Yıl 1968. Bir minibüs şoförünün aracına “proleter”
ismini verdiği öğreniliyor. Yaşar Kemal gidip bu kişiyle röportaj yapıyor ve
röportaj Ant dergisinde yayımlanıyor. İsmi neden koyduğunu soran Yaşar
Kemal’e şoför şunları söylüyor:
“Ben
bu kelimeyi çok severim. Kelimeyi değil de anlamını çok severim. Ben
proletaryadan bir kişiyim. Ve proletarya, insan soyunun en namuslu, en sıcak,
en insan sınıfıdır. Kimseyi sömürmez, kimseye hükmetmez, kimseyi ezmez… Dünyayı
yaratan, proletaryanın elleridir. Proletaryanın elleri olmasa, dünya olmazdı.
Ben proletaryaya hayranım… Şu dünyada yapılmış güzel olan, faydalı olan ne
varsa, proletaryanın güzel ellerinin eseridir.”[1]
Elli yıl geçti. Solun bir elli yıllık faaliyet dönemi
sona erdi. O gün “proleter” kelimesinin anlamını öğreten, o anlama örgütlenen
insanları kalmadı. Devrimci ama “proleter devrimci” olunduğu günler nostaljinin
konusu hâline geldi. Bugün proleter, işçi, tiksinilecek, uzak durulacak şeyler.
En fazla “birey” kelimesinin karşılığı olarak anlam kazanabiliyor. Bireye ait
bir kimlik olarak değer görebiliyor.
Bir vakitler bu yazıyı yazan fakir, (fanzin) bir
dergiye yazı[2] kaleme aldı. O günlerde hukuk fakültesinden atılmış, geçici
süre tersanede çalışan bir arkadaş, “ben bu yazıya dergide yer veremem, çünkü
onu işçiler anlamaz” dedi. İşçiyi mi hor görüyor, yazıyı mı anlaşılamadı, ama
ben “yazı çıksın o vakit” diyebildim ancak.
“Dergiye yazı girmesin” diyen arkadaş, sonrasında
kendi bireysel siyaset yolunu yürümeye başladı. Bu yolda Darıca’dan çıkış aldı.
Önce Ahmet Davutoğlu af çıkarttı, bu sayede okul bitirildi, cübbe giyildi,
Bostancı’ya, oradan da Kadıköy’e taşınıldı. İşçiden, tersaneden, sosyalizmden
bahseden arkadaş, başında rengârenk ponponu, Kadıköy sokaklarında dans eder
hâle gelmişti. Hatta Gezi sürecinde oğlunu kaybetmiş olan bir babayı turistik
ziyaretlerinde çekilmiş bir fotoğrafta, bu genç ve arkadaşlarının neşe ve keyif
içerisinde şarap şişelerini ve kadehlerini havaya kaldırdıklarına tanık
oluyorduk. Fotoğrafın hüzünlü yanı ise bir kenarda boynu büyük ve hüzünlü
oturan babanın hâli idi.
Şimdi bu genç arkadaş ne yapıyor? Bana “işçiler
anlamaz” diye 19 Aralık ve sonraki sürece dair yazıyı dergiden çıkartan bu
arkadaş, şimdilerde köstebeğin maceralarından bahsediyor. Hiyerarşi
yaratmamaktan, devlet iktidarını almamaktan, proletaryayı “sınıf”a dâhil
etmekten, Zizek’ten, feminist siyasetten, kapitalizme yönelik postmodern
tepkilerden, hâsılı, işçinin anlamayacağı şeylerden söz ediyor. İşçilere
okuttuğu bu yazılarla çeşitli noktalarda yer altından başını gösteren işçi
direnişlerini tetikliyor, ne güzel!
Bu işçi direnişlerinden biri, o gencin rengârenk ponponlu
hâlinin, proto-feminist duruşunun eseri. Flormar direnişçileri, bu tür
arkadaşlara çok şey borçlu! Garip olan şu ki “kadınlar birlikte güçlü” diyorlar,
ama Flormar işçileriyle birlik olmuyorlar. Galiba onları kadından da
saymıyorlar. Kadın tasavvurları, esasen aileye, erkeğe düşman sadece.
Gelgelelim patron milletini fazla seviyorlar.
Öyle ki bugün şampuan, makyaj malzemesi, ped gibi
ürünlerin reklâmlarında feminizmin geçit törenine şahitlik ediliyor. Yani
Flormar işçilerinden tiksiniliyor, ama Flormar’ın hizmet ettiği sektöre reklâm
jingle’ları, reklâm sloganları armağan ediliyor. Feminizmin bu ülkedeki hâl-i
pürmelali bu: ivroşeye yoldaş, Flormar işçilerine soğuk.
Üstelik ülkenin en “işçi” örgütü olan EMEP bile
bugünlerde Selin Sayek Böke ile geziyor. Sosyalizm dışı seçenekleri
yaldızlamakla meşguller. Bunlar, hep o “proleter” kelimesini seven şoförün,
Yaşar Kemal’in ve devrimcilerin yerini başkalarının almasının bir sonucu.
Elbette bir kesim de bu yönelimi meşrulaştıracak tavır
içerisinde. “Toplumdaki tek devrimci kesim, işçilerdir” diyorlar, her şeyin
merkezine bir işçi putu yerleştiriyorlar, ama putun üzerindeki yaldız
kazındığında, putu imal edenin Bireyliği günışığına çıkıveriyor. Bizim kendi
bireyliklerine, benliklerine tapmamızı istiyorlar. “Tek devrimci kesim” diyerek,
ama işçi de olmayarak devrimcilik yapmayacaklarına dair birilerine sözler
veriyorlar. Siyaset ve devrimcilik, bir tür bireye bağlanıyor, ona
indirgeniyor. Böylelikle başkalarıyla, başka dinamiklerle nefes alamaz hâle
geliyor. Dert de bu zaten. Yani işçiyi 19 Aralık’tan habersiz kılmak, sadece
kendi meselesini görmesini sağlamak isteyenle, işçiden habersiz işleri yapanlar
yan yana yürüyorlar ve bu yürüyüşten gayet memnunlar.
Sonuçta arkadaşın yürüdüğü yol, bireysel bir yol
değildi. Bilhassa 2007 sonrası bu tür gençlere, “bireyliğin, kariyerin, kişisel
hazların, zevklerin, algın, bilgin bizim için çok önemli” denildi. Aynrandizm,
bir tür Marksizmin yerini aldı. Şeytan her yüzünü gösterdiğinde, yürüyüş
kolundan birileri ayrıldı. Darıca’dan Pendik’ten Kadıköy’e göç edildi. Orası
kimsenin kimseye karışmadığı, zevklerin, hazların havada uçuştuğu bir yerdi.
Sonuçta o bahsi edilen arkadaş, bu birey partisine örgütlenmişti.
Bugün devlet ve AKP’nin birilerine saldırdığı her anda
kolektif ve tarihsel olan değil, bireysel olan havalanıyor, şahlanıyor. Yani
örneğin faşistlerin üniversitede şiire, şaire, aydınlanmaya, bilgiye
saldırdıkları söyleniyor, ama Ahmet Telli “saldıranlar beni tanımıyorlardı”
diyerek bu haberleri boşa düşürüyor.
Sol, mesleği, kariyeri, bireysel meziyetleri, AKP
kitlesine göre sahip oldukları üstünlükleri cepheye sürüyor, buradan
örgütleneceğini sanıyor. Bu koşullarda illaki gazeteciliğe saldırılıyor, illaki
avukatlığa saldırılıyor, ama nedense maden işçiliğine, tersane işçiliğine,
tekstil işçiliğine vs. saldırıdan söz edilmiyor. O, çünkü aşağı kabul ediliyor.
Sonuçta önce Kadıköy’e, oradan Avrupa’ya kaçanların
ideolojisi, Flormar işçileri arasında dikiş tutmuyor. Çünkü o işçilerin gidecek
bir yerleri yok! Ama onların var, hiç olmadı, Selin Sayek’in yanına
gidebiliyorlar.
“En namuslu, en sıcak ve en insan sınıf”, proletarya,
kurtuluş yolu olarak sosyal demokrasiye ve liberalizme ya da ikisinin harmanı
olarak, sosyal liberalizme kul edilmeye çalışılıyor bugünlerde. Meslek
sahipleri, meslekî ideolojiler, bireysel zevkler âlemi, bu sürecin papazları
olarak rol oynuyorlar. Bu dine karşı işçilerin dindışı, din karşıtı hareketine
örgütlenmek gerekiyor.
Eren Balkır
12 Ocak 2019
Dipnotlar:
[1] Yaşar Kemal, “Proleter Şoför ile Konuştum”, 15 Ağustos 1967, Ant dergisi,
Sayı 33, s. 9. Tüstav.
[2] Eren Balkır, “Hücreleri Parçalamak”, 30 Ağustos
2008, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder