve
anlam biçtiklerinden, arka plana bakmıyorlar. O çeşmenin başına oturmak, bir
devlet görevlisi olmayı gerekli kılıyor. Hiçbir şey bağımsız, azade, tekil,
münferit hâliyle, havada salınarak, varolmuyor.
* * *
Bugün feminizm, veganizm, LGBT, hayvan hakları, çevre
gibi başlıkların solun gündeminde başat bir yer tutması da AB’nin bir emri.
Hapishaneler ve işkence ile ilgili bir raporda bile bugün tanıdığımız kimi
simalar, birer devlet görevlisi olarak çıkıyorlar karşımıza. AB’ye uyum süreci
ve entegrasyon meselesi, sol sosyalist hareketi de kapsıyor. Kürkçü, birkaç
aylık Avrupa gezisi sonrası “Türkiye’nin itibarı yerlerdeydi, HDP olarak ülkeye
itibar kazandırmak için uğraştık” diyor mesela.
Sonuçta bu entegrasyon dâhilinde, teori de belirli bir
form kazanıyor. Doksanlardan başlayarak piyasaya çıkmış dergi çalışmaları da
dâhil olmak üzere tüm faaliyet, bu entegrasyon bağlamında ele alınmalı.
Savaş sanatı teorisinde düşmanın karşı tarafa kaçacak
bir yer bırakması kuralı yazılı. İyice köşeye sıkışıp kötü sonuçlar doğuracak
işlere girişmesin diye düşmana kaçacak bir yer bırakılıyor. Belki de Avrupa, bu
türden bir kapı.
Yani 12 Eylül sonrasında Lübnan’a giden solla, Sabra
Şatilla Katliamı sonrası Lübnan’dan Avrupa’ya geçen sol, hiç aynı olmuyor.
Avrupa’daki ilişkileri sosyalizm, komünizm olarak niteleyenlere bile
rastlanıyor. Türkiye’deki mücadeleyi, “ah bizim eller de İsviçre, İsveç gibi
olsa” hasretine indirgeyenler belirliyor.
Kaçış ve sığınak yerini Doğu olarak belirleyene ise
hiç rastlanmıyor. Kafkasya, Afganistan, Yemen, Mısır sınırları dâhilindeki
coğrafyada olan bitenle nefes alıp veren tek bir örgüt ve kişiden
bahsedilemiyor. Sonuçta da buralara gene AB ve ABD ölçüsünde bakılabiliyor.
Onların önerileri kızılboyaya daldırılıyor sadece. En afili örgütler, AB ve ABD
istihbarat örgütlerinde geçen “federasyon” önerilerinin başına “sosyalist”
lafını eklemekle yetiniyorlar, buna da “Leninizm” diyorlar. Doğu, ancak AB ve
ABD’nin onunla ilgilenmeye başladığında solun gündemine girebiliyor.
Oysa Husi, Hizbullah, İran Devrimi, Hamas, İhvan, Irak
KP’sinin belirli bir dönemi gibi örnekler de mevcut. Sol, en fazla Kürt’ün
mücadelesini ve PKK’yi istismar edebiliyor. O da AB ile ilişkiler üzerinden
anlam kazanabiliyor.
* * *
AB’ye uyum meselesi, sol siyaseti tayin ediyor.
Akademiye gönderdiği en ileri kadrolarını bugün sol, Avrupa’ya sığındırıyor,
burada başka bir seçeneği bile düşünemiyor.
Sonuçta feminizm, veganizm, LGBT, çevrecilik gibi
başlıkların asli siyaset ve ideoloji hâline gelişi, AB kurulları ve
komitelerindeki yönelimler ve taleplerle alakalı. Bu alanlara sol-sosyalist
hareket, gerçek bir devrim taktiği ve sosyalizm stratejisi bağlamında
yönelmiyor. Dolayısıyla, bu alanların ilgili taktik ve stratejiyle bağını da
kuramıyor, rüzgârda salınan yaprak gibi bir o yana bir bu yana savruluyor. Söz
konusu siyasetler, devlet ve sermaye kanalına girdiği noktada sol öne atlıyor.
Öyle ki bugün sol, AB’nin Venezuela ile ilgili
kararını beklemeden bir siyaset bile geliştiremiyor. Kopenhag kriterleri uyarınca
TKP kuranlar, Venezuela’yı destekleyen kitleyi çitleme görevini üstleniyorlar,
geri kalansa liberal yollara tevessül edip gizliden ya da açıktan Guaido’yu
destekliyor.
Hatta Neşe Özgen ve Nevşin Mengü gibi isimler,
Türkiye’nin güya Rusya, İran, Venezuela hattına gelmesini alaycı bir dille
eleştiriyorlar. Mengü, daha da ileri giderek, bir “sömürge valisi”nin kızı
olmanın verdiği cüretle, AB’ye çıkışıyor ve “Zorbalar havuçla değil, sopayla
iner. Bu durumda özgürlükler bahane, ticaret şahane diyen AB, aslında kendinden
utanmalıdır” diyor.[5] Maalesef Alper Taş’ın Birgün’ü emperyalist
müdahaleciliğin taşlarını örüyor.
Bu curcunada sol tabana, “AB olmasa bu şeriatçılar
hepinizi keser” deniliyor. Şeriatçı, İhvancı dedikleri partinin başında olduğu
hükümet, alelacele, Türkiye’ye sığınmış bir İhvancı genci Mısır’daki
cellâtlarına teslim ediyor.[6] Sol örgütler, buradaki tutarsızlığı sorgulama
gereği bile duymuyorlar. Kurgunun dağılmasından, ezberlerin bozulmasından
korkuluyor.
* * *
Bir vakitler bir örgütün hapisteki lideriyle seksenlerin
sonunda röportaj yapılıyor. Bu kişi (Dursun Karataş), solun en büyük sorununun
“diaspora” olduğunu, 12 Eylül sonrası ülkeyi terk edenlerin ilerleyen süreçte
ülkeye taşıyacakları fikir ve siyasetlerin üzerinde durulması gerektiğini
söylüyor. O lider de, sonraki süreçte ortaya çıkan dinamikler de bu gelişmeye
“dur” diyemiyorlar. Lider de hapisten kaçıp Avrupa’ya gidiyor. O diaspora, sol
sosyalist hareketi AB koridorlarına bağlıyor, sol hareket, nefesini ancak
AB’yle alabiliyor, aslında buna inandırılıyor, ikna ediliyor.
Hayat da doğalında nefes alınan yere göre tarifliyor
kendisini. Böylelikle, buradaki somut durumun somut tahlili, AB’nin ihtiyaçları
karşısında hükmünü yitiriyor. Yunanistan’da o AB, Syriza’yı ve Yunan halkını
ezim ezim eziyor, “buranın Syriza’sı benim” yarışına girişenlerden tek bir
itiraz, tek bir eleştiri bile duyulmuyor.[7] İran büyükelçiliğinin önüne
koşanların hiçbirisi, Alman veya Fransız büyükelçiliklerinin önünde bağırmıyor.
Yunan halkından, Avrupa’daki göçmenlerden alınacak
dersler, tüm yakıcılığıyla orta yerde duruyor oysa: AB’deki iktidar
mekanizmalarına teslim edilmiş bir devrim ve sosyalizmden ezilenlere ve
işçilere hayır gelmez. Sol, iç geçirip, internet âleminde bisikletle meclise
giden başbakan fotoğrafları paylaşacağına, bu meseleyi sorgulamalı.
Eren Balkır
7 Şubat 2019
Dipnotlar:
[1] “Hamdolsun Aldık”, 19 Aralık 2004, Sabah.
[2] Yüce Yöney, “ÖDP 2001’de Fırsatı Kaçırdı”, 26 Ocak
2015, Bianet.
[3] Eren Balkır, “Sözümüz Alper Yumruğumuz Taş”, 5
Aralık 2014, İştirakî.
[4] Filiz Gazi, “Devrimci’den Aktiviste”, 29 Ocak
2019, Duvar.
[5] Nevşin Mengü, “İran Devrimi’nin 40 Yılı”, 5 Şubat
2019, Birgün.
[6] “İhvancı Genç Sisi’ye Teslim Edildi”, 5 Şubat
2019, Milli Gazete.
[7] Eren Balkır, “Türkiye’nin Rihanna’sı Kim”, 11
Şubat 2015, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder