Yeni yapılan Amerikan seçiminin ölüme mahkûm edilmiş
olan Weimar Cumhuriyeti’yle kıyaslanması, uzmanların sıklıkla başvurdukları bir
yöntem. Gazetelerde ve sohbet programlarında yorumcular, ABD’nin otuzlarda
Alman demokrasinin yürüdüğü yola girdiği konusunda uyarılarda bulunuyorlar.
Donald Trump’ın siyaset sahnesine çıkışı ve başkan oluşu, ekonomiye yönelik
kaygıların, sağcı milliyetçiliğin ve paramiliter şiddetin bir kez daha dehşet
verici bir karışımı meydana getirdiğine dair korkuların artmasına yol açtı.
Çeşitli dergilerde ve yayınlarda çıkan makaleler,
bizim bir “Weimar Amerikası”nda yaşadığımız uyarısını yapıyorlar. Bu yazarların
iddiasına göre, muhafazakâr siyaset, faşistleşti ve bugün demokrasiye ait en
temel kurumları ortadan kaldırmakla tehdit ediyor.
Hitler’in özelliklerine benzeme üzerinden dile
getirilen “Hitler safsatası”nı [reductio ad Hitlerum] Yale Üniversitesi
tarih bölümü hocası Timothy Snyder kadar kimse kullanmıyor. Synder, Trump’ın
Nazi diktatörünün adımlarını izlediğini söylüyor. Ona göre, Amerikalı
liberaller, Hitler’e karşı geniş kapsamlı bir direniş örgütleyemeyen Alman
solcularından ders çıkartmak zorundadırlar.
Tüm tarihsel kıyaslamalar gibi, bir Twitter ve reality
show yıldızı ile soykırım uygulamış bir diktatörü kıyaslama girişimi de kendine
has çarpıklıklara sahip. Bazı yorumcular, bu noktada Weimar analojisini
sorgulama ihtiyacı duyuyorlar. Trump’a yönelik destek, büyük ölçüde sanayinin
geri çekildiği bölgelerde yaşanan kaymalardan kaynaklanıyor. Bu sosyo-ekonomik
koşullar, yirmilerin ve otuzların sanayileşmiş, sınıf temelli, savaşın ağır
travmalara yol açtığı Almanya’daki koşullardan çok farklı. Daha somut bir
ifadeyle, Trump’ın ideolojisi, çelişkili iddiaların üstünkörü bir biçimde
tutarlı bir ideoloji ortaya çıkarttığını kabul etsek bile, faşizmin klasik kimi
özelliklerine sahip değil. Her şeyden önce Trump, kan ve toprak üzerine kurulu
dile nadiren başvuruyor, savaşın aşkın ve gençleştirici deneyiminden dem
vurmuyor, seçime tabi kurum ile siyasete açıktan karşı çıkmıyor.
Otoriteryanizm, ebedi faşizm veya modası geçmiş olan Amerikan muhafazakârlığı
gibi farklı kavramlar, Trump hareketinin izahında daha çok işe yarayacaklardır.
Trump’ın faşist olarak görülüp görülemeyeceğine dair
tartışma bir miktar ukalacaymış gibi görünse de bu tartışmanın ilerici düşünce
için yol açacağı sonuçların bu şekilde görülmesi pek mümkün değil. Amerika’yı
Weimar, Trump’ı da Hitler gibi gördüğümüzde, geçmişin hatalarını yinelemek gibi
bir riski de üstlenmiş oluruz.
Bu tehlikeyi en iyi ele veren çalışma ise Eric
Weitz’ın son çıkan makalesi. Weitz, liberallere “militan demokrasi”yi diriltme
çağrısı yapıyor. Nazi Almanyası’ndan kaçan birçok düşünürce benimsenen bu
politik teori, özgür ulusların tüm diktatöryel hareketleri varoluşsal tehdit
olarak görmek zorunda olduğunu söylüyor. Bu düşünürlere göre, demokrasinin
düşmanı ile birlikte yaşaması mümkün değil. Aşırı radikallerin pratikte aktif
olarak imha edilmesi zorunlu. Weitz’ın mantığı uyarınca, bizim kuşağımız, Trump’ın
faşist yönetimine direnmek için bu türden duygu ve düşünceleri yüklenmeli.
Antifaşist direnişin o saygıdeğer geleneğinin bir
parçası olmanın insana kudret vermesi elbette mümkün, ama militan demokrasiyi
canlandırmak, ilerici politika aleyhine çalışma yürütmekle sonuçlanabilir. Bu
kesimlerin Weimar Cumhuriyeti analizi, söz konusu Nazi karşıtı düşünürleri
seçkinci ve teknokrat kıldı. Bu insanlar, demokrasinin bekasının halkın
iktidarının kısıtlanmasına ve kamuoyunun incelemesine karşı koruma altına
alınmış, seçimle göreve gelmeyen, bürokratik seçkinlerin oluşmasına tabi
olduğuna inanmaya başladılar.
Faşizme yönelik demokratik korkunun demokratik pratiği
nasıl erozyona uğrattığını anlamak için militan demokrasinin ilk
teorisyenlerine geri dönüp bakmak gerek. Bu insanların hikâyesi, düşüncelerini
günümüzde yaşanan açmazlara cevap olarak gören herkesin durup düşünmesini
sağlayacaktır.
Halkın Elinden Alınan Güç
Militan demokrasinin ilk ve en etkili
teorisyenlerinden Karl Loewenstein ve Hans Speier, liberal anti-faşizmi
seçkinci bir teknokrasiye dönüştürdü. Kariyerlerinin başında liberal siyaset
teorisyeni olan Loewenstein ve sosyal-demokrat bir sosyolog olan Speier, Weimar
Cumhuriyeti’nin birkaç iyi adamından biriydi. İkili, demokrasinin otoriteryan
eleştirmenlerine karşı onun meşruiyetini savundu.
Bu iki adamın ajandasının Nazilerin ajandasına pek
uymadığı açık. Loewenstein ve Speier 1933’te Almanya’dan kaçıyor. ABD’ye
geldikten sonra demokrasi yanlısı kampanyalara katılıyor, ama önemli bir
dönüşüm yaşıyor. Onların ifadesiyle, faşizmin elde ettiği zafer, demokratik
devletlerin muhaliflerini yenmek için, faşistlerin kullandıkları da dâhil,
gerekli her türden aracı kullanmaya hazır ve istekli olan yeni ve “militan”
birer rejime dönüşmek zorunda olduğunu gösterdi.
Loewenstein ve Speier’in projesi, üç düşünce üzerine
kuruluydu. İlki, tüm özgür ulusların aynı tehditle karşı karşıya oldukları
gerçeğini kabul etmeleri gerektiği üzerinde duruyordu. Faşistler, bu isimlere
göre, sadece Berlin ve Roma’da değil, Amsterdam, Washington ve Rio’a da
iktidara gelmeye çalışıyorlardı. Başarılı olmaları durumunda bunlar, “faşist
enternasyonal”i meydana getireceklerdi. Loewenstein, bu enternasyonalin “ulusal
sınırları aşacağı” konusunda uyarıda bulunuyordu.
İkinci ve daha somut ifade edilen düşünceye göre,
demokrasinin zayıflığı düşmanlarına bahşettiği özgürlüklerde saklı. Yazarlar
açısından demokrasi, politik bağlılıklara bakmaksızın toplumun her üyesine
ifade özgürlüğü hakkı gibi haklar bahşediyordu. Ancak çocuksu ahlakçılık,
anti-demokratik aktivistlerin politik kurumlara sızmasına imkân sağlıyor,
özgürlüğü ortadan kaldırmak adına onu istismar ediyordu.
Bugünün kimi teorisyenleri gibi bu yazarlar da bu
argümanlarını Weimar Almanyası üzerinden temellendirdiler. Hitler ve onun
şiddete meyyal destekçileri, demokratik hakları cumhuriyetin altını iktidara
gelmeden çok önce oymak için kullanmaya başlamışlardı. Loewenstein’ın kaynağına
göre, “demokrasiye ait mekanizma” “düşmanın şehre girmek için kullandığı Truva
atını temsil ediyordu.”
Son ve en önemli düşünce de faşizmin başarısının
demokrasinin korunması noktasında halka asla güvenilemeyeceğini ispatladığını
söylüyordu. Kriz momentlerinde kitleler, “duygusallık üzerine kurulu bir
ideolojik kurgu”ya teslim oluyor, ırkın ve/veya ulusun şerefine dönük boş
vaatler lehine haklarından vazgeçebiliyorlardı. Halkın demagoji ustalarının kör
gözün parmağına dile getirdikleri gerçek dışı, açıktan aptalca vizyonlarına kul
köle olması, avamın gerçek bir politikaya değil, sadece hayallere sahip olduğunu
kanıtlamıştı.
Speier, “Weimar’da bir gün Nazi, ertesi gün komünist
veya bir gün Nazi ertesi gün komünist olan” birçok insana tanık olduğunu
söylüyor. “Bu da kısmen şansa kısmen de bir yerde daha fazla bira bir yerde de
daha fazla gürültü olması”na bağlı olarak gelişen bir durum. Demokrasinin en
bariz zafiyeti, onun kitlelerin rasyonel düşünceyle ilgili kapasitesine,
becerisine bağlı oluşu ki bu kitleler de zaten böylesi bir beceriden çoğunlukla
mahrumdurlar.
O vakit demokrasi iç düşmanlarına karşı nasıl
korunabilecek? Eğer demokrasinin sırtını dayadığı iddia edilen halk, bile
isteye özgürlüklerin kaldırılmasından yana oy kullanırsa, demokratlar başka bir
faşist dalgaya nasıl mani olacaklar? Loewenstein ve Speier’in tahayyülüne göre,
bu tehditlere ancak yeni türde bir devlet karşı koyabilir. Onların iddiasıyla,
seçime dayalı rejimlerin seçkinci ve “militan” bir dizi hat üzerinden yeniden
inşa edilmeleri gerekmektedirler.
Gizli Devlet
Loewenstein ve Speier’in yeni teorisi, şu anlayış
üzerine kurulu: demokrasi, ancak otorite, sorumluluk sahibi uzmanlara ait
olduğu durumda canlanabilir. Eğer kitleler, özyönetime yönelik, kutsallık arz
eden güvenlerini diktatörlere bahşederler veya faşist rejimlere karşı koymayı
reddederlerse, o vakit sakin bir şekilde düşünmesini bilen teknokratlar
iktidarı almalı ve demokrasiyi korumalıdırlar. Daha önemlisi, bu uzmanlar,
kamuoyunun onayına, hatta bilgisine bile ihtiyaç duymadan harekete geçme
yetkisine sahip olmalıdırlar.
Loewenstein ve Speier, bu seçkinlerin iktidarı
suiistimal etmelerine mani olunmasını akıllarına bile getirmemektedir. İkilinin
kanaatine göre, demokrasinin hayatta kalması, söz konusu epikrokrasinin [bilge
bir kişi veya azınlık idaresinin] oluşturulmasına bağlıdır. Loewenstein’ın
1940’ta dile getirdiği biçimiyle,
Hükümetimizde lider konumdaki insanların samimiyetsiz
veya tarafgir güdülerle hareket etmelerine izin vermemeliyiz. Bu insanlar,
bizim kadar sorumlu kişilerdir ve bunlar, apaçık ortada olan kimi sebeplerden
ötürü kamuoyundan uzak tutulması gereken, bilgiye erişim imkânına ve daha
gelişkin fikirlere sahiptirler. Demokratik hükümet, amatörlerin uzmanların
yürüttükleri çalışmalara müdahale edip durması demek değildir.
Speier 1949 yılında benzer bir görüşü dile
getirmektedir:
“Dünya
tarihinde belirli bir eşiğe gelindi. Bu eşikte bazı Amerikalı liderler, el
üstünde tuttukları [demokratik] değerleri, ileride hemşerileri bu değerlerle
yaşayabilsinler diye gizlice feda etmeyi göz önünde bulundurmak zorundalar.”
Özetle burada söylenen şu: ülkeyi halk yönetmemeli,
belirli bir sorumluluk üzerinden, iktidarda sadece uzman teknokratlar
bulunmalıdır.
Loewenstein ve Speier’in en fazla odaklandıkları husus
ise o günden itibaren ulusal güvenlik dedikleri şey. Faşizmin cazibesi
noktasında kilit birer unsur olan ekonomik planlama, refaha dayalı programlama,
ırk ve cinsiyet onların yazılarında nadiren karşımıza çıkıyor, yazıların
merkezinde her daim devletin şiddeti duruyor. İkilinin kanaatine göre, polis ve
ordu, özgürlüğün iki temel dayanağı. Demokrasiler, ülke içinden ve dışından
gelen tehditlerin izini sürmek ve bunları etkisizleştirmek için kullanılacak kapsamlı
bir güvenlik aygıtı kurmak zorunda.
Eğer bu vizyon okurlarına cazip gelmişse, bunun kısmî
sebebi, ilgili vizyonun dikkatleri faşizmin çözdüğünü iddia ettiği sorunlardan
başka bir yöne çevirmesi. Bu iki göçmen yazarın iddiasına göre, demokratik
rejimler gayet iyi işliyorlar. Kapitalist ekonomi politikalarının reforma tabi
tutulmasına veya bu rejimlerin katı sınıfsal ve toplumsal hiyerarşilere
bağımlılığına son vermeye gerek yok. Özgür devletlerin sadece cahil halkı etkin
biçimde nasıl ezeceğini ve demokrasinin varoluşsal düşmanları olan faşizm ve
komünizmi nasıl mağlup edeceğini öğrenmeleri gerek.
Esasında militan demokrasi, ellilerde karşımıza çıkan
komünist düşmanlığı ile ilgili olarak uyarlanma kapasitesine sahip olduğunu
kanıtladı. Akademisyenler ve siyasetçiler, bu yöntemi önemli bir araç olarak
benimsemeyi bildiler. Örneğin 1956’da Alman Yüksek Mahkemesi, komünizmi
yasadışı ilân etti ve komünist örgütleri kapattı. Bunu yaparken mahkeme, söz
konusu örgütlerin faşizmle türdeş olduğunu söyledi. Adalet mekanizması,
kendisini “militan demokrasi” iddiası üzerinden gerekçelendirdi.
Bu seçkinci vizyon, faşizm sonrası dönemde Avrupa
genelinde ciddi bir yankı buldu. Soğuk Savaş döneminde ABD’de iyice yüceltildi.
Amerika’da anti-komünist dil hâkim oldukça, birçok liberal de Loewenstein ve
Speier’in acil güvenlik devletinin hesap vermeyi öngören demokratik
mekanizmalardan azade olması gerektiğine dair kanaatini benimsedi. Bu mantık,
Merkezî Haber Alma Teşkilâtı ve Ulusal Güvenlik Konseyi gibi kurumların ortaya
çıkmasını sağladı. Bu tür kurumlar, ta kuruluşundan itibaren bir gizlilik örtüsü
ile örtüldüler. Her iki kurumda kendi kendilerini atayan, halka asla hesap
vermeyen uzmanlar, psikolojik savaştan politik suikastlara kadar bir dizi
saldırı amaçlı politikayı yürürlüğe soktular. Bu konuda ellerini kollarını
bağlayan hiçbir şey yoktu.
Solcu akademisyenler, çoğunlukla derin devletin ortaya
çıkışını emperyal, yayılmacı arzulara veya kapitalist genişlemenin yol açtığı
baskılara bağlıyorlar. Bu isimlerin hakikatte, çoğunlukla unuttuğu bir şey var.
Esasında devlet, bu şekilde faşizmin o dönemde elde ettiği başarıya belirli bir
cevap geliştiriyor. Demokrasinin bilhassa Almanya ve Japonya’da yaşadığı
çözülme, liberal düşünürleri demokrasinin ana sorununun halkın [demosun]
kendisi olduğuna ikna ediyor.
Loewenstein ve Speier’in kendilerini kolaylıkla
Amerika’nın güvenlik üzerine kurulu müesses nizamının hizmetkârı ve savunucusu
olarak tanımlamaları hiç de şaşırtıcı değil. Loewenstein, Latin Amerika’daki
“yıkıcı” faşist ve komünist isimlere karşı kapsamlı gözetim ve gözaltı
kampanyalarının koordinasyonuna katkı sunarken, Speier, Doğu Bloku’ndaki
rejimlerin istikrarsızlaştırılması için uğraşan dışişleri bakanlığında ve
Psikolojik Strateji Kurulu’nda danışman olarak çalıştı.
Tuhaf ki bu türden bir teoriden neşet eden kurumlar,
ortadan kaldırmayı düşündükleri tehditleri azaltmak şöyle dursun, daha da
arttırdılar. Popülizmin neden cazip hâle geldiğini anlama noktasında yabancı
düşmanlığı ve ırkçılığın hâlen ne denli önemli olduğunu görmek gerek. Öte
yandan halk, kendi hükümeti üzerinde belirli bir kontrole sahip değil. Güç,
daha çok hesap vermeyen seçkinlerin elinde toplaşıyor ki halktaki öfkenin bir
sebebi de bu.
Ayrıca Loewenstein ve Speier’in kurulmasını önerdiği
kurumlar, demokrasiyi pratikte daha da güçsüzleştirdiler. Trump yönetimiyle
alakalı kaygının önemli bir kısmı, bugün yürütmenin denetime tabi olmayan
komuta mekanizmasının kullandığı, devlet şiddetine dair araçlardan
kaynaklanıyor. Loewenstein, Speier ve onların vizyonunu paylaşanlar,
teknokrasinin her iki açıdan da işe yaramayacağını asla anlamıyorlar.
Weimar Analojisinin Ötesine Geçmek
İçinde bulunduğumuz momentte Weimar Cumhuriyeti’nin
sunduğu mercekten bakmak, kendi içinde önemli bir riski barındırıyor. Elbette
Trump ve bazı destekçileri, bu dönemin yankılarını hâlen canlı tutuyorlar.
Demokratik normların sürekli devre dışı bırakılmasına ve şiddet ile ırk
ayrımcılığına dönük, beyazların üstün olduğuna dair çağrılara itiraz etmemek
tabii ki mümkün değil. Nazi selamına tanık olmanın bu türden bir kıyaslamayı
karşı konulamaz bir hâle soktuğu açık.
Jamelle Bouie’nin kısa süre önce dile getirdiği üzre,
yoğun bir tarz dâhilinde sergilenen bir tür fanatikliği benimseyen veya hoş gören
Trump destekçilerinin demokrasiye bağlılığın verili kapsamının dışına çıkıp
çıkmayacaklarını bilmek de pek mümkün değil. Bouie türünden liberallere göre,
Trump ve destekçilerine “faşist” demek, dürüst bir yaklaşım olmakla kalmıyor,
ayrıca düşmanla diyalog kurulamayacağını, onlara sadece karşı konulabileceğini
söylüyor.
Gelgelelim faşizmi mahkûm etmek, ilericiler için
verimli bir ajanda değil. Clinton kampanyasının kısa süre önce öğrettiği
kadarıyla, bu türden bir stratejinin politik değeri sınırlı. Daha da önemlisi,
Loewenstein ve Speier’in projesinin de gösterdiği üzre, bu stratejinin, halkı
ilişki kurmak yerine uzak durulması gereken bir güç olarak gören, demokratik
ilkeleri kenara atan bir tarza kolaylıkla dönüşmesi muhtemel.
Aksine Trump’ın herkesi rahatsız eden zaferi, sola
teknokratik siyasete karşı çıkma ve devletle ekonomideki seçkinler arasındaki
sıkı işbirliğini reddetme fırsatı sunuyor. Geri çekilip “militan demokrat”
olacaklarına, ilericilerin dağıtıma dair politikaları öneren ve çoğunluğun
ihtiyaçlarını ele alan canlı birliktelikler ve ittifaklar oluşturması
gerekiyor.
Süreç dâhilinde bizim bu Weimar analojisini terk
etmemiz şart. Tarihsel kıyas faydalı olsa da asıl hayırlı olan, karşı karşıya
olduğumuz sorunların çözümü noktasında yeni bir yol açmak.
Daniel Bessner
Udi Greenberg
17 Aralık 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder