Bugün son suikast üzerinden devreye sokulan dil, CIA
kaynaklı “terörle mücadele” metinlerindeki dili anımsatıyor. Devlet, bireyin
mutlak huzurunun, dengesinin ve hatta varlığının ancak kendisi ile mümkün
olduğuna herkesi inandırıyor.
“İslamcı”yı şeytanlaştırıp taşlayanlar, bu yolun
taşlarını döşüyorlar. Herkes, bir biçimde güvenlik devletine dair akıldânelik
etmeyi solculuk zannediyor. “Bu AKP olmasaydı, devletimiz ne güzeldi”
demelerine çok az kaldı.
Rize’de heykel taşıma işlemine bile laf ediliyor.
Seçim sürecinin “tatava yapma bas geç”çileri, birer birer, ama asla öbek öbek
değil, Taksim üzerinden Yenikapı’ya bağlanıyorlar. “O heykeli kızıl
bayraklarımızla biz koruyacağız” demelerine çok az kaldı.
Tatava yapmıyorlar, o çizgiye yakınlaşıyorlar.
“İnsan”, “birey” kategorileri üzerinden mutlak huzura dair laflar sıralıyorlar.
Dolayısıyla, bireysel psikolojiyi analiz ediyorlar. Her türden kutsala sahip
olmanın canilikle sonuçlanacağını söylüyorlar.[1] Böylelikle egemenlere “ben
vahşi ve cani olmayacağım” diye yemin ediyorlar. Başlarının okşanmasına çok az
kaldı.
Söz konusu yakınlaşma sonucu, muhtemelen Red dergisi,
Yılmaz Özdil’in de yazılarını yazdığı aynı CHP kahvesinde çıkartılıyor.
Özdil’in dilinin bu ülkede bir karşılığı olduğu düşünülüyor. Muarızını
aşağılayan, kişilik olarak ezmeye çalışan, o kibirli dille Amerikalı
yeni-ateistlerin dili pek bir benzeşiyor. Faşizm edebiyatı, teknokratik,
elitist siyaset için gerekli zemin olarak yapılıyor. Eski halkçılar bile halka
küfretme yarışı içerisine giriyorlar. Bugün “İslamcı”yı taşlayanlar, eskinin
troçkist edebiyatını güncellemekten başka bir şey yapmıyorlar.
Yerli ve milli troçkizmin ilk örneği olan bu Red dergisi,
dağınık troçkizmi toparlamaya çalışırken, en pespaye gazeteciliği siyasi
programı hâline getiriyor. Lapin gibi, medyada dönen tezvirata, yalan haberlere
hemen atlıyorlar. Onlara derhal iman ediyorlar. Troçkizm, akademi ile gazete
bürosu arasında salınan atası gibi, kalemini silâh yaptığını sananların
sığınağı oluyor. O, kemalizmin güya anti-tezi olarak, onun boşluklarını
dolduruyor.
Troçkizm, yerli ve milli olma niyetinde ise tehlikeli
bir momente girilmiş demektir. Onda yerli ve milli şerbetine daldırılmış
enternasyonalizm, ancak Amerikan liberalizminin reklâm edilmesinden başka bir
şey değildir. Bu reklâm metinleri, bireyleri her daim kendilerini aşan güçler
karşısında güçsüz ve çaresiz kılma üzerine kuruludur. Zaten troçkizm, ancak ve
sadece Amerika’da yerli ve milli olabilir. Tarihsel bir örnek olarak; birçok
sol kesim, ABD’de yetmişlerde Vietnam’la yapılan barışa destek verirken, bu
barışa bir tek troçkistler karşı çıkmışlardır. Onlar sayesinde diktatör, cani,
zalim, yamyam, gaddar, insanlık düşmanı Stalin ve türevlerinden kurtulduğumuz
asla unutulmamalıdır. Troçkizm, yerli ve milli olmaya soyunmuşsa, sermaye ve
tekeller yerli ve milli olmak istiyorlardır.
Sultan Galiyev’i Stalin’i zerre anmadan, sırf Troçki
için güzel bir cümle etti diye yazılar yazanların bu yerli ve milli olma
gayreti, Suriye’de yoksul asker için ağıt yakmakla sonuçlanıyor. Böyle kitle
sahibi olunacak zannediliyor.[2]
Dolayısıyla, esasen Çipras’ın Şeyh Bedreddin’i anması,
bir zamanlar AKP’lilerin Şeyh Said’i anmaları gibidir. Rüzgâr tersten
estiğinde, Batı Trakya’yı Atina’ya bağlamak için o sözler de terk
edilecektir.[3]
“Türkiye’nin Syriza’sı kim?” sorusuna bir vakitler
“benim!” deyip zıplayanların o partinin ve ülkesinin başına gelenlere dair tek
bir laf etmemeleri de ayrı bir tuhaflıktır. “Madem sensin, bugün emekçi Yunan
halkının üzerine inen balyozun hesabını ver o zaman” denmelidir.
O açıdan Sungur Savran’ın İstanbul’dan değil,
Atina’dan bakıp Çipras’a kızmasının, Şeyh Bedreddin’i politik reklâmına alet
etmesinin bir anlamı bulunmamaktadır. Özünde Savran da “enternasyonalist
komünist” lafını, Çipras’ın aşmak istediği ayrımları, gerilimleri örtbas etmek
için kullanmaktadır.
Savran, Bedreddin’i bu şekilde tanımlarken düştüğü
anakronizmin farkında bile değildir, çünkü onun için Yunanistan üzerinden kendi
varlığını yaldızlamak önemlidir. O varlık, ancak ayrımlardan, çelişkilerden
kurtulmak isteyenlere seslenebilir. Çipras gibi “Türk ve Yunan” dediği
Bedreddin, Sungur Savran’ın ta kendisidir!
Onun varlığı ise sadece “komünizmin koşulları
olgunlaştığında” isyan edecektir.[4] O olgunluğun ne düzeyde olduğunu, Bu Tarz
Benim yarışmasındaki jüriler gibi, tayin edecek olan da tabii ki fukara halk
değil, Savran ve Temel Demirer türü “aydınlar”dır.
Bir sempozyumda bir genç, “Karmatîler gibi İslamî
sosyalist dinamikler de var tarihte” deyince Demirer kızıp “yok öyle bir şey”
diye bağırır. Savran da ODTÜ’de katıldığı bir sempozyumda THİF ve Şeyh
Servet’ten, komünistlerin Müslüman kesimlerle yaptığı ittifaktan bahseden Emel
Akal’ın sözlerine alay eden, küçümseyici ve şaşkın ifadelerle tepki
geliştirmiştir. Bu, onun muhayyilesinin kabul edebileceği bir durum değildir.
(Umarız Savran da Demirer gibi “İştirakî yalan söylüyor, öyle bir şey
olmadı” yalanına başvurmaz!)
“Komünizmin koşullarının olgunlaştığı” o moment,
Savran ve Demirer gibiler açısından asla gelmeyecek. Çünkü onlar, kendi
varlıklarını aşan hiçbir şeye tahammül etmemenin “teorisi”ni yapıyorlar.
Savran’daki anakronizmin sebebi de burada. Zira Savran, Bedreddin zamanında bir
Türk ve Yunan ulusu olduğunu zannediyor.
İslam’ın ilk başkaldırısında olduğu gibi, süreç
içerisinde mazlumların Tanrı’sına örgütlenen her hareket, dinî bir bayrak
alıyor eline. Savran açısından, “komünizmin koşullarının olgunlaştığını” da
dinin ve milletin ortadan kalktığında anlamamız mümkün. Bu tip aydınlar
açısından Bedreddin, malumatfuruşluk düzleminde önemli. Bir açıdan da
Bedreddin’i, onu bir kez daha mezara sokmak, “bunlar artık hükümsüz” demek için
dillerine doluyorlar.
Nâzım, Bedreddin şiirini, mevcut politik düzlemde bir
çentik atmak için kaleme alıyor. Oysa bugün “Bedreddin” pazarında mallarını
satan tüccarlar, her türden çentiğe karşı, aleni düşman. Çünkü onlar, zaten
“komünizmin bedenlenmiş hâli.” O yüzden “iyi ki komünist, sosyalist olmuşum”
diyorlar. Her tür ayrımdan, ayrımların politikleşme ihtimalinden, karşıtlıktan
azade olmayı pazarlayabileceklerini düşünüyorlar.
Nâzım, bugünde bir köylünün dilinden anlatıyor
Bedreddin’i. “Köylü” sözcüğünü duyunca midesi kalkan troçkistler, bugün
Bedreddin’i anıyorlarsa huylanmak gerekiyor. Nâzım, aşkın bir tarihe atıfta
bulunuyor; bu troçkistler, tarihi kendisinde sonlandıran ABD’li ideologlara
benziyorlar. Zaten o ideologların da “eski troçkist” olduğunu görmek
gerekiyor.
Tarihi kendi varlıklarında sonlandırınca, komünizmin
olgunlaştığı momenti de tabii ki onlar tayin ediyor. Dolayısıyla, onların
ağzında Bedreddin, bugünde kurulan pazarda dile gelen basit bir reklâm
sloganından ibaret. Bedreddin’se bu toprakların gerilimlerine, emeğine,
imanına, kavgasına örgütlenmeyi emrediyor. Küçük burjuva tekkelerin şeyhlerinin
Şeyh’i idrak etmeleri mümkün görünmüyor.
Yapraksız bir dalda sallanan şeyhimizin çırılçıplak
eti, bu toprakların ruhuyla yaşıyor. Ölçüsünü, ölçeğini egemenlere bağlı küçük
burjuvalardan alanların o zindeliği idrak etmeleri mümkün olmuyor. Onlar,
kendileri gibi olanlara küfretmekle vakit öldürüyorlar. Bedreddin, sahip değil,
ait olduğu kavgaya davet ediyor.
Eren Balkır
22 Aralık 2016
Dipnotlar:
[1] “Sesi Duyan Ölüyor: Allahu Ekber”, Red dergisi.
[2] V. U. Arslan, “Sultan Galiyev Gerçeği”, 7 Aralık
2016, Sosyalist Gündem.
[3] “Aleksis Çipras’tan Şeyh Bedrettin Mesajı” 26
Kasım 2016, Yolculuk.
[4] Sungur Savran, “1416 Şeyh Bedreddin İhtilali”, 18
Aralık 2016, Gerçek.
[5] Eren Balkır, “Köpük”, 30 Nisan 2016, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder