Çeşitli dergilerde ve yayınlarda çıkan makaleler,
bizim bir “Weimar Amerikası”nda yaşadığımız uyarısını yapıyorlar. Bu yazarların
iddiasına göre, muhafazakâr siyaset, faşistleşti ve bugün demokrasiye ait en
temel kurumları ortadan kaldırmakla tehdit ediyor.
Hitler’in özelliklerine benzeme üzerinden dile
getirilen “Hitler safsatası”nı [reductio
ad Hitlerum] Yale Üniversitesi tarih bölümü hocası Timothy Snyder kadar
kimse kullanmıyor. Synder, Trump’ın Nazi diktatörünün adımlarını izlediğini
söylüyor. Ona göre, Amerikalı liberaller, Hitler’e karşı geniş kapsamlı bir
direniş örgütleyemeyen Alman solcularından ders çıkartmak zorundadırlar.
Tüm tarihsel kıyaslamalar gibi, bir Twitter ve
reality show yıldızı ile soykırım uygulamış bir diktatörü kıyaslama girişimi de
kendine has çarpıklıklara sahip. Bazı yorumcular, bu noktada Weimar analojisini
sorgulama ihtiyacı duyuyorlar. Trump’a yönelik destek, büyük ölçüde sanayinin
geri çekildiği bölgelerde yaşanan kaymalardan kaynaklanıyor. Bu sosyo-ekonomik
koşullar, yirmilerin ve otuzların sanayileşmiş, sınıf temelli, savaşın ağır
travmalara yol açtığı Almanya’daki koşullardan çok farklı. Daha somut bir
ifadeyle, Trump’ın ideolojisi, çelişkili iddiaların üstünkörü bir biçimde
tutarlı bir ideoloji ortaya çıkarttığını kabul etsek bile, faşizmin klasik kimi
özelliklerine sahip değil. Her şeyden önce Trump, kan ve toprak üzerine kurulu
dile nadiren başvuruyor, savaşın aşkın ve gençleştirici deneyiminden dem
vurmuyor, seçime tabi kurum ile siyasete açıktan karşı çıkmıyor.
Otoriteryanizm, ebedi faşizm veya modası geçmiş olan Amerikan muhafazakârlığı
gibi farklı kavramlar, Trump hareketinin izahında daha çok işe yarayacaklardır.
Trump’ın faşist olarak görülüp görülemeyeceğine
dair tartışma bir miktar ukalacaymış gibi görünse de bu tartışmanın ilerici
düşünce için yol açacağı sonuçların bu şekilde görülmesi pek mümkün değil.
Amerika’yı Weimar, Trump’ı da Hitler gibi gördüğümüzde, geçmişin hatalarını
yinelemek gibi bir riski de üstlenmiş oluruz.
Bu tehlikeyi en iyi ele veren çalışma ise Eric
Weitz’ın son çıkan makalesi. Weitz, liberallere “militan demokrasi”yi diriltme
çağrısı yapıyor. Nazi Almanyası’ndan kaçan birçok düşünürce benimsenen bu
politik teori, özgür ulusların tüm diktatöryel hareketleri varoluşsal tehdit
olarak görmek zorunda olduğunu söylüyor. Bu düşünürlere göre, demokrasinin
düşmanı ile birlikte yaşaması mümkün değil. Aşırı radikallerin pratikte aktif
olarak imha edilmesi zorunlu. Weitz’ın mantığı uyarınca, bizim kuşağımız,
Trump’ın faşist yönetimine direnmek için bu türden duygu ve düşünceleri
yüklenmeli.
Antifaşist direnişin o saygıdeğer geleneğinin bir
parçası olmanın insana kudret vermesi elbette mümkün, ama militan demokrasiyi
canlandırmak, ilerici politika aleyhine çalışma yürütmekle sonuçlanabilir. Bu
kesimlerin Weimar Cumhuriyeti analizi, söz konusu Nazi karşıtı düşünürleri
seçkinci ve teknokrat kıldı. Bu insanlar, demokrasinin bekasının halkın
iktidarının kısıtlanmasına ve kamuoyunun incelemesine karşı koruma altına
alınmış, seçimle göreve gelmeyen, bürokratik seçkinlerin oluşmasına tabi
olduğuna inanmaya başladılar.
Faşizme yönelik demokratik korkunun demokratik pratiği
nasıl erozyona uğrattığını anlamak için militan demokrasinin ilk
teorisyenlerine geri dönüp bakmak gerek. Bu insanların hikâyesi, düşüncelerini
günümüzde yaşanan açmazlara cevap olarak gören herkesin durup düşünmesini
sağlayacaktır.
Halkın
Elinden Alınan Güç
Militan demokrasinin ilk ve en etkili
teorisyenlerinden Karl Loewenstein ve Hans Speier, liberal anti-faşizmi
seçkinci bir teknokrasiye dönüştürdü. Kariyerlerinin başında liberal siyaset
teorisyeni olan Loewenstein ve sosyal-demokrat bir sosyolog olan Speier, Weimar
Cumhuriyeti’nin birkaç iyi adamından biriydi. İkili, demokrasinin otoriteryan
eleştirmenlerine karşı onun meşruiyetini savundu.
Bu iki adamın ajandasının Nazilerin ajandasına pek
uymadığı açık. Loewenstein ve Speier 1933’te Almanya’dan kaçıyor. ABD’ye
geldikten sonra demokrasi yanlısı kampanyalara katılıyor, ama önemli bir
dönüşüm yaşıyor. Onların ifadesiyle, faşizmin elde ettiği zafer, demokratik
devletlerin muhaliflerini yenmek için, faşistlerin kullandıkları da dâhil,
gerekli her türden aracı kullanmaya hazır ve istekli olan yeni ve “militan”
birer rejime dönüşmek zorunda olduğunu gösterdi.
Loewenstein ve Speier’in projesi, üç düşünce
üzerine kuruluydu. İlki, tüm özgür ulusların aynı tehditle karşı karşıya
oldukları gerçeğini kabul etmeleri gerektiği üzerinde duruyordu. Faşistler, bu
isimlere göre, sadece Berlin ve Roma’da değil, Amsterdam, Washington ve Rio’a
da iktidara gelmeye çalışıyorlardı. Başarılı olmaları durumunda bunlar, “faşist
enternasyonal”i meydana getireceklerdi. Loewenstein, bu enternasyonalin “ulusal
sınırları aşacağı” konusunda uyarıda bulunuyordu.
İkinci ve daha somut ifade edilen düşünceye göre,
demokrasinin zayıflığı düşmanlarına bahşettiği özgürlüklerde saklı. Yazarlar
açısından demokrasi, politik bağlılıklara bakmaksızın toplumun her üyesine
ifade özgürlüğü hakkı gibi haklar bahşediyordu. Ancak çocuksu ahlakçılık,
anti-demokratik aktivistlerin politik kurumlara sızmasına imkân sağlıyor,
özgürlüğü ortadan kaldırmak adına onu istismar ediyordu.
Bugünün kimi teorisyenleri gibi bu yazarlar da bu
argümanlarını Weimar Almanyası üzerinden temellendirdiler. Hitler ve onun
şiddete meyyal destekçileri, demokratik hakları cumhuriyetin altını iktidara
gelmeden çok önce oymak için kullanmaya başlamışlardı. Loewenstein’ın kaynağına
göre, “demokrasiye ait mekanizma” “düşmanın şehre girmek için kullandığı Truva
atını temsil ediyordu.”
Son ve en önemli düşünce de faşizmin başarısının
demokrasinin korunması noktasında halka asla güvenilemeyeceğini ispatladığını
söylüyordu. Kriz momentlerinde kitleler, “duygusallık üzerine kurulu bir
ideolojik kurgu”ya teslim oluyor, ırkın ve/veya ulusun şerefine dönük boş
vaatler lehine haklarından vazgeçebiliyorlardı. Halkın demagoji ustalarının kör
gözün parmağına dile getirdikleri gerçek dışı, açıktan aptalca vizyonlarına kul
köle olması, avamın gerçek bir politikaya değil, sadece hayallere sahip
olduğunu kanıtlamıştı.
Speier, “Weimar’da bir gün Nazi, ertesi gün
komünist veya bir gün Nazi ertesi gün komünist olan” birçok insana tanık
olduğunu söylüyor. “Bu da kısmen şansa kısmen de bir yerde daha fazla bira bir
yerde de daha fazla gürültü olması”na bağlı olarak gelişen bir durum.
Demokrasinin en bariz zafiyeti, onun kitlelerin rasyonel düşünceyle ilgili
kapasitesine, becerisine bağlı oluşu ki bu kitleler de zaten böylesi bir
beceriden çoğunlukla mahrumdurlar.
O vakit demokrasi iç düşmanlarına karşı nasıl
korunabilecek? Eğer demokrasinin sırtını dayadığı iddia edilen halk, bile
isteye özgürlüklerin kaldırılmasından yana oy kullanırsa, demokratlar başka bir
faşist dalgaya nasıl mani olacaklar? Loewenstein ve Speier’in tahayyülüne göre,
bu tehditlere ancak yeni türde bir devlet karşı koyabilir. Onların iddiasıyla,
seçime dayalı rejimlerin seçkinci ve “militan” bir dizi hat üzerinden yeniden
inşa edilmeleri gerekmektedirler.
Gizli
Devlet
Loewenstein ve Speier’in yeni teorisi, şu anlayış
üzerine kurulu: demokrasi, ancak otorite, sorumluluk sahibi uzmanlara ait
olduğu durumda canlanabilir. Eğer kitleler, özyönetime yönelik, kutsallık arz
eden güvenlerini diktatörlere bahşederler veya faşist rejimlere karşı koymayı
reddederlerse, o vakit sakin bir şekilde düşünmesini bilen teknokratlar
iktidarı almalı ve demokrasiyi korumalıdırlar. Daha önemlisi, bu uzmanlar,
kamuoyunun onayına, hatta bilgisine bile ihtiyaç duymadan harekete geçme
yetkisine sahip olmalıdırlar.
Loewenstein ve Speier, bu seçkinlerin iktidarı
suiistimal etmelerine mani olunmasını akıllarına bile getirmemektedir. İkilinin
kanaatine göre, demokrasinin hayatta kalması, söz konusu epikrokrasinin [bilge bir
kişi veya azınlık idaresinin] oluşturulmasına bağlıdır. Loewenstein’ın 1940’ta
dile getirdiği biçimiyle,
Hükümetimizde
lider konumdaki insanların samimiyetsiz veya tarafgir güdülerle hareket
etmelerine izin vermemeliyiz. Bu insanlar, bizim kadar sorumlu kişilerdir ve
bunlar, apaçık ortada olan kimi sebeplerden ötürü kamuoyundan uzak tutulması
gereken, bilgiye erişim imkânına ve daha gelişkin fikirlere sahiptirler.
Demokratik hükümet, amatörlerin uzmanların yürüttükleri çalışmalara müdahale
edip durması demek değildir.
Speier 1949 yılında benzer bir görüşü dile
getirmektedir:
Dünya
tarihinde belirli bir eşiğe gelindi. Bu eşikte bazı Amerikalı liderler, el
üstünde tuttukları [demokratik] değerleri, ileride hemşerileri bu değerlerle
yaşayabilsinler diye gizlice feda etmeyi göz önünde bulundurmak zorundalar.
Özetle burada söylenen şu: ülkeyi halk
yönetmemeli, belirli bir sorumluluk üzerinden, iktidarda sadece uzman
teknokratlar bulunmalıdır.
Loewenstein ve Speier’in en fazla odaklandıkları
husus ise o günden itibaren ulusal güvenlik dedikleri şey. Faşizmin cazibesi
noktasında kilit birer unsur olan ekonomik planlama, refaha dayalı programlama,
ırk ve cinsiyet onların yazılarında nadiren karşımıza çıkıyor, yazıların
merkezinde her daim devletin şiddeti duruyor. İkilinin kanaatine göre, polis ve
ordu, özgürlüğün iki temel dayanağı. Demokrasiler, ülke içinden ve dışından
gelen tehditlerin izini sürmek ve bunları etkisizleştirmek için kullanılacak
kapsamlı bir güvenlik aygıtı kurmak zorunda.
Eğer bu vizyon okurlarına cazip gelmişse, bunun
kısmî sebebi, ilgili vizyonun dikkatleri faşizmin çözdüğünü iddia ettiği
sorunlardan başka bir yöne çevirmesi. Bu iki göçmen yazarın iddiasına göre,
demokratik rejimler gayet iyi işliyorlar. Kapitalist ekonomi politikalarının
reforma tabi tutulmasına veya bu rejimlerin katı sınıfsal ve toplumsal
hiyerarşilere bağımlılığına son vermeye gerek yok. Özgür devletlerin sadece
cahil halkı etkin biçimde nasıl ezeceğini ve demokrasinin varoluşsal düşmanları
olan faşizm ve komünizmi nasıl mağlup edeceğini öğrenmeleri gerek.
Esasında militan demokrasi, ellilerde karşımıza
çıkan komünist düşmanlığı ile ilgili olarak uyarlanma kapasitesine sahip
olduğunu kanıtladı. Akademisyenler ve siyasetçiler, bu yöntemi önemli bir araç
olarak benimsemeyi bildiler. Örneğin 1956’da Alman Yüksek Mahkemesi, komünizmi
yasadışı ilân etti ve komünist örgütleri kapattı. Bunu yaparken mahkeme, söz
konusu örgütlerin faşizmle türdeş olduğunu söyledi. Adalet mekanizması,
kendisini “militan demokrasi” iddiası üzerinden gerekçelendirdi.
Bu seçkinci vizyon, faşizm sonrası dönemde Avrupa
genelinde ciddi bir yankı buldu. Soğuk Savaş döneminde ABD’de iyice yüceltildi.
Amerika’da anti-komünist dil hâkim oldukça, birçok liberal de Loewenstein ve
Speier’in acil güvenlik devletinin hesap vermeyi öngören demokratik mekanizmalardan
azade olması gerektiğine dair kanaatini benimsedi. Bu mantık, Merkezî Haber
Alma Teşkilâtı ve Ulusal Güvenlik Konseyi gibi kurumların ortaya çıkmasını
sağladı. Bu tür kurumlar, ta kuruluşundan itibaren bir gizlilik örtüsü ile
örtüldüler. Her iki kurumda kendi kendilerini atayan, halka asla hesap vermeyen
uzmanlar, psikolojik savaştan politik suikastlara kadar bir dizi saldırı amaçlı
politikayı yürürlüğe soktular. Bu konuda ellerini kollarını bağlayan hiçbir şey
yoktu.
Solcu akademisyenler, çoğunlukla derin devletin
ortaya çıkışını emperyal, yayılmacı arzulara veya kapitalist genişlemenin yol
açtığı baskılara bağlıyorlar. Bu isimlerin hakikatte, çoğunlukla unuttuğu bir
şey var. Esasında devlet, bu şekilde faşizmin o dönemde elde ettiği başarıya
belirli bir cevap geliştiriyor. Demokrasinin bilhassa Almanya ve Japonya’da
yaşadığı çözülme, liberal düşünürleri demokrasinin ana sorununun halkın [demosun] kendisi olduğuna ikna ediyor.
Loewenstein ve Speier’in kendilerini kolaylıkla
Amerika’nın güvenlik üzerine kurulu müesses nizamının hizmetkârı ve savunucusu
olarak tanımlamaları hiç de şaşırtıcı değil. Loewenstein, Latin Amerika’daki
“yıkıcı” faşist ve komünist isimlere karşı kapsamlı gözetim ve gözaltı
kampanyalarının koordinasyonuna katkı sunarken, Speier, Doğu Bloku’ndaki
rejimlerin istikrarsızlaştırılması için uğraşan dışişleri bakanlığında ve
Psikolojik Strateji Kurulu’nda danışman olarak çalıştı.
Tuhaf ki bu türden bir teoriden neşet eden
kurumlar, ortadan kaldırmayı düşündükleri tehditleri azaltmak şöyle dursun,
daha da arttırdılar. Popülizmin neden cazip hâle geldiğini anlama noktasında
yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın hâlen ne denli önemli olduğunu görmek gerek.
Öte yandan halk, kendi hükümeti üzerinde belirli bir kontrole sahip değil. Güç,
daha çok hesap vermeyen seçkinlerin elinde toplaşıyor ki halktaki öfkenin bir
sebebi de bu.
Ayrıca Loewenstein ve Speier’in kurulmasını
önerdiği kurumlar, demokrasiyi pratikte daha da güçsüzleştirdiler. Trump
yönetimiyle alakalı kaygının önemli bir kısmı, bugün yürütmenin denetime tabi
olmayan komuta mekanizmasının kullandığı, devlet şiddetine dair araçlardan
kaynaklanıyor. Loewenstein, Speier ve onların vizyonunu paylaşanlar,
teknokrasinin her iki açıdan da işe yaramayacağını asla anlamıyorlar.
Weimar
Analojisinin Ötesine Geçmek
İçinde bulunduğumuz momentte Weimar
Cumhuriyeti’nin sunduğu mercekten bakmak, kendi içinde önemli bir riski
barındırıyor. Elbette Trump ve bazı destekçileri, bu dönemin yankılarını hâlen
canlı tutuyorlar. Demokratik normların sürekli devredışı bırakılmasına ve
şiddet ile ırk ayrımcılığına dönük, beyazların üstün olduğuna dair çağrılara
itiraz etmemek tabii ki mümkün değil. Nazi selamına tanık olmanın bu türden bir
kıyaslamayı karşı konulamaz bir hâle soktuğu açık.
Jamelle Bouie’nin kısa süre önce dile getirdiği
üzre, yoğun bir tarz dâhilinde sergilenen bir tür fanatikliği benimseyen veya
hoşgören Trump destekçilerinin demokrasiye bağlılığın verili kapsamının dışına
çıkıp çıkmayacaklarını bilmek de pek mümkün değil. Bouie türünden liberallere
göre, Trump ve destekçilerine “faşist” demek, dürüst bir yaklaşım olmakla
kalmıyor, ayrıca düşmanla diyalog kurulamayacağını, onlara sadece karşı
konulabileceğini söylüyor.
Gelgelelim faşizmi mahkûm etmek, ilericiler için
verimli bir ajanda değil. Clinton kampanyasının kısa süre önce öğrettiği
kadarıyla, bu türden bir stratejinin politik değeri sınırlı. Daha da önemlisi,
Loewenstein ve Speier’in projesinin de gösterdiği üzre, bu stratejinin, halkı
ilişki kurmak yerine uzak durulması gereken bir güç olarak gören, demokratik
ilkeleri kenara atan bir tarza kolaylıkla dönüşmesi muhtemel.
Aksine Trump’ın herkesi rahatsız eden zaferi, sola
teknokratik siyasete karşı çıkma ve devletle ekonomideki seçkinler arasındaki
sıkı işbirliğini reddetme fırsatı sunuyor. Geri çekilip “militan demokrat”
olacaklarına, ilericilerin dağıtıma dair politikaları öneren ve çoğunluğun
ihtiyaçlarını ele alan canlı birliktelikler ve ittifaklar oluşturması
gerekiyor.
Süreç dâhilinde bizim bu
Weimar analojisini terk etmemiz şart. Tarihsel kıyas faydalı olsa da asıl
hayırlı olan, karşı karşıya olduğumuz sorunların çözümü noktasında yeni bir yol
açmak.
Daniel Bessner
Udi Greenberg
17 Aralık 2016
17 Aralık 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder