Pages

03 Ağustos 2018

İki Rota

Görülüyor ki niteliğini bilen, bilmek zorunda olan ezilenler, kendi tarihinde gücü güçle savuşturmayı biliyorlar.

Husçuların 1430 tarihli manifestosunda şu söyleniyor: 

“Tüm haklar ve kanunlar, insanların belirli bir gücü güçle savuşturmasına imkân verir.”[1] 

Özünde askerî tarih, bu gücün elimine edilmesini, dizginlenmesini ve disiplin altına alınmasını anlatıyor.

Yoksulların eline silâh vermekten korkan devlet, onları kimi zaman dışarıya savaşa gönderiyor, o yoksullar ülkeye döndüklerinde baş ağrıtmasınlar diye belirli önlemler alıyor. Bu açıdan, birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası geliştirilen düşünceleri ilgili bağlam dâhilinde ele almak gerekiyor.

Efendiler, belirli politikaları ve adımları için kitlenin desteğini aramak zorunda kalıyorlar. Fransız Devrimi ile birlikte şevk ve birlik ruhu meselesi, belirleyici hâle geliyor. 

Kitleleri şevklendirmek ve onları birlik ruhu etrafında, belirli amaçlar doğrultusunda birleştirmek gibi zorunlulukla yüzleşiliyor. Esasen orta sınıfın Fransız Devrim’ciliğinden vazgeçememesi, bu niceliğin yarattığı çokluk hissiyle alakalı.

Solun bu birlik ruhu ve şevk meselesinden uzaklaşması şart. Meseleyi buna kapattığı ölçüde, o, efendilerin siyaset alanına hapsoluyor. Kopuş, ayrışma, sıçrama imkânları bu noktada hükmünü yitiriyor. Neticede efendilerin kitleleri harekete geçirme araçlarına ve amaçlarına pek aldanmamak gerekiyor.

Efendilerde gelişen düşünceler, cephede güç imkânı edinen yoksulların, ülke içerisinde kontrol altına alınmaları zorunluluğu ile yoğruluyor. Altmışlardan bugüne sarkan düşünce akımları, ekonomik ilerleme ve emperyalizm bağlamında şekilleniyorlar. Egemenlerin etrafına, onları koruyacak tamponu oluşturmak adına, kimileri sahaya sürülüyor ve yoksulların, ezilenlerin kudret arayışları hükümsüz-temelsiz kılınmaya çalışılıyor. Bu işi de genelde efendilerden ödünç alınan sahte kudret imkânlarına sahip olan orta sınıflar üstleniyorlar.

Orta sınıfların belirli ezilen kimliklere ve kesimlere yönelik savunularına aldanmamak şart. Bu konuda gerekli araçların ve ayraçların mevcut olmaması, ciddi bir soruna yol açıyor. Sömüren-zalim güçlerin yoksullara, emekçilere ve mazlumlara belirli yer ve zamanda kudret araçlarını bahşetmesi karşısında, onların temel araç ve ayraçlardan yoksun kalması, suyu bulandırıyor.

Dolayısıyla, meclis koltuğuna oturan sendikacıdan, burjuva siyasetçilerle aynı masaya kurulan sol siyasetçiden medet umulmaya devam ediliyor. Bu da ezilenlerin kendi bağrından çıkartacağı kudret imkânlarını toprağın altına itiyor. Ezilenler kıyam edeceklerse, o toprağı çatlatacak maddî gelişmelerin yaşanması zorunlu.

Çünkü ezilen kimliklere ve kesimlere yönelik savunu, temelde ilgili kimlikleri ve kesimleri, burjuvazinin kudret anlayışı temelinde değerlendiriyor ve onların ağzına bir parmak bal çalıyor. Ezilenlere burjuvaya has kudret imkânlarını öğütleyenler, dolaylı olarak burjuvaziye hizmet ediyorlar. Hazır, verili, mutlak ve önsel kudret imkânlarını önerenler, bu imkânların sadece burjuvazi ile mümkün olduğunu gayet iyi biliyorlar. Dolayısıyla siyaset ve teori, bu mümkünlülük üzerinden biçimleniyor. Devletin belirli adımlarını meşru bir zemine kavuşturmak, ezilenleri burjuvaziye bağlamak için bu tür önerilere ihtiyacı var.

Bu açıdan, “demokrasi” çığlığı ve mücadelesi, temel araçlar ve ayraçlar olmaksızın bir anlam ifade etmiyor. Anlamın oluştuğu bağlamı her daim dikkate almak gerekiyor. Milliyetçilik gibi akımların kendisiyle yarış içerisine girmek, belirli tehlikeleri içinde barındırıyor.

Ezilenler, din ve millet bayrağı altında örgütlenebiliyorlar; mesele, bunların karşısına sosyalizm bayrağını çıkartmak değil. Bu uğraş, efendilerin tercihlerine de hizmet edebiliyor. Böylesi bir uğraş, doğası gereği, burjuvazideki “sosyalizm” olarak algılanan liberalizmin boyasına boyanıyor. Bu anlamda, Kur’anî ifadeyle, “Allah’ın boyasıyla boyanmak” gerekiyor. [Bakara:138] Allah, ezilenlerin kadim, kolektif iradesine, bahsi edilen araç ve ayraçlara dair çok şeyler söylüyor.

Latin Amerika’daki kızılı pembeleştirme eğilimi de burjuvazinin kudret imkânlarına bakan düşünce tarzı ile alakalı. “Allah”ın boyası yerine zaten kudret sahibi olanların boyasıyla boyanmak, hayra alamet değil. Evet, “Allah”ın boyası, bugüne pek bir şey söylemiyor, daha çok geleceğe vurgu yapıyor. Ezilenlerin kudreti, bugüne vurarak, geleceği kurarak oluşuyor. “Allah’ın boyası” ifadesinden, “ezilenleri yeryüzüne önder kılma” iradesini anlamak gerekiyor. Bunun dışındaki teolojik tartışmalar ezilenleri zerre ilgilendirmiyor.

Latin Amerika’da bugüne kul olmak, neoliberalizme düşman toplumsal hareketlerin devlete entegre edilmesini sağlıyor.[2] Devlet, Çin-ABD gerilimi arasında bir salınıma tabi tutuluyor. ABD, Çin modelinin Latin Amerika’da alan bulmasına ses etmiyor. Bu noktada Çin, ABD’ye bölgeye hâkimiyet kurma ve yerleşme amacı ile yaklaşmadığına dair sözler veriyor. Bu minvalde çeşitli anlaşmalar imzalanıyor. Böylelikle toplumsal muhalefet, orta sınıfların güdümünde, belirli yönetişim tarzları dâhilinde, masediliyor.

Kontrgerilla talimnamelerinin güncellendiği coğrafya olarak Latin Amerika, kuzeyine karşı güç ve kudret imkânlarını verili durum içerisinde zaten güçlü olanlarda arıyor. Seksenlerdeki muhasebe, araçların ve ayraçların imha edildiği momentin bir ürünü.

Allende’nin korumalığını üstlenen örgüt (MIR), bu görevin sınıfsal niteliğini sorgulamadığı için başarısız oluyor örneğin. Özünde bugün devlet ve toplum katında yaşanan dönüşümleri, araçların ve ayraçların imha edildiği momenti o talimnamelerden ayrı ele almamak gerekiyor.

Ezilenlerin kudret ve güç arayışının kontrol altına alınmasına dönük düşünsel arayışların Latin Amerika’dan kaynak almaları tesadüf değil. Bu noktada Avrupa’dan gelmiş, yüzeysel bir ABD eleştirisine sahip isimler öne çıkıyorlar ve bunlar, esasen seksenleri muhasebeyle geçirmiş eski gerilla güçlerinin zihnine sesleniyorlar. Avrupa’ya uygun bir Latin Amerika hayalinin şekillendirdiği düşünceler, Avrupa’daki solculara sıcak geliyor.

“Devletsiz toplum”, “devletsiz demokrasi” gibi söylemler, sivil-asker ayrımına dayanıyor. Bu ayrım, askerin inşa ettiği topluma bir biçimde biat ediyor. Askere öykünen düşünceler, onun gücüne gölge etmesin diye, ezilenlere güçsüzleşmeyi, varolan kimliklerini silâh zannetmeyi öğretiyor. Burada kilit ayrımlar yapılamadığından, söz konusu zan, ciddi yanılsamalara yol açıyor.

Kimlik ve silâh, yer değiştiriyor. Temelde kimlik, neoliberal dönüşüme yedekleniyor. Köylülük, işçilik basit bir kimliksel oluşa indirgeniyor. Teorik ayraçlar ve politik araçlar, hep birlikte, fiilî dönüşüme biat ediyor.

Efendiler, ezilenlere ezilmesinin kendi suçu, günahı olduğunu öğretip duruyor. “İnsan” türünden kategorilerle düşünülmeye alışılıyor ve o, “İnsan”a karşı işlenmiş günahlardan ve suçlardan bahsediliyor. Efendiler, zaten yapmaları gerekeni yapıyorlar, bu bilginin unutulması, “İnsan” potasında erimekte aramalı.

Suçsuz, günahsız “İnsan” olma kavgasına indirgenen sosyalist mücadele, en fazla toplumu ve/veya devleti bu suçlardan ve günahlardan arındırmak olarak tarif ediliyor. Oysa suçu tayin eden hukuk da günahı belirleyen din de onların.

Bu noktada bazı solcuların ağzından çıkan her lafı Türkçeye kazandırdıkları Fredric Jameson’ın şu tespitini ciddiye almakta fayda var:

“Sosyalist bir devletin neye benzeyeceği üzerine kafa yormak, devleti faşistlere terk etmekten daha hayırlı.”[3]

Devleti liberal yerden eleştirenler, onun ezilenlerin kudret mücadelesine ait araçlar listesinden de çıkartıyorlar. Devleti mutlak ayraç kılanlar, araçları; mutlak araç kılanlar ayraçları yok ediyorlar.

Güya askeri, devleti eleştirenler, onlardan ödünç aldıkları güç imkânları ile, özünde onlar adına konuşuyorlar ve burjuvazinin-emperyalizmin yol açıcılığına, “ilericiliğine” sarılıyorlar. Kimse, bu tür konularda her zaman gündemde olan araçların ve ayraçların neden hükümsüz hâle geldiğini sorgulamıyor.

Teorik kavgayı terk etmek ayraçların; politik mücadeleden uzak durmak araçların anlamını ve bağlamını silikleştiriyor. Teoriye burjuva akademilerinin ve düşünce kuruluşlarının hezeyanları; politikaya burjuva meclislerinin, mahfillerinin illüzyonları galebe çalıyor.

Kavganın terk edilmesi, mücadele alanından uzak durulması, belirli bir kurguyu koşulluyor ve bu kurgu, temelde mutlak birey’e dayanıyor; bu bireyse, burjuvazinin eğitiminin bir ürünü. Burjuvazi, kralların, aristokratların kudretine karşı, yoksulların gücünü kullanıyor, sonrasında o gücü kendi uhdesine alıp, kralın mutlak iktidarını kendi bünyesinde kuruyor. Ticaretin, metanın ve paranın akışı adına, kralın devleti, soyluların toplumu burjuvazi bünyesinde cem ediliyor. Öte yandan, krala yapılan muameleye Tanrı’ya yönelik tavır eşlik ediyor.

Özünde teoride burjuvazinin tanrısı; pratikte kral konuşuyor. Burjuvazinin kralına ve tanrısına biat etmek ve sadakat yeminini ona yönelik olarak dillendirmek, araç ve ayraçların hükümsüz hâle gelmesine neden oluyor.

O kralın ve tanrının kellesini aldı diye burjuvaziyi övmek sorunludur. Çünkü bu övgü, gözleri kör eder ve kralın, tanrının ruhunun burjuvazinin varoluşuna yedirildiği gerçeğini gizler.

Gerard Winstanley’nin hem “oğul” hem de “güneş” olarak tarif ettiği İsa, ezilenlerin elindeki silâh olmaktan çıkartılıp burjuvaziyi koruyan sırra dönüştürülmüştür. Winstanley’ye göre, “Evrensel sevgi, tüm insanları hükmü altına alınca, açgözlülük de silinip gidecektir.”[4]

İşte burjuvazi, o açgözlülük adına, sevgiyi ve Evrensel’i mülk edinmiştir. Toprak mülkiyetine yönelik kıyamı, içini boşaltarak, kendi kentli iktidarına ait kasaya kilitlemiştir. Teorideki tanrı, pratikteki kral, başka bir bedende bedenlenmiştir. Sevgi de evrensel de o kralın mülküdür.

Ayraçların ve araçların devre dışı kalmasıyla göze perde gerilmiş, belirli kişiler, burjuvazinin toprağını kendi “vatan”ı, ekonomisini kendi “gücü”, bedensel varoluşunu kendi “kanı” olarak görmeye başlamışlardır.

Temmuz 1914’te savaş kredilerine sosyal demokratların desteğini buradan anlamak gerekir. O günlerde sosyal demokratlar şunu söylemektedirler:

“Elinde en iyi insanlarımızın kanı bulunan Rus despotizminin zaferi, halkımız ve onun geleceği için büyük bir tehlikedir. Bu tehlikeyi savuşturmalı, uygarlığımızı ve ülkemizin bağımsızlığını korumalıyız.”[5]

Buradaki tüm iyelik ekleri, sıkıntılıdır. O ekler, solun boynuna vurulmuş prangalardır.

Egemenler açısından aynı prangaların kitlelerin ayağına ve boynuna vurulması bir zorunluluktur. Teori de pratik de bu zorunluluk uyarınca biçimlenir. “Rus despotizmi” ile bugünün “Ortadoğu” tasvirleri ilişkilidir. “Uygarlık” savunusu benzeşmektedir, çünkü sosyalist solun tek işi, CHP’ye örgütlenmek, onu kendisine layık olacak şekle sokmaya çalışmak, en fazla, Avrupa sosyal demokrasisinin rengini ona çalmak için uğraşmaktır. CHP rahminden yeni TİP çıkartma girişimleri de bu uğraşla alakalıdır.

Bu prangalara bağlı olarak, teoride ve politikada burjuvazinin biyopolitikası, ekonomi-politikası ve jeopolitikası ağırlık kazanmaktadır. Bu da devlet ve sermaye ile mücadele konusunda belirleyici olan tercihleri tayin etmektedir. Kimin kral, kimin tanrı olmaya soyunduğunun bir önemi yoktur; sol, krala veya kiliseye karşı mücadele tarihini maalesef burjuvazinin kitabından okumaktadır. Uygarlık, insan, güç, ondan öğrenilmektedir. Bu noktada kralın veya kilisenin, kimi zaman sosyalist pratiğe alan açmasına aldanmamak gerekir.

Açılan alan, kitlelerin tarihle ve gelecekle rabıtasını kopartmak içindir. Bu da geçici güç için niceliğin yüceltilmesini sağlar. İki ayrı rotaymış gibi görünen şey, tek bütündür. Ezilenlerin farklı bir güzergâha ihtiyacı vardır. Dolayısıyla aslolan, ezilenlerin tarihine ait olmak ve oradan düşünüp hareket etmektir. Krala ve tanrıya karşı mücadele ettiklerini söyleyenler, burjuvazinin tanrılığına ve krallığına tek laf etmezler. Yol, buna göre çizilir. O yol, güce ve kudrete asla çıkmaz.

Eren Balkır
2 Ağustos 2018

Dipnotlar:
[1] Jeanne E. Grant, For The Common Good, Brill, s. 76.

[2] Jeffrey R. Webber, Red October, Brill, s. 327.

[3] Filip Balunovic, “Frederic Jameson…”, Left East. Türkçe çevirisi: “Frederic Jameson Söyleşisi”, 4 Kasım 2016, İştirakî.

[4] Christopher Hill, Winstanley: The Law of Freedom and Other Writings, Cambridge University Press, s. 55.

[5] Aktaran: Fritz Fischer, War of Illusions: German Policies from 1911-1914, s. 511-12.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder