Ülkeyi terk etmek isteyenlerin veya “bir sihirli
değnek olsa da bir sabah Türkiye’yi Avrupa’nın Baltık diyarına taşısak”
diyenlerin galebe çaldığı bir dönemden geçiyoruz.
Bu dönemde sadece on beş yıllık devlette yaşıyormuş
gibi yapıyoruz. Geçmişi unutuyoruz, onu anımsatanları hayal âleminde, komplolar
dünyasında yaşamakla, ânı hissedememekle eleştiriyoruz. Geçmişe bağlanacak
öfke, rehabilite edilmek isteniyor.
Metrobüs kazasını AKP’ye bağlamaya mecburuz. AKP’yi
bize yakışmayan özelliklere sahip olan Erdoğan’a indirgemek zorundayız. AKP’den
nefret edildikçe herkesin bize yaklaşacağını, bizim ideolojimize, varlığımıza
bağlanacağını zannediyoruz. Oysa tersten, devlet ve cumhuriyet, AKP şahsında
örgütleniyor. O, devletin ve cumhuriyetin kirini-pasını örtbas ediyor. AKP,
devletin alt işlevi.
İslam yok olunca sosyalizme alan açılacak zannı, ne
büyük yanılgı. AKP’de yansıyan şeyin adı İslam değil, devletin kadîm geleneği.
Zikir yapanlar, İslamcı değil, devlete ait bir ritüelin basit parçası.
Cübbeli’nin bireyin hizmetine teksif ettiği şeyin İslam olması mümkün değil.
Adalet, eşitlik ve hürriyet gibi kolektif ideallerin kavgasına dair gelenek, bu
tip isimleri her daim düşman ve düşkün görmüş. Cemaat, tarikat diye görülenler,
devletin örgütlenmesi.
CHP’liler, “elinizdeki imkânları bahşeden devlettir, o
devlet Türk’tür, dolayısıyla, o imkânlara Türkler layıktır. Herkes devletin
malıdır. AKP, Arap bedevî kültürünün ürünüdür” demekle meşguller. Diğer sol
ise, “elinizdeki imkânlar, burjuvazinin, ilerlemenin mahsulüdür. Herkes onun
malıdır. Ancak ona layık olanlar, yaşama hakkına sahiptirler. AKP, insan-bireye
düşman olan İslam’ın ürünüdür” tespitinin esiri. “Türk devleti” ile
“insan-birey” arasında bir fark yok. Biri içeriye, diğeri dışarıya dönük kontrol
ve disiplin aracı. Devlet, iki tespite basarak ilerliyor.
Buradan tüm burjuvaziden ve sınıftan ari tutulan
devlet, tüm memurlarda ve AKP binasında somutluk kazanıyor. Özgecan cinayeti
sonrası feministler, bir otobüs şoförüne saldırıyorlar. Son metrobüs kazasının
yolculardan birinin şoföre saldırması sonucu yaşandığı iddia ediliyor.
Şirketler, sorumluluklarını kişisel gelişim kursları üzerinden
“birey-çalışanlar”ına havale ediyorlar.
* * *
AKP koşullarında, devlet, birey bağlamında, birey
özelinde örgütleniyor. Metrobüs kazası, Soma, Özgecan, Cizre vb. olaylar,
bireyin mutlak bütünlüğü üzerinden istismar ediliyor. Metrobüs kazası haberi,
ABD’de camekân içinde koruma altına alınmış şoförlere atıfla veriliyor.
Şoförlerin terapi görmesinden bahsediliyor. Koruma altına alınmak istenen
bireyin hassasiyetlerine oynanıyor. Bu oyunda en ileri teklifi sunan,
kazanacağını sanıyor. Kazanan, hep egemenler oluyor.
Dolayısıyla, devletin sicili, AKP üzerinden temize
çekiliyor. Bağlarından kopartılmış, kendinden menkul bireyler, asli güce
bağlanıyorlar. Sarıklı-cübbeli kişileri uzun süredir görmeyen gözler, bugün
nefretle doluyor, devletin ajanları olarak onlara saldırıyor. Emek, toprak,
müşterek canla kurulan bağlar kopartılıyor; bireyler, devletin iktisadına,
coğrafyasına ve biyolojisine bağlanıyor. Bunun sonucunda içi boş “kadın
partileri” kuruluyor. Burjuvazi ve devlet, bu yolla örgütleniyor. AKP, bu
bağlanma sürecinde bir dolayım olarak iş görüyor. Liberalizm, devlete bireyle
ilgili sorumluluklarını; solculuk, burjuvaziye gene bireyle alakalı
sorumluluklarını anımsatıp duruyor. Her iki pratik de AKP’ye işaret ediyor.
İkisi de kendilerine sorulan soruları asla işitmiyor (Nejat’ın sorularını[1]
nasıl duysun!).
* * *
Türk’ün devleti veya burjuvanın batılı bireyi, AKP’ye
basarak yükseliyor. Televizyonlar, artık “erkek terörü”nden bahsediyorlar.
“Trafik terörü” tabiri, toprağın yollarla çizilmesinin, fethedilmesinin
zeminini teşkil ediyor. Bir sosyalist partinin kadın liderinin ifadesiyle,
“sosyalistler, kadınların AVM’lerde dolaşma hakkını savunuyorlar.” “Erkek
terörü”, kentlerin AVM’lerle düğümlenmesi için gerekli zemini teşkil ediyor,
tüketici kadına gerekli meşru zemini sunuyor. Devlet ve burjuvazi, gerçeğine
yabancı olduğu kolektif olanı, çıkarına uygun hâle getiriyor.
“Terör” tabiri, kolektif olan meseleyi
dışsallaştırmanın bir yöntemi olarak dile getiriliyor. Kendi yaydığı dehşeti
bireylerin gözünde gizliyor. Egemenler, kolektif dinamikleri nasıl maniple
edeceklerine dair bilgiyi sürekli güncelliyorlar.
Kolektif, mesuliyeti gerekli kılıyor. Devlet ve
burjuvazi, kolektife karşı mesuliyetini bireyler üzerinden iptal ediyor,
geçersiz kılıyor. “Yerli ve millî” Tayyip Erdoğan şiir okuyup hapse girdiğinde,
Uluslararası Af Örgütü’ne başvurduğunu, örgütün bu başvuruya cevap vermediğini
söylüyor. Onun, bu mesuliyetten kaçmaya meyyal olduğu, bu başvurudan
anlaşılıyor. Uluslararası Af Örgütü ise özel bireylerin, kolektif mesuliyetten
kaçanların affedilmesi için gerekli kurum olarak işliyor.
* * *
“Devletin kendi partisi, milletin kendi partisi”
olduğundan söz ediliyor. İsmet İnönü’nün Menderes taifesinin kurucu ilkelere
bağlı olduğunu söylediğinden ve onlara yol verdiğinden bahsediliyor. Benzer bir
süreç, Erdoğan’ın yolunun Deniz Baykal sayesinde açılmasında da işliyor. Kurucu
irade, hiç mesuliyet almak istemiyor. Sorumluluklarını bu sefer sosyalist sola
havale ediyor. Süreci geri planda idare etmeye çalışıyor. Sosyalist sol, bir
eliyle demokrasiye, diğer eliyle devlete işaret ediyor. Devrimin demokrasisinden
ve iktidarından kimse bahsetmiyor. O da kaçtığı yer itibarıyla, sorumluluğu
karşı tarafa atıyor.
Mesuliyet sual; sorumluluk, soru sözcüğünden kök
alıyor. Kentin efendisi burjuvazi ve toprağın sahibi devlet, varlığını asla
sorgulatmıyor. Eskiden sorumluluğu kendine layık bireye bahşeden bu güçlerin
yeni dönemdeki moda tabiri, “her şeyi devletten beklemeyin”. Bu tabir,
burjuvaziye ait. Demek ki iktidar, kent ölçeğinde inşa edilecektir. Ya da
belirli bir kentte odaklanmış iktidar, diğer kentlerde yeniden örgütlenecektir.
Bu amaçla Soma, bireyin tercihi adına kurban
edilmiştir. Kadın denilen yeni yüce birey adına, Özgecan yeniden
katledilmiştir. Cizre, onların ülkesi adına yıkılmıştır. Devlet ve burjuvazi,
tüm bu olayların sorumluluğunu belirli şahıslara yükleyecektir.
* * *
“Sömürü!” diye bağırarak devletin; “zulüm” diyerek
burjuvazinin sorumsuzluğuna kaçılmaktadır.
“Marx’a dönüş” meselesi, Marx devrimsiz olduğu için
yapılmış bir hamledir ve devrimin sorumluluğundan kaçmakla ilgilidir. Kaçanlar,
hiçbir soruya cevap vermezler. Sorumsuzluğa sığınıldığında, doğalında sığınağın
da korunması gerekir. Devletin ya da burjuvazinin mevcut mevzileri, hemen
koruma altına alınır.
AVM’den memnun olanın, Suriye’de askerin
konuşlanmasına laf etmeye hakkı yoktur. Sorumsuz bir özne olarak tasavvur
edilen kadını yüceltenin, erkeğe “mırıldanmakla yetin” emrini veren başbakana
itiraz etmesi mümkün değildir. Soru ve sorgu, örgüyle, bağlarla, bağlama ait
olmakla alakalıdır.
Ülkeyi terk etmek, sorusuz, sorunsuz, sorgusuz olma
istemidir. AKP, sorumsuz, sorgulamayan, soru sormayan bir sol inşa etmektedir.
Bu sol, Beyoğlu’ndaki dönüşümü, içki masasındaki
rahatsızlık derekesinde ele alabilmektedir. Demek ki işret âlemine dokunmasa,
oradaki sermaye-mafya-devlet ilişkisinde bir sorun yoktur. Misal Ahmet Saymadi,
meseleyi böyle ele almaktadır.[2] Ona göre, AKP solun içtiği yerlere
saldırmaktadır. Bilindiği üzere[3], Saymadi’nin buna bulduğu çözüm, sokak
çocuklarının kaldığı metruk binaları gasp etmek, o çocukları dayaktan geçirmek,
“hırsız” diyerek kriminalize etmektir.
Saymadi’nin Beyoğlu Belediyesi’nden ne farkı vardır?
Ayrıca AKP döneminde açılan içkili mekân sayıları nedir? İçkili yerlerin okula
ve camiye yakın olmamaları şartını kaldıran kimdir? Kentin efendisinin
sorumluluğunu gizleyen Saymadi’nin, sınıfı adına, o sınıfın Beyoğlu ve başka
yerlerdeki yağmasını AKP ile örtbas etmeye çalıştığı açıktır. Bilmelidir ki o
sokak çocukları yüzlerine inen o tokadı hiç unutmayacaktır.
Oysa devletin ve burjuvazinin varlığını sorgulamak,
sol değil midir? Bu sorgu için denk bir kudretin ve aklın-vicdanın örülmesi
gerekir. Sorumsuzluk, bu örgüyü imkânsızlaştırmaktadır. Sendika üyeleri,
sendika konfederasyonlarının eylem kararları ile alay etmektedir. Onların bu
tarz eylemler içerisine girmeyeceğini görmektedirler. Dipte sömürüye ve zulme
dair, öfkeli bir çığlık birikmektedir. Teoriyi ideolojiye; ideolojiyi
politikaya bağlayacak araçlar, bu çığlıkla şekil almak zorundadır.
Eren Balkır
26 Eylül 2016
Dipnotlar:
[1] Hikmet Acun, “Nejat”, 22 Eylül 2016, İştirakî.
[2] Ahmed Saymadi, “Beyoğlu Bitti Diyorlar”, 26 Eylül
2016, Siyasi Haber.
[3] Eren Balkır, “Faş”, 24 Ocak 2016, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder