Pages

03 Kasım 2018

Newton ve Şeriati’ye Kara Panter Filminin Penceresinden Bakmak


 

Kara Panter filminde N’Jobu isimli karakter, Kaliforniya eyaletinin Oakland şehrinde ikamet ediyor. Wakandalı bir casus olan N’Jobu, siyah Amerikalıların yüzleştikleri ırkçılık sebebiyle başı derde giriyor. Wakanda kralı T’Chaka, kardeşi N’Jobu’nun ülkenin elinde bulundurduğu ileri teknolojiyi ABD’deki zulme karşı kullanmak istediğini öğreniyor. Bunu ihanet olarak gören kral, N’Jobu’yu öldürüyor. Filmin devamında N’Jobu’nun oğlu Killmonger, Wakanda’ya gidiyor ve ecdadına ait kaynakları mevcut toplumsal düzeni yıkıp dünya genelinde ezilenler arası dayanışmayı tesis etmek için kullanmaya çalışıyor. Yüzleşme esnasında yeni Wakanda kralı (T’Chaka’nın oğlu) T’Challa, Killmonger’ı yaralıyor. Babası T’Chaka gibi, T’Challa’nın asıl üzerinde durduğu konu, tüm dünya ezilenlerinin kurtuluşu değil, soyutlanmayı esas alan milliyetçi hassasiyetler.

Filmde bize Killmonger’ın planladığı devrim için gerekli olan stratejik ve askerî becerileri Irak ve Afganistan’da ABD’nin yürüttüğü savaşlarda asker olarak hizmet verdiği dönemde edindiğinden bahsediliyor. Killmonger isimli karakter bize özünde Robert Williams’ı anımsatıyor (1925-1996). 1966’da Bobby Seale ile birlikte Kara Panter Partisi’ni kuran Huey Newton’dan etkilenerek Silâhlı Zenciler isimli kitabı kaleme almış olan Williams, eski bir bahriyeli. Askerde öğrendiği teknikleri ırkçılık karşıtı bir hareket inşa etmek için kullanan Williams, söz konusu hareketi “ırkçılığın şiddetine karşı silâhlı özgüven veya özsavunma” olarak niteliyor.

Du Bois’in Çifte Bilinci ve Önsezisi

Oakland’da bir Afro-Amerikan olarak yetişmiş olan Killmonger, bir dizi zulüm deneyimi ve babasının başına gelenler üzerinden ediniyor politik bilincini. Bu deneyim, polis şiddetini ve siyahların kitlesel olarak mahpus damlarına atılışlarını içeriyor. Killmonger’ın politik bilincini, en iyi Du Bois’in önsezi ve çifte bilinç anlayışları üzerinden idrak edebiliyoruz. O, beyazların medeniyet dediği şeyin dayandığı barbarlığı, siyah olmak üzerinden edindiği deneyim ve ABD’daki siyahların tarihi dolayımıyla öğreniyor. Killmonger’a önseziyi işte bu bilgi kazandırıyor. Du Bois, ABD’de siyahların gördüğü zulmü ilk elden bilmenin ve hem zalimin gözünden hem de kendi gözünden görebilmenin siyahlar için hem bir tür lanet hem de armağan olduğunu söylüyor. Lanet olmasının sebebi, “bu özel hissiyatın, çifte bilincin, karşı tarafı alaya alan ve hor gören ayrıca ona acıyan bir yerden ruhu tartıp biçmeye, ayrıca başkasının gözünden kendine bakmaya yarıyor olması”.[1] Armağan olması ise “kötülükten iyiliğin neşet etmesiyle, eğitimin gerçek hayatı temel almasıyla, siyahların sosyal sorumlulukları konusunda net bir algıya sahip olmasıyla ve ilerlemedeki mananın iç karartıcı bir biçimde gerçeğe dökülmesiyle alakalı.”[2] Killmonger’da önsezi yeteneği mevcut ve bu yetenek, onun küresel adalet için mücadeleyi tahayyül etmesini mümkün kılıyor.

Şeriati’de Hüseyin veya Zeynep Gibi Yaşamak;
Newton’da Gerici Ölüme Karşı Direniş

Filmin sonunda Killmonger, Wakanda’ya ait teknolojinin sırf hayatta kalmak ve kendi yaralarını sarmak için kullanılmasına itiraz ediyor. Bu teknoloji, CIA ajanının hayatta kalmasına katkı sunuyor. Ajan, filmde mevcut küresel düzeni temsil ediyor. Hamid Dabaşi'nin ifadesiyle ajanın amacı, oynadığı rol itibarıyla, “Afrikalıları kendilerinden kurtarmak”. Killmonger’ın iyileşmeyi reddetmesini bir tür intihar olarak okumak mümkün. Bir yazısında Huey Newton, intiharı “gerici” ve “ilerici” olarak ikiye ayırıyor. Gerici intiharı, ruhu ezen berbat toplumsal şartlara karşı verilen bir tepki olarak tarif eden Newton, “ancak kendisine saygısı olmayan, korkunun ve ümitsizliğin güttüğü kişinin kendisini öldürebileceğinden” söz ediyor.[3] Devamında Newton, gerici intiharın başka bir biçiminden daha söz ediyor. Kendisinin “manevi ölüm” adını verdiği bu intihar biçiminde kişi, kötü toplumsal koşullarla ve zulümle yüzleşiyor, bu noktada gerçekliğine teslim oluyor, beden canlı olmasına karşın, ruh ölüyor, ümitsiz bir biçimde statükoya direnmenin imkânsız olduğunu düşünüyor ve her şeyin zamanla daha iyiye gideceğine inanıyor. Newton’a göre, bahsini ettiği kişi, “hayatın yeryüzünün lanetlilerini sömürmeyi sürdüren müesses nizama saldırmadan daha iyiye gitmeyeceğini görmüyor.” [4]

Öte yandan gerici intihara veya manevi ölüme sebep olan, zulme karşı direniş, insanın güvenliğini, esenliğini hatta canını riske atıyor. Direniş, hayatı tehlikeye sokuyor ama aynı zamanda insana farklı bir hayatı tahayyül etme ve ümitlenme imkânı sunuyor. İşte Newton buna “devrimci intihar” adını veriyor. Newton, kavramı şu şekilde izah ediyor: “Devrimci intihar, yoldaşlarımın ve benim ölmeyi arzuladığım anlamına gelmez. Bilâkis, biz onlarsız varolamayacağımıza inandığımız onurla ve umutla yaşamak istiyoruz.”[5] Newton, bu noktada devlete kafa tuttuğu, işbirliğini reddettiği sonuçta da hücreye atıldığı hapishane deneyimini örnek olarak sunuyor: “Sömürüye teslim olsaydım ve istediklerini yapsaydım ruhum ölecek ve ben yaşayan bir ölü olarak varolmaya mahkûm olacaktım.”[6] Dolayısıyla Newton’a göre o durumda direniş, insanın rahatını bozsa da, onu mutsuz kılsa da toplumu bilinçlendirme ve manevi-gerici ölüme karşı koyma noktasında zaruri.

Başka bir bağlamda ele alındığında, felsefesini toplumsal direnişi teorize etmek için devreye sokan İranlı aydın Ali Şeriati (1933-1977) Huey Newton’a çok benziyor. Her iki düşünür, Marksizmin ve kendi dönemlerinin sömürgecilik karşıtı akımlarının etkisi altında. Fanon’un (1925-1961) eserleri iki isim için de çok önemli. Şeriati bağlamında Şiilik tarihi ve kavramları belirgin bir ehemmiyete sahip. Şeriati, sosyal sorumluluğun bireyin devrimci eyleme girmesi veya adalet mesajını yayması durumunda maddileştiğini söylüyor. Çalışmalarında Şeriati, Şiiliğin üçüncü imamı Hz. Hüseyin’e işaret ediyor ve onun mücadelesini ve Kerbela’da şehid edilmesini devrimci bir eylem olarak niteliyor. Hüseyin’in kız kardeşi Zeynep’ten bahseden Şeriati, onun kardeşinin şehadeti ile ilgili konuşmasını devrim mesajını yayma çabası olarak değerlendiriyor. Dolayısıyla Şeriati’ye göre, sosyal sorumluluğa sahip olmak için “Hüseyin veya Zeynep gibi olmak” gerekiyor.[7]

Bu fikri Newton’ın görüşlerine bağladığımızda, şöylesi bir sonuç çıkıyor ortaya: Hüseyin veya Zeynep gibi yaşamak, manevi ve gerici ölüme karşı koymaktır. Şeriati, (Mehdi’nin geri dönüşüyle bağlantılı olan) devrimi özlemenin veya onu beklemenin Hüseyin ve Zeynep gibi yaşandığında olumlu bir şey hâlini aldığını ama statükoya meydan okumadan sadece beklendiğinde, olumsuz bir şeye dönüştüğünü söylüyor. Newton ise bu negatif bekleme hâlinin manevi bir ölüm olduğu üzerinde duruyor. Gelgelelim Şeriati’ye göre, pasif de olsa olumsuz olan o hasret, gene de mevcut koşulları protesto ediyor ve toplumsal düzenin yegâne ihtimal olduğu gerçeğini kabulleniyor.[8] Killmonger’ın toplumsal düzeni değiştirme girişimi, onun gerici ve manevi ölüme karşı geliştirdiği bir direnme yöntemi. O söz konusu girişim dâhilinde hayatını tehlikeye atıyor ve bu, Hüseyin’e has bir şekilde, “devrimci bir intihar” olarak gerçekleşiyor. Zincirlerle yaşamaya itiraz etmek, Hüseyin’in bedenini, Zeynep örnekliğinde devrimci bir mesaja dönüştürüyor ve söz konusu itiraz, köleliğe ilişkin kolektif travmaya tanıklık eden Hüseyin’in bizatihi kendisi hâline geliyor.

Öze Dönüş

Killmonger’ın Wakanda’ya dönüşü, Afrikalı köklere dönüşü ifade etmiyor. Amerika’daki deneyim öncesi babasının yaşadığı o gerçekliğe, bir anlamda sömürgecilik öncesi sahip olduğu öze dönüş, esasen küresel kurtuluş gibi bir emele sahip. Hem hayal âlemine hem de gerçeğe ait bir mekân olarak Afrika’ya yapılan atıf, siyahların politik tahayyülünde önemli bir yer tutuyor. Afrika, kölelik öncesi hayata dair tarihsel hatıraya ve kökene ait bir mekân olarak gerçek. Afrika, köleliğin yol açtığı travmanın bozduğu aidiyet duygusunu getiriyor akla. O aynı zamanda, muhayyilenin özel bir dile veya tarihe sahip olan muayyen bir konum olmadığı düşünülürse, aynı zamanda bir hayal âlemi. Sonuçta Afrika, caz müziğindeki anlamsız sözlerde, şarkıcının doğaçlama söylediği şarkıda ağzından çıkan anlaşılmaz mırıltılar misali, bir mecazdan ibaret. Şarkıcı, artık Afrika dillerinden de uzak. Buradaki kayıp, köleliğin yol açtığı travma sebebiyle asla dile dökülemiyor. Ama sanatçı, gene de “bu kaybın üzerinden atlıyor veya dilin kayıp nesnesine, nesiller boyu ciltler dolusu konuşan yeni caz bağlamında, kendisini yeniden inşa ederek sahip oluyor.”[9] Afrika, hem orada olan hem de burada yaşayan bir aidiyet duygusuna dair bir andaç. O, buraya ve oraya ait olma duygusu ama aynı zamanda her iki mekâna ait iken hiçbir yere ait olmama hâli. Çünkü bildiğimiz üzere hem Afrika’ya hem de ABD’ye ait olma hâli, kölelik denilen travma eliyle tarumar edilmiş. Adorno’nun Minima Moralia isimli eserinde dile getirdiği biçimiyle: “Şen Bilim’de Nietzsche’nin yazdığı gibi ev sahibi olmamak benim için büyük bir talih. Bugün bu söze şunu eklemek lazım: evdeyken evde olmamak, ahlâkın bir parçasıdır.”[10] Önseziyi ve çifte bilinci insana kazandıran da mekânla ilişki, evdeyken evde olmamak veya başka bir ifadeyle, siyahların politik tarihi ve muhayyilesinde kurtuluş potansiyelinin ta kendisi. Sürgünde olma hissi, aynı zamanda ev anlayışını, sekteye uğramamış aidiyet hissindeki rahatlığı önemli kılıyor. Sürgün, özünde bir ev anlayışı barındırmadığı ölçüde, zaruri hâle gelmiyor. Afrika telafi edilemez bir kayıp, onu yitirilmiş bir yurt, bir ev, ABD tarihiyle kurulan travmatik bir ilişki olarak hatırlamak, ABD’yi siyah Amerikalılar için yurt hâline getirmek, tüm toplumun kurtuluşunun gerçekleşeceği yere dönüştürmek için verilen aralıksız bir mücadeleden başka bir şey değil.

İranlı aydınlar arasında görülen altın çağa atıfta bulunma girişimleri de bazı insanları başkalarının aşağısında gören ırkçı, sömürgeci fikirleri söküp atma yönünde atılmış birer adımdır.

İran örneğinde görülüyor ki hayal âlemine veya gerçeklik mekânına politik amaçlar doğrultusunda geri dönme fikri, zamana ve politik katmanlara göre farklılık arz eden bir husus. İran’da ulus-devletin oluşumuyla aynı dönemde meydana gelen Anayasa Devrimi (1905-1911) esnasında bazı aydınlar, despotizmden, sömürgecilerin müdahalelerinden ve Rusya ile Britanya’nın devrimi yok etmeye dönük katkılarından bıktıklarını farkediyorlar. Aydınların bir kısmı, kendi dönemlerinde yüzleştikleri koşulları eleştirmek için İslam öncesi döneme atıfta bulunuyor ve bu dönemi istibdatın bulunmadığı altın çağ olarak değerlendiriyor. ABD’de siyah Amerikalılar arasında da benzer bir tepkiye rastlanıyor ve ırkçı fikirlere karşı geliştirilen bu tepki, Antik Mısır’ın cazibesine dûçar olmak anlamında, “Mısıromani” olarak isimlendiriliyor. Ronald Fritze’in dediğine göre, Du Bois “Batı’da siyahların her gün aralıksız biçimde yüzleştikleri önyargılar ve ayrımcılığın bilincinde olan bir isim. Diğer siyah milliyetçiler ve panafrikanistler gibi Du Bois de siyahların aşağılık ırk olduğuna dair ırkçı iddiaları çürütmeye ve siyahların kendilerine yönelik saygılarını birliğin zaruri olduğu tespiti ve Antik Mısır’ın ulaştığı başarılarla ilişki kurulması önerisi üzerinden artırmaya çalışıyor.”[11] Aynı şekilde kimi İranlı aydınlar da altın çağa atıfta bulunuyorlar ve bunu, bazı insanların başkalarına kıyasla aşağıda konumlandığını söyleyen ırkçı-sömürgeci fikirlerin kökünü kurutmak için yapıyorlar.

Bağdat üzerinden İstanbul’a gitmekte olan şair ve siyasetçi Mirzade Eşgi (1893-1924), Sasani hükümdarlarının sarayını ziyaret ediyor. Karşısına çıkan harabeden rahatsız olan şair, ilk İran operası Opera-ye Rastakiz-e Şehriyarian-e İran’ı (“İran Hükümdarlarının Dirilişi Operası”) besteliyor. Şair, bu bestesinde İran’ı harabeye çevirenin, yeteneksizlik ve cehalet olduğunu söylüyor ve İranlıların içinde bulundukları şartlardan utanmaları gerektiğine dair görüşünü dile getiriyor. Operada Sasani hükümdarlarından birinin kızı kefeniyle mezarından çıkıp, Sasani sarayının geçmişte yaşadığı görkemli günleri anlatıyor. Harabeye dönmüş sarayı görünce ümitsizliğe kapılan şehinşah kızı, şunu söylüyor: “Burası İran değil, harabeye dönmüş bir mezarlık. İyi ama bizim İran’ımız nerede?”[12] Bazı aydınlar geçmişin görkemli günleriyle bugündeki harabeleri birlikte anlatıyorlar. Bu sıklıkla başvurulan yöntem, mevcut şartları eleştirmeye dönük bir araç olarak kullanılıyor esasında. Örnek olsun, Mirzade Eşgi’nin çağdaşı olan Faruki Yezdi de bir şiirinde şunları söylüyor: “Bu mudur Keykavus’a yurt olan İran/ Daryuş’un gönlünü ferahlatıp Sirius’u saklayan İran bu mu?/ [...]/ O İran, Britanya ve Rusya’nın çizmelerince çiğnenen bir yer değildi.”[13]

Şeriati, öze dönüş teorisini 1972 yılında, 1979 Devrimi’nden yedi yıl önce geliştirdi. O kitabında Şeriati, değişimin hayal bile edilemediği bir dönemde, İran toplumunu değiştirmek için bir yol bulmaya çalışmaktaydı. Tespitine göre, toplumsal normlar karşısında eleştirel bir duruş sergileme ve sosyal sorumluluk edinme yolu olarak İslam’ın toplumda ideolojikleştirilmesi meselesi, tüm halka açık olan bir öze dönüş çabasıydı. Ama öte yandan İslam da politik pasifliğin ana sebebi olmaktan çıkması için bazı değişimlere maruz kalmalıydı. Şeriati’nin tespitiyle, “İslam’ın, çürüme ve bozulmanın ana sebebi olan, kendisini tekrarlayıp duran, bilinçsiz geleneklerin biçimlendirdiği mevcut şartlara karşı çıkan, ilerici ve aydınlatıcı bir ideoloji olduğunu söylemek gerekmektedir. Dolayısıyla İslam’ı canlandırıp ideolojikleştirmek, O’nu “bilimsel dinî eğitim olmaktan çıkartıp bilinçli bir imana dönüştürmek, bir slogan, işaret ve amel toplamından çıkartıp ölmeden önce insanlara sorumluluk ve hareket etme imkânı kazandıran kütlesel bir güç hâline getirmek demektir.”[14] Dönüş, bugüne dönüştür. Bugünün İslam’ı, dini bir direniş ideolojisine ve sömürgecilik karşıtı bir bilince dönüştürmek için belirli reformlardan geçmek zorundadır. Bu İslam, Amy Cesaire, Fanon gibi isimlerin sömürgecilik karşıtı teorileri kadar moderniteyi eleştiren Marksist ve batılı eleştirmenlerin de etkisi altındadır. Kara Panter filminde Wakanda’ya dönüş sayesinde kurtuluş araçlarına kavuşmak mümkün olabilmektedir. Tüm film bugünde geçer, geçmişe dönüş asla söz konusu değildir. ABD’de geçen sahneler hayal ürünü değillerdir fakat Wakanda’da (Afrika’da) geçen kısımlar hayal ürünüdürler. Dolayısıyla kurtuluş ve özgürleşme meselesi, belirli bir dile veya tarihe atıfta bulunmayan, kimsenin anlamlandıramayacağı bir yer olarak Afrika’ya atıfta bulunmak, politik düzlemde anlamsız sesler çıkartmak suretiyle tahayyül edilebilmektedir.

Bugün Denilen Mapushaneden Kurtuluş Yolu Olarak Nostalji

Kara Panter isimli film, bizi “devrim mi eğitim mi?” ikilemiyle karşı karşıya bırakır. Oysa Kara Panter Partisi, 1966 yılında Bobby Seale ve Huey Newton tarafından, Merritt Koleji’ndeki çalışmalar dâhilinde kurulan ilişki üzerinden kurulur. İki genç, siyahların tarihine dair bir dersi müfredata sokmaya çalışmaktadırlar. Partinin adalete uzanan yolun oluşumuyla alakalı anlayışında eğitim önemli bir yer tutmaktadır. Parti, ne pahasına olursa olsun devrime yürüyen mutaassıp kişiler toplamı olarak değil, direnişin doğru yöntemlerini öğreten öğretmenler toplamı olarak görülmektedir. Newton'ın izah ettiği biçimiyle, “Siyah kitleler direnişi yanlış ele alıyorlar. Watts’de verdikleri mücadele üzerinden direnişi öğrenmiş olan Doğu Oakland’daki kardeşlerimiz, sokaklara dökülüp dükkânlara taş ve Molotof kokteyli attıklarında, karmaşaya sebebiyet verdiklerinde, Gestapo polisince küçük bir yere istiflenip zalimin elindeki fırtına birliklerinin uyguladığı şiddete maruz kaldılar. [...] Dolayısıyla eğer ezilenler için her şey daha kötüye gidiyorsa, devrime ve direnişe daha fazla ihtiyaç duyarlar. Halk devrimi yapar; zora dayalı eylemleri ile zalimler, halkın direnişine sebep olurlar. Öncü parti, sadece doğru direniş yöntemlerini öğretir.”

Bugün İranlılar, hem içteki yozlaşmayla hem de ABD’nin dayattığı en ağır ekonomik yaptırımlarıyla mücadele etmek zorundalar. Ama bulutların dağıldığı anlara da tanıklık ediliyor. Örneğin bir işçinin hükümet yanlısı gazetecilere cevaben kaleme aldığı mektup, buna bir örnek: “[...] Size işçilerin temsilcisi değil, sokaklarda eylem yapan milyonlarca İranlı işçiden biri olarak sesleniyorum. Evet haklısınız, ne hükümetin ilkeci ne de reformist kanadına ait sloganları haykırıyoruz, çünkü bizim bu iki kanatla da işimiz yok. Şuan başka bir slogan atıyoruz; işçilerin ve halkın bağımsız konseylerini talep ediyoruz. [...]” İran’da ışıl ışıl parıldayan bu türden momentlerde halk, yıkım ve açlık korkusuyla cebelleşiyor. Amerikalılar için de işler iyi gitmiyor. Killmonger, babasının Wakanda’da günbatımının ne kadar güzel olduğuna dair sözünü anımsıyor ve o günbatımını izleme arzusundan bahsediyor. Bu, Wakanda’ya yönelik nostaljiye dair bir simge. Aynı şekilde, geçmişe ait düşünceleri, nostaljik birer iz taşısa bile, mevcut politik açmazdan kurtulma yolu olarak “izlemek” de mümkün. Nostalji, geçmişte bastırılmış, muhtemel bir geleceğe dair özlemi de ifade edebiliyor. Başka bir ifadeyle, nostalji geçmişe ait ideallere ve düşlere yönelik bir özlem hâlini de alabiliyor. Belirli bir grup insan, farklı bir geleceği arzuladıkları, başka bir dünyanın mümkün olduğu düşüncesi üzerinden düşler kurdukları bir geçmişi özlüyor olabilir. Geçmişe gittiğimizde, bugün yegâne muhtemel gelecekmiş gibi görünmez, o artık ihtimallerden biridir. Dolayısıyla nostalji, bizleri bugün denilen mapushaneden kurtulmamızı sağlar. Svetlana Boym, iki nostalji biçimi üzerinde durur: yansıtmacı ve güçlendirici. Yansıtmacı nostalji, özlemenin kendisine takılıp kalmışken, güçlendirici nostalji, geçmişin yenilgilerini telafi etmeye çalışır ve yüzü ileriye dönüktür.[15] Kara Panter Partisi’nin gördüğü düşlerin yüzleşeceği yegâne kader, COINTELPRO gibi saldırılarla yok edilmek değildir. Aynı şekilde mevcut durumda İran’da 1979 Devrimi’nin de yegâne kaderi, ülke içerisinde ve dışında İranlıların ezilmesi değildir.

1964 yılında Kaliforniya’daki Santa Rita Hapishanesi’nde bulunan Huey Newton, Berkeley Üniversitesi’nde faal olan Serbest Konuşma Hareketi’nde aktif rol alan Joe Blum isimli öğrenciye şunu soruyordu: “Hey Joe! Sizin kaçınız bu deliğe düşecek lan?” Bugün ABD’de Müslüman Yasağı ile yüzleşen, İran’daki en ağır finansal ve politik güçlüklerle boğuşan İranlılar da hükümetlerinin İranlılara karşı benzer ekonomik yaptırımlara imza attığına, benzer politikaları yürürlüğe soktuğuna tanıklık eden sıradan insanlara benzer bir soruyu yöneltebilirler.

Mina Hanlarzade
17 Ekim 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] W.E.B. Du Bois, The Souls of Black Folk (New York: Bedford, 1997), s. 38.

[2] A.g.e., s. 42.

[3] Huey P. Newton, Revolutionary Suicide, Penguin Classics Deluxe ed. (Londra: Penguin Publishing Group, 2009), Kindle Edition, s. 2.

[4] A.g.e., s. 3.

[5] A.g.e.

[6] A.g.e., s. 5.

[7] Ali Shariati, Martyrdom, Islamic Renaissance Series (Şikago: Kazi Publications, Inc., 2012) Kindle Edition, Kindle Location 1706.

[8] Newton’a göre direniş hayatta kalmaktır, insanın kendisini koruması bir yükümlülüktür. Onun tespitiyle, “eğer bir insan kendisini korumazsa ben onu intihar ettiği için suçlarım. Yaptığı şey gerici bir intihardır çünkü o ölüme gerici koşullar sebep olmuştur. Hiçbir şey yapmazsak, mevcut durumu kabullenirsek onun ölmesine izin vermiş oluruz.” Şeriati ise gasp edilmiş hakların yasını tutmanın diğer yandan da isyan etme arzusunu bastırmanın yas tutanı yaşayan bir şehide dönüştürdüğünü, bu da o kişinin hayatını trajikleştireceğini söyler. Şeriati’ye göre sosyal sorumluluğa yol açan şey güç ve ihtimaller değil farkındalıktır.

Şeriati’nin intizarla ilgili yorumu konusunda daha fazla detaya vakıf olmak için bkz.: Ali Rahnema, An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shari’ati, (Londra: I.B.Tauris, 2014), s. 191.

[9] Bkz. Tyfahra Danielle Singleton’ın “Facing Jazz, Facing Trauma: Modern Trauma and the Jazz Archive” isimli doktora tezi (Kaliforniya Üniversitesi, 2011).

[10] Theodor Adorno, Minima moralia: reflections from damaged life (Londra: Verso, 2005), s. 23.

[11] Ronald H. Fritze, Egyptomania: A History of Fascination, Obsession and Fantasy (Londra: Reaktion Books, 2017), s. 314.

[12] Mirzadeh Eshghi, Majmoueh Karhaye Eshghi [“Mirzade Eşgi’nin Bütün Eserleri”] (Tahran: Elmi, 1954).

[13] Bu konuya dair bir tartışma için bkz.: Hamid Dabashi, Iran: A People Interrupted (Macat Library, 2017). Türkçesi: İran: Ketlenmiş Halk, Metis Yay., 2007.

[14] Ali Şeriati Öze Dönüş fikrini 1972’de İran’ın Meşhed kentinde bulunan Cundişapur Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada teorize ediyor.

[15] Bkz. Svetlana Boym, Future of Nostalgia (New York: Basic Books, 2001).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder