Pages

30 Ekim 2017

Koltuk



Kimi çakma komünistler, cumhuriyeti “birinci” ve “ikinci” diye ikiye bölmüşler; birincisinin canına okunduğunu düşündükleri için pek bir üzülüyorlar.

“Birincisi kimin cumhuriyetiydi”, “ikincisi kimin cumhuriyeti?” sorularına verdikleri yanıt; birincinin ilerici, çağdaş, laik, kamucu, anti-emperyalistlerin, ikincisinin ise yobaz, kara güçlerin cumhuriyeti olduğu yönünde.

Burada bir komünistin olmazsa olmazı, sınıfsal bir analiz yok.

Sınıfsal bir analiz yapsalar, cumhuriyetin başından beri tek bir sınıfın, burjuvazinin cumhuriyeti olduğunu ve bölümlere ayırmanın da saçmalığını görecekler.

Burjuvazi, politikalarını o günkü ihtiyaçlarına göre belirler ve o politikaların uygulanmasını kolaylaştıracak ideolojik motifleri topluma dayatır.

Kamuculuk adına KİT’lerin kurulması, burjuvazi için ucuz hammadde ve enerji ihtiyacını karşılayan ve sermaye birikimini hızlandıran bir işleve hizmet etti ve ihtiyaç kalmayınca da birer birer lağvedildiler.

Keza okumuş, aydın insan birikimine ihtiyacı vardı ve eğitim seferberliği başladı, bugün ise okumuş aydın kesimden korkulduğu için eğitimde gericileşme politikaları devreye sokuldu, yani birincisi ile ikincisi ile her şey burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillendiriliyor.

Komünistler, görünüşe değil öze bakarlar ve oraya baktıklarında görecekleri şey, yeni bir cumhuriyetin ancak burjuva cumhuriyetin alaşağı edilip iktidarın proletaryanın eline geçtiğinde mümkün olduğudur.

Birinci cumhuriyet için ah vah eden “komünistler”, burjuvazinin koltuğu altında politika yapanlardır.

Osman Murathan
29 Ekim 2017

29 Ekim 2017

Ekimlere


Ekim nasıl inkâr edilir? Bu sorunun cevabını Ertuğrul Kürkçü’nün mülâkatında[1] bulmak mümkün. Kürkçü’ye, reformizmin ve genel anlamda Marksizmi inkârın geldiği düzeyi ele verdiği için müteşekkir olmak gerek. İrfan Aktan’ın takdiminde yer verdiği “gerillalığın” bir karşılığının olmadığını, samanlığı seyrandan başka bir anlam ifade etmediğini söyleyerek başlayalım.

Mülâkatın muradının, bayatlamış Stalin tartışmasını yeni bir sosa daldırmaktan ibaret olduğu açık. Devrim, “Stalin eliyle Rusya hudutlarına hapsedilmiş.”

Oysa daha başta partinin ismi konusunda tartışma yürütülürken Lenin, Rusların değil, Rusya’nın sosyal demokrat işçi partisinin kurulmasından dem vuruyor. Zaten “Rusya” dedikleri de Çar İmparatorluğu’na ait toprakları ifade ediyor. Hedef belli: Çar’ın hâkimiyet sahasını kırmak, yoksul emekçi halkların iktidarını tesis etmek. ABD’li şarkıcı Paul Robeson[2] da bundan fazlasını söylemiyor:

“Batı’da (İngiltere, Belçika, Portekiz, Hollanda) Afrikalılar, Yerliler (Doğu ve Batı), birçok Asya halkı yüzlerce yıl gerici addedildi, ancak artık belki de bu sözde ‘koloniler’ modern toplumun birer parçası olacaklar.”

Demek ki “devrimi Rusya’ya daralttı” diye mızırdananların derdi, Batılı solcuların “devrim bizim işimiz” ukalalığına teorik kılıf bulmak. “Daraldı” dedikleri devrim, onlarca halkı ve ulusu kucaklıyor. Devrim, Batı'ya, onun hareket planına göre “dar” görülüyor.

Kapitalizmin ve emperyalizmin açtığı politik imkânlara bel bağlayanlar, Batı'nın mülkünde gördükleri devrimi, gerisin geri gasp etmeye çalışıyorlar. Kürkçü de bunu söylüyor: “Batı’dan devrim gelmedi” diye şikâyet ediyor. “Gelse her şey güzel olurdu” diyor. Biz biliyoruz ki Kürkçü için Batı’dan gelecek devrim değil, AB fonları ve prestij önemli. “Devrim” dediği, bunlardan ibaret.

Dolayısıyla, bu isimlerin bugün “seçkinci” dedikleri Sovyet aydınlarına bakıp dersler çıkartmaları, Batı’daki değerler üzerinden, kendi halklarına, işçilerine yukarıdan bilinç dayatmamaları gerekiyor, tutarlılarsa eğer. Bu zevatın “parlak an” diye küçümsedikleri momentleri, zihindeki parlamalar olarak anladıkları açık. Tarihin maddesine ve bilgisine onlar hâkim, Ekim gibi olaylarsa basit bir parlamadan ibaret. O madde ve bilgi ise her zaman Batı’ya ait.

Bu yüzden, Kürkçü gibiler, doksan yıl boyunca Avrupa’da dile pelesenk edilen “gerici Rus köylülerinin yaptığına devrim denmez” lafını cilâlamaktan başka bir şey yapmıyor. Kendi efendilerine teslim olmayı solculuk sayan kişilerin yereldeki ajanlığını ifa ediyor.

Buradan da Ekim ve Lenin Stalin’e vurarak; Marx ve Marksizm Ekim’e ve Lenin’e vurarak tasfiye ediliyor. Geriye saf olana, saf Marx’a ulaşmak gibi “iyi niyetli” laflar kalıyor, ama o laflar da sonuçta Marx’ı öncesine mahkûm ediyor. Bir tür solculuk, Marksizm çapağından kurtuluyor. “Tüm insanlar kardeştir” lafına “insanlık işçi ve burjuva olarak ikiye bölünmüştür ve bu sınıflar düşmandır” lafıyla çentik atan Marksizm, ucuz burjuva kardeşlik masalına kurban ediliyor. “İnsanlık” ve “doğa” gibi boş mefhumlar adına, işçilerin, ezilen kitlelerin somut kavgası boşa düşürülüyor. Bu kişiler için insanlık, kendi bireyliklerinden, doğa da bencil çıkar ve haz dünyasından ibaret.

Ekim’i eleştirdikleri düzlem de onda sahiplendikleri öz de aynı: “bir avuç işçi, kardeşçe bir araya gelmişti. Hayırlı olan buydu.” Dertleri işçi de değil aslında. İşçi görse, hızla topuklayıp kaçacak kişilerin o meclislere düşmanca baktıkları bilinen bir gerçek. Burjuva kazanımlarını terk etmek istemedikleri için Ekim’i basit bir işçi toplantısına; Marx’ı da insanlık kardeşliğine indirgiyorlar.

“Belki Marx ve Engels dönemindeki ‘devrimci dünya’ bu kadar büyük ve geniş değildi. Avrupa ve biraz da Amerika’dan ibaret gibiydi. Bugün artık kapitalizm sadece emek-sermaye çatışmasıyla kendini karakterize etmiyor. Kapitalizm, sermaye ile bütün insanlık ve hatta bütün doğa arasındaki bir çatışkı olarak kavranmadıkça, bugünkü devrimin imkânlarını nerede arayacağımızı bilemeyebiliriz. Marx’ın çağında bu ölçüde bir maddi genişlik yoktu.” [Ertuğrul Kürkçü]

İşte Marx’tan daha geniş bir ufka ve dünyaya sahip olduğunu zanneden Kürkçü, Avrupa’nın ve Amerika’dan ibaret “devrimci dünya” adına konuşuyor özünde. Dibine düştüğü kuyunun ağzından gördüğünü dünya sanıyor. Kapitalizm eleştirisi, Steve Jobs veya Ali Koç düzeyinde. Emekçilerin devrimci karşı çıkışını boşa düşürme derdinde. Öte yandan da Sovyetler’in tek bir model dayatmasını eleştiriyor, ama bugün AB ve ABD kaynaklı modeli kendi ülkesine dayatıyor. Sovyet eleştirisindeki ana dert buymuş demek ki: Kürkçü, Sovyetler’i değil, AB ve ABD’yi devrimci görüyor. Her tür zihinsel işlemde eskinin Sovyetler’i yerine AB ve/veya ABD’yi koymayı sosyalistlik kabul ediyor.

Sahada ABD’nin Ortadoğu müdahalesini devrimci gören ve onun bayrağı altında toplanan kesimlerin böylesi bir okuma yapması gayet doğal. Zihin de dönüşmek zorunda bu süreçte. Stalin’e dair söylediklerinde, bu kişilerin tıynetlerine ve niyetlerine dair bir şeyler bulmak mümkün. Stalin’de kendilerini buluyorlar.

“Ortadoğu bataklığı”na girmemek için Stalin’e küfür bir bahane, bir tür imaj çalışması. Buradan kendi yıldızlarını parlatmak istiyorlar. ABD’ye kaçan Avrupalı aydınların diliyle konuşuyorlar. Tüm o tezvirata koşulsuz iman ediyorlar.

Örneğin Stalin’in Hitler saldırmazdan önce İngiltere gibi güçlere birlikte ordu kurmayı önerdiği biliniyor, ama Kürkçü, Batı’nın yalanlarına sarılma konusunda ısrarcı ve cevval. Yemek yediği kaba tükürmediği için övgüyü hak ediyor doğrusu!

Onca Stalin eleştirisi yapan Kürkçü’ye, HDP şahsında sola yönelik dayatmaları da eleştirmeyi tavsiye etmek gerekiyor. Misal, kendisinin kimsenin haberi ve onayı olmadan partiye eşbaşkan seçilmesine de laf edebilmeli. HDP özelinde yürütülen fikrî dönüşümü sigaya çekebilmeli. O kadar “meclis” edebiyatı yapanlar, yedi yıl önce kurulan halk meclislerini üç ay sonra, sırf seçim bürosu olmaya neden indirgediklerini, sonrasında da nasıl tasfiye ettiklerini açıklamak zorundalar.

Eleştiri, bir propaganda türü olarak işliyor. Her şey bir torbaya konuluyor, ayrımlar siliniyor. Ekim Devrimi’ne karşılık, genel mânâda bir de Sovyet devleti var. Her ikisinin siyasetini tek bütün olarak görüp ikincisindeki kusurları Ekim’in sırtına yüklemek, kasti bir yaklaşım.

Kürkçü gibiler, hem günahlarından arınmak hem de kendilerini yeni dönemde satabilmek adına bu işi yapıyorlar. Sovyet devletini eleştiriyorlar ki AB devletine zihinlerde yer açılabilsin, herkes ona mecbur kalsın. Sovyet devletinin kusur ve hataları Ekim’e mal edilsin ki kimse Ekim’in devrimcisi olmasın. Dert, tasa bu.

Bugün HDP bünyesinde veya onunla iltisaklı tüm Ekim anmalarının amacı bu. Yapılan ve yapılacak tüm toplantılar, Ekim’in pratikte ve zihinlerde tasfiye edilmesine ayarlı. “Kadın ve Ekim”, “Özyönetim ve Ekim”, “Demokrasi ve Ekim” başlıklarıyla yapılacak tüm sunumlar, aynı programlamanın parçası.

Bir vakitler tümüyle HDP eleştirisi üzerine kurulu olan metni (Menkıbe) HDP bürolarında tartışmaya açılan Suphi Nejat’ın başına ne geldiyse, Ekim’in de başına o gelecek. Ağalar-paşalar, Ekim’i özel takvimlerinde sıradan bir ay olarak görmek istiyorlar.

Kemalizme dair sözlerine bakılacak olursa, Kürkçügillerin derdi, Sovyetler’le kurulan ilişkiler. Yoksa Tanıl Bora’nın yazısından[3], Kürkçü’nün patronu Kavala’nın Ergenekon tutuklamalarını eleştirdiğine dair haberlerden anlaşıldığı kadarıyla, bu kesimin Batı’yla içli dışlı bir Kemalizmle hiçbir derdi yok.

Meclis’e, cumhuriyete, ilericiliğe, Batılı değerlere hep birlikte sahip çıkmalarında görüldüğü kadarıyla, asıl mesele Kemalizm değil, onun Sovyetler’le kurduğu ilişkiymiş. Kendi cumhuriyetlerinin geri bir Rus toprağının ideolojisiyle muhabbet içerisinde olmasını içlerine sindiremiyorlarmış. Kürkçü, o nedenle bugün “biz olmasak, Türkiye’nin itibarı yerlerde sürünüyordu” diyor.

Tüm eleştiri çıkınını Sovyet devleti eleştirisi ile doldurmalarının nedeni, Ekim’i duymak, görmek istememeleri. Eleştiri ipinin ucunu Marx’a uzatmalarının gerekçesi, “proletarya diktatörlüğü” türünden kavramların bakımlı tüylerini rahatsız etmesi.

Parti bürolarında, otel köşelerinde içerip aşmak istedikleri Ekim, sıkılı bir kızıl yumruk. Yerli “Kızıl Danny Bendit”lerin kafasına inen o; dar kemalizme karşı geliştirdikleri meşrebi geniş kemalizmi tehdit eden gene o. O ki sömürüyü ve zulmü kökünden söküp atacak iradenin ana rahmi.

Eren Balkır
29 Ekim 2017

Dipnotlar:
[1] İrfan Aktan, “Ertuğrul Kürkçü: Sovyetler Birliği Yıkılmasaydı Marx Yanılmış Olurdu”, 27 Ekim 2017, Duvar.

[2] Paul Robeson, “Sevgili Yoldaşa”, Nisan 1953, İştirakî.

[3] Tanıl Bora, “Kemalizm ve ‘Eleştirinin Eleştirisi’”, 05 Temmuz 2017, Birikim.

24 Ekim 2017

“Bağımsızlık” Üzerine: Katalonya, Kürdistan, K. Kore ve L. Amerika


Andre Vltchek’le Söyleşi


Alessandro Biancchi

14 Ekim 2017

 

Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı, sınırlara saygı ve ülkelerin egemenliği. Bu uluslararası hukukun en çetrefilli meselesidir. Katalonya örneğinde söz konusu mesele hakkında neler söylenebilir?

Şahsen ben, küçük milletlerin kendi devletlerini teşkil etmeleri konusuna hevesle yaklaşan biri değilim. Bunlardan özellikle Batı’dakiler, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra, tüm dünyaya zulmedip yağmalayan NATO ya da Avrupa Birliği gibi kurumlarla ittifaklarını devam ettireceklerdir.

Açıkçası, Yugoslavya'nın büyük ülkesinin küçük parçalara bölünmesi, Batı'nın ve özellikle Almanya'nın ve Avusturya'nın düşmanca, kötücül bir tasarımıydı. Çekoslavakya’nın sözde “Kadife Devrim”den sonra çözülmesi tümden ahmaklıktı.

Fakat Katalonya (ya da Bask Ülkesi) eğer bağımsız olacaksa, Avrupa’nın en zengin parçalarından birisi olacaktır. Ben bunun dünyanın geri kalanı üzerinde, olumlu ya da olumsuz hiçbir büyük etkisi olacağını düşünmüyorum. Bir enternasyonalist olarak, Afganistan, Venezuela ya da Kuzey Kore gibi yerlerde ne olduğunu umursadığım kadar; onların İspanya’dan ayrılıp ayrılmamaları ya da daha da zengin olup olmadıkları, sonra zaten zengin olup olmadıklarını gerçekten umursamıyorum.

Öte yandan, İspanya’nın şimdi referandumdan sonra Katalonya’da aldığı tutum tam bir rezalet. Endonezyalıların on yıllardır Papualılara davrana geldikleri aynı yoldan Katalan halkına muamele etmeye karar verdiler. Bu devam ederse, geri dönüşü olmayan şu noktaya ulaşacak: Uzlaşma imkânsızlaşacak. Sırf onlar kendi ülkelerini istiyor diye, sen kalkıp kadınlara cinsel saldırıda bulunamazsın, tek tek parmaklarını kıramazsın. Sadece Madrid’den yönetilmeyi istemeyen yüzlerce masum insanı yaralayamazsın. Bu saçma ve adamakıllı hastalıklı! Tabii ki İspanya, şimdi Latin Amerika denen her tarafta soykırım yapıyordu, bu “onların kanlarında var” ama Katalanların kendilerine bunun yapılmasına izin vereceklerini düşünmüyorum.

Peki İspanya Anayasası ile ilgili neler söyleyebiliriz? Sonuçta anayasaların kutsal hiçbir yanı yoktur. Onlar, Batı’da egemen sınıfların çıkarlarını korumak için yazıldılar. Miadını doldurduğunda yumuşatılmalı ya da tümden yeniden yazılmalıdır. Eğer Katalanlar ya da Basklılar, bağımsızlıklarını istiyorlarsa, gerçekten istiyorlarsa, bu onlar için çok önemliyse sahip olmalılar, hem sonra neden olmasın? İspanya “halka ait bir ülke” değil. O baskıcı Batılı bir zorba. Bolivya ya da Çin’in bazı parçaları ayrılmayı deneselerdi, tümden farklı bir konuma sahip olacaktım.

Farklı durum ve farklı gerçeklik. Bu dönemde, başka bir temel uluslararası ilgi konusu, bölgesinde patlamaya hazır yeni bir bombaya haline gelmesi muhtemel Irak Kürdistanı referandumu. Bu birilerinin kabul ettiği gibi, Ortadoğu’da yeni bir İsrail mi olacak?

Peki, bu gerçekten çok ciddi bir konu. Ben hâlihazırda, Irak Kürdistan özerk bölgesinde iki kere çalıştım; hatta Musul sınırında ve orada gördüklerim hiç hoşuma gitmedi.

Açıkçası bu, Batı’nın, Türkiye’nin ve bir dereceye kadar İsrail’in bağımlı bir devleti. Bunlar, salt daha çok petrol pompalamak ve rafine etmek için halkını aldatıp onun toprağını alan, utanmaz kapitalisttirler. Bunlar, Suriyeli sığınmacılara hayvanlar gibi davranıyorlar, onları Esad karşıtı açıklamalara zorluyorlar. Eski Erbil, halkın göremeyeceği bazı garip alışveriş merkezlerine dönüşüyor. Bunların yüksek subayları esas olarak Amerika ve İngiltere tarafından eğitilip belirli bir fikre yönlendirilmiş kişiler. Ve bunlar, gece gündüz Bağdat’ı provoke edip duruyorlar.

Orada gördüğüm şeyden kesinlikle hoşlanmadım. Eğer, Iraklı Kürtlerin bağımsızlıklarına sahip olmalarına izin verilseydi, bölgedeki patlama büyük ve şüphesiz olumsuz olacaktı. Bağdat, silahlı çatışma pahasına bile buna izin vermemeli.

Şimdiki soru, Kuzey Kore nükleer gerilimi ve Kore yarımadasındaki artan savaş ihtimali üzerine: Kim’in stratejisi hakkındaki düşünceniz nedir, gerçek riskler nelerdir?

Sadece tek bir gerçek “risk” var: Dünya, kaçınılmaz bir gerçek olarak hızlıca, Batılı haydut rejimlerden hiçbir şey olmadan kurtulacağını kabul ediyor. Ben dünyanın bugün karşılaştığı başka ciddi bir problem görmüyorum.

Kim’in stratejisi nedir? Halkını, zaten Kore’nin milyonlarca erkek, kadın ve çocuğunu öldürmüş vahşi güce karşı her anlamda korumak. Bu vahşi güç, Batı ve onun müttefikleridir. Her şey çok basit fakat kişi salt BBC’yi kapatıp kendi beynini kullanmaya hevesliyse aşikâr hale gelir.

Pek çok kişiye göre, Pyongyang için nükleer bomba giderek daha da yaşamsal hale geliyor, çünkü ülkenin Irak ve Libya’nın akıbetine uğramasından giderek daha çok korkuyor. Birleşmiş Milletler’in yaptırımlarının tümden etkisiz ve amaca zararlı olduğuna inanmıyor musunuz, zira bunlar gerilimi körüklüyor.

Tabii ki fakat bunlar (yaptırımlar) hâlâ mağdura dayatılıyor! Çünkü neredeyse kimse, Batılı demagog ve diktatörlerin doğrudan yüzüne gülmeye cesaret edemiyor. Dünya, İkinci Dünya Savaşı süresince Nazi Almanyası, İtalya ve Japonya’nın işgal ettiği yerleri andırıyor. Orada kimse bağımsızlığı oylamayacak, faşizmin kurbanlarını korumayacaktı.

ABD Bilim Federasyonu (FAS) 2017’de Kuzey Kore’nin, hiçbirisinin fırlatmaya hazır olmadığı kuvvetle muhtemel düşünülse de 10 ile 20 nükleer savaş başlığı üretme potansiyeli olan bölünebilir malzemeye sahip olduğunu tahmin ediyor. ABD 6.800 nükleer başlığına sahip. Rusya’nın elinde bulundurduğu 1950’si fırlatmaya hazır 7.000 taneyle karşılaştırınca Fransızların ve İngilizlerin (sırasıyla 300 ve 215) dâhil, NATO’nun nükleer gücü, 2.200’ü fırlatmaya hazır 7.315 nükleer savaş başlığına sahip. Çin (270), Pakistan (120-130), Hindistan (110-120) ve İsrail (80) ile birlikte toplam sayı 15.000 civarında tahmin ediliyor. Batı bir nükleer tekel, bu sadece, tehdit altında hissedenle arasında gerilim yaratıyor. Sonrada tehdit edilen de onlardan temin yolunu arıyor. Ana akım medyada görüldüğü gibi Kuzey Kore, dünya için nükleer tehdidin tek kaynağı mı?

Tabii ki Kuzey Kore hiçbir tehdit oluşturmuyor. Ben zaten sayısız televizyon röportajı sırasında bununla ilgili konuştum. Kuzey Kore’yi ziyaret ettim ve halkı ile hem hal oldum. Orada kimse savaş istemiyor. Kuzey Kore halkı kendi bağımsızlıkları için korkunç bir bedel ödediler. Sivilleri tünellerde Batılı güçler tarafından amansızca öldürüldü, kadınları vahşice tecavüze uğradı, tüm köy ve kasabaları yerle bir edildi ya da yakılıp küle çevrildi. Tüm bunlar Batı’da tartışılmıyor ama Kuzey Kore’de hatırlanıyor.

Şimdi, utanmaz İngiliz propagandası, dünya kamuoyunu savaşın “kaçınılmazlığı” için “hazırlıyor”. Biliyorsun, bugünde ve bu çağda birileri hâlâ ABD’nin tek suçlu olduğuna inanıyorsa, o muhtemelen derin ve izole bir kuyuda ya da mağarada yaşıyordur. Aşılama ve beyin yıkama esasen “Avrupa Malı” ve açıkçası İngiliz yapımıdır ki buralarda çoğu insan zaten mantıklı düşünme yeteneklerini kaybetmişlerdir. İngiliz sömürgeci propaganda aygıtı son derece uğursuzdur ancak stratejik olarak sade parlaktır. Bu, yüz yıllarca kullanıldı ve hatta Alt Kıta’da, Afrika’da ve başka yerlerde kurbanların beyinlerini programlamakta başarılı oldu.

Tabii ki sizin verdiğiniz rakamlar doğru ve şu olanlar tamamen saçma! Fakat gece gündüz insanlara Kuzey Kore, dünya için gerçek bir tehlike olarak takdim ediliyor. Aynısı Sovyetler Birliği, Çin, Küba, Irak, Afganistan ve pek çok başka ülke hakkında söylendi. Bu ülkelerin çoğu zaten yok edildi.

Kuzey Kore’nin günahı, teslim olmayı, düz çökmeyi, halkını kurban etmeyi reddetmesidir. Köle olmayı reddediyor. Avrupa ve daha sonra ABD sömürgeciliği, böyle meydan okumayı en vahşi yollardan cezalandırdı. En nihayetinde batı kültürünün temeli sömürgeciliktir, onun üzerine inşa edilmiştir. Mutlak itaat, koşulsuz boyun eğme talep eder.

Eğer Kuzey Kore saldırıya uğrarsa direnmeli! Ve direnecek.

Birleşmiş Milletler, Temmuz ayında Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması’nı kabul etti. Birleşmiş Milletler, farklı yollardan ve farklı ülkelerde sıklıkla kullanılan bir kurumdur: Bu anlaşma, ABD nükleer silahları ile İtalya dâhil NATO üyesi bütün nükleer güçler tarafından göz ardı edilir. NATO, kendine üye ülkelerin anlaşmayı onaylamasını yasakladı. Batı, Saddam ve Kaddafi’nin akıbetine karşı caydırıcılığı sürdürenler için ahlaki bir tutuma sahip olabilir mi?

Batı, şehirleri çiğneyip geçmek, hareket eden her şeye tecavüz etmek, kentleri ateşe vermek, evleri ve dükkânları yağmalamak ve sonra başta gelen düşünür ve savunucuları infaz etmek için yönetilen bir haydut ordusuna benziyor. Bunlar, birkaç gün sonra, birilerinin meyve tezgâhından bir demet muz çaldığını görürler. Ve onu yakalar, yargılar ve kendilerini ahlaken tamamen erdemli hissederler. Bunların hepsi çok komik! Fakat sizin bu gerçekleri görmememiz gerek!

Rusya ve Çin (İran, Venezuela ve diğer birçok ülke ile birlikte) kendi aralarındaki alışverişte dolar kullanmama uygulamasına ağırlık veriyor. Bunun, uluslararası finansı etkileyen tedrici bir dolar zayıflaması olduğu söylenebilir mi, jeopolitik yankıları nedir?

Evet, kesinlikle! Ve siz, bu konuyu gerçek bir muhalif, Dünya Bankası’nda eski bir ekonomist, şimdi birçok ülkeye de-dolarizasyon üzerine tavsiye veren arkadaşım Peter Koenig ile konuşmalısınız.

ABD doları artık daha fazla kullanılmamalı. Batı kurumları göz ardı edilmeli. Tümüyle yeni yapılar inşa edilmeli ve ediliyor. Tabii ki Çin ve Rusya başta geliyor. Tüm bunlar son derece önemli ve yakın gelecekte dünyayı değiştirebilir.

Venezuela’da Kurucu Meclis’in toplanması ile muhalefetin darbe girişimleri devre dışı bırakıldı. Arjantin’de eski Başkan Cristina Fernandez güçlü bir halk desteği ile Senato’ya dönerken, Brezilya’da Lula anketlerde önde. Öyleyse, yıllardır hâkim güçlerin dile getirdiği biçimiyle, ilerici dönemin sonuna gelindiğini iddia edebilir miyiz?

O dönemin sonuna geldiğimizi söylemek elbette mümkün değil. Latin Amerika’nın adil ve eşitlikçi toplumlarda yaşama arzusu çok güçlüdür ve bir gecede yok edilemez.

Arjantin ve Brezilya için bazı ciddi aksilikler vardı. Venezuela fazla çile çekti, dışarıdan destekli kendi utanmaz eliti tarafından hırpalanmış durumda ama ülke hâlâ yerinde.

Brezilya’da Temer halktan hiç destek görmüyor. Onun “anayasal darbesi” yakında geri tepecek. PT, eksi ya da yeni biçiminde geri gelecektir. Ve eskiden daha da güçlü olacaktır. Aynısı Arjantin için de geçerli. Görüyorsunuz, tüm medya manipülasyonuna, propagandasına ve utanmaz yalanlarına karşı halk kandırıldıklarını daha şimdiden fark ediyor. Ahlakı belli ölçüde yeniden tesis etmek niyetindeler, sosyalizm, gurur ve umut talep ediyorlar! Hakiki bağımsızlık istiyorlar.

Bundan iki hafta sonra Güney Amerika’ya dönüyorum. Deneme kitabım LOM tarafından yakında basılıyor. LOM, Şili’de çok önemli solcu bir kitapevi. Bugünlerde sıklıkla ziyaret ediyorum kıtayı. Orası, halkın Batı emperyalizmine ve onun uşaklarına karşı mücadele ettiği bir cephe, bir savaş alanı.

Çok önemli, insanı büyüleyen zamanlardan geçiyoruz bugünlerde. Rusya’da 1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi konulu son kitabımı yeni çıkarttım. Onun mirası, tarihte daha önce olmadığı kadar bugünle alakalı. Enternasyonalizme ebelik yapan o. Enternasyonalizm, dünyayı kurtaracak olan, Batı nihilizmine ve onun gezegeni insana düşman bir tarzda, utanmaz bir biçimde yağmalamasına son verecek güç.

Kaynak

23 Ekim 2017

İflas


AKP’yi İslam üzerinden eleştirenler boşa kürek çekiyorlar, AKP’nin İslam’la alakası yok. Solu, sosyalistleri sol ve sosyalizmle eleştiriyorlar, bu da boşa uğraş, çünkü sol solculukla, sosyalizmle alakasız.

Yıllardır herkes, popçu Çelik gibi konuşup hareket ediyor. Gündemde yerini alması, bir viraj alma istemiyle bağlantılı. Kıvırmaya çalışıyorlar. Koç’a, Sabancı’ya “yoldaş” diyenler, işçi eylemlerini iki günde satanlar, sendikaları ağalara teslim edenler, burjuva siyaset koridorlarında nefes alıp verenler, bugün Çelik’e vurarak yükselmek istiyorlar. Bugün bir çeşit “Atatürk tarikatı”nın üyesi Red dergisinin Çelik’i eleştirmeye hakkı yok, onun dönüp kendi yazdıklarına bakması gerekiyor.[1]

Aynı durum, Erdoğan’ın “kente ihanet ettik” açıklaması için de söz konusu. Genel bir kriz hâlinden söz ediliyor, inşaat sektörünün iflasın eşiğine dayandığı iddia ediliyor. Tabanı kontrol altına almak için ediliyor o sözler. “Evlerimiz büyüdü, gönüllerimiz küçüldü” türünden afili laflar bu yüzden ediliyor. Burjuva siyaset sahasında o nedenle “fakiriz olum” diye başlanıyor cümlelere. Pantolon düşmesin diyedir bu laflar.

Tabii ki kimse Demirtaş’ı o cümlesi için “eril dil” kullanmakla eleştirmiyor. Fakirlik edebiyatı ile dalga geçmiyor. Batılı mahfillerden gelen bol felsefî ambalajlarla süslenmiyor o sözler. Çünkü kriz var ve yoksul halkın rehabilite edilmesi, çapaklarının alınması, öfkesinin yumuşatılması, denize ulaşmadan kuruyacak derelere boşaltılması gerekiyor. Herkes, neoliberalizmden aldığı paydan memnun. Bu memnuniyet, kentsel dönüşümle de ilgili. Paylarını aldıkları sürece o dönüşüme alkış tutuyorlar. Milliyet ve din gibi geri, ilkel unsurları tasfiye etmesine seviniyorlar.

AKP’nin kitle manipülasyonu, kontrolü ile ilgili hamlelerine solda da rastlamak mümkün. Aynı fıtrattalar. Küçük burjuva siyasetin sol versiyonu ile sağ versiyonu arasındaki ayrıma çok takılmamak lazım. Özünde aynı efendilerin, aynı vantrologların kuklaları…

Çelik’in sözlerini yıllardır birçok solcu şu veya bu biçimde dillendiriyor zaten. Son laiklik mitingine katılan bir örgüt “kahrolsun faşist Kemalist diktatörlük” dövizi taşıyor, sosyal medyada kimileri “boşverin bu baldırı çıplakları” diye küfrediyor o örgüte. Ve aslında Fransız Devrimi’nin burjuva ağalarıyla rabıtalı olduklarını ikrar etmiş oluyorlar. Devrimcilik dedikleri şey, Fransız, ötesi aşağılık, kir, çapak…

O yüzden açıktan AKP’ye küfrediyorlar, sırda ise oradan kazandıkları paraları sayıyorlar, namlarına nam katıyorlar. Mehmet Ağar emrediyor, “solculara para verin”, onlar da veriyorlar, o solcular da yüce meziyetleri karşılığı o parayı hak ettiğini düşünüyor. İşleri güçleri, o meziyetleri sosyal medyada pazarlamak.

Bu düşünce, tabii ki üç kuruşa çalışan işçiyi dinlemiyor, görmüyor, ona dokunmuyor. Ondan açıktan tiksiniyor. Beyoğlu ranta açılıyor, polis yoğun biçimde saldırıyor, bugün İstiklal Caddesi bitmek bilmeyen yol inşaatına tanıklık ediyor, çünkü oranın çehresi başka bir düzene göre ayarlanıyor, mevcut esnaf bıktırılarak tasfiye edilmek isteniyor. Sonra, Gezi’nin ardından, devlet Kadıköy’ü işaret ediyor. Belediye başkanı ilçede yaşanan bir tecavüz vakasını “ilçemizin adını kirletemezsiniz” diyerek örtbas etmek isteyince kimse ses etmiyor, çünkü herkes, o belediyenin ağına yakalanmış sinek. Kâğıt toplayıcısı bir babanın kızını taciz edenlere tepkisi, solcu bir linçle karşılık buluyor, kimseden ses çıkmıyor. Çıkamaz!

Gericilik edebiyatı tüm zihinleri, zihinlerin en burjuva yerlerini kuşatıyor. Herkes, dünyaya oradan, yaşamsal rahatlıklarından, içkisinden, sefahatinden bakıyor. Oradan bakıldığında, işçinin, ezilenin derdi görülmüyor. Bugün İstanbul’da kâğıt toplayıcılığını Afganlar, Suriyeliler yapıyor, eskinin emekçisi Kürtler patron olmuş, onları sömürüyor. Kürtler, söylem olarak lüks mahallelerdeki sol siyasete işte bu yüzden girebiliyor. Patron olabildiği, sınıf atlayabildiği, yani insan sıfatına girebildiği ölçüde siyasette kendisine yer bulabiliyor. Afganların çilesini görebilecek bir akla ve yüreğe rastlanmıyor.

Bu ortamda tabii ki Emrah Serbes’e, yeğeniyle fotoğrafları çıkan mankene vs. sahip çıkılacak. Her türden sınıfsal-politik kir, AKP halısının altına süpürülüyor. Enseste sahip çıkılıyor, “ahlak bekçiliği yapmayın, birlikte olur olmaz, size ne” diyor solcular, sonra aynı sosyal medyalarında Türkiye’deki ensest oranı ile ilgili haberleri paylaşıyorlar. Öyle ki müftü nikâhına olduğu kadar nikâha, düğüne, dayanışma ilişkilerine, halkın birlikte yaşama pratiklerine bile saldırılıyor. AKP bir fırsat kapısı açıyor, herkes oraya hücum ediyor. Yani Çelik’le ilgili yazılar, katmerli yalanı örtbas etmek için yazılıyor.

Bu yalan, alınan virajları, girilen yolları gizlemek için. Yıllardır ağzına emekçiyi, yoksulu, ezileni almamış, alanları eleştirmiş kesimlerin bugün yoksuldan bahsetmeleri, mevcut kriz koşulları ile alakalı. Tıpkı Tayyip’in “şehre ihanet ettik” açıklaması gibi. O ihanete kıyam edecek şehri görüyorlar, ağızlara parmak bal, yüreklere hoş bir iki laf çalıyorlar. O çalma pratiği konusunda herkes yoldaş.

O yoldaşlar, bugün Soros bağlantısı aşikâr birine methiyeler düzüyor. F-16 modernizasyonu, otel zincirleri, sömürü, tekellerin siyaseti… kimse bu konuları görmüyor. Parasını yediği adama sahip çıkmak Birgün gazetesine düşüyor. “Burjuva” veya “kapitalist” sözcükleri taktiksel olarak geri çekiliyor ve Kavala Paşa’ya “iş insanı” deniliyor. “Demokrasi ve barış” mücadelesinden söz ediliyor. Şiraze kaymış, ölçü silinmiş, zemin dağılmış. Bu gerçeğe uymayanlara ise tıpkı Çelik gibi tepki geliştiriyorlar.

Havalimanında, omzunda gerçek kürk bulunan bir kadına başka bir kadın hayvan hakları üzerinden bir çift laf ediyor, kavga çıkıyor, kürklü kadın, “senin yok diye kıskanıyorsun” diyerek tepki gösteriyor. Bugün sol ve sağ küçük burjuvazi, aynı cümleyi sürekli tekrarlıyor. Suriyeli mültecilerle ilgili film çekiyorlar ve o mültecilerin “daha fazlasını istediği için bu hâlde oldukları”nı söylüyorlar. Bu üsttenci, karşı tarafı aşağılık, insanlık dışı gören dil, herkesin zihnini ele geçiriyor. Bu dil, burjuvazinin dili.

Sonuçta sol ve sağ küçük burjuvazi arasındaki kavgaya, dalaşa fazla kanmamak gerekiyor. Döne dolaşa efendilerinin “yap” dediklerini yapıyorlar.

Eren Balkır
23 Ekim 2017

Dipnot:
[1] “Allah’ın Özenle Yarattığı Bir Dallama”, 22 Ekim 2017, Red.

12 Ekim 2017

Çocuklara Elveda


Bolivya’ya gitmek için yola çıkmadan önce Che gizlice Küba’ya gidip eşine bir mektup verir. Mektup ölmesi hâlinde beş çocuğuna okunacaktır. Ertesi yıl Che benzer bir mektubu en büyük kızı Hilda’ya yazar. İki mektup da aşağıdadır.

● ● ●

Çocuklarıma,

Sevgili Hildacığım, Aleidacığım, Camilo, Celia ve Ernesto,

Eğer bu mektubu okumak zorunda kalmışsanız bilin ki bunun sebebi artık sizinle birlikte olamamamdır. Beni pratikte pek hatırlamayacaksınız, küçük olanlarınız ise hiç hatırlamayacaktır.

Babanız inançlarına göre hareket eden ve görüşlerine kesin olarak sadık kalan birisiydi.

İyi birer devrimci olarak yetişin. Çok çalışın ki doğaya hâkim olmamızı sağlayan teknoloji konusunda ustalaşabilesiniz. Asıl önemli olanın devrim olduğunu, tek tek her birimizin bir kıymet taşımadığını asla unutmayın.

Her şeyden önce dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişinin maruz kaldığı her türden adaletsizliği yüreklerinizin derinliklerinde her zaman hissedin. Bu, bir devrimcide görülen en güzel vasıftır.

Siz sonsuza dek benim evlatlarımızsınız. Sizi görmek hâlâ benim umudumdur.

Hepimizi öpüyor, tek tek kucaklıyorum.

Babanız.

[1965]

● ● ●


Canımın içi Hilda’cım,

Mektubu şimdi yazıyorum ama o, çok sonra geçecek eline. Aklımdan seni çıkartmadığımı, çok mutlu bir doğum günü geçirmiş olmanı umduğumu bilmeni isterim. Artık yetişkin bir kadınsın, kardeşlerine yazdığım gibi yazamam sana, aptalca şeyler anlatıp küçük yalanlar söylememem.

Çok uzakta olduğumu, bir süre daha uzakta olacağımı, düşmanlarımızla mücadele konusunda elimden geleni yaptığımı bilmelisin. Yaptığım o kadar ahım şahım bir şey değil ama yine de bir şeyler yapıyorum, sanırım babanla her zaman gurur duyacaksın, çünkü ben, seninle gurur duyuyorum.

Önümüzde mücadeleyle geçecek onca yıl var, unutma; bir kadın olduğunda, sen de mücadele içerisinde payına düşeni yapmak zorunda kalacaksın. Bu esnada kendini hazırlamalı, devrimci olmalı, yani senin yaşında mümkün olduğu ölçüde çok şey öğrenmeli, her daim adil davaları desteklemeye hazır olmalısın. Aynı zamanda annenin sözünden de çıkmamalısın, her şeyi kısa sürede öğrendiğini sakın düşünmeyesin. Bu mertebeye zaman içerisinde ulaşacaksın.

Okulda en iyi öğrenci olmak için mücadele etmelisin. Her anlamda en iyi olmalısın, bunun ne demek olduğunu zaten biliyorsun: çalışmalı ve devrimci bir tavır geliştirmelisin. Başka bir ifadeyle, ahlâklı ve ciddi olmalı, devrimi, yoldaşlığı vs. sevmelisin.

Senin yaşındayken ben öyle değildim, herkesin birbirine düşman olduğu, farklı bir toplumda yaşadım. Şimdi sen, başka bir dönemde yaşama imtiyazına sahipsin ve bunun kıymetini bilmelisin.

Eve gidip diğer çocuklara göz kulak olmayı, onlara derslerine çalışıp terbiyeli olmaları konusunda tavsiyelerde bulunmayı unutma. Bilhassa ablası olarak gözü kulağı sende olan Aleidacığa tavsiyelerde bulun.

Peki arkadaş. Umarım doğum gününde çok mutlu olursun. Anneni ve Gina’yı benim için kucakla. Birbirimizi görmediğimiz sürece ikimize de yetecek şekilde kucaklıyorum seni.

Baban.
15 Şubat 1966
Kaynak

11 Ekim 2017

Che Guevara’nın Ölümü


Yaklaşık on yıl önce başrolünü Benicio del Toro’nun oynadığı, Steven Soderbergh’in yönettiği Che filminin yapımcılarıyla birlikte Miami’ye gitmiştim. Amacımız, Che’nin öldürüldüğü koşullar konusunda film için daha fazla bilgi elde etmekti. ABD’de sürgünde olan Castro karşıtı kesimin kalesi olan Küçük Havana’daki bir restoranda Gustavo Villoldo ile buluştuk. Villoldo, simge hâline gelmiş devrimcinin takibi ve yakalanmasına katkı sunmak amacıyla 1967’de Bolivya’da çalışmış üst düzey Kübalı-Amerikalı CIA ajanı. Villoldo, elinde 9 Ekim 1967’de Che’nin öldürülmesiyle ilgili kıymetli bilgilerle dolu, kalın beyaz kapaklı bir dosyayla geldi. İçinde orijinal fotoğraflar, gizli teleks mesajları, haber klipleri, hatta Che’den öldükten sonra alınan parmak izleri vardı. Dosyada Che ve küçük gerilla birliğinin ortadan kaldırılmasında Bolivya özel kuvvetlerine eğitim veren, bu kuvvetlere yardım eden CIA’in yaptıklarının tarihsel sonuçlarına yer verilmekteydi.

Che’nin ölümüne dair detayları aktaran emekli ajan, Che’nin cesedinin La Higuera’dan helikopterle getirildiğinde kendisinin Bolivyalı subaylarla yürüttüğü tartışmalardan da bahsetti. Che, La Higuera’da yakalandı, vuruldu ve Villegrande kasabasına götürüldü. Ajanın aktardığına göre Bolivyalılar, Che’nin elini kesip onun öldüğüne dair bir kanıt olarak onu muhafaza etmek istediler. Villoldo’ya göre, subayları elin kesilmemesine, bunun yerine alçıdan bir maske yapmaya ikna eden kendisi. Konuşma esnasında Villoldo, cesedin hiç bulunamayacak bir yere gizlice nasıl gömüldüğünü ve bu süreci kendisinin nasıl organize ettiğini de anlattı. Gerçekten de otuz yıl boyunca Che’nin mezarı hiç ortaya çıkartılamadı. Cesetten arta kalanlar, Temmuz 1997’de Villegrande’nin dışındaki bir uçak pistinin yanında bulunan geçici bir mezara konuldu.

Sohbetin bir yerinde Villoldo, dosyayı açıp beyaz bir zarf çıkarttı. İçinde bir tutam kahverengi saç vardı. Soğuk Savaş sürecince elde edilmiş bir zafere ait bir hatırayı elinde tutan ajan, cesedi gömmeden önce Che’nin başından bir tutam saç kestiğini gururla anlattı: “Aldım, çünkü bu dağdan inen, sakallı, uzun saçlı adam, devrimin bir sembolüydü. Ben o an, Küba devrimine ait bir sembolü de kestiğimi düşünmüştüm.”

Elli yıl sonra ABD’li yetkililer de benzer bir hissiyattaydılar. Onlara göre, Che’nin yakalanması ve öldürülmesi, ABD’nin altmışlarda ABD müdahalesine ve kontrgerilla savaşına tanıklık eden dönemde, Küba ve Latin Amerika’daki militan sola karşı elde ettiği en önemli zaferdi. O dönemde CIA ve Beyaz Saray, Che’nin ölümünün Castro ve Küba, ayrıca Latin Amerika’da devrimin yayılmasına mani olması açısından ABD için sahip olduğu önemi analiz eden bir yığın gizli belge kaleme aldı.

Bu gizli ve sadece özel kişilerin görebileceği rapor, Che’nin ölümünden beş gün sonra Başkan Lyndon Johnson için hazırlandı. Raporda CIA direktörü Richard Helms’in kaleme aldığı kısa bir özete yer veriliyor. Helms, burada Che’nin son saatlerine ait detayları aktarıyor. Direktörün rapora eklediği “Ernesto ‘Che’ Guevara’nın Yakalanması ve Öldürülmesi” isimli belge, Bolivya’dan geçilen haberlerde dile getirildiği biçimiyle, Che’nin Bolivya ordusu ile girdiği “çatışma esnasında aldığı yaralardan” ölmediğini söylüyor. Belgeye göre, “Che saat 13:15’te, M-2 otomatik tüfekle açılan ateş sonucu öldürüldü.”

Beyaz Saray raporu, aynı zamanda Bolivya devletinin cesedi yaktığını, Arjantin veya Küba’ya teslim etmediğini iddia etmek suretiyle, Che’nin ölümünde oynadığı rolü örtbas ettiğini ortaya koyuyor. Che’nin kardeşi Roberto, cesedin aileye iade edilmesini istemek için Bolivya’ya gitti. Şilili sosyalist senatör Salvador Allende, cesedin Şili’ye verilmesini istedi ki bu girişim, Washington tarafından Che’nin cesedinin Castro tarafından açığa çıkartılmasına dönük bir çaba olarak yorumlanmıştı. Başkan Johnson’a aktarıldığı biçimiyle, “Bolivyalılar Che’yi öldürdüklerini ifşa etmek ve komünist hareketin cesedi istismar etmesine izin vermek istemediklerini ortaya koymak için otopsinin bağımsız kişilerce gerçekleştirilmesini istemedi.

14 Ekim 1967, Che Raporu. (Ulusal Güvenlik Arşivi)

Johnson’a sunulan rapora göre, Guevara’nın ölümü “Castro’ya indirilmiş ağır bir darbeyi ifade ediyor.” CIA’in ele geçirdiği, Havana’dan Bolivya’ya giden gizli mesajlarda da görüldüğü üzere, Fidel’in niyeti, Bolivya’da “tüm kıtayı kapsayacak bir hareketin kıvılcımını çakmak”tı. Hatta bu mesajlarda görüldüğü biçimiyle Castro, Bolivya Komünist Partisi’nin üst düzey yöneticilerini Havana’da toplayıp, onlara ayaklanmayı milliyetçi bir hareket olarak sunmamayı tavsiye ediyor. Castro, asıl olarak “enternasyonalist bir hareket” üzerinde duruyor.

Beyaz Saray görevlisi Walt Rostow’un başkana sunduğu ve bu konuyu destekleyen başka bir raporda, “Guevara’nın ölümünün bu türden önemli sonuçları olduğundan” bahsediliyor.

“[Che’nin ölümü] Sukarno, Nkrumah, Ben Bella gibi saldırgan, romantik devrimcilerden birinin, bu eğilimi güçlendiren başka bir ismin ölümünü ifade ediyor.

Latin Amerika bağlamında Che’nin ölümü, gerilla olması muhtemel kişiler üzerinde ciddi bir tesire yol açacaktır.

Burada yeni yeni uç veren ayaklanma süreçleriyle yüzleşmiş ülkelere sunduğumuz ‘önleyici ilâç’ın sağlam bir içeriğe sahip olduğu görülüyor. Che’yi köşeye sıkıştırıp yakalayan, aynı yılın Haziran-Eylül ayları arası dönemde bizim Yeşil Bereliler’imizin eğittiği 2. Komando Taburu’dur.”

Peki ama bu ölüme Fidel nasıl tepki verecekti? ABD’li yetkililer, elçiliklerden birinin bombalanması veya diplomatların kaçırılması gibi eylemlere girişmek suretiyle, Castro’nun yitirdiği prestiji yeniden elde etmeye çalışacağından endişe ettiler. Bu noktada dışişleri bakanlığı, bölgedeki ABD elçilerine tedbir amaçlı bir güvenlik uyarısı gönderdi.

Oysa Küba devrimi, uluslararası terörizm adını karıştıracak bir ülke değildi. Elçiliklere bomba konulmadı, hiçbir diplomat kaçırılmadı. Fidel’in ilk tepkisi, 18 Ekim’de Che için yapılan anma yürüyüşünde coşkulu, vakur ve dokunaklı bir konuşma yapmak oldu (Bkz. Che Guevara’yı Anma Töreni Konuşması) ve ABD hükümetinin üst kademelerinde dolaşıma sokulan, gizli raporlarda üzerinde durulan hususların bir kısmına değindi.


Fidel’in tespitine göre Che’nin ölümü, “devrimci harekete indirilen çok ağır, çok müthiş; bir darbe”ydi. Ama konuşmasında Fidel şunları ekledi: “Zafer hayalleri kuranlar aldanıyorlar. Bu ölümün onun düşüncelerinin sonu, taktiklerinin, gerilla kavramının, teorisinin bitimi olduğunu düşünenler çok yanılıyorlar.”

Ayaklanmalar gibi ABD önderliğinde yürütülen kontrgerilla operasyonları da devam etti. Bu operasyonlara bilhassa Guatemala, El Salvador ve Nikaragua gibi Orta Amerika ülkelerinde tanık olundu. Pratikte Che’nin ölümünü takip eden on yıl içerisinde Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi, Küba’nın lojistik desteği ve verdiği eğitimlerle, bileği bükülmez bir hareket hâline geldi ve nihayetinde Somoza hanedanlığını yıktı. Washington’daki yetkililer Guevara’nın fikirlerinin, anlayışının ve kendisini adadığı direnişin cesedi ile birlikte toprağa gömüldüğünü düşünmüşlerse gerçekten büyük bir yanlışa imza atmışlardı. Onun başarısızlıkla sonuçlanan gerilla savaşı taktiği gerekli ilhamı yeterince vermemiş olabilir ama CIA’in müdahalesi sonucu şehit oluşu o ilham verdi.

Küba’da Che’nin ölümünün ellinci yıldönümü ABD’ye karşı koyma kararlılığının ve devrimi canlandırma çabalarının ortaya koyduğu bir sahneye dönüştü. Guevara’nın mezarını bulunduğu Santa Clara’daki yürüyüşte başkan yardımcısı Miguel Díaz-Canel Che’nin nasihatini aktardı: “Emperyalizme asla güvenilmez, ona karşı zerre güven beslenemez.” Trump’ın herkese kabadayılık etme üzerine kurulu söylemi ve Küba’ya karşı cezalandırma amaçlı politikaları savunması karşısında Díaz-Canel şu sözünü tekrar dillendirdi: “Küba, egemenliğinden ve bağımsızlığından taviz vermeyecek, ilkelerini asla müzakere etmeyecektir.”

Gustavo Villoldo’nun elindeki dosya, aynı zamanda Guevara’nın sembolleşen ve romantize edilmiş mirasını da aktarıyor. Villoldo, sonrasında Che’nin öldürülmesine dair belgelerin ve hatıraların bulunduğu bu albümü açık artırmayla satmaya karar verdi. Açık artırma, 25 Ekim 2007’de Dallas’taki Miras Açık Artırma Galerileri’nde gerçekleştirildi.

İlk başta istenilen asgari teklif 50.000 dolardı. Ama açık artırma şirketinin müteveffa Hugo Chávez hükümetinin ilgi göstermesi sonrası ki Chávez, muhtemelen saçı alıp Che’nin ailesine vermek niyetindeydi, en düşük teklif birden 100.000 dolara çıktı. Dosya açık artırmaya çıktığında Bill Butler isimli Teksaslı bir kitapçı 100.000 dolara ek olarak 19.500 dolarlık satış komisyonunu da ödemeyi kabul etti.

Butler’ın aktardığına göre, niyeti dosyayı kendisine ait Houston kitabevinde sergilemekti. Bu özel ve pahalı dosyayı almasının sebebini izah ederken gazetecilere şunu söyledi: “Che Guevara yirminci yüzyıldaki en büyük devrimcilerden birisiydi.”

Peter Kornbluh
10 Ekim 2017
Kaynak

Che Guevara’yı Anma Töreni Konuşması

Devrimci Yoldaşlar,

Che'ye ilk kez 1955 Temmuz ya da Ağustos’unda rastladım. Bir gece içinde, gelecekteki Granma yolcularına katılmaya karar verdiğini yazmıştır, oysaki o anda yolculuk için ne gemi, ne silâh, ne de insan vardı. İşte bu koşullar altında Raul ile birlikte, Che, Granma listesinde yer alan ilk iki kişiden biri oldu.

O günden beri on iki yıl geçti. Mücadele dolu ve tarihi bakımdan anlamlı günler bunlar. Bu zaman içinde, ölüm, pek çok mert ve değerli insanı aramızdan aldı. Fakat, aynı zamanda, devrim yıllarında, olağanüstü insanlar ortaya çıktı. Bu kişiler devrimciler arasında çelikleşmişti. Bunlarla halk arasında anlatamayacağım derecede güçlü sevgi ve arkadaşlık bağları kuruldu.

Bu akşam, bize en yakın olanlardan birini, en çok hayranlık duyulan, en çok sevilen ve kuşkusuz, devrimci yoldaşlarımız arasında en olağanüstü olan birini anmak için toplandık. Onun için ve onunla dövüşüp onunla düşen kahramanlar için, Che'nin tarihe şanlı ve unutulmaz bir sayfa ekleyen uluslararası ordusu için duygularımızı dile getirmek üzere buradayız.

Che, sadeliğiyle, karakteriyle, doğallığıyla, arkadaşça tutumuyla, kişiliğiyle, kendine özgü nitelikleriyle, daha başka özellikleri ve eşi emsali bulunmaz erdemleri öğrenilmeden önce bile, hemen sevgi uyandıran kişilerdendi.

İlk günlerde, birliğimiz doktoruydu. Daha sonraları arkadaşlık bağları ve onun için beslenen sıcak duygular daha da güçlendi. Emperyalizme karşı nefret ve kinle doluydu. Bunun nedeni yalnızca politik eğitiminin daha o zamanlarda oldukça gelişmiş olması değildi. Ayrıca, kısa bir zaman önce, Guatemala'da kiralık askerlerle devrimi bastıran katil emperyalizmin işgaline tanık olmuştu.

Che gibi biri için, fazla araştırıp soruşturmaya, kanıt aramaya gerek yoktu. Bu duruma karşı silah elde savaşmaya hazır insanların var olduğunu bilmek ona yetiyordu. Bu insanların içten gelen devrimci ve yurtsever ideallerden esinlendiklerini bilmek onun için yeterliydi. Fazlasıyla yeterliydi.

1956 Kasım’ının sonlarında bir gün, bizimle birlikte Küba'ya doğru yola çıkmaya karar verdi. Bu yolculuğun onun için özellikle çok zor olduğunu hatırlıyorum, çünkü yol hazırlığı koşulları içinde kendisine gerekli olan ilâçları bile yanına alamamıştı. Yolculuk sırasında, şiddetli bir astım krizine yakalandı, hastalığın pençesinde çaresizdi, yine de ağzından tek bir şikâyet sözü çıkmadı.

Vardık, ilk yürüyüşümüze giriştik, ilk geri çekilmemizin acısını yaşadık ve birkaç hafta sonra, Granma yolculuğuna katılanlardan sağ kalanlar biraraya gelmeyi başardı. Che yine birliğimizin doktoruydu.

İlk savaşımızdan zaferle çıktık, artık Che birliklerimizde hem askerlik, hem de doktorluk yapıyordu. İkinci savaşımızdan da zaferle çıktığımızda, Che, artık yalnızca bir asker değil, savaşın en önde gelen kahramanlarından biriydi, tüm askeri eylemlerinde ona özgü olan olağanüstü başarılardan birini kazanmıştı bile. Güçlerimiz gelişmeye devam etti ve yine son derece önemli olan yeni bir savaşa giriştik.

Durum zordu. Aldığımız istihbarat birçok bakımdan yanlıştı. Şafakta, gündüz ışığında, deniz kenarında, iyi korunmuş, güçlü silahlarla savunulan mevzilere saldıracaktık. Düşman birlikleri gerimizdeydi, pek uzak da değillerdi. Bu karmaşık koşullarda, askerlerimizden olağanüstü bir çaba istememiz gerekiyordu.

Yoldaş Juan Almeida, en güç görevlerden birini üzerine aldı, fakat yan kanatlardan biri saldırı güçlerinden yoksun kalmıştı, bu yüzden tüm harekât tehlikeye giriyordu. O anda, doktor olarak çalışmasını da bir yandan sürdüren Che, yanına iki-üç adam aldı, bunlardan biri makinalı tüfekliydi, birkaç saniye içinde saldırıyı başlattılar.

O durumda yalnızca seçkin bir savaşçı değil, aynı zamanda harika bir doktordu, hem yaralanan yoldaşlarımızın yardımına koşuyor, hem de yaralı düşman askerlerine bakıyordu.

Tüm silahlar elden gittiğinde, bulunduğumuz konumu terketmek zorunda kalıp birkaç düşman birliğinin saldırılarına göğüs gererek uzun bir yoldan geri çekildiğimizde, birinin yaralılarla birlikte geride kalması gerekiyordu. Che kaldı. Askerlerimizden küçük bir grubun yardımıyla yaralılara baktı, hayatlarını kurtardı, sonra onlarla birlikte yürüyüp kolumuza katıldı.

O günden sonra, Che, yetenekli ve yiğit bir lider olarak hep yanımızdaydı, zor bir görev söz konusu olduğunda, "üzerine alır mısın?" diye sorulmasını beklemezdi bile.

El Uvero savaşında da böyle oldu. Yine aynı mükemmel davranışları gösterdi. İlk günlerde, beklenmedik bir durum ortaya çıkmış, küçük birliğimiz birkaç uçağın saldırısına uğramıştı. Bombardıman altında geri çekilmek zorunda kaldık. Belirli bir uzaklığa dek yürüdükten sonra, ilk eylemde bizimle birlikte olan, fakat sonra ailelerini ziyaret etmek için izin alıp evlerine giden bazı köylü askerlerimizin tüfeklerini hatırladık. O günlerde, henüz çekirdek halindeki ordumuz tam bir disipline kavuşmamıştı. Tüfeklerin belki de kaybolduğunu düşündük. Daha sorun ortaya çıkar çıkmaz Che gönüllü oldu, bombardıman sürüp giderken tüfekleri kurtarmak için öne atıldı.

En başta gelen belirleyici özelliklerinden biri, en tehlikeli görevler için derhal gönüllü olmakta gösterdiği yiğitlikti. Elbette ki, bu da büyük bir hayranlık uyandırıyordu -her zamanki hayranlığın iki katını uyandırıyordu. Bu ülkede doğmamış olan, bizimle savaşan bir asker, derin düşüncelere sahip bir adam, zihni kıtanın diğer parçalarında mücadele etme hayalleriyle dolu bir kişi, her an en tehlikeli görevleri üstelenecek kadar, hayatını sürekli tehlikeye atacak kadar kendi kaderini hiçe sayan, kendini feda eden yiğit bir savaşçıydı.

Sierra Maestra'da örgütlenen ikinci savaş kolunun komutanlığını ve liderliğini işte böyle elde etti. O günden sonra da sürekli yükseldi. Savaş süresince en yüksek kademelere ulaşan büyük bir askerdi.

Che, eşi bulunmaz bir asker, eşi bulunmaz bir liderdi. Che, askeri görüş açısından, olağanüstü yetenekli, olağanüstü cesaretli, olağanüstü mücadeleci bir insandı. Gerillacı olarak, bir tek Aşil topuğu vardı, son derece mücadeleci karakterliydi ve tehlikeyi küçümserdi.

Düşman, onun ölümünden bazı sonuçlar alacağına inanıyor. Che, savaş uzmanıydı. Gerillacılığın sanatçısıydı. Bunu sayısız kereler gösterdi. Fakat, özellikle iki olağanüstü olayla çok mükemmel biçimde kanıtladı. Bunlardan ilki, askeri bir kola komuta ettiği işgal harekâtıdır. Bu kolu, düz ve hiç bilinmeyen bir arazide, binlerce düşman askeri izliyordu. Burada Che, Camilo Cienfuegos ile birlikte olağanüstü askeri başarılar kazandı. Las Villas bölgesindeki yıldırım harekâtında, özellikle tanklarla, topçu ateşiyle, binlerce piyade askeriyle savunulan Santa Clara kentine yaptıkları cüretkâr baskında da gösterdikleri başarı büyüktü. Bu iki kahramanlık, onu olağanüstü yetenekli bir lider, devrimci savaşın ustası, sanatçısı olarak tarihe geçirdi.

Yine de, kahramanca ve şanlı ölümünden sonra, bir takım kişiler, onun görüşlerinin, gerilla teorisinin değerini inkâr etmeye kalkıyorlar. Bir sanatçı ölebilir -özellikle gerilla savaşı gibi tehlikeli bir alanın sanatçısıysa- ama asla ölmeyecek olan, yoluna hayatını adadığı, zekâsını uğruna seferber ettiği sanattır.

Bu sanatçının savaşta ölmesinde şaşılacak ne var? Asıl şaşılacak olan, devrimci mücadelemizde, hayatını pek çok kez tehlikeye attığında, çarpışmalar sırasında ölmemiş olmasıdır. Çoğu kez, önemsiz eylemlerde, hayatını kaybetmesi diye onu geri çekmek gerekiyordu.

İşte sonunda bir çarpışmada -katıldığı pek çok çarpışmadan birinde- hayatını yitirdi. Bu çarpışmadan önceki koşulları ya da aşırı derecede mücadeleci tutumu içinde nereye kadar çarpışabileceğini tam olarak anlamamıza yetecek kadar bilgimiz yok. Fakat gerilla savaşçısı olarak bir Aşil topuğuna sahipse, bu onun son dereceye varan mücadeleciliği, tehlikeyi hiçe saymasıydı, diye tekrarlamaktan çekinmeyiz.

Bu yönden, ona hak veremiyoruz, çünkü onun hayatını, deneyimini, lider olarak yeteneğini, otoritesini, onun hayatındaki her şeyi, kendisinin düşündüğünden çok daha değerli, kıyas kabul etmeyecek kadar, çok daha değerli sayıyoruz.

Bu davranışında, insanın tarihte göreli bir değere sahip olduğu, insanların düşmesiyle davanın yenilmeyeceği, tarihin güçlü yürüyüşünün liderlerin ölümüyle durmayacağı düşüncesinden esinlenmiş olabilir.

Bu gerçektir, bundan kuşku duyulamaz. O insana olan inancını gösterdi, düşüncelere olan inancını kendi örneğiyle kanıtladı. Bununla birlikte -birkaç gün önce söylediğim gibi- bütün yüreğimizle, onu yeni yeni zaferlerin yaratıcısı olarak görmek istiyorduk, onun önderliğinde yaratılacak zaferleri görmek istiyorduk, çünkü onun deneyimine sahip, onun çapında, onun gerçekten benzersiz yeteneğini taşıyan insanlara her zaman rastlanmaz.

Onun örneğinin değerini tam olarak anlıyoruz. Pek çok insanın onun örneğine göre yaşayacağına, halkın içinden onun gibi insanlar çıkacağına kesinlikle inanıyoruz.

Che'de biraraya gelen tüm erdemlere sahip bir insan bulmak kolay değildir. Bir kişinin, kendiliğinden onunkine benzer bir karakter geliştirmesi kolay değildir. Ona yetişmek zor, onu aşmaksa çok zordur. Ama onun gibi insanların oluşturduğu örneğin, o çapta kişilerin ortaya çıkmasında katkıda bulunacağını söylemek isterim.

Che'de hayran olduğumuz yalnızca savaşçı kişi, büyük olayları gerçekleştirmeye yeterli insan değildir. Yaptıkları, yapmakta oldukları, bir avuç kişiyle, yankee emperyalizmince gönderilen yankee danışmanlarının eğittiği, tüm komşu oligarşilerce desteklenen yönetici sınıflara ait orduya karşı savaş açması, bütün bunlar, başlı başına olağanüstü olaylardır.

Tarihin sayfalarını karıştırdığımızda, bu kadar az adamla bu derece önemli görevlere atılan, bu kadar az adamla bu denli büyük güçlere karşı çarpışan bir başka lider bulamayız. Kendine böylesine güvenen, halka böylesine güvenen, insanın mücadele yeteneğine böylesine güvenen bir eşi tarih sayfalarında aranabilir -ama asla bulunamaz.

Ve o öldü.

Düşman böylelikle onun düşüncelerinin, gerilla kavramının, silahlı devrimci savaş görüşünün yenildiğine inanıyor. Şansları rast gitti de fiziksel varlığına son verebildiler yalnızca. Yalnızca, düşmanın savaşta her zaman kazanabileceği geçici bir avantaj elde edebildiler. Onun özelliklerinin, son sınırına varan mücadeleciliğinin, tehlikeyi hiçe sayışının, bu beklenmedik anda, bu savaşta da diğer birçok savaştaki gibi şansın düşmanın yüzüne gülüşünde, kaderin böyle birdenbire düşmandan yana tavır alışında, ne derecede yardımcı olduğunu bilmiyoruz.

Bizim bağımsızlık savaşımızda da böyle oldu. Dos Rios'daki savaşta bağımsızlık savaşımızın havarisini öldürdüler, Punta Brava'daki çarpışmada yüzlerce savaşın eski tüfek askeri Antonio Maceo'yu şehit ettiler. Bağımsızlık mücadelemizde sayısız önder, sayısız yurtsever savaşırken öldürüldü. Yine de, Küba davası yenilgiye uğramadı.

Che'nin ölümü -birkaç gün önce de söylediğimiz gibi- devrimci harekete indirilen çok ağır, çok müthiş; bir darbedir. En deneyimli ve en yetenekli liderinden yoksun etti hareketi bu darbe.

Zafer hayalleri kuranlar aldanıyorlar. Bu ölümün onun düşüncelerinin sonu, taktiklerinin, gerilla kavramının, teorisinin bitimi olduğunu düşünenler çok yanılıyorlar. Çünkü bu düşen adam, bir ölümlü olarak, bir asker olarak, bir lider olarak, pek çok kez göğsünü mermilere siper eden bir savaşçı olarak, onu şans eseri öldürenlerden çok daha fazla kitleleri etkileme olanağına sahiptir.

Ama yine de, devrimciler bu ağır kayba nasıl dayansınlar? Onun yokluğuna nasıl dayansınlar? Che bu konuda görüşünü açıklayacak olsaydı, ne derdi acaba? O, görüşünü daha önce belirtti, Latin-Amerika Dayanışma Konferansı’na gönderdiği mesajda, "ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, ölüm hoş geldi, safa geldi" diye yazarken bu görüşü açıkça ortaya koydu.

Onun savaş sloganı bir değil, milyonlarca kulağa ulaşacak. Silahları almak için bir değil, milyonlarca el uzanacak. Yeni liderler doğacak. Kulakları savaş sloganını duyan ve elleri silahlara uzanan halkın safları arasından çıkan önderlere ihtiyaç duyacak; yine, tüm devrimlerdeki gibi, önderler ortaya çıkacak.

Che gibi olağanüstü deneyimli ve muazzam yetenekli bir öndere hemen ulaşamayacak bu eller. Liderler uzun mücadele süreçleri içinde oluşacak. Bu önderler, savaş sloganını kulağı duyan milyonlar arasından, elleri er geç silahlara uzanacak olan milyonlar arasından çıkacak.

Onun ölümünün, zorunlu olarak, devrimci mücadele pratiği alanında derhal yankı uyandıracağını, bu mücadelenin gelişiminin pratiği alanında derhal etkili olacağını düşünmüyoruz. Che, yeniden silaha sarıldığında, derhal zafere ulaşmayı beklemiyordu, oligarşi ve emperyalizmin güçleri karşısında hızla zafere koşacağını sanmıyordu. Deneyimli bir lider olarak, beş, on, on beş hatta yirmi yıllık bir savaşa hazırlanmıştı. Beş, on, on beş ya da yirmi yıllık bir savaşa, gerekirse ömrü boyunca savaşmaya hazırdı! Bu bakış açısından, ölümü veya ortaya koyduğu örneklik muazzam bir etki yaratacaktır. Bu örneğin gücü yenilmez olacaktır.

Fidel Castro
18 Ekim 1967
Kaynak